Can Irmak Özinanır
Enternasyonal Sosyalizm’in geçtiğimiz sayısında Judy Cox, aşırı sağın yürüttüğü kültür savaşlarını çok iyi bir şekilde anlatmış ve solun bu kültür savaşlarını basitçe “kimlik politikası” diye tanımlayıp geçemeyeceğini tartışıyordu.1 AKP’nin LGBTİ+’ların varlığını sorunsallaştıran yasa tasarısının meclise gelmesi, sezaryenle doğuma kısıtlamalar getirilmesi ve köpekler etrafında yaratılan ahlaki paniğin dehşet verici hâller alması sonrasında bu tartışmayı derinleştirmek gerektiğini düşünüyorum.
Ancak tartışmanın sadece AKP boyutu yok. CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun önce gözaltına alınıp sonra da tutuklanması sırasında ortaya çıkan devasa kitle hareketinde de bir kimlik savaşı yürüdü. Öğrencilerin fitilini ateşlediği harekette çeşitli üniversitelerde ve sokaklarda feminist, lubunya, vegan, Kürt, Alevi gibi kimliklerin tanınmasını savunanlarla, yüzlerine siyah maskeler takıp gökkuşağı, trans, Filistin veya DEM Parti bayraklarına saldıranlar arasında bir fark var ve bu fark asla üzerinden atlanıp geçilmemesi gereken bir fark. Bu sebeple öncelikle AKP’nin özellikle 2010’lu yıllardan başlayarak giderek dozunu arttırdığı kültür savaşlarından bahsedeceğim, yazının son kısmında ise AKP’nin yarattığı bu zeminin yeni sağcılık/yeni faşizm için ne gibi bir zemin yarattığını tartışacağım.
AKP’nin mevzi savaşı
90’ların sonunda ve 2000’lerin başlarındaki bir politik bir de ekonomik krizin, yani 28 Şubat darbesinin ve 2001 ekonomik krizinin ürünü olarak iktidara gelen AKP, ilk döneminde temel olarak bir dönem önceki ekonomi politikalarına çözüm olarak Dünya Bankası’ndan getirilen bir teknokrat olan Kemal Derviş’in IMF ile anlaşmaya ve özelleştirmelere dayalı ekonomi politikasını benimsiyordu. Bunu yaparken hem kendi içinden çıktıkları Refah Partisi’nin ve siyasal İslam’ın tabanında yer alan Anadolu burjuvazisini ürkütmemeye (mümkün olan her alanda ise ilerletmeye) çalışıyor ama aynı zamanda kendilerine karşı olduğu çok açık olan, TÜSİAD tarafından temsil edilen sermayeyi kendisinin neoliberalizmin en iyi uygulayıcısı olacağına ikna etmeye çalışıyordu. İç ve dış politikada Avrupa Birliği’ne üyelik hedefini koyan ve çeşitli demokratikleşme adımlarını da içeren yapısal reformları hayata geçirme sebepleri temelde bu ekonomik politikaydı.
“Muhafazakâr demokratlık” tanımını benimseyen AKP bu dönemde toplumun geniş bir kısmını kapsayan bir hegemonya kurmaya çalıştı. İçinden geldiği Milli Görüş geleneğiyle kendini ayırt etmeye dayalı bir strateji izledi. Gramsciyen terimlerle medyanın dönüşümünü ele alan Vahdet Mesut Ayan’ın belirttiği gibi 2002-2008 arası bu dönemi AKP’nin Antonio Gramsci’nin tarif ettiği şekilde “mevzi savaşı” verdiği bir dönemdi.2
Genellikle “elitler-millet” ikilemi yaratarak bir hat çizmeye çalışan AKP, ordu ve devlet bürokrasisinin önemli bir kısmının kendisine karşı koymasıyla, 27 Nisan 2007’de verilen muhtıra ve arkasından gelen kapatma davasıyla bu ikilem üzerinden orta sınıfların da desteğini alan bir hegemonyayı inşa etmeyi başardı.
AKP’nin kalkınma modeli: Kültür savaşı olarak inşaat
AKP 2008 sonrasında kendi kontrolünde bir medya yaratmaya ve inşaata dayalı bir kalkınma modeli benimsemeye önem verdi. Özellikle 2011 sonrasında giderek otoriterleşmeye başladığı bu döneme bir yandan da altemperyalist hedefler eşlik etti. Artık “muhazakar demokratlık” yerini Erdoğan ve AKP şahsında bölgenin hamiliğine soyunmuş bir “Yeni Osmanlıcılık” ideolojisine bıraktı.
Kuşkusuz AKP’nin bölgesel olarak bir fırsat görmesinin sebebi Ortadoğu’yu sarsan devrim hareketleriydi. Tunus’ta işsiz Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasıyla başlayan ayaklanma dalgası kısa sürede tüm coğrafyayı sardı ve arka arkaya diktatörleri devirdi. Mısır, Bahreyn, Libya’yı saran hareket en sonunda Baas rejiminin önemli merkezlerinden Suriye’ye ulaştı ve kısa bir süre sonra iç savaşa dönüştü. Arap Baharı olarak adlandırılan bu süreç dünyanın tüm ezilenlerine ilham veren kitle hareketlerine şahit oldu, ancak AKP için mesele bu değildi. Arap Baharı, AKP tarafından fırsat olarak görüldü, bölgesel gücünü arttırmanın ve iç siyaseti de bunun etrafında yeniden yapılandırmanın bir aracı olarak kullanıldı: “Diktatörlere karşı başkaldıran din kardeşleriyle dayanışma söylemi, AKP’nin Ortadoğu’daki Müslümanların hamisi olma iddiasıyla harmanlanmış ve Arap Devrimlerine verilen açık destek, AKP için bir kaldıraç işlevi görmüştür”.3
Arap Baharı’nın son halkası Suriye ise AKP için başlı başına dış politikada önemli bir mesele haline gelmişti. Özgür Suriye Ordusu’nun çeşitli kanatlarıyla ve sahadaki örgütlerin bir bölümüyle ilişkilenen AKP iktidarı, Suriye’deki iç savaşa kendi çıkarları yönünde müdahale etmeye çalışan ABD-Rusya gibi güçlerin yanında altemperyalist ancak önemli bir güç olarak Suriye’deki ayaklanmayı araçsallaştırdı.
Arap Baharı, dünyayı saran bir isyanlar dalgasının en önemli halkasıydı. Bu dönemde ABD’de Wall Street’i İşgal Et, İspanya’da Öfkeliler hareketi patlak vermiş ve meydan işgalleri dünyaya damgasını vurmaktaydı. Türkiye de bu dalganın dışında kalmadı. 2013’ün Mayıs ayının sonunda İstanbul Taksim’de bulunan Gezi Parkı’nın yerine Osmanlı’daki Topçu Kışlası’nın AVM’leştirilmiş bir versiyonunu yapmak isteyen AKP’ye karşı bir isyan patlak verdi. Türkiye’de hükümete muhalif olan yeni bir kuşak, Mısır’daki Tahrir Meydanı örneğini AKP’den bambaşka bir biçimde görüyordu. Gezi Parkı eylemleri hızla tüm Türkiye’ye yayıldı. Arap Baharı’na sempati beslediğini iddia eden AKP hükümetinin eylemlere verdiği tepki ise çok sert oldu. Taksim’deki meydan işgali dünyadaki örnekleri gibi gerçekleşse de Türkiye’nin dört bir yanındaki eylemlerde en az yedi kişi polis saldırılarında öldü, binlerce kişi yaralandı.
Tam da Gezi’nin patlak verdiği günlerde Arap devrimlerinin kaderini değiştiren bir olay yaşandı. Mısır’da devrimin ardından iktidara gelen Muhammed Mursi öncülüğündeki Müslüman Kardeşler hükümeti bizzat Mursi’nin atadığı Genelkurmay Başkanı Muhammed El Sisi tarafından darbeyle devrildi.4 Bu darbe ve öncesinde aslında devrimi çalmış olan Mursi hükümetine tepki gösteren eylemlerin büyüklüğü Erdoğan’a Gezi eylemlerini de darbe girişimi olarak damgalayıp kendi kitlesini konsolide etme imkanı verdi. Bu dönemden itibaren AKP’nin artık ofansif ve tam kapsamlı bir kültür savaşına başladığı söylenebilir. Gezi Parkı eylemlerine katılanlar Erdoğan tarafından artık “milletin” dışında tanımlanıyordu.5
Bu Akça’nın belirttiği gibi Gezi Parkı eylemlerinden önce başlamış olsa da Gezi’de biçimlenen bir olgunun ortaya çıkışıydı: Yaygın bir hegemonya stratejisinden, sınırlı bir hegemonya stratejisine geçiş.6 Yeni Osmanlıcılık etrafında şekillenen bu hegemonya stratejisinin bir ayağı kültürel savaşsa diğer yanıysa inşaata dayalı büyümenin tam kendisiydi: Ekonomik olanla kültürel olanın iç içe geçmesinin en net örneklerinden birini bu dönemin inşaat politikası gösteriyordu. AKP’nin arka arkaya ilan ettiği mega projeler, çılgın projeler, havalimanı, köprü, otoyol inşaatları dönemin temel ekonomik politikasını oluştururken, bu yapılar Osmanlı-Selçuklu mimarisi olduğu iddia edilen ucube bir mimariyle Yeni Osmanlıcılığın görsel yüzünü oluşturuyordu. Bu dönemde Toplu Konut İdaresi (TOKİ) de önemli bir ekonomik ve kültürel aygıt olarak işlev görmeye başladı:
Geç modernleşen, Türkiye’nin parçalı ve muğlak mülkiyet yapısına dayanan kentler, ilk defa AKP hükümeti döneminde tamamen soyutlaştırılarak birikim mekanizmasının içine çekilmiştir. Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011 TOKİ Konut Kurultayı’nda dinleyicilere Türkiye haritasını göstererek “Bunlar hep şantiyeler. Şantiyesi olmayan neredeyse hiçbir ilimiz yok. Şu anda 81 il, 900 ilçede 1888 şantiyemiz aralıksız çalışıyor.” demesi bu durumun en belirgin ifadelerinden biridir. Yani kentler, bu derece soyut ve satılabilir hâle gelmiştir. Üzerinde şu zamana kadar hiçbir insan yaşamamış gibi gösterilen bu kentsel arsaların içinden yaşanmışlığı, bağlılığı, ilişkileri çıkararak, kentsel metrekare hesabına indirgenmiştir.7
Bir yandan ulusu yeni bir kimlik etrafında yeniden inşa etmeye çalışırken, bu çılgın projeler kentin soylulaştırılmasının, kent yoksullarının, transların, Kürtlerin, Çingenelerin kentin merkezinden dışlanmasının da araçları olarak işlev gördü. Cengiz İnşaat, Limak İnşaat, Kolin İnşaat, Kalyon İnşaat gibi şirketler palazlanırken Erdoğan’ın “millet” denklemine yerleştirdiği yoksullar giderek kentin çeperlerine doğru itildi, yoksul işçiler kalkınmanın uğruna iş cinayetlerinde can verdi. Dönemin palazlanan inşaat şirketleri aracılığıyla merkez medyanın da önemli bir kısmı AKP’nin denetimine geçirildi. Erdoğan artık açıkça kültürün kendileri tarafından fethedilmesi gerektiğini savunuyor, “dindar ve kindar bir nesil” istediğini söylüyor, inşaat şirketleri aracılığıyla ele geçirdiği medya da bu söylemi yaygınlaştırıyordu.
Bu yıllarda Kürt hareketiyle de bir diyalog sürdürülüyordu ve artan otoriterizme karşı Kürt hareketinin açtığı gedik demokrasi için nefes alma alanları üretiliyordu. 2015’te bu sürecin sona ermesi ise otoriterizmde yeni bir dönemin işaretçisiydi.
2015’ten Türk tipi başkanlık sistemine: Beka sorunu
Kürt hareketiyle olan barış görüşmelerinin sona ermesi ve çatışmaların yeniden başlamasından sonra AKP’nin söylemine damgasını vuran “beka sorunu” oldu. Bu sadece iç politikayla değil önemli oranda Suriye’de yaşanan gelişmelerle ilgiliydi. Suriye’de Kürtlerin Rojava bölgesinde kendi yönetimlerini inşa etmesi AKP ve Türk devleti açısından kabul edilemez bir gelişme olarak görülmekteydi. Gülen Cemaati ile bağlarını koparan AKP açısından yeni bir iktidar bloğu oluşturmak gerekiyordu ve bloğun temel harcı beka sorunu etrafında inşa edilen milliyetçilikti.
Bu milliyetçilik anlayışına göre Türkiye, terör örgütleri ve ayrılıkçı hareketlerin odağındaydı ve bunlar dış müdahalelere yol açabilirdi. Millet, devletin etrafında kenetlenmeliydi. Devleti temsil eden figür ise artık parti olarak AKP bile değil bizzat Recep Tayyip Erdoğan olmuştu.
Gülencilerin liderlik ettiği 15 Temmuz darbe girişimiyle beka sorunu etrafındaki bu anlatı resmi olarak vücut bulmuş oldu. Darbe girişimi Türkiye’ye karşı yapılmış, darbenin hedefi olan Erdoğan ise Türkiye hâline gelmişti. Darbe girişiminin ardından yapılan Yenikapı Mitingi’nde bu anlatı somutlaştı. Yeni Osmanlıcılığın sembolleriyle, Kemalizmi temsil eden Atatürk resimli Türk bayraklarının pek çok farklı sembol ile birlikte yer aldığı bu mitingde 15 Temmuz Türkiye’nin “İkinci Kurtuluş Savaşı” olarak imleniyor, Tayyip Erdoğan da bu savaşın başkomutanı olarak “İkinci Mustafa Kemal Atatürk” olarak gösteriliyordu. Bu imge üzerinden artık AKP ile yeni iktidar bloğunun kurucusu olan MHP, Türkiye’yi başkanlık sistemi üzerine kurulacak yeni bir otoriter rejime taşımaya başladılar:
…mit yaratım sürecinin başat uğraklarından olan toplumsal ve siyasal aktörlerin dahli, söylemsel stratejiler aracılığıyla yaşanan hadiseye kutsiyet atfedilmesi gibi adımlar, gerçekten de, Yenikapı mitinginde atıldı. 15 Temmuz olayı, içerisinde her şeyden çok milli narsisizmi barındıran bir milli halet-i ruhiyeye tekabül edecek şekilde bir zafer anlatısına dönüştürüldü. Dolayısıyla 15 Temmuz olayının pathosu, Türk milletinin azameti, gücü, üstünlüğü, kadir-i mutlaklığı ile geçmişteki ve şimdiki zaferlerine yapılan tüm vurgular eşliğinde başta AKP ve destekçilerinin ve nihayet bizatihi Türk öznesinin “Osmanlı bakiyeliği” ile yaralanmış öz benlik algısını iyileştirecek, ona ebediyen deva olacak bir şekilde sunuldu. Yenikapı Mitingi’nin ardından yapılması gereken ise yeni milli ruh halinin kitleler tarafından tam manasıyla benimsenmesini sağlayacak, milli narsisizmi daima diri tutacak, 15 Temmuz zaferini millete her yerde ve her koşulda hatırlatacak sembolik araçların yoğun biçimde işe koşulmasıydı.8
15 Temmuz sonrası ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) ile yönetim fiili olarak Erdoğan’ın çıkardığı kararnamelere bağlandı. 16 Nisan 2017’de yapılan Anayasa değişikliği referandumuyla beraber partili cumhurbaşkanlığı sistemine geçilirken aslında MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ifade ettiği gibi “fiili duruma hukuki bir yol” bulunmuş oldu. OHAL, Temmuz 2018’de kaldırıldı ancak Türkiye artık kurumsallaşmış bir OHAL ile yönetiliyordu.
Darbe girişiminin bir dini cemaat tarafından örgütlenmiş olması, din etrafındaki anlatıyı revize etmek şart olmuştu. Burada bir hegemonik aygıt olarak Diyanet İşleri Başkanlığı devreye giriyordu. Erdoğan’ın girişimiyle Diyanet İşleri Başkanlığı din adına konuşmaya yetkili tek kurum ilan edildi.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, yeni rejimin kültür savaşında gerçek anlamda “kılıç sallayan” figürü olarak ortaya çıktı. Ayasofya’nın bu kültür savaşının bir parçası olarak cami ilan edilişi, İstanbul’un ikinci kere fethedilmesini simgeliyordu. Ayasofya’daki ilk törende minbere elinde kılıçla çıktı. Kılıçla hutbe okunması, bulunulan yerin fethedildiğini simgeliyordu. Bu aynı zamanda ülkedeki Müslüman olmayan kesimlere verilmiş bir nefret mesajıydı.
Erbaş, her fırsatta hükümetin kültür savaşının yürütücüsü olarak boy gösteriyordu. 2016’dan itibaren LGBTİ+’ların hedefe oturtulmasının, kadınların aile politikalarıyla disiplin altına alınmaya çalışılmasının, iktidarın ekonomi politikaları sonucu yoksulluğa sürüklenen kitlelerin sabır göstermeye çağırılmasının en önemli aygıtı Diyanet hâline geldi.
Hegemonik kapasitesi daraldıkça kültür savaşına daha fazla sarılan bir iktidar
Türk Tipi Başkanlık Sistemi, başlangıcından itibaren kriz üreten bir sistem oldu. Eskiden AKP krizleri bir yönetim aygıtı olarak kullanıyor ve her krizi kendi lehine çevirmeyi en azından tartışmanın yürüyeceği alanı belirlemeyi başarıyordu ancak 2018’den sonra ekonomideki gerileme ve özgürlük alanının giderek daralması AKP’yi ciddi biçimde etkiledi.
2023 seçimlerinde bu gerileme sandıkta görüldü. Erdoğan yine Cumhurbaşkanı seçilmişti ama AKP’nin 2018’de yüzde 52,18 olan oyu 42,56’ya gerilemişti. Erdoğan, seçim zaferini kutlarken rakiplerine “bunlar LGBTci” diye saldırmaya devam ediyordu. 31 Mart yerel seçimleri ise AKP’nin Türkiye çapında birinci parti olamadığı ilk seçim oldu. CHP, önceden AKP’ye ait olan belediyeleri kazandı. Kendi yolculuğuna da belediyeler aracılığıyla başlayan AKP bunun sonucunu gayet iyi biliyordu.
AKP, en iyi bildiği iki şeyi aynı anda yapmaya başladı. Bir yandan yargı eliyle muhaliflerin baskı altına alınması, öte yandan ise yoğunlaştırılmış kültür savaşı. Gezi davasının hortlatılmasıyla, AKP’nin “elitler” olarak tanımladığı Ayşe Barım gibi dizi yapımcılarının tam da kültürel bir zemin üzerinden korku yaratılarak bu davaya dahil edilerek tutuklanması gibi gelişmeler aynı anda yaşanmaya başlandı.
Küresel kültür savaşının Türkiye ayağı: Toplumsal cinsiyet karşıtlığı
Dünyadaki otoriter ve aşırı sağcı rejimlerle benzer bir biçimde Türkiye’de de toplumsal cinsiyet politikaları etrafında kıyamet koparıldı. ABD, Macaristan, Rusya, Hindistan, İtalya gibi pek çok ülkede aşırı sağcı ve bir kısmı faşist partilerce “toplumsal cinsiyet ideolojisi” karşıtlığı özellikle de LGBTİ+’lar hedef hâline getirildi:
Aşırı sağ zaten ‘Kültürel Marksizm’ adını koyduğu bir fikir paketine karşı savaşıyor. Trans hakları, kürtaj hakkı, siyahların ırksal adalet hakkı gibi bir dizi alan onlar için beyazların üstünlüğünün altını oymak için girişilmiş bir komplo. ‘Toplumsal cinsiyet ideolojisi’, ‘kültürel Marksizmin’ yapı taşlarından biri bu fikre göre. Toplumdaki hiyerarşilerin doğal olduğunu iddia eden aşırı sağ kadınların düşük ücret alıyor olmalarının, ırkçılığa uğrayan siyahların ve diğer görünür azınlıklıkların beyazlardan daha kötü koşullarda yaşıyor olmalarının doğal bir gelişmişlik farkının sonucu olduğunu ve konumuzla ilgili olarak da transların biyolojik sınırları ihlal ederek cis kadınlara bir dayatmada bulunduklarını iddia ediyorlar. Gerici evrimsel biyoloji ve komplo teorilerinin bir sentezinden oluşan fikir dünyası ile seküler aşırı sağ, gittikçe daha örgütlü hale gelen dinsel muhafazakarlıkla birleşip günümüzde yaşanan sistemsel çöküşe hiyerarşilerin daha disipliner bir şekilde yeniden tesis edilmesi arzusuyla yanıt veriyor. Tam da bu yüzden gerici, nostaljik, muhafazakâr ve ahlakçılar. Bu anlamıyla, trans karşıtı tutum sadece transları hedef almakla kalmıyor, kapitalist toplumdaki tüm baskı biçimlerini mistikleştirme ve doğallaştırma çabası da gösteriyor.9
Türkiye’de de buna çok benzer bir gelişim yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Hegemonyası giderek gerileyen ve çoğunluk olma ihtimali ortadan kalkan AKP kültür savaşına giderek daha fazla dört elle sarılarak kendisini destekleyen kitleyi radikalleştirmeye çalışıyor. Bunun için ahlaki panikler yaratması gerekiyor. Enternasyonal Sosyalizm’in bir önceki sayısında sokakta yaşayan hayvanlar üzerinden ahlaki paniği tanımlamaya çalışmıştım:10
Ahlaki panik, krizle karakterize oluyor. Kriz derken salt ekonomik değil, aynı zamanda politik bir krizden dolayısıyla bir hegemonya krizinden söz ediyorum. Bu, Antonio Gramsci’nin ünlü tabiriyle “eskinin ölmekte olduğu, yeninin de doğmakta zorlandığı” bir süreç. Dolayısıyla muktedirin yönetme kapasitesinin giderek kırılganlaştığı bir momentin ürünü. Tam da bu yüzden toplumun en sağcı kesimini suç ortaklığına davet ediyor.11
LGBTİ+’lar üzerine yoğunlaşan nefret de tam böyle bir hattı izliyor. AKP, İçişleri Bakanlığı, Diyanet İşleri Bakanlığı gibi kurumlar eliyle aile kavramını giderek ön plana çıkarırken, 19 Mart 2021 günü bir gece kararnamesi ile Cumhurbaşkanı kararıyla Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nden çekildi. Kadınları ve LGBTİ+’ları şiddete karşı koruyan en önemli belge olan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması da özellikle “aile” kavramı etrafında yapılandırılan bir ahlaki paniğin sonucuydu ve bu paniğin daha hızlı bir şekilde yayılmasına katkıda bulundu.
Ahlaki panik ‘LGBTİ+ propagandası’nı aileyi ortadan kaldırmaya dönük Batı kaynaklı bir emperyalist proje olarak sunarken, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınladığı hutbelerde defalarca LGBTİ+’ları hedef hâline getirmiştir. RTÜK, LGBTİ+ içerikli yayınlara para cezası ve yayın durdurma yaptırımları uygularken, Basın İlan Kurumu da ilan kesme cezaları vermiştir. Hükümet medyası bu kampanyanın yürütücülüğünü yapmıştır.
18 Eylül 2022’de İstanbul Saraçhane’de LGBTİ+’ları “aile değerlerinin korunması” etrafında hedef gösteren ilk Büyük Aile Mitingi yapılmış ve mitingin duyuruları televizyonlarda kamu spotu olarak yayınlanmıştır. Yaratılan moral panik, kavrama uygun olarak sadece bir “kampanya” ile sınırlı kalmamış aynı zamanda devletin merkezi politikasında yasal sonuçlar yaratmaya doğru yönelmiştir.
2024 yılında duyurulan “Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı” başlıklı belge kadınların ve LGBTİ+’ların yasal olarak sıkıştırılmaya çalıştıkları çerçeveyi göstermektedir. Planın önsözünde Recep Tayyip Erdoğan şu satırları yazmaktadır:
Son dönemlerde aile kurumu, küresel değişim ve dönüşümlerle birlikte toplumsal sorunların farklılaşmasıyla ciddi tehdit ve risklerle karşı karşıya kalmaktadır. Aile içerisindeki bağların zayıflaması, çocuk ve gençler başta olmak üzere tüm aile bireylerini tehdit eden zararlı akımların, insan fıtratına aykırı sapkın ideolojilerin artış göstermesi, insanları yalnızlaştıran bireyselleşmenin teşvik edilmesi gibi pek çok önemli faktör ailenin yapısını etkilemektedir. Aile kurumunu tehdit eden sorunların niteliğinin değişmesiyle ailelerimizin korunması ve güçlendirilmesinde hedeflerimize ulaşmak için tüm kurumların ve toplumun tüm kesimlerinin gayret ve çabası önem arz etmektedir.12
Raporda ikinci stratejik hedef “Aileyi tehdit eden şiddet, zararlı akımlar ve alışkanlıklarla mücadelenin güçlendirilmesi” başlığını taşımaktadır. Bu başlık altında üniversitelerden, Diyanet İşleri Bakanlığı’na ve tüm bakanlıklara uzanan yetkilendirmelerle yeni strateji planları oluşturulması öngörülmektedir. 2024-2028 yılları arasında tamamlanması beklenen hedeflerden 2.2. madde “Küresel cinsiyetsizleştirme projeleri ile mücadele konusunda standartları ortaya koyan bir strateji belgesi hazırlanacaktır” şeklindedir. “Küresel cinsiyetsizleştirme” tüm dünyada popülist sağın temel başlıklarından birini oluşturmaktadır. Raporda LGBTİ+ tanımına hiçbir şekilde yer verilmemekle beraber “cinsiyetsizleştirme” ve “sapkın akımlar” gibi sözlerin LGBTİ+’ları hedef aldığı açıktır.
Ahlaki panikler bazı zamanlarda sönümlenip gitse de bilinçli olarak kullanımı buradan bir yasal sonuç çıkarmaya dönüktür. Medya bu paniklerde kritik bir rol oynar ancak panik diğer kolektif kurumlarla birlikte yani devletin merkezi kontrol aygıtları olan polis ve mahkemeler ile birlikte ele alınmalıdır.13
LGBTİ+’ları hedef alan ve uzun vadeye yayılan ahlaki panik de son zamanlarda yasal bir biçime kavuşmaya başladı. Kaos GL’den Oğulcan Özgenç’in ulaştığı kanun teklifi “biyolojik cinsiyet” ifadesini Ceza Kanunu’na ekleyerek tüm LGBTİ+ varoluşunu yasaklamayı hedefliyor.14 Yasanın ayrıntılarını burada tartışmaya gerek yok, ancak yakın zamanda Hüda-Par tarafından meclise taşınan bu yasa teklifi LGBTİ+ örgütlerinin de çok yerinde olarak altını çizdikleri gibi hepimizi hedef alıyor. Toplumu yukarıdan aşağı bir ahlak dayatmasıyla şekillendirmeye çalışan bu yasaya karşı LGBTİ+’ların etrafında kenetlenmek bugün bütün muhaliflerin en önce de işçi sınıfının görevi.
Kimlik politikaları mı?
Solun, sağcı eleştirmenlerinin yanısıra solun kendi içinde de LGBTİ+’lar etrafında kenetlenmeyi veya sınıfı salt ekonomik bir kategori olarak öne çıkarmayan her tür politikayı kimlik politikası sayma yolunda bir eğilim var. Eğer kimlik politikasıyla bahsedilmeye çalışılan 1980’lerde her bir toplumsal grubu kendi içine kapatma eğilimindeki bir tür neoliberal kimlik politikasıysa buna tepki göstermek doğru olabilirdi ancak yaşanan bu değil. Bugün ABD’de sokağa çıkan Siyah Hayatlar Önemlidir (Black Lives Matter) hareketi de, dünyanın pek çok ülkesinde baskıya karşı varlık mücadelesi veren LGBTİ+ ve kadın hareketleri de böyle bir hatta sahip değil. Bilakis Türkiye’de Filistin’deki soykırım konusunda, Kürtlerin özgürlüğü konusunda, mültecilere dönük ırkçılığa karşı çıkmak konusundaki en net hareketler kadınların ve LGBTİ+’ların hareketleri. Pek çok sol-sosyalist örgüt bu konularda ayak sürürken bu hareketlerin önde gelen örgütleri bu konuları gerek sosyal medyada gerek sokakta açık açık işliyordu.
Üstelik böyle olmasaydı da işçi sınıfının bölünmüşlüğünü aşma, işçi sınıfının içindeki egemen fikirlerle mücadele etme iddiasındaki sosyalistlerin “kimlik” politikalarına sırt çevirme gibi bir lüksü yok. Bunun için sosyalist teori içinde muazzam araştırmalar yapmak da gerekmiyor:
Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suiistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci gerçek bir siyasal bilinç olamaz.15
Bolşevizmin önemli bir parçasını oluşturan bu sözleri Lenin, ekonomist bir sapmaya karşı verdiği mücadele söylüyordu. Ezme ve tahakküm biçimlerinin bu kadar çeşitlendiği ve egemen sınıfın bunları bir disiplin aracı olarak kullanmakta ustalaştığı böylesi bir dönemde Lenin belki o gün olduğundan daha da haklı.
Üstelik bu tartışmalar kimilerinin iddia ettiği gibi suni tartışmalar değil. Bir transın beden uyum süreci ameliyatına girmesinin engellenmesi, hormona ulaşımının engellenmesi; bir kadının “disiplin altına alınamadığı” için şiddete uğraması, öldürülmesi; bir göçmenin çalıştığı inşaatta yaralandıktan sonra kimliği olmadığı için yakılarak öldürülmesi; köpeklerin belediyeler eliyle toplanıp barınak adı verilen toplama kamplarında katledilmesi suni olamaz. Bunları suni tartışma olarak görmek maddi ezme-ezilme ilişkilerini reddetmek ve ezenin yanında tutum almak demektir.
Son zamanlarda Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına karşı protestolarda daha da açığa çıkan ancak sosyal medya üzerinden çok uzun zamandır örgütlenmekte olan bir aşırı sağ ile de karşı karşıyayız. Siyasi ifadesini çoğunlukla Zafer Partisi’nde bulan ancak bundan ibaret olmayan bir aşırı sağ bu. Tamamı AKP döneminde büyümüş; kadın, LGBTİ+, göçmen ve hayvan düşmanı; İttihatçılara sempati duyan bir tür yeni faşizm, AKP’nin kültürel alanının dışında gelişse de hem AKP’nin yarattığı umutsuzluk ve nefret ortamında gelişti hem de küresel yeni aşırı sağın “kültür savaşlarının” taşıyıcılığını üstlendi. Budunculardan incellere, kanzilerden alfalara uzanan bu yeni “kültür savaşçıları”na karşı bugünden mücadele etmek çok önemli. Bu kesimin incelenmesi ise başlı başına bir araştırmayı gerektiriyor.16
Kesin olan şu: Bugün iktidarda veya muhalefette kültür savaşı veren otoriter, aşırı sağ bir sınıf mücadelesi yürütüyor. Buna verilecek yanıt kültür savaşına karşı sınıf savaşı değil, işçi sınıfının sınıf savaşı olarak ezilenlerin etrafında verilecek olan kültür savaşıdır.
Kaynaklar:
- Aile Ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 2024, “Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı”, https://ulusaleylem.aile.gov.tr/media/m1garif1/ailenin-korunmasi-ve-gu-c-lendirilmesi-vizyon-belgesi-ve-eylem-plani.pdf
- Akça, İsmet, 2014, “Gezi ve Siyasal İktidar Üzerine Etkileri: Yaygın Hegemonyadan Sınırlı Hegemonyaya”. Bizim Bir Haziranımız: Haziran Ayaklanması Üzerine Notlar. Der. Engin Abat, Erdem Bulduruç, Fırat Korkmaz. Patika Kitap: İstanbul. s. 127-148.
- Ayan, Vahdet Mesut, 2019, AKP Devrinde Medya Alemi, Yordam: İstanbul.
- Cox, Judy, 2024, “Kültür savaşları: Marksist bir analiz”, Enternasyonal Sosyalizm, Sayı: 14. https://www.enternasyonalsosyalizm.org/kultur-savaslari-marksist-bir-analiz.html
- Diltemiz Mol, Merve, 2019, “Seçimlerin Bağlamı: 2002-2015”. Siyasette Dinselleşme, der. İnan Özdemir Taştan, İlkay Kara, Merve Diltemiz Mol. Vaaten Duaya Anayasadan Kuran’a: Siyasette Dinselleşme. Notabene: İstanbul. s. 31-62.
- Doğru, Havva Ezgi, 2015, “Kapitalist Modernitenin Kentsel Aklı: Toplu Konut İdaresi (TOKİ)”. Marka, Takva, Tuğra: AKP Döneminde Kültür ve Politika. Der. Kemal İnal, Nuray Sancar, Ulaş Başar Gezgin. Evrensel Basım Yayın: İstanbul. s. 149-153.
- Hall, Stuart vd., 1978, Policing the Crisis: Mugging, the State and Law and Order. MacMillan Press: Londra ve Basingstoke.
- Lenin, Vladimir, 2004, Ne Yapmalı?, çev. Muzaffer Erdost, Sol Yayınları: Ankara.
- Özgenç, Oğulcan, 2025, “LGBTİ+’lar, Medeni Kanun ve Ceza Kanunu’nda yapılması öngörülen değişikliklerle hedefte”, https://kaosgl.org/haber/lgbti-lar-medeni-kanun-ve-ceza-kanunu-nda-yapilmasi-ongorulen-degisikliklerle-hedefte
- Özinanır, Can Irmak, 2024, “Özgürlük Sokakta: Hayvanlar hariç değil!”, Enternasyonal Sosyalizm, Sayı: 14. https://www.enternasyonalsosyalizm.org/ozgurluk-sokakta-hayvanlar-haric-degil.html
- Şahin, Canan, 2023, “Trans hakları, Aşırı Sağ, Trans Dışlayıcı Radikal Feminizm ve Kapitalizm”, Enternasyonal Sosyalizm, Sayı: 12. https://www.enternasyonalsosyalizm.org/trans-haklari-asiri-sag-trans-dislayici-radikal-feminizm-ve-kapitalizm.html
- Tokdoğan, Nagehan, 2018, Yeni Osmanlıcılık: Hınç, Nostalji, Narsisizm. İletişim: İstanbul.
Dipnotlar:
- Cox, 2024.
- Ayan, 2019.
- Diltemiz Mol, 2019, s. 83.
- Hamilik rolüne uygun olarak Erdoğan’ın Mursi hükümetine karşı tavrı destekleyici fakat yukarıdandı. Yeni Osmanlıcılık, bu tür hareketlere kardeşlik değil de ağabeylik yapmayı içeren bir ideolojiydi. Bu dönemde politik olarak yeniden yapılanan Arap ülkelerine
AKP’nin önerdiği model Türkiye modeliydi: Dindar bir iktidar öncülüğünde laik bir devlet modeli. Hatta Erdoğan, Mısır ziyaretinde Mursi’ye yeni anayasanın laik olması yönünde akıl bile vermişti. - “Faiz lobisinin” yönlendirdiği söylenmiş, “çapulcular”, “ayyaşlar”, “teröristler”, “marjinal gruplar” gibi terimlerin tamamı Erdoğan tarafından kullanılmıştı.
- Akça, 2014, s. 143.
- Doğru, 2015, s. 152.
- Tokdoğan, 2018, s. 250.
- Şahin, 2023.
- Geçen sayıda sokakta yaşayan hayvanlar konusuna değindiğim için bu yazıda bu konuya girmeyeceğim ancak sokakta yaşayan hayvanlar özellikle de köpekler üzerinden yaratılan panik son dönemde AKP’nin kültür savaşlarının en önemli ayaklarından birini oluşturuyor.
- Özinanır, 2024.
- Aile Ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 2024, s. 3.
- Hall vd., 1978, s. 30.
- Özgenç, 2025.
- Lenin, 2004, s. 80.
- Kanziler, inceller gibi son dönemde popüler olan alt kültürler, genellikle sosyal medya üzerinden örgütlenen seküler, milliyetçi ve kadın düşmanı ekipler.