Kapitalizmin Krizi ve Reformizmin Örgütsel Sorunları

Çağla Oflas

 

Dünya ekonomisi pandeminin de etkisiyle 2020’de büyük darbeler aldı. Birçok ülkenin ekonomisinin beşte biri yok oldu. On milyonlarca insan işsiz kaldı. Böylesi bir yıkımın karşısında devletler merkez bankalarınca basılan akıl almaz miktarlardaki paraların büyük bölümünü şirketlere ve bankalara aktarırken, salgın, yoksulluk ve işsizlikle mücadele eden emekçi kitleler için çok daha azını harcadılar. Ekonomik destek ve pandemi kısıtlamalarının kalkması göreli bir iyileştirme sağlasa da kriz öncesi duruma dönülemedi. Üstelik kredi sistemi ve genişleme politikaları, art arda meydana gelen krizlerin her birini bir öncekinden çok daha yaygın, derin ve yıkıcı hale getirmekte, ciddi bir toparlanma ve canlılık yaşanmadan yeni bir krize yol açılmakta.

Biden iktidara gelir gelmez 1,9 ve 1,2 trilyon dolarlık teşvik paketleri ve altyapı programları açıkladı. Eğitim, refah ve iklim değişikliği programına aktarmak üzere 6 milyar dolarlık yeni bir harcama yasasını gündeme getirdi. Ayrıca Trump’ın iptal ettiği Paris İklim Anlaşması’na geri döneceğini, sera gazı salımlarını 2030’a kadar yarıya, 2050’ye kadar sıfıra çekeceğini, Fortune 500’de yer alan 91 ABD şirketinin vergi ödemiyor olmaları durumuna son vereceğini açıkladı. 1929 krizi sonrası Roosevelt de hem ekonomik bunalım hem de aşağıdan işçi kitlelerinin basıncı sonucunda “Yeni Düzen” programını ilan etmek durumunda kalmıştı. Biden’ın iktidara gelmesi, anlamlı ama yetersiz birkaç düzenleme yapması, parlamenter yolla devletin geniş emekçi kitleler lehine kullanılabileceğine ilişkin reformist fikirlerin güçlenmesine yol açtı.

Şili’de sol muhalefetin adayı Gabriel Boric, Cumhuriyetçi Sağın adayı Jose Antonio Kast’ı yendi. Boric ilk seçim demecinde “Şili neoliberalizme mezar olacak” dedi. Biden’dan sonra Boric’in de kazanması otoriter iktidarların karşısında geniş türden koalisyonlarla parlamenter çözüm arayışlarını güçlendirdi.

Macaristan’da, Brezilya’da, Hindistan’da iktidarda olan aşırı sağcı otoriter yönetimler altında demokratik alanlar iyice aşındırıldı, burjuva kurumlar bile artık işlemez duruma getirildi. Pandemi süreci; yoksulların, işçilerin ve göçmenlerin yaşamlarının hiçe sayıldığı bir katliama dönüştü. Kadınlara, LGBTİ+’lara yönelik saldırılar arttı. İklim krizinin önlenmesine ilişkin adımların atılmasına birkaç sayılı yıl kalmasına rağmen, Brezilya’da Bolsonaro Amazon ormanlarını yok ediyor, AKP-MHP iktidarı zeytinlik alanları madenciliğe açıyor. Sermayenin çıkarları uğruna fosil yakıt kullanmaya devam edilmesi, ormanların, tarım arazilerinin yok edilmesi, suyu, denizi, havayı kirletecek politikaların uygulanması doludizgin devam ediyor. Otoriter iktidarların yarattığı dehşet, seçimlere odaklanan bir mücadele yönteminin ağırlık kazanmasına yol açıyor.

Seçimlere kitlenmek

Türkiye’deki politik gelişmeler dünyadan bağımsız değil. Bütün yetkileri tek merkezde toplayan, faşist parti MHP tarafından desteklenen “Türk usulü başkanlık sistemi”, ekonomik, siyasi bir dizi krizi tetikleyen unsur haline geldi. Seçimleri kazanma ihtimali giderek zayıflayan iktidar, sermaye yanlısı politikalar uygularken, toplumun en çürümüş, lümpen kesimlerinin desteğini sağlayacak adımlar atmaktan imtina etmiyor. Kadın cinayetlerini işleyen katiller kamu güçleri tarafından korunuyor. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılıyor, hayvanları korumayan bir hayvan hakkı yasası gündeme getiriliyor. Türk Tabipler Birliği hedef haline getiriliyor. AHİM kararlarına uyulmaması, alt mahkemelerin üst mahkemelerin kararlarına uymaması, kaynakların işçiden alınıp sermayeye aktarılmasını sağlayan politikalar, grevlerin, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin keyfi bir biçimde yasaklanması, yolsuzluklar gibi pek çok durum, muhalif olan kesimlerin “düşün artık yakamızdan” hissiyatında ortaklaşmasına yol açıyor.

Ancak yine de iktidar karşısında hiçbir siyasal partinin tek başına kazanma şansı yok. AKP-MHP dışındaki altı parti “Millet İttifakı” adı altında bir koalisyon kurdu. Sermayenin başka bir kanadını temsil eden bu ittifak TÜSİAD tarafından da destekleniyor görünüyor. Bu ittifakın “Güçlendirilmiş parlamenter demokrasi”ye dönüşün anahtarı olduğunu savunan genişçe bir kesim var. Oysa Millet İttifakı’nın politikaları, temelde iktidardan bir farklılık arz etmiyor. Dış siyasette “Türkiye’nin güvenliği, karasularının ötesini sağlama almaktan geçer” yaklaşımından temelde ayrılmıyor. 6 milyon seçmeni olan HDP konusunda da benzer yaklaşıma sahip. HDP’li Semra Güzel’in vekilliğinin düşürülmesi için Meclis Kurulu’nda yapılan oylamada CHP ve İYİP, AKP ve MHP ile aynı oyları kullandı. İttifakın bileşenlerinden İYİP, merkezinde faşistlerin olduğu ırkçı parti, tüm siyasal faaliyetinin merkezine göçmen düşmanlığını koymuş durumda. CHP de her fırsatta iktidara gelince göçmenleri sınır dışı edeceğini söylüyor. Millet İttifak’ı tarafından yayınlanan mutabakat metninde LGBTİ+’ların, Kürtlerin hakları yok. Kazakistan’daki ayaklanmaya karşı HDP hariç meclisteki tüm partiler oy kullandılar. Millet İttifakı’nın emekçilerin yaşamında anlamlı bir değişime yol açmayacağına ilişkin göstergeler kuvvetli olmasına rağmen “Erdoğan’dan kurtulma” motivasyonu, muhalefetin geniş kesimlerini egemen sınıfın başka bir sağ kanadı etrafında topluyor. Tüm muhalefet 2023 yılında yapılacak seçimlere kilitlenmiş durumda. Yeni ittifaklar açıklanıyor, seçim metinleri yayınlanıyor. İktidara meydan okuyan kitlesel kadın mücadelesiyle, LGBTİ+’ların direnişiyle, iklim aktivistleriyle, doğanın katledilmesine karşı ağacını, köyünü savunanlarla, son birkaç aydır grev, işgal ve direnişlerle sıçrama gösteren işçi sınıfı mücadelesiyle birleşmek yerine seçim aritmetiğine göre yan yana dizilen partilerle iktidarı yenme fikri, genişçe bir kesime iyi bir fikirmiş gibi geliyor.

Sermaye demokrasi istemiyor

Kapitalizmin içinde bulunduğu ekonomik, siyasal, pandemi ve iklim alanlarında krizlerin iç içe yaşandığı koşullarda; Erdoğan, Putin, Bolsonaro, Orban gibi otoriter figürler toplumu kutuplaştıran tüm siyasal mekanizmaları işletiyorlar, işçi sınıfını baskı altına almak suretiyle sermayenin güvenini kalıcılaştırmaya çabalıyorlar. Sermaye ise “demokrasi” değil, asıl olarak işçi sınıfı üzerinde hegemonya kurmak istiyor. Örneğin, Gebze’deki Farplas fabrikasında patron direnişi bastırmak için kolluk kuvvetlerini çağırdı. Tuncay Özilhan grevdeki 250 Migros depo işçisini gözaltına aldırdı. Birkaç ay önce “Demokrasi Raporu” yayınlayan TÜSİAD’ın asıl odaklandığı meselenin işçileri çok daha ucuza çalıştıracak siyasal bir ortam olduğu çok açık.

Kaldı ki, kapitalizmin kriz koşullarında elinden çıkardığı ilk şey demokrasi oluyor. Otoriter figürlerin iktidarları dışında da parlamenter mücadelenin sınırları iyice daraltmış durumda. Bu nedenle kitlelerin mücadelesini sistem içinde tutmaya yönelik her türlü adım sermayeden ağır basınç yediği için başarısızlıkla sonuçlanıyor. Daha kötüsü, işçi kitlelerin enerjisi, tüm yaratıcılıkları parlamenter mücadeleyle kontrol altına alınıyor. Son yıllarda Syriza, Podemos gibi “radikal sol” partilerin iktidar olduğu ve emekçi kitleler aleyhine politikalara imza attığı örnekler yaşandı.

ABD’de Biden tarafından açıklanan altyapı, eğitim, refah ve iklim değişikliği lehine oluşturulacak geniş çaplı fon sağlama programında, Cumhuriyetçilerin vetosu üzerine geri adım atıldı. Biden’ın önceliklerini asıl belirleyen konu ise ABD’nin dış politikası. ABD’nin küresel bir güç haline gelme mücadelesi, devlet içindeki tarafların ortaklaştığı bir konu. Birleşik Devletler son yıllarda ekonomik açıdan yükselişe geçen Çin’i durdurmaya odaklandı. Yöntem açısından farklılıklar olmakla birlikte Biden’ın Asya-Pasifik bölgesinde Çin’i çevrelemeye yönelik adımları dünya ölçeğinde sürmekte olan jeopolitik mücadeleyi yeniden şekillendirdi ve bu durum yeni savaşlara kapı araladı. Nitekim Libya ve Suriye’ye yapılan müdahalelerden sonra Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi, Rusya’nın nükleer santral ek binasını vurması, nükleer silahların yarattığı tehdit, pandemi ve iklim krizinden sonra, kapitalizmin iyileştirilemeyeceğini, daha iyi işleyen bir kapitalizm yerine kapitalizmden kurtulmak gerektiğini bir kez daha gösterdi.

Milyonlar öfkeli

Öte yandan kapitalizme karşı mücadele eden kitlelerin sayısında muazzam sıçramalar yaşanmakta. 2018, 2019 yıllarında başlayan isyan dalgası pandemiyle birlikte sönümlenmiş gibi olsa da geçtiğimiz yıllarda pek çok kitlesel direnişler, grevler, ayaklanmalar yaşandı. Myanmar’da darbeye karşı emekçi kitleler sokaklara döküldü. On binlerin katıldığı protestolara, pek çok sektörde gerçekleşen kitlesel grevler eşlik etti.

Kolombiya’da Duque hükümetinin emekçilerin sırtındaki vergi yükünü daha da arttıracak vergi yasasına karşı işçiler, “Fakirlere ekmek yoksa zenginlere huzur yok” dediler ve Nisan ayında süresiz genel grev yaptılar. Sokaklara çıktılar.

Hindistan’da otoriter Modi Hükümeti’ne karşı 250 milyonluk genel grev gerçekleştirildi. Geçen yıl tarım yasasına karşı tüm çiftçi sendikalarının katılımıyla gerçekleştirilen grevler ve yol kapatma eylemleri sonucunda Modi hükümeti tasarıyı geri çekmek zorunda kaldı.

Sudan’da 2019’da akaryakıt ve ekmeğe yapılan zamlara isyan ise diktatör Ömer El Beşir’in sonunu getirdi, darbe karşısında gerçekleşen genel grevler ve gösteriler sonucunda ordu geçici bir hükümet kurulmasına razı oldu. Ancak ordu daha sonra hükümete darbe yaptı. Geçen yıl bu darbeye karşı kitleler milyonluk eylemler gerçekleştirdiler.

İran’da emekçiler geçen yıl onlarca kentt, yıl boyunca devam eden protestolar, çeşitli sektörlerde grevler örgütledi.

Ocak ayında Kazakistan’da doğal gaza yapılan zamma, yolsuzluk ve çürümeye karşı ayaklanma gerçekleşti. Ekonomik taleplerle başlayan isyan dalgasına kısa zamanda siyasal talepler eşlik etti.

Ayaklanmalara eşlik eden kitle grevleri ve bu grevlerin mücadelenin seyrini değiştirme gücü, kapitalizmi ortadan kaldıracak, sistemi kökten değiştirebilecek tek gücün işçi sınıfı olduğu fikrinin güncellenmesini sağladı. Dünya çapında demokratik ve ekonomik hakların saldırı altında olduğu koşullarda, işçi sınıfının tutarlı bir biçimde hak ve özgürlükleri savunma potansiyeline sahip tek sınıf olduğunu gösterdi.

Reformizmin kökleri

Kapitalizm koşullarında var olan eşitsizlikleri, adaletsizlikleri kabul edilebilir bir seviyeye çekmenin mümkün olabileceğine ilişkin fikirler, işçi hareketi içinde her zaman yaygın oldu. Parlamenter yolla devleti ele geçirip, işçi sınıfı yararına kullanma fikrinin ana kaynağı II. Enternasyonal’e dayanmaktadır. 1848-50 yılları arasında Avrupa’ya yayılan işçi hareketi Komünist Manifesto’da belirlenen ilkeler üzerinden I. Enternasyonal’i oluşturdu.

Enternasyonal’in dağılmasından sonra başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinin işçileri kendi ulusal partilerinde birleşti. 19. yüzyılın başlarında, işçilerin kurduğu birlik, dernek ve federasyonlar partilere dönüşmeye başladı. Fransa’da 1848 Haziran ve 1871 Paris Komünü yenilgisinden sonra Avrupa’da işçi hareketinin ağırlıklı merkezi Almanya’ya kaydı. Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) 1863’te “Alman İşçileri Genel Derneği” (ADAV) ve 1869’da “Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (ADAV) birleşmesi sonucu kuruldu. ADAV’ın lideri Ferdinand Lassalle, bir tür kooperatif şeklinde örgütlenen devlet hedefliyordu. Reformist bir çizgiye sahip Lassalle, devletin parlamenter yöntemle emekçilerin çıkarlarına uygun bir biçimde dönüştürülmesini savunuyordu. Bu iki yapının kuruluş programı reformizmin etkisindeydi. Marx ve Engels “Gotha Programı’nın Eleştirisi” adlı çalışmalarında reformizmin etkilerine karşı mücadele ettiler. İşçi sınıfı mücadelesinin işçi devletine yol açacağı, işçi devletinin tüm sınıfların ortadan kaldırılacağı, sınıfsız topluma geçişten başka bir şey olmadığı, program eleştirisinin temelini oluşturdu. Marx ve Engels’in eleştirileri partinin programında değişikliğe yol açmış olsa da parti içinde reformist fikirler yaygındı.

SPD’nin Avrupa’nın en güçlü işçi partisi haline gelmesi, 1914 öncesinde sanayileşen Almanya’nın Avrupa’nın en güçlü ekonomisi olmasıyla paralel gerçekleşti. 1871 yılında sanayileşme açısından İngiltere, Amerika ve Fransa’dan sonra dördüncü sırada yer alan Almanya, 1914 yılında, ABD’den sonra ikinci, Avrupa’da ise birinci sıradaydı. Sanayileşme ile birlikte sayısı artan işçi sınıfı, ekonomik taleplerin yanında siyasal talepleri de kazanmak için mücadele etmeye başladı. İşçi sınıfı uzun mücadeleler sonucu kazandığı sendikal ve siyasal haklar sonucunda, genel oy hakkında önemli kazanımlar elde etti. Özellikle Bismarck’ın 1878 tarihinde çıkardığı “anti-sosyalist yasa” olarak bilinen “Sosyal Demokrasinin Kamu Zararına Girişimlerine Karşı Yasa” mücadele sonucunda kaldırıldı. Sonrasında SPD’nin oyları 1 milyon 787 bine, kullanılan oyların dörtte birinden fazlasına ulaştı.[1]

1914’te, I. Dünya Savaşı öncesinde parti 1 milyon üyeye, binlerce yönetici ve çalışana, yerel ve bölgesel çapta pek çok yayın organına ve hızla artan bir maddi gelire sahipti. Sıradan bir işçinin partiye katılması, hayatın her alanını kapsayan bir alt kültüre dahil olmak anlamına geliyordu ve sosyal demokrasi hobiler, doğa yürüyüşleri, kamplar, konferanslar ve mitinglerden oluşan bir yaşam biçimiydi.

Dümen tam sağa kırıldı

SPD, 1914 yılında savaş kredilerini destekleyen bir parti haline bir gecede dönüşmedi. Partinin gücünün arttığı ve toplumsal hayatta önemli bir yer edindiği koşullarda, kapitalist sistemin reformlarla ve parlamenter yolla değiştirilebileceğine ilişkin reformist fikirler partide güçlendi. Partinin Lassalle sayesinde devrimci fikirlerle kurulan zayıf bağları, Eduard Bernstein ve Kautsky’nin reformist fikirlerinin partiye egemen olmasıyla hepten koptu.

Bernstein ve Kautsky, partinin önde gelen bu iki ismi aynı zamanda Marksizm’in de önde gelen isimleriydi. SPD’nin sağ kanadının fikirlerini temsil eden Bernstein, SPD’nin sağ fikirleri savunmaya başlamasında en etkili isim oldu. Bernstein’ın fikirleri Marksizm’e açıktan saldırı niteliğindeydi. Marx’ın, krizlerin kâr oranlarının düşme eğilimiyle bağlantılı olduğu fikrine karşı çıkıyor, ekonomik bunalımlardaki sıklığın azaldığının deneylerle kanıtlandığını iddia ediyordu. Kredi düzeni, tröstler ve tekellerin oluşmasının kapitalist piyasalardaki “anarşi”nin üstesinden geldiğini savunuyordu. Ve kapitalizmin kendi “toplumsallaşmış” üretimine doğru yöneldiğini öne sürerek, Marx’ın toplumun “işçi sınıfı ve burjuvazi” olarak temel bölünmesi tezine karşı çıkıyordu.

Bernstein şöyle diyordu:

Toplumun mevcut gelişiminin, mülk sahibi sınıfların sayılarında göreli ya da mutlak bir azalma getirdiğini varsaymanın tamamen yanlış olduğu aşikârdır. Bunların sayısı hem göreli olarak hem de mutlak olarak artmaktadır. Eğer, sosyal demokrasinin etkinliği ve planları, zenginliğin azalmasına bağlı olsaydı, o zaman gerçekten de uykuya yatabilirdi. Ama durum bunun tersidir. Sosyalizmin planları, toplumsal zenginliğin azalmasına değil, artmasına bağlıdır.[2]

Bernstein sendikaların daha yüksek oranlarda ücret taleplerinin giderek kâr oranlarını baskılayacağını, toplumsal bir devrime gerek kalmadan sömürünün ortadan kaldırılacağını ileri sürdü. SPD’nin artan gücünün kapitalist sistemi reformlarla ve parlamenter yolla iyileştirilebileceğini söyleyerek, “Benim için hareket her şey, amaç ise hiçbir şey” diyerek son noktayı koydu.

Kautsky, Lenin de dahil olmak üzere dönemin tüm devrimci sosyalistleri açısından uluslararası hareketin ideolojik önderi olarak görülüyordu. Kautsky ve Friedrich Ebert merkezi temsil ediyordu ve parti bürokrasisi üzerinde etkiliydi. Sosyal reformlarla aşamalı olarak sosyalizme dönüşme fikri, partinin yönetiminde kabul görmekteydi. Kautsky Bernstein’in aksine, kapitalizmin kendi yarattığı çelişkilerin bu sistemi çöküşe sürükleyeceğini ve sosyalizme geçişi hazırlayacağını söylemekle birlikte devrim için ideal koşulların olgunlaşması gerektiğini belirtti. Olgunlaşmış koşullardan kast ettiği gelişkin bir kapitalist ekonomi ve mükemmel işleyen bir demokrasiydi.

Basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, toplantı ve gösteri yapma özgürlüğü ve parlamentonun yarattığı basınç karşısında devlet aygıtı kullanışlı hale getirilebilirdi: “Her sınıf, devletin yeni biçimine, kendi çıkarlarına denk düşen bir tarzda şekil vermeye çalışacaktır. Bu çaba, özellikle parlamentonun niteliği, yani oy verme hakkı üzerine verilen mücadelede ortaya çıkar. Ezilen sınıfların sloganı ‘Genel Oy hakkıdır.”[3]

Kautsky’nin savunduğu fikirler Marx ve Engels’in fikirlerinden çok farklıydı. Marx ve Engels’e göre devlet, çıkarları açısından birbiriyle çatışmalı iki sınıf arasında, burjuvazinin lehine işleyen bir baskı aygıtıydı. Kautsky sınıf mücadelesi yerine uzlaşmayı savundu. İşçi sınıfının devlet mekanizmasını kendi lehine kullanabileceğini iddia etti. Halkın çoğunluğunu temsil eden demokraside, sosyalizmin ancak çoğunluğun desteğiyle gelebileceğini söyledi. “Sömürücüler her zaman toplumun küçük azınlığıdır” diyen Kautsky, değişim için işçi sınıfının kitlesel mücadelesi ve bu mücadelenin ürünü olan “işçi konseylerine” değil burjuva parlamentosuna güveniyordu. İşçi sınıfının genel grev, işçi komiteleri gibi etkili mücadele yöntemleri parlamentonun bir parçası olarak kapitalizmin bekleme odasında kalmalıydı. Kautsky, Marx’ın 1848 Haziran yenilgisi ve 1871 Paris Komünü derslerinde anlattığı “kapitalist devlet aygıtının parçalanması ve yerine işçi devletinin kurulması” tezlerini tahrip etti. 1917’de işçi sınıfı Rusya’da iktidarı aldığında, ”koşulların olgunlaşmadığını” ileri sürerek işçi hükümetinin karşısında yer aldı.

Bu fikirler sosyal demokrat partilerin sermayenin yanında yer alıp, savaş kredilerini desteklediği I. Dünya Savaşı öncesine kadar hâkimdi. “Kapitalizmin çelişkileri nedeniyle kaçınılmaz olarak yıkıma sürüklendiği” ve “İşçi sınıfının kapitalist devleti parçalayıp, kendi iktidarını kurmasının bir zorunluluk olduğu” Marksizm’in iki temel tezidir. Bu iki temel tezi çıkarıldığında geriye sadece sosyalizme bürünmüş bir kabuk kalmıştı. Sosyal demokrasi, işçi sınıfının desteklediği burjuva partilerden başka bir şey değildi. Savaşın yol açtığı ölümler ve sefalet koşullarıyla dolu yıkıntılar içinde sosyal demokrasinin çöküşü başladı. Uluslararası işçi sınıfının örgütü II. Enternasyonal’in de uluslararası işçilerin birbirini boğazlaması anlamına gelen savaşa açık ya da örtülü onay vermesiyle bu örgütün sonu gelmiş oldu.

Savaş kredilerine karşı çıkan Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Lenin, Troçki gibi enternasyonalistler sınıf hareketinin önünü açtılar. Özellikle Rosa Luxemburg ve Lenin’in reformizme karşı mücadelesi devrimci Marksist geleneğin günümüze kadar gelmesinde merkezi bir rol oynadı.

“Amaç her şeydir”

Kapitalizmin gelişmesi sermayeler arasındaki rekabeti kaldırmadığı için sistemin krize girmesi kaçınılmazdı. Rosa Luxemburg’un söylediği gibi, reformistlerin tercihi “aynı hedefe daha sakin bir yol değil, tamamen farklı bir hedefti”. Rosa, Bernstein’ın panzehir olarak sıraladığı “uyum mekanizmalarının”, sistemin tüm ana çelişkilerini yeniden ürettiğini, son sınırına getirdiğini ve çöküşü yönündeki gidişatı hızlandırdığını söyledi. Savaşların, ekonomik krizlerin ve pek çok alanda derin eşitsizliklerin kaynağı olan kapitalizmin yıkılması bir zorunluluktu. Ancak bu fikirler reform mücadelesini reddettiği anlamına gelmiyordu. Aksine, reformlar için verilen mücadelenin işçi sınıfını güçlendirdiğini, ekonomik ve demokratik tüm taleplerin kalıcı hale gelmesinin devrimle mümkün olduğunu anlattı. Kautsky işçi sınıfı mücadelesinin “koşullar olgunlaşana” kadar burjuva parlamentarizminin peşine düşmesi gerektiğini söylemişti. Rosa Luxemburg ise işçi sınıfının tüm mücadelesinde iktidarı alma amacının içerilmesinin bir zorunluluk olduğunu söyledi. Rosa Luxemburg Rus devrimine ilişkin şunları yazdı:

Proletarya iktidara el koyduğunda, Kautsky’nin ülkenin ‘devrim için olgunlaşmadığını’ ileri sürerek bir ülkenin sosyalist dönüşümden vazgeçmesine ilişkin öğüdüne kulak asmayacaktır. Sosyalist önlemleri, en güçlü, en kararlı ve en ödünsüz biçimde hemen uygulamaya geçirmelidir; geçirmek zorundadır. Başka bir anlamda diktatörlük kurmalıdır; ama bu bir partinin ya da hizbin diktatörlüğü değil, sınıfın diktatörlüğüdür. Sınıf diktatörlüğü, sınırsız bir demokrasi içinde halk kitlelerinin en etkin, sınırsız katılımının herkesin gözü önünde sağlanması demektir.[4]

Lenin de Kautsky’nin reformist fikirlerine Devlet ve Devrim eserinde yazdığı tezlerle cevap verdi. Düzenli ordu ve bürokrasiden oluşan devlet aygıtının toplumun tüm gözeneklerini tıkayan, sermaye lehine bir baskı aygıtı olduğunu anlattı. Kautsky’nin güvendiği burjuva demokrasisinin yetersiz olduğunu, “mükemmel işlediği” koşullarda bile azınlığın çoğunluk üzerine tahakkümünden ibaret olduğu için gerçekte bir diktatörlükten başka bir şey olmadığını söyledi. Lenin Devlet ve Devrimi yazdığında Rusya’da işçi devrimi gerçekleşmişti. İşçi sınıfı düzenli ordunun dağıtıldığı, yasama, yürütme, yargı dahil her türlü makama seçimle gelindiği, seçilenlerin her an geri alınabildiği, seçilenlerin ortalama işçi ücreti aldığı, LGBTİ+’ların cinsel yönelimlerin yasaklanmadığı, ezilen ulusların özgürleştiği, boşanmaların yasallaştığı, kadınların özgürleşmesi açısından toplu çamaşırhaneler ve yemekhaneler gibi ev işlerinin toplumsallaşması gibi önemli adımların atıldığı burjuva demokrasisinden fersah fersah ilerde bir işçi hükümeti kurulmuştu.

Yol ayrımı

1917’de Rusya’da gerçekleşen işçi devriminden sonra sınıf hareketinde iki ana hat olan devrimci ve reformist hatlar iyice belirginleşti. Sosyal demokrasi işçi sınıfının kitlesel mücadelesini, sermaye lehine kontrol altında tutmaya çalıştı. 1917 Ekim’den bir yıl sonra 1918 Ekim’de Alman devrimi başladı. Kiel’de asker konseyleri, Frankfurt, Hannover, Münih gibi büyük şehirlerde işçi konseyleri kuruldu. Bavyera’da cumhuriyet ilan edildi. Avrupa’da imparatorluklar dönemi işçi devrimleriyle kapandı. Rusya’da gerçekleşen işçi devrimi Çar’ın sonunu getirdi. Almanya’da da Prusya imparatorluğunun sonu gelmişti. Devrim sermaye düzenini tehdit etmeye başladığında SPD burjuvazinin imdadına yetişti. Karl Liebknecht imparatorluk sarayından işçi ve asker konseylerinin sosyalist cumhuriyetini duyururken SPD lideri Scheideman cumhuriyeti ilan etti. SPD lideri Friedrich Ebert, devrimi ezip, ”kanun ve düzeni” sağlama garantisi karşılığında orduyla anlaştı. Karl Liebnecht ve Rosa Luxemburg -Nazilerin öncülleri Freikorps Birlikleri tarafından öldürüldü. Bu ihanetten sonraki beş yıl boyunca Almanya’daki her devrimci kalkışmada SPD burjuvazinin yanında işçilerin karşısında yer aldı. SPD, Heinrich Brünning’in ülkeyi kararnamelerle yönettiği 1930 yılına kadar, ya tek başına ya da koalisyon ortağı olarak iktidar partisiydi.

Bu dönem aynı zamanda ekonomik ve siyasal krizlerle geçen çalkantılı bir dönemdi. 1929 ekonomik krizinin yarattığı ekonomik çöküş, burjuvazinin hegemonyasını yitirdiği, işçi sınıfının ise iktidarı alamadığı koşullarda ortaya çıktı. Naziler iktidara yürüyüşlerinde büyük sermayeye güven vermek için hoşnutsuz ve tepkili küçük burjuvazi ve I. Dünya Savaşı sonrası evlerine dönemeyen ordu mensuplarından oluşan, SA’lar, yani “Fırtına Birlikleri” denilen birlikleri bir sokak hareketi olarak işçi sınıfının karşısına çıkardı. Bu birlikler sendikalara, grevlere, işçi sınıfının tüm örgütlerine saldırılar düzenlediler. SPD işçi sınıfının tüm örgütlerini kökünden kazımak için harekete geçen Hitler’e karşı parti tabanındaki, sendikalardaki işçilerin kitlesel eylemlerine, grevlerine güvenmek yerine düzene güvendi.

SPD, Cumhurbaşkanının anayasaya sadık kaldığı sürece Hitler’in iktidara gelemeyeceğini, dolayısıyla da faşizmin tehlikeli olmadığı sonucunu çıkarıyordu. Ülkeyi kararnamelerle yöneten Brünning rejimini destekliyordu ki, parlamenter burjuvaziyle birlikte bir ittifak kurmak suretiyle anayasal bir cumhuriyet kurulabilsin, Hitler’in iktidar yolunu tıkayabilsin. “Hitler, hiçbir zaman polise ve Reichswehr’e karşı iktidara gelemez” diyordu SPD, oysa polis ve Reichswehr işçi sınıfının değil sermayenin emrindeydi. Krizin faturasını tamamen işçi sınıfına çıkarmak isteyen sermayenin isteği demokrasi değil, işçi sınıfının üzerinde sınırsız bir egemenlik kurmaktı.[5] SPD’nin hayallerden oluşan, uzlaşmacı politikası Hitler’in önünü açtı.

Ancak Hitler’in iktidara gelmesinde bütün sorumluluğu SPD’ye yüklemek haksızlık olur. Alman Devriminin 1923’te yenilmesi sonrasında Rusya’daki işçi devleti de izole oldu. Gerçekleşen iç savaş ve izolasyon koşulları Rusya’da karşı devrime yol açtı. Lenin sonrası Stalin’in iktidarda olduğu 1928 yılında yapılan III. Enternasyonal’in 6. Kongresinde “üçüncü dönem” ve “sosyal faşizm” tezleri resmi politika haline getirildi. Kongre’de kapitalizmin stabilizasyonunun sarsıldığı ve yeni bir devrimci atılımın söz konusu olduğu savunuldu. Lenin dönemindeki birleşik işçi cephesi politikaları terkedildi. Alman Komünist Partisi “sınıfa karşı sınıf” adı altında sosyal demokrasiyi düşman ilan etti. Avrupa’nın en kitlesel iki partisinin faşizmi küçümsemesi Hitler’in iktidarına yol açtı. Nazilerin iktidarı, başta Sosyal Demokrasi olmak üzere işçi sınıfının tüm örgütlerinin, fiziksel anlamda imha edilmesinin dışında, 6 milyon Yahudi’nin soykırıma uğradığı Holokost dahil, 60 milyon insanın hayatını kaybettiği korkunç bir savaşa yol açtı.

Ekonomik çöküş ve faşizmin yükselişi

Birinci Dünya Savaşı sonrasında meydana gelen ekonomik ve sosyal gelişmeler Sosyal Demokrasinin siyasal alanda güç kazanmasını sağladı.

1929 yılında yaşanan ekonomik kriz devletin ekonomideki müdahalesinin artmasına yol açtı. Rusya’da 1920’lerin sonunda Stalin’in başında bulunan bürokrasi işçi sınıfı ve köylülük üzerinde hegemonya kurmuş, ilk beş yıllık kalkınma planıyla devlet kapitalizmine geçmişti. Ekonomide devletleştirme adımları ABD’de “Yeni Düzen” adı altında atıldı. Nazi Almanya’sında ise bu süreç büyük sermayenin devletle iş birliği yapmasıyla gerçekleşti.

Öte yandan 1930’lu yılların sonundan itibaren işçi sınıfı hareketi yeni bir atılım dönemine girdi, pek çok yerde devrimci durumlar yaşanmaya başladı. 1936’da İspanya’da ve Fransa’da devrimci durum ortaya çıktı. Bu dönemde faşizme karşı işçi sınıfı örgütlerini, sermaye sınıfı örgütleriyle ortak cephede toplayan halk cepheleri politikaları nedeniyle devrimler gerçekleşmedi. Ancak işçi sınıfı pek çok taviz kopardı. ABD’de 1944 yılında başlayan grev dalgası sermayeye korku salmayı başardı. Sermayenin birikim krizini aşmak için devletin etkin bir şekilde kullanılmasını öneren Keynes politikaları hayata geçirildi. Keynes politikaları asıl olarak ekonomik büyüme ve kalkınmanın gerçekleştirilmesi, kaynakların etkin kullanımının sağlanması için devletin ekonomide aktif kullanımını içermekteydi.

Savaş sonrasında Avrupa’da kamu harcamaları artarak devam etti. Uzun ekonomik büyümenin hız kazanmasıyla planlama, altyapı sistemlerinin oluşturulmasında devletler aktif rol oynadılar. Sanayinin bir kısmı devlet kontrolüne geçti. Özellikle devletin vergi toplamak suretiyle oluşturulduğu kaynaklar kamu istihdamı, sağlık, eğitim, barınma gibi sosyal politikalarda kullanıldı. Tam istihdam, sosyal güvenlik sistemi ve kamu harcamalarından oluşan “refah devleti” aslında reformizmin hep anlattığı “sosyal devlet”ten başka bir şey değildi. Kautsky’nin “devletin ehlileştirilerek, aşama aşama, işçi kitlelerin yararına kullanılması” türünden bir dizi adımın atıldığı koşullar, sosyal demokrasinin yeniden popülerleşmesinin zeminini yarattı. Ekonomik büyüme sendikal hareketin de gelişmesine yol açtı.

1945-1970 yıllarında “refah devleti” olarak anılan dönemin başarısı sosyal demokrat partilerin başarısıyla ilgili değil, asıl olarak ekonomik büyümeyle ilgili bir durumdan kaynaklandı. Örneğin, Avrupa’nın en güçlü sosyal demokrat partileri, Almanya’da sosyal demokrasi 1949-1961 arasında ana muhalefet partisi, 1965 yılında koalisyon hükümetinin küçük ortağıydı.[6] İngiltere’de İşçi Partisi ise 1945-70 arasında sadece yedi yıl çoğunluk partisiydi.[7] Ayrıca Mısır’da Nasır, Irak’ta Baas rejimi, Arjantin’de Peron sosyal demokrattı ve tüm bu rejimlerde benzer politikalar uygulandı.

Sermayenin ihtiyaçları, işçi sınıfının toplumsal artık değer üzerindeki payını arttırma mücadelesi, reformist fikirlerin anaakım siyaset haline gelmesine yol açtı.

Devlet ile sermaye arasında karşılıklı bağ olduğunu anlatan Chris Harman süreci şöyle tarif eder:

“Kapitalistler sermaye birikim sürecinin sürekliliğini sağlamak, işçilerin sömürü koşullarının yaratılması için ordu vb. zor aygıtlarına ihtiyaç duyarlar. Sermaye, eğitim ve hukuk sistemleri gibi alt yapı sistemlerine ihtiyaç duyar. Devlet aygıtının topladığı vergiler bu kaynaklardan biridir. Ve devletleri yönetenler, sermayeye destek sağlayacak ekonomik bir canlılığa ihtiyaç duyarlar.[8]

Yeni liberalizm ve sosyal demokrasinin krizi

1970’li yılların sonunda kapitalizmin kâr oranları düşmeye başlayıp kriz kapılarını çaldığında, sermaye toplumsal değerden üretilen payın işçi sınıfına düşen kısmını düşürmeye girişti. Kapitalizmin krizini aşmak üzere yeni liberal politikalar uygulanmaya başlandı. Sağlık ve eğitim gibi kamusal hizmetler özelleştirildi. Sermaye hareketleri üzerindeki düzenlemeler kaldırıldı. Devlet kontrolündeki bazı sanayiler “kârlı” olmadıkları gerekçesiyle özelleştirildi. Sermayenin ödediği vergiler azaltılıp, teşvikler fonlandı. Ücretler baskılandı. 1980 yılından itibaren merkez ülkelerde; ABD’de Reagan, Almanya’da Kohl, İngiltere’de Thatcher gibi liderler tarafından uygulanan neoliberal politikalar, çevre ülkelerde IMF ve dünya bankasının dayattığı “yapısal uyum programları”nın parçası olan hükümetler tarafından sert bir biçimde uygulandı.

İşçi sınıfına yönelik böylesine kapsamlı bir saldırı, işçi sınıfının örgütlü gücünün azaltılması koşullarında gerçekleşebilirdi. Türkiye, Şili ve Arjantin gibi çevre ülkelerde neoliberal politikalar darbe koşullarında sola ve işçi sınıfına yönelik kitlesel devlet terörüyle hayata geçirildi. 1980’de işçi sınıfının örgütlü gücünü azaltan üç sembolik grev gerçekleşti. Bunlardan ilki ABD’de 1981’de gerçekleşti. Reagan 13 bin işçiyi kapsayan hava trafik kontrolörlerinin grevini önce yasaklayıp, sonra grevi kırıp, ardından da 11 bin işçiyi işten çıkardı. 1982 yılında Hindistan’da 250 bin tekstil işçisinin başlattığı grevde, bir yılın sonunda Mumbai’deki 80 bin tekstil evi kapandı. 150 bin tekstil işçisi işsiz kaldı. 1984 yılında da Thatcher’ın İngiltere’de kömür madenlerini kapatması üzere 20 bin maden işçisi grev yaptı. Bir yıl süren grevin sonunda işçiler yenildi. 1994 yılında kömür madenleri özelleştirildi.[9] Avrupa’daki ve merkezdeki sanayiler iş gücünün daha ucuz olduğu Asya bölgesine kaydırıldı. Sendikalaşmanın önünü almak için esnek üretim modelleri uygulanmaya başlandı.

Üçüncü Yol, Yeni Merkez: Yeni sağ

Neoliberalizm “sosyal devlet” in sonunu getirdi. Kapitalizm tarihsel bir kriz yaşıyordu. Kautsky’nin sözünü ettiği “mükemmel işleyen bir kapitalizm” için öncelikle kapitalizmi kurtarmak gerekiyordu.

Öte yandan 1989-1991 yıllarında Rusya ve Doğu Avrupa’daki devlet kapitalisti rejimler bir bir yıkıldı. Neoliberalizm hegemonik bir güç kazandı. “Tarihin sonunun geldiği” ilan edilirken, kapitalizmin tek alternatif olduğu söyleniyordu. Thatcher özelleştirme programında “son sosyalist kaleleri yıkıyoruz” derken, Reagan sorunun kendisinin “devlet” olduğunu ilan ediyordu. Sosyalizm olarak bilinen bu devletlerin kitlesel işçi hareketleriyle yıkılması sosyal demokrat ve komünist partilerde politik krize yol açtı. Sosyal demokrat partiler yeni sağ fikirlerin eşliğinde kendilerini yeniden tanımladı. Avrupa’da faşizmin yükseldiği dönemden sonra tarihin en kapsamlı saldırısıyla karşı karşıya kalan işçi sınıfı örgütleri tarafından terkedildiler.

Avrupa’da; Fransa’nın Sosyalist Partisi’nden, İspanyadaki Sosyalist İşçi Partisi’ne (POSEO) Yunanistan’daki PASOK’a kadar tüm sosyal demokrat partiler ücretlerin dondurulması, sosyal harcamaların kısıtlanması ve sendikal haklara saldırılardan oluşan bir dizi kemer sıkma programına imza attılar. Ayrıca NATO’nun tüm savaş programıyla uyum gösterdiler.

Tony Blair tarafından geliştirilen Üçüncü Yol ve Gerhard Schröder tarafından ortaya konulan Yeni Merkez, sosyal demokrasinin yapısal dönüşümünde öncü rol oynadı. Üçüncü Yol politikalarının ardında Antony Giddens’ın fikirleri vardı. Giddens “ideolojilerin sonunun geldiği” ve sağ ve sol arasında bir ayrımın kalmadığını öne sürmesinin ardından, “refah toplumu” yerine “sosyal yatırım devleti” önerisini geliştirdi.[10] Schröder ve Blair 1998’de Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde yayımladıkları manifestoda; kamu harcamalarının azalmasını, zorunlu kesintilerin ve özellikle işletmeler üzerindeki vergi yükünün azaltılmasını öneriyorlardı. “Piyasaların temel işleyişinin siyasetler tarafından engellenmemesi gerektiğini” anlatan manifestoda “Biz piyasa ekonomisini destekliyoruz, piyasa toplumunu değil” deniyordu.[11]

Schröder ve Blair’in savunduğu “Üçüncü Yol” Reagan ve Thatcher’ın savunduğu yeni sağdan başka bir şey değildi. Nitekim Tony Blair iktidarı Thatcher dönemini bile aratır nitelikteydi. Eğitim ve sağlık hizmetleri geriledi. Özelleştirilen demiryollarında bakımsızlık ve yatırım yokluğu nedeniyle pek çok kaza meydana geldi. Britanya Ulusal Sağlık hizmetlerinin kötüleşmesinde Blair’in büyük payı oldu. ABD’nin Afganistan ve Irak işgalini destekleyen Blair dönemi savaş ve güvenlik konseptinin öne çıktığı anti demokratik bir dönemdi aynı zamanda.

Sosyal demokrasinin solu

Komünist Partiler, 1945-1970 arasında sosyal demokrasiden sonra solun en büyük partileriydiler ve işçi sınıfı içinde kitlesel bağları vardı. II. Dünya Savaşı sonrasında Rusya’daki sömürücü sınıfın çıkarları doğrultusunda hareket eden bu partiler 1936’da İspanya ve Fransa’da meydana gelen, 1968’de dünyayı sarsan devrimci dönemlerde işçi hareketi üzerinde adeta dalga kıran rolü oynadılar. 1956 yılında, Macaristan’daki ayaklanmanın bastırılmasının ve 1968’de Çekoslovakya’nın Rusya tarafından işgalinin batıdaki komünist partiler tarafından desteklenmesi ve 1968’deki devrimci dönemde komünist partilerin ihanete varan tutumları, bu yapıların çözülmesine yol açtı. Rusya’nın hegemonyası dışına taşan bu yapılar Stalinizm ile sosyal demokrasi dışında “Avro Komünizm” dedikleri bir üçüncü yol tarifi yapmaya başladılar. Çeşitli farklılıklar olsa da hemen hepsi Marksist devlet anlayışının yanlış olduğunu savundular. Gramci’nin tarihsel blok tezlerini yanlış yorumlayan bu akım, işçi sınıfı dışındaki sınıflarla koalisyon kurarak iktidara gelmek suretiyle devleti dönüştürebileceklerini iddia ettiler. Bu yapılar 1970’lerin sonunda giderek sağa kaydılar ve sağcılaştıkça da güç kaybettiler. Doğu Bloku’nun çökmesi uluslararası anlamda solun küçük bir kesimi hariç büyük bir demoralizasyon yarattı. Kapitalizm galip gelmiş, sosyalizm yenilmişti. Ekim devrimi ve leninizm eleştirileri haklı çıkmıştı. Doğu bloku rejimlerinin dayandığı stalinizmin, leninizmin devamı olduğu, Ekim devriminin en başından yanlış olduğuna ilişkin sağcı fikirler ağırlık kazandı, Leninist Parti anlayışı çöpe atıldı.

Bu süreç neoliberal saldırılarla birleştiğinde birbiriyle farklı geleneklerden gelen ya da farklı eğilimlere sahip sol yan yana durmaya başladı.

İtalya’da Komünist Yeniden Kuruluş Partisi (Rifondazione Comunista), Türkiye’de ÖDP, Almanya’da Sol Parti; sol içindeki gruplaşmaların, kaynaşmaların adeta rol modeli oldular. Eskinin sosyalizm retoriğini kullanmakla birlikte pratikte reformisttiler. Parti üyeleriyle seçim bağlamında kurulan gevşek bağlar söz konusuydu.

Soldaki karamsarlık ve yenilgi duygularının aksine, 1990’ların ortalarından itibaren neoliberalizmin hegemonyasını dağıtmaya yönelik yeni bir mücadele dalgası başladı. 1995 yılında Fransa grevlerle sarsıldı. Meksika’da 1995’de Zapatista’lar neoliberal düzene karşı isyan başlattılar. 1997 yılında Güney Kore’de işçi hareketi yükseldi. Ardından 1999’da Seatle’da Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) sendikalar, çevre örgütleri ve çeşitli kesimlerin birleşmesiyle oluşan antikapitalist hareket tarafından basıldı. Ondan sonraki yıllarda DTÖ’nün toplantıları bloke edildi.

Antikapitalist hareket tarafından, neoliberal hegemonyaya karşı sosyal hareketlerin temsil edildiği sosyal forumlar gerçekleştirildi. On binlerce sosyal hareket, STÖ ve sendika bir araya gelip ortak tartışmalar yürüttü, ortak eylem planları geliştirdi. 2001 ve 2003 yıllarında ABD Afganistan ve Irak’ı işgal ettiğinde, dünya çapında savaşa karşı kitlesel eylemler gerçekleşti. Savaş karşıtı hareket, iklim hareketi ve grevlerle geçen on yıllarda milyonlar mobilize oldu. Hareketin içindeki ağırlıklı eğilim “tobin vergisi” gibi çeşitli konularda hükümetler üzerinde baskı kurmak suretiyle değişim yaratmaktı.

Her biri kendi yerel özelliklerini taşımakla birlikte bu sosyal demokrat partilerin bir yüzleri sokağa diğer yüzleri ise parlamentoya dönüktü. Merkezci tüm eğilimleri taşıyan bu partiler, özellikle sokakların hareketlenmesiyle birlikte, sola kaydıklarına ilişkin yanılsama yarattı. Rosa, kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasında kitle eylemlerine merkezi bir rol biçmiştir. Oysa bu partilerin düşünsel iklimini belirleyen nokta, “sosyalizmin çöküşü” ve neoliberal saldırıların yol açtığı sağcı fikirlerdi. Parlamentarizm dışında hareketle kurulamayan ilişkiler sonucunda milyonların enerjisi, yaratıcı gücü heba edilirken, bu partiler kapitalizmin krizine soldan bir alternatif yaratamadılar. 2008 yılında Rifondazione tamamen çöktü. ÖDP 2000’li yılların ortasından itibaren dağılmaya başladı ve çözüldü. Almanya Sol Parti ise 2021 seçimlerinde oylarının yarısını kaybetti ve yüzde 5 oy alabildi.

Ekonomik krizden politik krizlere

Kapitalizm düşük kâr oranları sorununun çözümüne yönelik aldığı yapısal önlemler kârlılık krizini çözemediği gibi, işsizlik rakamları arttı, ücretler baskılandı, gelir dağılımında devasa eşitsizlikler meydana geldi. Finansal piyasa işlemlerindeki büyüme aşırı boyutlara ulaştı. Sermayeler arası ilişkilerden, devletler arası ilişkilere, hane halkına kadar genişleyen kredi sistemi krizlerin derinleşmesine yol açtı. 1990’lı yılların sonundan itibaren Rusya, Tayland, Endonezya, Güney Kore, Malezya, Filipinler ekonomik krizlerle sarsıldı. 2001 yılında Türkiye ve Arjantin’de büyük ekonomik çöküşler yaşandı. ABD’de 2008 yılında konut kredilerinin yol açtığı balon 1929’dan sonra tarihin en derin ekonomik krizine yol açtı. Devletler krize büyük kurtarma ve teşvik paketleriyle yanıt verdiler. Merkez bankaları faiz oranlarını düşürdü, sisteme kaynak aktarmak için parasal genişleme politikaları başlattı.

2008 krizi neoliberal hegemonya açısından bir kırılma noktası anlamına geliyordu. Özellikle ekonomiye devletlerin müdahalesi “devlet sorun, piyasa çözüm” diyen neoliberal tezlere büyük darbeler indirdi. Hatta ekonomide devletçi yeni bir dönemin başladığına ilişkin tartışmalar yapıldı. Daha önceki krizlerde devletler ellerindeki muazzam kaynakları kullanarak batan şirketleri kurtarmak suretiyle krizin etkisini azaltmaya çalışmışlardı.[12] Chris Harman’ın “kârları özelleştirmek, zararı devletleştirmek” diye tarif ettiği bu süreç, zaten sefalet koşullarına sürüklenmiş milyonlarca emekçinin sırtına yıkıldı. ABD’de yoksullar bir gecede evsiz kalırken, Avrupa’da emekçi kitleler, gelecek kuşaklar da dâhil borç batağına, dolayısıyla yüksek vergiler ve kemer sıkma politikalarına mahkûm edildi.

2008 yılına kadar dünyanın hemen her yerinde farklı siyasal aktörler aynı neoliberal politikaların taşıyıcıları olmuşlardı. İngiltere’de İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti, Fransa’da Sosyalist Parti ve Halkçı Hareket Partisi, Almanya’da Sosyal Demokrat Parti ve Hristiyan Demokrat Parti, ABD’de Demokratlar ve Cumhuriyetçiler hepsi aynı siyasal programların savunucusu haline geldiler. Merkez sağ ve solun uzlaştığı neoliberal konsensüsün çökmesiyle birlikte merkezdeki bu partiler de krize girdiler. Son 40 yıl boyunca ücretler aşağıya çekilmiş, kamusal hizmetler özelleştirilmiş, vergi yükü tamamen emekçilerin üzerine yüklenmiş; kısaca sermaye lehine tüm düzenlemeler yapılmıştı ama büyüme oranları hala 1950 yılındaki yüzde 20’lik büyüme oranlarından çok uzaktı.

Joseph Choonara’nın “Uzun durgunluk” olarak tanımladığı bu dönemde ekonomide “fakirden alıp zengine” veren politikalar vücut bulurken, demokratik alanlar daha da sınırlandı. Irkçılık, göçmen düşmanlığı, kadınların, LGBTİ+’ların kazanımlarına yönelik kapsamlı saldırılar ana-akım siyaset haline geldi. Joseph Choonara’nın söylediği gibi bu dönemde sadece dünya ekonomisinin üretim ve yatırımlarında yavaşlama değil, Yunanistan’ın borçlarını ödeyememesi, Brexit’in belirsiz etkisi, Suriye ve Kuzey Kore üzerinden yapılan emperyalist çatışmaların yarattığı bir dizi politik krizler yaşandı. ABD’de 2017 seçimlerinden sonra Trump’ın iktidara gelmesi krizi daha da derinleştirdi.[13]

Radikal demokrasinin sınırları

Merkezin çökmesinin ardından sarkaç önce sola vurdu. Milyonlar aç, yoksul, işsiz, sokaklarda yatarken, bankaları kurtarmak için milyarları aktaran sisteme öfkeliydiler. 2011 yılı milyonların öfkesinin sokaklara taşmasının başlangıcı oldu. Tunus’ta başlayan Arap Devrimleri Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya yayıldı. ABD’de “Wall Street’i İşgal et” hareketi, İspanya ve Yunanistan’da “Öfkeliler” hareketi meydanları işgal etti. Yunanistan’da zaten 2008 öncesinde çok sayıda genel grev gerçekleşmişti. 2006-2007 yıllarında patlak veren öğrenci eylemlerinde 15 yaşındaki Alexis Grigopoulos’un polis tarafından öldürülmesi üzerine bankalar ve hükümet binalarını hedefleyen büyük kitlesel bir hareket oluştu.

2008 krizi sonrasında kemer sıkma politikalarına, esnek güvencesiz çalışma koşullarına ve göçmen düşmanlığına karşı hareket ve öğrenci hareketi; Sosyal Demokrat PASOK hükümetinin kemer sıkma programına karşı birleşti.[14] Radikal söylemlere sahip SYRIZA’yı iktidara taşıyan işçi sınıfının grevler, direnişler ve işgallerle dolu mücadelesi oldu. Syriza 2015 yılında seçimleri kazandı. Partinin lideri Alexis Tsipras; Avrupa Komisyonu, Uluslararası Para Fonu ve Avrupa Bankası “Troyka” tarafından dayatılan kemer sıkma önlemlerini geri alma sözü verdi.

Ama halkın yüzde 61’inin kemer sıkma programını reddetmesine rağmen, Pire ve Selanik limanlarının özelleştirilmesi, emeklilik maaşlarının yüzde 40 kesilmesi, sağlık hizmetlerinin içinin boşaltılması, grev karşıtı yasaların çıkartılmasını içeren Troyka’nın kemer sıkma programını kabul etti. NATO’yla anlaşıp, İsrail ile askeri ittifak kurdu. Aşağıda işçilerin kitlesel mücadelesi yerine parlamentoya ve AB ile müzakerelere odaklanan Syriza çok kısa bir sürede çöktü.

İspanya’da da kemer sıkma politikalarına karşı heyecan verici mücadeleler yaşandı. Kent meydanlarında kitlesel işgaller, grevler, halk forumları, büyük gösteriler yapıldı. Bu harekete odaklanarak kurulan Podemos hemen başarılı oldu. AB parlamentosu sandalyelerini kazandı. 2015’de oyların beşte birini kazanarak 69 milletvekili elde etti. Sonrasında aşağıdaki mücadeleye değil parlamentoya odaklandı. 2019 yılında PSOE ile koalisyon ortağı olarak hükümet kurdu. Pandeminin ve krizin tüm faturasının işçi sınıfına çıkarıldığı, kârın insan hayatından önce geldiği korkunç politikaların bir parçası oldu. 2021 seçimlerinden sonra Podemos siyasetten silindi. Yunanistan ve İspanya’da değişim isteyen milyonlarca emekçi açısından parlamento yoluyla “radikal” bir değişim olamayacağı dramatik bir biçimde ortaya çıktı.

Umut parlamento değil mücadelede

2015 yılında İngiltere’de İşçi Partisi içindeki sol kanat lideri Jeremy Corbyn partinin liderliğine seçildi. İşçi partisi içindeki sağ kanat yıllardır, sendikalarla yakın bağları olan sol kanadı dışlamış, sermayenin desteğini alabilmek için muhafazakarlardan daha muhafazakarlaşmıştı. Corbyn parti içindeki muhalefetin en etkili ismiydi. Afganistan ve Irak’ın işgaline karşı etkili bir kampanya yürüten, LGBTİ+ haklarının aktif savunuculuğundan, göçmenlerle dayanışmadan Filistin’le dayanışmaya, İrlanda meselesine kadar hemen her meselede mücadele eden, “sosyalizmi” savunan bir adayın lider olması hem parti içindeki sol hem de mücadele veren çevreler açısından cesaret vericiydi. Ancak, İşçi partisi reformist bir parti ve her reformist partide olduğu gibi parlamento mücadelesi asli unsurdur. Reformist partiler hem işçilerin desteğini kazanıp, hareketi kontrol altında tutmak isterken hem de sermayenin desteğini kazanmak isterler. Bu da bu partileri her türlü sağ fikre açık hale getirir. Bu kural sosyal demokrat tüm partilerde sağ ya da sol tüm kanatlar için istisnasız geçerli bir kural.

Corbyn de istisnayı bozmadı, asıl olarak parlamentoya odaklandı. Corbyn, Suriye’de NATO’nun Rusya’ya karşı askeri takviyesinin parçası olarak Trident nükleer silah programı, Avrupa Birliği ve İskoç Parlamentosunun referandum yapıp yapmama konusunu belirleme hakkı konusunda geri adım attı. İşçi Partisi’nin elindeki belediyelerde kesintilerin uygulanması direktiflerini verdi.[15] Reformizmin asıl kötü yanı “sınıfsal uzlaşma” değil, hareketi paralize ederek mücadele edemez duruma getirmesidir. Corbyn’in yükselişi de pek çok aktivistin İşçi Partisi’ne odaklanmasına ve sokaktaki seferberliğin durmasına yol açtı. Ne yazık ki, sandığa odaklanan mücadele perspektifi 2019’da Boris Johnson’u iktidara taşıdı. Corbyn İşçi Partisi liderliğini kaybetti. Parti’nin yeni lideri Boris Johnson’un yerine talip, Johnson’un savunduğu ulusal birlik politikalarını savunuyor, sömürgecilerin heykellerinin kırılmasını kınıyor. İngiltere İşçi Partisinin politikaları; AKP-MHP koalisyonunun tüm yayılmacı politikalarını destekleyen, Talat Paşa anmaları yapan, göçmen düşmanlığı yapan, HDP ile arasına mesafe koyan CHP ile tamamen aynı.

ABD’de Demokratlar içindeki sol kanat “Demokratik Sosyalistler” umut oldular ama onlar da neoliberal Biden’ın destekçisi oldular. Biden’ı iktidara taşıyan parlamento dışındaki hareket oldu. Trump’ın iktidara geldiği ilk günden itibaren kadınlar, iklim aktivistleri, göçmenlerle dayanışan ırkçılık karşıtları sokakları boş bırakmadı. 2019 yılında asgari ücretin arttırılması, iklim değişikliği isyanı, Ulusal Sağlık Sistemi ödemelerindeki kesintilere karşı protestolar gerçekleşti. Black Lives Mater hareketi ABD’de 26 milyon insanı harekete geçirdi. Kitlelerin mücadelesi Trump’ı yendi.

Şili’de 2013 yılından itibaren neoliberalizme karşı mücadele eden kadınlar, işçiler ve gençler Pinera iktidarını yendi.

Sonuç: kapitalist devlet değişim aracı değildir

Tüm bu kazanımlar, Rosa’nın söylediği gibi nihai amaç açısından “hiçbir şey”. İşçi sınıfı üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyete son vermediği, devlet mekanizmasını yerle bir edip, kendi siyasal kurumlarını yerleştirmediği sürece, bu kazanımların ömrü de kısa olacaktır. Engels “ Genel oy hakkı, işçi sınıfının olgunluğunu ölçmeye yarayan bir göstergedir. Bugünkü devletin varoluş koşullarında başka bir şey değildir”[16] derken işaret ettiği gerçeklik kapitalist devletin sınırlarıdır. Kapitalizm, ne kadar “radikal” olursa olsun iktidara gelen her yapıyı hızla merkeze çeker. Özellikle çoklu derin krizlerin yaşandığı günümüz koşullarında merkez çöktüğünden, reformist partiler de hızla siyaset alanından çekilmekteler.

Kapitalist devlet yapılanmasında yer alan parlamento ve diğer kurumlar işçi sınıfı lehine kullanılabilir mekanizmalar olmadığı gibi bir değişim aracı da değiller. Gerçek bir değişim ancak işçi sınıfının kitlesel eylemleriyle gerçekleşebilir. Temsili demokrasinin sınırlı ve stabil yapısı kitlelerin muazzam değişim isteğinin çok uzağında. Her dört yılda bir yapılan seçimler, ancak işçi sınıfını hangi yönetici kesimin boyunduruk altına alacağını seçmek anlamına gelebilir. Halk seçtiği vekillerin ne yapacağını belirleyemez, memnun olmadığında geri çağıramaz. Ayrıca günümüzde boyutlanmış devlet mekanizması içinde yer alan sürekli ordu, polis ve bürokrasi tamamen emekçilerin denetimi dışındaki yapılar. Bunlar seçilemez ve denetlenemezler.

Kapitalizmin yol açtığı çoklu krizler işçi sınıfının uluslararası ölçekte büyük kitle eylemleriyle altüst oluşlara yol açtığı devrimci bir sürecin potansiyelini de taşımaktadır.

Kaynakça

Choonara, Joseph, “Muazzam Gayrişahsi Güçler”, 2021, Enternasyonal Sosyalizm Sayı: 9,Çev. Onur Devrim Üçbaş, S.32-42 S.33

Marx, Engels, “Fransa’da Sınıf Savaşımları” 1848-1850, 1996, Sol Yayınları, Çev. Sevim Belli,

Bernstein, Eduard, Evrimsel Sosyalizm, 1991, Kavram Yayınları, Çev. Alkım Cerit, Evren Bülaycı, S.59

Kautsky, Karl, “Proletarya Diktatörlüğü”, 2008, Yazılama Yayınevi, Çev. Mehmet Karaoğlu, S.32

Luxemburg, Rosa, “Seçme Yazılar”,2004, Dipnot Yayınları. Çev. Tunç Tayanç, S.33

Troçki, Leon, “Faşizme Karşı Mücadele”1993, Yazın Yayıncılık, Çev. Orhan Koçak, Orhan Dilber, S.151

https://tr.wikipedia.org/wiki/Almanya_Sosyal_Demokrat_Partisi

(https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0%C5%9F%C3%A7i_Partisi_%28Birle%C5%9Fik_Krall%C4%B1k%29)

Harman, Chris, “Zombi Kapitalizm”, 2009, Marx 21, Çev. Ali Çakıroğlu, S.100

Erdoğan, Erkin “Neo-liberal Hegemonyaya Karşı Gelişen Sosyal Hareketler ve Dünya Sosyal Forumu”,2011, http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/48553.pdf

Türkbay, Rezzan Ayhan, “İngiliz İşçi Partisi’nin dönüşümü”,2014, http://iibfdergisi.ksu.edu.tr/tr/download/article-file/107701

https://library.fes.de/pdf-files/bueros/suedafrika/02828.pdf

Choonara, Joseph, ”Uzun Durgunluğun Ekonomi Politiği”, 2017, Enternasyonal Sosyalizm, Sayı:1, Çev. Sibel Erduman, S.37-49

Üçbaş, Onur Devrim, “Syriza: Umuttan hayal kırıklığına sol reformizmin yolculuğu”, 2018, Enternasyonal Sosyalizm, Sayı:2, S. 123-130

Kimber, Charlie, 2020 https://socialistworker.co.uk/features/it-s-time-to-leave-labour)

Lenin, “Devlet ve Devrim”, 2009, Agora Kitaplığı, Çev. Ferit Burak Aydar, S.12

Dipnotlar:

[1]     Engels, 1895, S.18

 

[2]     Bernstein,Eduard, 1991, S.59

 

[3]     Kautsky, Karl, 2008, S.32

 

[4]     Luxemburg, Rosa, 2004,S.33

 

[5]     Troçki, Leon,1993,S.151

 

[6]     https://tr.wikipedia.org/wiki/Almanya_Sosyal_Demokrat_Partisi

 

[7]     https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0%C5%9F%C3%A7i_Partisi_%28Birle%C5%9Fik_Krall%C4%B1k%29

 

[8]     Harman, Chris, 2009, S.100

 

[9]     Erdoğan, Erkin,2011

 

[10]    Türkbay, Rezzan Ayhan, 2014

 

[11]    https://library.fes.de/pdf-files/bueros/suedafrika/02828.pdf

 

[12]    Choonara, Joseph, a.g.e, S.32-42

 

[13]    Choonara, Joseph, 2017, S.37-49

 

[14]    Üçbaş, Onur Devrim, 2018,S.123-130

 

[15]    Kimber, Charlie, 2020

 

[16]    Lenin, 2009, S.12

 

Enternasyonal Sosyalizm