Sayı 10

Enternasyonal Sosyalizm sayı 10, Nisan 2022.

 

 

Savaşmaya onlar gittiler,
Ve bazı iyi kişiler,
Size cephane gerek dediler,
Onlara silâhlar verdiler,
“Şiir kurşunu silâha
Onsuz gitme savaşa”
“Siz gidin cepheye
Silâh yapalım sizlere”
Böyle deyip silâh ürettiler;
Sonra savaş ilân ettiler,
Sonra da bu çok iyi niyetliler,
“Haydin savaşa” dediler.
“Marş silâh başına
Vatan gitti düşmana
Analar, bacılar adına,
Din ve kral hayrına”
Bertolt Brecht

Bertolt Brecht, savaşın kapitalizmle kopmaz bağlarını gösteren 5 Paralık Roman adlı eserinde yer alan “Savaş Şarkısı”1 başlıklı şiirinde savaşı teşhir ediyor. Romanın bir bölümünde “Ah, siz bacağınızı vatan için kaybettiniz ama! Bu daha beter! Herkesin
başıma gelebilir bu. Elbette! (Millî Savunma Bakanı hariç).” diyor.2

Yine savunma bakanlarının değil, emperyalistlerin çıkarları için insanların ve ekosistemin yıkıma uğradığı bir savaşın içerisine yuvarlandı dünya. Yine milliyetçi hamaset yüklü konuşmalarla bir ülkenin işgaline tanık oluyoruz. Korkunç bir yıkım yaşanıyor. Ukrayna Putin’in emriyle işgal edilirken, bir yandan Yemen’de öte yandan Suriye’de savaşlar ve çatışmalar sürüyor. Fakat Avrupa’nın ortasındaki Rusya’nın işgali, küresel emperyalist sistemin tüm çelişkilerinin ve gerilimlerinin apaçık göründüğü bir durum yarattı.

Bu nedenle Enternasyonal Sosyalizm’in 10. Sayısında, Ukrayna işgali, savaş ve emperyalizm üzerine iki kapsamlı yazı yer alıyor.

Şenol Karakaş “İşgal, Emperyalizm ve Sol Alternatif” başlıklı makalesinde, Ukrayna işgali etrafında süren tartışmalara cevap veriyor. Yazar, “Özellikle Türkiye’de, Putin’in savaşından, Putin’den başka herkesi sorumlu tutan bir eğilim baş gösterdi” diyor; “Bir Putin özürcülüğüyle ile karşı karşıyayız. Birçok gerekçe var Putin’in işgalini anlamlandırmak için. NATO, en başta gelen gerekçe. ABD yayılmacılığının aracı olarak bu savaş ve işgal örgütünün Ukrayna’da Rusya’nın bağrına hançer batırdığını söyleyip Putin’in işgal emrini anlamlandırmaya çalışanlar var.”

Özdeş Özbay ise “Rusya’nın Ukrayna Savaşı ve yarattığı tartışmalar üzerine” başlıklı makalesinde Putin’in işgale başlarken dile getirdiği ve muhalefetin bazı kesimleri tarafından da “satın alınan” tezlerle tartışıyor. Ukrayna siyasal sisteminde faşistlerin tuttuğu konum, yazının analiz ettiği alanlardan birisi.

“Çin’in devlet kapitalisti rejimi Türkiye için örnek alınacak bir model mi?” başlıklı kapsamlı makalesinde Fikret Levent Şensever Çin ekonomisinin hem geçmiş hem de güncel dinamiklerinin emek gücünün sömürüsü üzerinde yükseldiğini gösteriyor, Çin tarihi hakkında üretilen illüzyonları masaya yatırıyor: “Modern Çin’in Sovyetler Birliği’nden temel farkı, uluslararası küresel ‘liberal’ sisteme entegre oluşu ve
ekonomisinin çok daha gelişmiş olması olarak özetlenebilir. Bununla birlikte, Çin’de işçi sınıfının iktidarından söz etmek mümkün değil. Parti bürokrasisi zaman zaman Marksist söyleme başvuruyor, ancak partinin politikalarının ideolojik dayanağı Marksizm’den ziyade, popülizm ve katı bir milliyetçilik olarak özetlenebilir.”

Anne Alexander, “Filistin’de apartheid’ı bitirmek: Devrimci bir strateji örneği” başlıklı makalesinde bölgenin işgal ve işgale direniş tarihine yakından bakıyor. Yazar, Filistin direnişinin önündeki olasılıkları da tartışmaya açıyor: “Filistin’de gerçekten demokratik bir devlet yaratmak için gereken değişimin derinliği ve ölçeği, oradaki mücadele ile daha geniş bölgelerdeki mücadeleler arasındaki benzerliği gösteriyor. İsrail apartheid’ının militarize yapılarını yıkmak, tarihi Filistin’i çevreleyen diğer otoriter rejimlerin üstesinden gelmekten daha zor değildir. Her ikisinin de mümkün olabileceğine dair temel bir umut, Filistin’deki ve daha geniş anlamıyla da Ortadoğu’daki devrimci mücadeleler arasındaki on yıllar boyunca süren karşılıklı pekiştirme tarihinde yatmaktadır.”

“Kapitalist ekonomiler krizde: Enflasyon, borç, işsizlik” başlıklı makalesinde pandemi döneminde küresel kapitalist sistemi ve üretimin merkezinde yer alan işçi sınıfının koşullarını inceleyen Faruk Sevim egemen sınıfların krize karşı sunduğu yanıtların adaletsizliğini de ele alıyor.

Laura Miles ise “Marksizm, moral panik ve translarla savaş” başlıklı makalesinde, özellikle son yıllarda toplumsal cinsiyetçiliğe karşı mücadele edenlerin kendi iç tartışmalarında da giderek görünür hâle gelen bir alanda yanıtlar üretiyor. Yazarın, “Sosyalistler her zaman ‘ezilenlerin kalkanı’ olmalıdır. Bugünkü kültür savaşları ve trans hakları mücadelesi noktasındaki duruşumuz; trans, ikilik dışı (non-binary) ve muhtelif cinsiyetli insanlarla dayanışmak olmalıdır. Ezilenlerin kendi kimlik beyanlarına saygı duymamız gerekir ve ötekileştirilmiş bir grubun (translar), ezilen bir diğer grubun (kadınlar) haklarını aşındırdığı iddialarına karşı çıkmamız gerekir. Bu iddialar özü itibariyle ayrıştırıcı ve potansiyel olarak da gericidir. Bunları savunanlar, kapitalist toplumlardaki baskının yukarıdan dayatıldığını görememektedirler,” sözleri sosyalistlerin soruna nasıl yaklaşması gerektiğini gösteren önemli bir perspektif sunuyor.

Çağla Oflas, “Kapitalizmin krizi ve reformizmin örgütsel sorunları” başlıklı makalesinde sosyalizm mücadelesinin tarihsel ayrışma noktalarından olan reform/devrim bölünmesinin işçi sınıfı hareketi ve tarihi içindeki gerçek köklerini tartışıyor.

“Kitle hareketi” başlıklı makalesinde Marksist gelenekte ezilenlerin kitlesel ve doğrudan eylemlerinin ele alınış tarzlarını tartışan Sinan Özbek, Rosa Luxemburg’un bu tartışmaya yaptığı katkıya özel bir önem atfediyor.

Şenol Karakaş, “Birleşik mücadele, sendikalar ve sendikal bürokrasi” başlıklı yazısında son aylarda gelişen fiili işçi grevlerinin önemini, hareket içinde sendikaların ve sosyalistlerin rolünü ve sendikal bürokrasiler etrafında dönen tartışmaları, Emek Platformu deneyiminin analizi üzerinden el alıyor.

Hrant Dink davasında Dink ailesinin avukatlarından olan Hülya Deveci, davanın en başından bugüne kadar geçtiği aşamaları derliyor. “Hrant Dink dava süreci özeti” başlıklı makale, bir cinayetin arka planında yatan gerçeklere de işaret etmesi açısından çok önemli bir tarihi belge işlevi görüyor.

“Sayıların Ötesinde: Nüfus ve çevre üzerine sosyalist bir tez” başlıklı makalelerinde Martin Empson ve Ian Rappel nüfus üzerinde sürdürülen ilkel tartışmalara Marksist bir perspektiften yanıt üretiyorlar. Yazarların, “Asıl önemlisi Marx’ın, Malthus’un insanları içinde bulundukları tarihsel bağlamdan soyutladığını savunuyor olmasıydı. Ünlü bir paragrafta Marx, aşırı nüfus kavramıyla, insanlık tarihindeki farklı dönemlerde farklı şeylerin kastedildiğini belirtti; ‘Atinalılar için aşırı nüfus olan sayılar bize ne kadar da az gözüküyor!” sözleri tartışmanın önemine işaret ediyor. Üstelik, makale sadece teorinin tarihinde bir gezinti yapmakla kalmıyor, güncel iklim krizini nüfus tartışması bağlamında ele alıp güçlü argümanlar sunuyor.

Ozan Tekin, “İklimi kurtarmak için tek yol devrim!” başlıklı yazısında, iklim krizinin tüm canlı yaşamını tehdit eden boyutunu, bu krizin kapitalist
üretim ve yeniden üretim süreçleriyle bağlantısını tartışıyor. Yazar, iklim krizine karşı mücadelenin önemini de tartışma başlıkları arasında ele alırken sosyal bir devrim ihtiyacının kendisini en çok dayattığı alanların başında iklim krizinin geldiğini iddia ediyor.

Tuna Emren, Enternasyonal Sosyalizm dergisinin elinizde tuttuğunuz sayısıyla aynı günlerde yayına hazırlanan bir kitabı tanıtıyor. Söndür Ateşi: Yeşil Yeni Düzen ve Küresel İklim İstihdamı başlıklı kitap, Jonathan Neale’in son eseri. Tuna Emren yazarın bu kitabında önerdiği yol haritasının iklim kaosuna çözüm üretme kapasitesinde olduğunun altını çiziyor.

Enternasyonal Sosyalizm Yayın Kurulu olarak, bu sayıda International Socialism dergisinin 173. sayısından Anne Alexander’ın yazısını çeviren TN’ye, aynı sayıdan Laura Miles’ın yazısını çeviren Erdoğan Boz’a ve yine International Socialism dergisinin 172. sayısında yer alan Martin Empson ve Ian Rappel’in makalesini çeviren Onur Devrim Üçbaş’a teşekkürü bir borç biliriz.

Yayın Kurulu olarak kendimizi bir parçası gördüğümüz Uluslararası Sosyalist Akım’ın Ukrayna işgalinin ardından yayınladığı ve bir çok dile çevrilen çağrıyı okurlarımıza sunmayı önemli görüyoruz:

  • Rusya’nın 24 Şubat’ta gerçekleştirdiği Ukrayna işgali, emperyalist bir saldırı eylemidir ve Ukrayna halkının kendi kaderini tayin hakkını ihlal etmiştir. Ukrayna halkı için bir meşru müdafaa hakkı doğmuştur. Bununla beraber, ABD öncülüğünde ve NATO üzerinden örgütlenen Batılı emperyalist güçler bağlamında bakıldığında ise bunun, Rusya’ya karşı yürütülen bir vekalet savaşı olduğu görülüyor. Bu savaş, geçmişte sömürge durumunda olan bir ülkenin hem o sömürgeci güçler tarafından yeniden işgali hem de ABD ile Rusya müttefikleri arasında süregiden, emperyalistler arası bir çekişmenin uzantısıdır. Bizler sadece bu taraflardan bir tanesinin değil, her iki emperyalist gücün de karşısındayız. İşgale direnen, buna hakkı olan Ukrayna halkının yanında olduğumuzu, NATO’yu ve onun Doğu’ya doğru yayılma politikalarını kabul edilebilir bulmadığımızı vurgulamak isteriz.
  • Bu çatışmanın emperyalistlere özgü niteliği, Kiev yönetiminin Batı’yı sıcak savaşa çekme planlarıyla da doğrulanmış oldu ki bu aynı zamanda, NATO’nun Ukrayna’yı uçuşa yasak bölge ilan etme konusundaki bitmek tükenmek bilmeyen dayatmalarını da açıklığa kavuşturuyor. Tüm bunlar, NATO ve Rusya birliklerini kaçınılmaz bir çatışmaya sürüklemektedir. Bu sürecin devamında, sadece Rusya Devlet Başkanı Vladimir
    Putin’in doğrudan nükleer misilleme tehdidinde bulunmasından dolayı değil, aynı zamanda Rusya’nın savaş bölgesindeki konvansiyonel üstünlüğü nedeniyle de iki tarafın gerçekten bir nükleer savaşa giriştiğine tanık olabiliriz. ABD ve Rusya, açık ara dünyanın en büyük termonükleer güçleri. Bu ikisi arasında gerçekleşebilecek bir savaş bizleri insanlığın büyük bir kısmının yok olabileceği ve hayatta kalabilenlerin de perişan halde, yoksulluğa itilmiş şekilde yaşamaya terk edilebileceği tehdidiyle baş başa bırakır.
  • Bu dehşet verici ihtimalin müsebbibi, bir yanda NATO ve AB’nin tahakkümünü doğuya doğru yayabilmek ve böylece Batı Avrasya’daki egemenliklerini yeni bölgeleri de kuşatarak genişletmek isteyen ABD ile onun müttefikleri; diğer tarafta bu girişimi savaş, fetih ve işgal yoluyla bertaraf etmeye çalışan Rusya ile onun müttefikleridir. Giderek artan tansiyon her iki emperyalist güçler birliğinin de ateşe odun taşımasıyla
    iyice yükseldi. Ve bütün bunları Ukrayna halkını hiçe sayarak sürdürüyorlar. Oysa fiilen bu savaşın içine sürüklenen halkların, yani bu ülkelerdeki işçi sınıfının çıkarları ne Batı emperyalizmininkilerle ne de Rusya emperyalizminin sunabilecekleriyle örtüşür.

Taleplerimiz bu gerçeklere dayanmaktadır:
– Derhal ateşkes sağlanmalı ve Rusya birlikleri Ukrayna’dan çekilmelidir!
– NATO güçleri, Orta ve Doğu Avrupa’dan geri çekilmelidir!
– Ukrayna’ya silah sevkiyatı yapılmasına son verilsin!
– Rusya’ya uygulanan yaptırımlar sonlandırılsın!
– Ne Rusya ne de NATO! Bu gerginlik daha fazla tırmandırılmamalıdır.
– Silahlanma yarışına son verin ve o trilyonları savaşlara, silahlara değil; iklim krizini çözmeye, yoksulluğa ve eşitsizliğe son vermeye harcayın!
– Ukrayna’nın 113 milyar dolar tutarındaki dış borcunu iptal edin ve Ukrayna halkı için hemen bir insani yardım operasyonu başlatın!

  • Rusya askeri birliklerinin bu işgale devam etmesi sonucunda yaşanabilecek felaketler şimdiden gün gibi ortadadır. NATO ise bu savaşta aktif rol oynamaktan kaçınma yönünde karar vermiş olsa dahi halen onu körüklemeye, tehlikeli boyutlara taşımaya devam ediyor. Ukrayna’ya silah göndermek, Rusya’ya misilleme yapması için fırsat sundu. Rusya’ya uygulanan ekonomik yaptırımlar da keza savaşı tırmandırmanın bir başka yoluydu. Yaptırımlarıyla vurdukları Putin’in askeri güçleri değil, sivil halk oldu. Putin’in milliyetçi propagandalarını güçlendiriyor, halkının desteğini kazanma yönündeki çabalarına katkı sunuyorlar. ABD ve AB, Rusya Merkez Bankası’nın döviz rezervlerini kesintiye uğratmak adına küresel finans sistemindeki güçlerini harekete geçirince, Putin’in buna verdiği karşılık Rusya’nın nükleer gücünü alarma geçirmek oldu. Bu ekonomik baskılar, onların iddia ettiği gibi Rusya’yı barışçıl bir şekilde dize getirmek yerine yeryüzüne nihai bir felaket olarak inecek olan şeyi getiriyor. Yaptırımlar ya da ambargolar ile kazanılabilecek hiçbir şey olmadığı gibi, genellikle askeri gücün bir üst seviyeden harekete geçirilmesiyle sonuçlanır ki bu açıdan, savaşı daha da tırmandırmaktan başka işe yaramayan bir adım attıkları ortadadır. 1990’da Irak’ta, 1992’de Yugoslavya ve Sırbistan’da, 1992’de Somali’de, Haiti’de, 1999’da Afganistan’da, 2006’da Gürcistan’da, 1992 ila 2011 arasında Libya’da, 2014’te Yemen’de denendi ve elde edilen sonuç değişmedi. ABD’nin tüm askeri harekatları aynı model üzerine inşa edilmiştir; yaptırımlar,
    bombaların habercisidir.
  • Alman hükümetinin ‘savunma’ için 100 milyar Euro harcamaya karar vermesi, Polonya’nın askeri gücünü iki katına çıkararak askeri harcamalarını GSYİH’nın yüzde üçüne kadar yükseltmesi, genel olarak da AB’nin silahlanma yönünde baskı oluşturuyor olması gibi örnekler, NATO’nun var olan askeri gücünü büyütmeye çalıştığını göstermesi açısından endişe vericidir ve kabul edilemez. Küresel yoksulluk, iklim krizi, sefalet ücretleri, okullar ve hastanelerin içler acısı durumu ve halkların yaşanamayacak durumdaki konutlara terk edildiği gerçeğine rağmen silahlanmaya yatırım yapmayı seçen – üstelik gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde ikisi ila üçüne denk gelecek ölçüde – NATO’yu reddediyoruz. Onun silahlanma ve savaş politikalarının bedelini ödeyecek olan da bizatihi işçiler ve onların aileleridir.
  • Bunun esasen Avrupa, ABD ve Kanada’nın baş rolleri paylaştığı bir savaş olduğunun altını çizmek gerekir. Çin, Rusya’ya koşullu bir destek sunmuş olsa da Küresel Güney’i temsil eden Körfez ülkeleri, Hindistan, Endonezya, Meksika ve Güney Afrika başta olmak üzere diğer birçok ülke bu taraflardan herhangi birinde yer almayı reddediyor. Bu gerçek, Rusya ve Batı güçlerinin, bölgesel bir çatışmadan yola çıkarak tüm
    insanlığı yıkıma uğratmaya kalkıştıklarını ve bu rezil tutumlarının kabul edilemez bulunduğunu göstermesi açısından kritik öneme sahiptir.
  • Bu savaş uğruna yalnızca Ukrayna ve Rusya halkları değil, hepimiz büyük bir ekonomik bedel ödemek zorunda kalacağız. Savaş yüzünden enerji ve gıda fiyatlarında sıçramalar yaşanıyor ve sırf bu nedenle son 30 yılın en yüksek seviyesinde olan enflasyon daha da yukarı çekiliyor. Merkez bankalarının faiz oranlarını yükseltme ve niceliksel genişlemeyi azaltma politikalarına devam etme kararlılığı da özünde, faturanın bu
    krizde en ufak bir payı olmayan işçi sınıfına kesilmesi girişimidir. Kaldı ki Rusya ve Ukrayna dünyanın başlıca gıda üreticileri arasında bulunduğu için, Küresel Güney’deki açlık sorununu büyütüp gün geçtikçe daha fazla insanın aç kalmasına da sebep olacaklar.
  • Savaş hem Ukrayna içinde hem de sınırlarının ötesinde büyük bir göçmen kitlesi yarattı. Birçok ülkede çok sayıda insan savaştan kaçan göçmenlere kucak açıyor. AB üyesi bazı siyasi yönetimlerin misafirperver sayılabilecek tutumu, göçmenleri ve mültecileri dışarıda tutmak için yükselttikleri ‘Avrupa Kalesi’ tutumuyla çelişmektedir. Bizler ise diyoruz ki; Ukraynalılar elbette içtenlikle karşılanmalıdır, ancak sınırları tüm mülteci ve göçmenlere açmalısınız! Ayrıca yakın geçmişte Rusya oligarklarının memnuniyetle karşılanması yönünde siyasetçileri destekleyenlerin de bugünlerde Rusya’ya yönelttikleri ırkçı tutumlarına olduğu kadar, Ukrayna’da ya da Afrikalıların sığınma hakkının reddedildiği Polonya gibi komşu ülkelerde siyahlara yöneltilen ırkçı tutumun günden güne yayılmasına karşı da mücadelemizi sürdüreceğiz.
  • Irak’ın işgaliyle birlikte gelişen küresel savaş karşıtı hareket, geride bıraktığımız 15 yıl içinde giderek zayıflayıp güç kaybetti. Küresel barışa yönelik başlıca tehdidin büyük askeri güçlerin birbirleri arasındaki çekişmeler olduğunun net kabulüne dayanarak, hareketin yeniden canlandırılması gerektiğini görüyoruz. Tıpkı Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi şimdi bir kez daha nükleer silahsızlanma talebini gündeme taşıyacak bir kampanyanın inşasına ihtiyaç var. NATO’nun yayılması engellenmeli ve dahası, bu örgüt feshedilmelidir. • Rusya’daki savaş karşıtı hareketin önemini ne kadar vurgulasak azdır. Tüm protestocuların cesaretini saygıyla selamlıyor, bu yıkıcı savaş deneyiminin protestocuların sayısını artıracağını ümit ediyoruz. Dünya halklarının, kendileriyle dayanışma içinde kalmasını sonuna kadar hak ediyorlar.
  • Bu savaş aynı zamanda ekolojik bir yıkımdır. Rakip askeri güçler muazzam yoğunlukta CO2 emisyonu üretip duruyorken enerji tedariki kesintiye uğratılıyor, böylece fosil yakıtlara bağımlılığı koruma ve nükleer enerjiye bağımlılık yaratma yönünde bir rota çizilmeye çalışılıyor. Kaldı ki nükleer silahların asgari ölçüde kullanılması bile birden fazla kirletici faktörün devreye girmesine sebep olur. Bu savaş acilen yerine getirmeleri gereken görevlerinden, yani dünya ekonomisini karbondan arındırma zorunluluğundan, dikkatleri başka yöne çekerek sıyrılmaya çalışma çabasıdır. 27 Şubat’ta Putin, Rusya’nın nükleer güçlerini alarma geçirdi. O gün aynı zamanda Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) son raporunun yayımlandığı ve iklim değişikliğinin toplumlarda yıkıcı etkiler doğurduğunu gösterdiği gündü. Hatta yakın gelecekte karşılaşabileceğimiz çok daha büyük afetler konusunda uyarıda bulunuldu. Sosyalistler, savaş karşıtı hareket ile iklim hareketini bir araya getirmek için çabalamalıdır.
  • Bu savaş, küresel kapitalizmin artık sürdürülemeyecek duruma geldiğinin çok açık bir göstergesidir. İnsanlığa savaş, ekolojik yıkımlar, hastalıklar ve yoksullaşma dışında vadedebileceği bir şey kalmadı. Biz sosyalistlerin görevi – ister savaş karşıtı hareket ister iklim hareketi ya da faşizme karşı mücadele ve haklarını arayan işçilerin mücadeleleri olsun – sistem karşıtı kitlesel hareketi güçlendirmek adına tüm mücadelelerimize sahip çıkıp, gerektiğinde işçi eylemleri örgütleyerek karşılık vermek ve böylece her bir mücadeleyi bir araya getirecek birleşik bir mücadelenin inşası için çalışmaktır. Karl Liebknecht’in ‘asıl düşman içeride’ sloganını şiar edinmemiz gereken bu günlerde kendimizi bir kez daha, bu gezegeni kapitalizm lanetinden kurtarabilecek enternasyonal sosyalist bir devrimin gerçekleşebilme ihtimalini hayata geçirmeye adıyoruz.

Bu çağrı, emperyalizm, savaş ve özellikle Ukrayna halkına sert ve kanlı bir müdahale olan işgale yaklaşım konusunda çok önemli bir perspektif sunuyor.

Bir başka çağrı ise Türkiye’de savaşa karşı mücadele eden aktivistlerden geldi. “Ukrayna Savaşına Hayır Platformu”nun kuruluş çağrısı da olan metin şöyle:

“Ukrayna Savaşına Hayır” demek için

Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, emperyalist güçler arasındaki çelişkiler ve yayılmacılığın dünyayı ne kadar tehlikeli bir uçuruma doğru sürüklediğini gösteriyor.

Yüzlerce insan ölüyor. Çocuklar enkaz altında kalıyor. Şehirler, hastaneler, yollar ve tarihi yerler yıkılıyor. Nükleer silahların hazırlanması emri veriliyor. Ekosistemler, tüm canlılar savaşın dehşeti nedeniyle yıkıma uğruyor.

Ukrayna halkının yanındayız.

Ve biliyoruz ki Ukrayna savaşı önceki savaşlar zincirinin bir halkası ve eğer durdurulmazsa yeni savaşların bir başlangıcı olacak.

İlan ediyoruz ki, hiçbir savaş haklı değildir, hiçbir işgal haklı değildir. Biliyoruz ki dev sermaye grupları, tekeller, dev finans çevreleri ve iktidarlarını bir süre daha uzatmak isteyen siyasiler dışında savaşın kazananı olmaz.

Yine biliyoruz ki barışın da kaybedeni olmaz.

“Ama”sız, “fakat”sız barış istiyoruz.

Tüm dünyada barış isteyen savaş karşıtlarıyla buluşmak için adım atıyoruz.

Savaşlara, işgallere, nükleere, fosil yakıtlara, jeostratejik rekabet için sürdürülen askeri çatışmalara karşı herkesi, büyük insanlığı harekete geçmeye çağırıyoruz.

Ukrayna Savaşına Hayır Platformu’nun kuruluşu için ilk adımları atıyoruz.”

 

Savaşsız bir dünyaya olan inancımızla herkese iyi okumalar diliyoruz. Sonbaharda savaş ve işgallerin sona erdiği bir dünyada buluşmak dileğiyle.

Enternasyonal Sosyalizm Yayın Kurulu

1 Brecht, 1972, sf. 33.
2 a.g.e. sf. 14.

Brecht, Bertol, 1972, Beş Paralık Roman,
çeviren Sevgi Soysal, Sinan Yayınları, İstanbul.