İşgal, Emperyalizm ve Sol Alternatif

Şenol Karakaş

 

Yine kanlı bir döneme yuvarlandık. Ukrayna haftalardır bombalanıyor. Bu dönemin mimarı, Rusya devlet başkanı, Putin’dir.

Putin, Soğuk Savaş’ın yenilen egemen sınıfının temsilcisi olarak, yeniden küresel bir oyun kurucu olduğunu kanıtlamak istiyor. Güç gösterisi yapmak için bulduğu zayıf halka Ukrayna oldu.

Ukrayna hava saldırılarıyla vuruluyor, hava indirme birlikleri şehir merkezlerine inip kritik noktaları ele geçirmeye çalışıyor. Karadan ve havadan süren bir işgal girişimiyle karşı karşıyayız. Öte yandan Rusya kuvvetleri operasyonlarında gelişigüzel saldırılar gerçekleştiriyor, uluslararası hukuku ihlal ediyor. İnsan hakları örgütleri, “araştırmamız Rusya kuvvetlerinin operasyonlarında gelişigüzel saldırılar gerçekleştirdiğini doğruluyor, uluslararası insancıl hukuk ve uluslararası insan hakları hukuku ihlallerine dair reddedilemez kanıtlar sunuyor”[1] şeklinde açıklamalar yapıyorlar. Bu henüz işgalin ikinci gününde yapılan bir açıklamaydı üstelik. Putin’in güçleri işgalin birinci haftasının sonunda Ukrayna’daki Zaporijya nükleer santraline de saldırdı.

Bunlar, Putin’e özür bulmak için yana yakıla olgu arayanları ikna edemiyor ne yazık ki. İşgalin 35. günü olduğunda yaklaşık 2 bin Ukraynalı sivil ölmüş, Birleşmiş Milletler verilerine göre 4 milyondan fazla Ukraynalı Rusya’nın işgali nedeniyle ülkelerinden kaçmıştı.[2]

Putin emperyalisttir

Putin savaş ve işgal politikalarıyla önce Avrupa’yı, ardından tüm bölgeyi ve dünyayı çok daha tehlikeli bir yer haline getirdi.

Özellikle Türkiye’de, Putin’in savaşından, Putin’den başka herkesi sorumlu tutan bir eğilim baş gösterdi. Giderek etkisini azaltsa da bir Putin özürcülüğü ile karşı karşıya kaldık ve bu özürcüler net bir şekilde saçmalık olan Avrasyacı tezleri savunanlardan ibaret değil. Birçok gerekçe öne sürüldü, Putin’in işgalini anlamlandırmak için. NATO, en başta gelen gerekçe oldu. İlerleyen bölümlerde değinmeye çalışacağım; NATO’nun ABD aparatı bir savaş ve işgal örgütü olarak Ukrayna’da Rusya’nın bağrına hançer batırdığını söyleyip, Putin’in işgal emrini makul göstermeye çalışanlar oldu. Birdenbire NATO’nun ne kadar çok katliam gerçekleştirdiğinin dökümleri paylaşılmaya, ABD başkanlarının kanlı sicili gündeme getirilmeye başlandı. NATO analizlerinin önemli olduğu, solun bu analizler sayesinde hem savaşın arka planını anlaması hem de ileride, NATO’nun Putin’i bahane ederek girişeceği saldırılara karşı bunun bir gereklilik olduğu, solun her iki yapıyı birden eleştirmesi gerektiğini söyleyenler oldu. Savaşın asıl sorumlusunun NATO olduğu iddiası da bunlara eklendi. Sık sık teorik bir analizin ışık tuttuğu olgular savaşa karşı alınması gereken güncel tutumlarla karıştırıldı. Erbil’den İspanya’ya kadar uluslar nerede bağımsızlık referandumu yapsa, nerede kendi kaderini belirlemek istese bu hakka karşı çıkan güçler, birden Ukrayna’da Rusların nüfus olarak ağırlıklı olduğu iki bölgede ayrılma hakkının tanınmasını istediler. Bildiğimiz gibi Ukrayna’nın bir yarımadası olan Kırım, 2014’te Rusya tarafından ilhak edilmişti. Donetsk ve Luhanks’ta Rusya yanlıları kendi bağımsızlıklarını ilan etmişti. Başlangıçta işgale hayır diyemeyen çeşitli sol çevreler, şimdi “işgale hayır” demelerinin karşılığını istiyorlar Ukrayna’dan: Bu şarta göre Ukrayna da hem ayrılma hakkını tanımalı hem de NATO’ya girmeyeceğini açıklamalı! Şart önerenlerin kendilerini küresel devletler başkanı olarak görmeleri bir yana, işgale uğrayan bir devlete şart koşmalarının arkasında da aslen NATO’nun yattığını görmek lazım. Asıl düşmanın NATO olduğunu düşünüyorlar.

Putin’in neden Lenin’i eleştirip Stalin’i sahiplendiğini ve üstelik bunu işgali başlattığı konuşmasında yaptığını düşünmeyenler sadece çağdaş Rusya’nın toplumsal yapısını kavramaktan uzak değiller, Ekim Devrimi sonrası Rusya’nın tarihini kavramaktan da çok uzaktalar. Kötü olduğunu düşündükleri her fikri liberal olmakla suçlayanlar, Putin’in şahsında bir anti liberal görüyorlar çok açık ki. Liberal NATO’ya karşı liberal olmayan Putin! Başlangıçta oldukça hoş bir ikilem gibi görünüyor. Liberalizm düşmanı olmak, liberal değerlere düşman olmak hiç kimseyi otomatikman sosyalist yapmıyor.

Çarlık dönemi Rus emperyalizmine özenen, Stalin dönemi Rus emperyalizminin tüm zorbalığını sahiplenilmesi gereken değerler olarak ele alan bir diktatörle karşı karşıyayız. Bunu kavramak için Stalinist rejimin doğası hakkında bazı noktaların altını çizmek önemli.

Putin’in Stalin’den övgüyle söz etmesi kendisi açısından son derece haklı bir tutum. Stalin iş birliği içinde olduğu devlet bürokrasisiyle birlikte sömürücü yeni bir sınıfın siyasal liderliğini yaparken, SSCB’yi Ruslaştırma sürecine giden yolun taşlarını döşemek için Çarlık Rusya’sının hatıralarını canlandırmaktan hiç çekinmedi. Oysa Lenin ve Ekim Devrimi öncesi Bolşevik liderlik açısından Rusya’nın emperyalist karakteri çok açıktı. Gerçekten de;

1914’te toprakları yeryüzünün yüzde 12,3’ünü kaplayan altı ‘büyük devlet’ (İngiltere, Rusya, Fransa, Almanya, ABD ve Japonya), yeryüzü topraklarının yüzde 18,5’ini kaplayan sömürgelere sahipti. Buna yeryüzünün Hollanda, Belçika vb küçük devletlerinin sömürgesi durumundaki yüzde 10.8’ini eklemek gerekir. Yerkürenin toplam yüzde 66,7’si, yani üçte ikisi, doğrudan ya da dolaylı olarak emperyalist devletlerin boyunduruğu altındaydı. Bu bağımlı ülkelerin nüfusu, yerkürenin toplam nüfusunun yüzde 56,1’ini oluşturmaktaydı.[3]

Rusya’yı, Avrupa’da gericiliğin kalesi olarak gören Marx ve Engels’in savunduğu tezlere hem bağlı olan hem de bu tezleri güçlendiren Bolşevikler açısından, Rus çarlığıyla hiçbir sempati kurulamazdı. Lenin, Marx ve Engels’in Rusya’nın baskı rejimine ve mutlakiyetçi rejimlere karşı mücadele eden ulusal isyanlara sempatiyle bakmalarını şöyle ele alıyordu:

O zaman Marx ve Engels Avrupa’daki ‘Rus ileri karakolları’ görevini gören ‘bütünü ile gerici uluslar’la ‘devrimci uluslar’ yani Almanlar, Polonyalılar ve Macarlar arasına açık ve kesin bir ayırım çizgisi çekmişlerdi. Bu ayırım bir gerçekti ve bu, o zaman karşı konulmaz bir gerçeklik olarak belirtilmişti: 1848’de başlıca düşmanları çarlık olan devrimci uluslar özgürlük için döğüşürlerken Çekler ve benzerleri gerçekte gerici uluslardı ve çarlığın ileri karakollarıydı.[4]

Bu, Rusya dünya savaşına atıldığında Rusya’da uzun yıllar antimilitarist mücadelenin propagandasında şekillenmiş işçi sınıfının saflarında savaş karşıtı duyguların ve kendi devletine karşı bir politikanın filizlenmesinin nedenini de açıklıyor. Kendi egemen sınıfının, sınırları içindeki tüm ulusları ezen bir devlet mekanizmasının savaşçı politikalarına karşı çıkmadan, savaşa karşı tutarlı bir mücadele örgütlemenin mümkün olmadığını biliyoruz. Yüzyılın başında tek emperyal gücün İngiltere olduğunu iddia etmek gibi bir şey, bugün Rusya’yı emperyalist hiyerarşinin belli başlı devletlerinin dışında görmek. Putin, şöyle bir Rusya’yı özlüyor:

Tek emperyal güç Britanya değildi. Fransa da dünyanın hemen hemen aynı büyüklükte bir kısmını kontrol ediyordu; Hollanda’nın elinde şimdi Endonezya dediğimiz dev adalar denizi vardı; Belçika merkezî Afrika’nın önemli bir kesimini elinde bulunduruyordu ve de çar, asıl Rusya’nın doğusunda, batısında ve güneyinde ta Hindistan sınırına ve Pasifik’teki Vladivostok limanına kadar büyük bir araziye sahipti.[5]

Çarlık aygıtı, hükmettiği tüm alanlarda, diğer emperyalist ülkeler gibi halkları ezmekte, yoksulların üzerinden silindir gibi geçmekte oldukça mahirdi. Bu yayılmacı devlet geleneğine sahip çıkanların Bolşeviklerden nefret etmesi, Bolşevik nefretini bir Bolşevikmiş gibi manevra yaparak kusan Stalin’in arkasına sığınması normal. Putin’in Stalin’i öven ama Lenin’i kötüleyen konuşması da bu yüzden anlaşılır. Anlaşılır olmayan, Putin’i bugün sol adına mazur göstermeye çalışmaktır.

Birinci Dünya Savaşı tüm dünyada egemen ulus milliyetçiliklerinin patlamasına yol açmışken, Avrupa’da bir avuç Marksist savaşa karşı çıkmayı başarabilmişlerdi. O günlerde dünyanın tüm sosyalistlere ilham veren partisi SPD (Alman Sosyal Demokrat Partisi), savaştan çok kısa süre önce savaşa karşı çok net ve doğru bir politika öneriyordu: “Sınıf bilinçli Alman proletaryası…savaş çığırtkanlıklarının canice düzenbazlıklarına karşı alev alev yanan bir protesto ateşini yükseltmekte…Avusturya yönetici kliğinin iktidar açlığına, emperyalist soygunculara Alman askerlerinin kanının tek bir damlası bile feda edilmemelidir.”[6]

Fakat Almanya’nın savaşa dahil olması kesinleşince, dünya sosyalist hareketinin merkezindeki örgüt savaşa karşı tutum konusunda, açıkça, “dediklerime bakmayın siz” diyerek egemen sınıf milliyetçiliğinin yanında tutum almıştı.

Parti önderlerinden Ludwig Frank, savaş sonrasında önemli reformlar için burjuvaziyle masaya oturmayı sağlayacak meşruiyeti sağlama kaygısıyla işçi sınıfının savaşa katılmasını savundu ve kendisi de gönüllü yazıldı. Reichstag’ın toplantıya çağrıldığı günden bir gün önce, 3 Ağustos’ta, toplanan sosyal demokrat grup, hükümetin talep ettiği savaş ödeneklerine olumlu oy vermeyi, aralarında Karl Liebknecht’in de bulunduğu 14 milletvekilinin muhalefetine karşın, 78 oyla kararlaştırdı. Karara muhalif kalan sosyal demokrat parlamenterlerin de grup disiplinine uymasıyla, 4 Ağustos 1914 günü yapılan oylamada SPD, kendi burjuva devletinin emperyalist savaşına oy birliğiyle arka çıkmış oldu. 4 Ağustos’u izleyen birkaç günde Avusturya, Fransa, Belçika ve İngiltere sosyal demokrasileri, birbiri ardınca ‘kendi’ ülkelerinin savaşını ‘ulusal savunma’nın meşruluğu adına desteklediler.[7]

En keskin formülasyonu Lenin tarafından yapılan savaşa karşı Marksist strateji[8] böylesi bir kâbus ortamında sosyalistler arasında azınlık bile denemeyecek kadar küçük bir devrimciler grubu tarafından savruluyordu. Liebknecht’in on yıllardır tüm gerçek savaş karşıtlarının hafızasına kazınan “esas düşman içeridedir” cümlesinde ifade olunan bu politika, kısa sürede dünya savaşının, yıkıcılığına karşı insanlığı uyaran sosyalistlerin düşüncelerinin de ötesine geçen ölümcül etkisine tepkisi artan milyonlarca insanın eğilimlerinin bir ifadesi olacaktı.

Emperyalist savaş toplumsal devrim çağını başlatıyor. Son zamanların tüm nesnel koşulları, proletaryanın devrimci kitle mücadelesini gündeme getirmiş bulunuyor. Sosyalistlerin görevi, işçi sınıfının yasal mücadelesinin her aracından yararlanırken bu araçlardan her birini bu acil ve en önemli amaca tabi kılmak, işçilerin devrimci bilincini geliştirmek, onları uluslararası devrimci mücadele etrafında toplamak, her devrimci eylemi desteklemek ve teşvik etmek, kapitalist sınıfın mülksüzleştirilmesini, siyasi iktidarın proletarya tarafından fethedilmesini ve sosyalizmin gerçekleştirilmesini sağlamak üzere, halklar arasındaki emperyalist savaşı ezilen sınıfların kendilerini ezenlere karşı yürüttükleri bir iç savaşa dönüştürmek için mümkün olan her şeyi yapmaktır (…) Savaş, tüm ileri ülkelerde sosyalist devrim sloganını gündeme getirmiştir. Bugünkü emperyalist savaşın bir iç savaşa dönüştürülmesi doğru olan yegâne proleter slogandır.[9]

1917 yılının Şubat ayında Rusya’da işçi sınıfının öncülüğünde ezilenler o savaşı bir iç savaşa çevirdiler ve sosyal bir patlamayla çarlığı beş günlük bir mücadeleyle tuzla buz ettiler. Ekim ayında, işçi sınıfının kararlı çoğunluğunu sağlayan Bolşevik Partisi’nin işçi iktidarları temsili çoğunluğu sağlayınca Ekim Devrimi gerçekleşti ve işçi sınıfı kendi iktidarını kurdu. Ekim Devrimi ve Almanya’da karmaşık siyasal aşamalar izleyen devrim, savaşın sonunu getirdi. I. Dünya Savaşı’nı bitiren, çarlığı devirmekle yetinmeyip Rusya’da burjuvaziye de geçit vermeyen işçi sınıfı ve köylülüğün eylemi oldu.

Ekim Devrimi emperyalizmin merkez üslerinden Rusya’yı tüm dünya ezilenlerine ilham veren sosyalizm mücadelesinin merkez üssüne dönüştürdü. Fakat Avrupa devrimci dalgasının geri çekilmesi ve yenilmesi, İtalya’da faşizmin iktidarına Rusya’da ise işçi iktidarının izole olmasına neden oldu. İşçi iktidarı kaçınılmaz bir şekilde Bolşevik diktatörlüğüne dönüştü.[10]

Chris Harman’ın dediği gibi;

1928’e gelindiğinde Rusya’da iktidarın yeni bir sınıf tarafından ele geçirildiği kuşku götürmez. Bu yeni sınıf, iktidarı kazanmak için işçilerle doğrudan bir askeri çatışmaya girmek zorunda kalmamıştı, çünkü doğrudan işçi iktidarı 1918’den beri zaten yoktu. Öte yandan, yapmak zorunda kaldığı şey ise, parti içinde sosyalist geleneklerle az bile olsa bağı kalmış olanları temizlemek oldu. Daha sonraları, ister Berlin’de ister Budapeşte’de, ister Rusya’da (örneğin 1962’de Novo Cherkassk’da) olsun, tekrardan canlanan bir işçi sınıfıyla karşı karşıya kaldığında ise, bu kez 1928’de kullanmadığı tankları da kullanmakta tereddüt etmedi.[11]

Lenin, ölmeden önce son mücadelesini Stalin’de kristalize olan bu bürokrasiye karşı vermişti. Putin, sadece bir emperyalist değildir bu açıdan bakılınca; Lenin’in son mücadelesini verdiği Rus bürokrasisinin tüm milliyetçiliğinin taşıyıcısıdır da.

Putin Rus şovenistidir

Putin, Ukrayna’yı elleri kanlı olmakla suçladı. Elleri kanlı bir siyasinin başkalarını elleri kanlı diye mahkûm etmesini inandırıcı bulanlara şunu hatırlatmak bir zorunluluktur: Putin savaş ilanı olan konuşmasında ulusların kendi kaderlerini belirlemesine, halkların demokratik tercihlerine karşı apaçık bir Rus milliyetçiliğini, Rusya’da sosyalistlerin büyük Rus şovenizmi dedikleri fikirleri savunmuştur.

Rus şovenizmi, Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren ve on binlerce insanı kapsayan öncü işçiler ağının en çok mücadele ettiği egemen sınıf fikriydi. Devrimden bir buçuk yıl sonra Lenin, Mart 1919’da Petersburg Sovyetinde yaptığı konuşmada, işçi devriminin ardından bürokrasinin nasıl bir siyasi bela olduğunu ve işçi devletinde başlayan çürümenin asli unsuru olduğunu, “…Eski bürokratları dışarı attık, fakat geri geldiler… Yakalarında kırmızı kurdeleler taşıyorlar ve sıcak köşelere yerleşiyorlar. Ne yapabiliriz? Bu pisliğe karşı tekrar tekrar mücadele etmeliyiz, eğer bu pislik geri gelirse onu tekrar tekrar temizlemeliyiz”[12] sözleriyle vurguluyordu. Üç sene sonra çok daha net bir şekilde Komintern’in 4. Kongresi’nde hayatının son konuşmasında şu noktanın altını özellikle çizmişti:

Biz eski devlet mekanizmasını devraldık, bu bizim talihsizliğimizdir. Sık sık bu mekanizma bize karşı çalışmaktadır. 1917’de iktidarı aldığımızda hükümet memurları bizi sabote ettiler. Bu bizi çok ürküttü ve ‘lütfen geri gelin’ diye yakardık. Hepsi geri geldi, fakat bu da bizim talihsizliğimizdi. Şimdi koskoca bir devlet çalışanları ordumuz var, fakat üzerlerinde kontrolü oluşturacak eğitilmiş güçler yok. Pratikte tepede biz politik iktidarı kullanırken mekanizma nasılsa işliyor; fakat aşağıda hükümet memurları tamamen keyfi bir kontrole sahipler ve sık sık kontrollerini bizim tedbirlerimize karşı kullanıyorlar. Yukarıda, ne kadar olduğunu bilmiyorum, fakat her hâlükârda, sanırım bir kaç bin, dışarıda ise birkaç on bin kendi insanımız var. Aşağıda ise, bazen bilerek ve bazen bilmeden bizim aleyhimize çalışan Çardan ve burjuva toplumundan aldığımız yüzbinlerce eski memur var.[13]

Bu eski memurlar, “yeni” memurlarla çok hızla bütünleştiler. Lenin son konuşmasından önce bir devrim sonrası yenilenmiş bir şekilde hortlayan Rus şovenizmine dikkatini “Gürcistan olayı”yla yoğunlaştırır. İç savaştan sonra bağımsızlığını ilan eden ve Ulusal Meclis seçimlerinde Menşeviklerin 130 sandalyenin 105’ini kazandığı Gürcistan, 1921 yılında Kızıl Ordu tarafından işgal edildi. Bir toplantıda çıkan bir tartışmanın ardından Bolşevik Ordhonikidze’nin Gürcistan’da[14] partinin merkez komitesinden bir üyeyi tokatlaması üzerine Lenin, Kamanev’e şöyle yazmıştı; “…egemen ulus şovenizmine karşı ölümüne bir savaş açıyorum. Hastalığımdan kurtulur kurtulmaz onu bütün sağlıklı dişlerimle yiyeceğim.”[15]

Lenin’in bu son mücadelesi, aslen, bürokrasiye ve Rus milliyetçiliğine karşı zehir zemberek suçlamalarla dolu çok sert bir mücadeledir. Bir birleşik devlet aygıtı fikrinin Sovyet yağına bulanmış Rus devlet aygıtından geldiğini ve “birlikten çekilme özgürlüğü(-nün), Rus olmayanları, özünde, tipik Rus bürokratındaki gibi bir alçak ve bir zorba olan Rus asıllı olanın, yani, Büyük Rus şovenistinin saldırısından koruyamayacağını”[16] vurgulayan Lenin, devamında Rus olmayanları korumak gereken Rus zorbalığının merkezinde duran ismin Stalin olduğunu ima eder. Stalin’in parti genel sekreterliğinden alınması, Lenin’in ilerleyen dönemde dile getireceği ama hayata geçiremediği önerileri arasındadır.

Mart ayının başında Ukrayna’nın işgalinin devam edeceğini ilan ettiği konuşmasında Putin’in, “Ukraynalı tek bir ulus olduğunu kabul etmiyorum” derken, nasıl bir geleneğe yaslandığı çok net görülüyor.[17] Daha önce, Ukrayna işgalini başlattığını ilan eden konuşmasında ise tam da Lenin ve Stalin arasındaki ayrımların altını çizerek Stalin’e duyduğu derin bağlılığı göstermişti:

Ukrayna’nın tamamen Rusya tarafından, hatta Bolşevik, Komünist Rusya tarafından kurulduğu gerçeğinden başlıyorum. Bu süreç, 1917 devriminden hemen sonra başladı. Lenin ve arkadaşları bunu Rusya’nın kendisine karşı çok kaba bir şekilde, kendi tarihsel topraklarının bir kısmını ayırarak, ondan kopararak yaptılar. Elbette kimse orada yaşayan milyonlarca insana bir şey sormadı (…) 1922’de Bolşeviklerin Rusya Komünist Partisi Merkez Komitesi Genel Sekreterliği ve Ulusal İşler Halk Komiserliği görevlerini üstlenen Stalin, özerklik ilkeleri üzerine bir ülke inşa etmeyi önerdi, yani, cumhuriyetlere, gelecekteki idari, bölgesel birimlere, tek bir devlete katılmalarıyla geniş yetkiler vermeyi önerdi. Lenin bu planı eleştirdi ve daha sonra ‘bağımsızlar’ olarak adlandırdığı milliyetçilere taviz vermeyi teklif etti.[18]

“Rusya ve halklarının tarihsel kaderi açısından, devlet inşasının Leninist ilkelerinin sadece bir hata olmadığı, bir hatadan çok daha kötü olduğu ortaya çıktı” diyerek devam eden Putin, “Aslında Stalin, pratikte Lenin’in değil, kendi devlet yapısı fikirlerini tam olarak uyguladı. Ancak ilgili değişiklikleri sistemi oluşturan belgelere, ülkenin anayasasına sokmadı”[19] diyerek, özellikle Troçkist geleneğin “Lenin’in son mücadelesi” analizlerini doğruluyor.

Putin’in bu konuşması ilginçti, zira bir ülkenin işgalini gerekçelendirmek için Lenin’in önerdiği “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesinin onlarca halkın ilhakı üzerinden yükselen çarlık Rusya’sı ve ardından Stalin dönemi rejimini ne kadar benimsemiş olduğunu gösteriyor. Ukrayna’nın “uydurulmuş bir hal” olduğunu, Ukrayna’yı işgal etmek için kanıtlamak üzere Lenin’in devrimci tezlerine saldırıyor. Çarlık’tan Stalin’e, Stalin’den Putin’e kaba Rus şovenizmi geleneği devam ediyor.

Ukrayna’nın işgal edilmesini Putin’in gerekçelendirdiği gibi gerekçelendirenler, Lenin’in emperyalizm teorisine yaptığı katkının, sadece kapitalizmin bu aşamasının teorik analizinden ibaret olmadığını, ama aynı zamanda işçi sınıfı ve tüm dünyanın ezilen halkları açısından sunduğu perspektifle benzersiz olduğunu bilmezden geliyorlar. Lenin emperyalizmi incelediği kitabında “Emperyalizmin kendine özgü siyasi özellikleri şunlardır: mali oligarşinin baskısı ve serbest rekabetin ortadan kaldırılması yüzünden her planda gericilik ve artan ulusal baskı”[20] diyor. Bu yüzden Çarlık gibi başka ulusların ezilmesini kendi asli varlık koşulu haline getirmiş bir imparatorlukta mücadelede ederken de, iktidarı eline alan işçi sınıfının en üst düzeyde temsilcisiyken de ezilen ulusların özgürlük mücadelesine özel bir önem veriyordu:

Ulusal sorun konusundaki yazılarımda milliyetçilik sorununun genel olarak soyut bir sunum içinde aktarılmasının hiçbir işe yaramayacağını belirtmiştim. Bir ezen ulusun milliyetçiliği ile bir ezilen ulusun milliyetçiliği, büyük ulus ve küçük ulus milliyetçiliği arasında mutlak bir ayırım yapılmalıdır (…) bu nedenle (yalnızca şiddetleri ve zorbalıkları büyükse de) büyük ulus denenler ya da ezenler tarafında enternasyonalizm, yalnızca ulusların biçimsel eşitliğinin gözetilmesi değil, aynı zamanda gerçek hayatta zaten var olan eşitsizliğin, ezen, büyük ulusun aleyhine çevrilmesi olarak anlaşılmalıdır. Bunu anlamayan, ulusal soruna karşı gerçek proleter tavrını da kavramamış demektir; bu bakış açısıyla henüz küçük burjuvadır ve dolayısıyla burjuva bakış açısına inmesi kaçınılmazdır.

Proleter için önemli olan nedir? Proleter için önemli olması bir yana kesinlikle zorunlu olan, Rus olmayanların proleter sınıf mücadelesine olabilecek en büyük güveni duyduklarından emin olmasıdır. Bunu sağlayacak olan nedir? Yalnızca biçimsel eşitlik değil. Şu, ya da bu şekilde; ya kişisel tutumla, ya da ödünlerle (ayrıcalıklarla), Rus olmayanlara, geçmişte egemen ulusun hükümetince gösterilen güvensizlik, yapılan hakaretler ve duyulan kuşkunun bedelinin ödenmesi zorunludur.[21]

Kuşkusuz mücadele ettikleri ülkede ezilen bir halkın kendi kaderine tayin hakkına burun kıvıran sosyal şovenistlerin, hatta başka ülkelerde yaşanan bağımsızlık referandumuna karşı çıkmayı solculuğun şanından sanacak kadar emperyalizm ve ulusal sorun konusunda sınıfta defalarca çakmış olanların[22] Lenin’deki bu incelikli yaklaşımı kavraması mümkün değildir. Lenin’in ulusal soruna incelikli devrimci yaklaşımını kavrayan Putin oldu. Putin’in sosyal şovenizmini, Ukrayna halkıyla dayanışanlara “liberal” gibi sözcükleri savurarak kabullenenler ise Türk usulü sosyal şovenistler oldu. Sanıldığının aksine, stalinizmle leninizm arasında hiçbir bağlantı, devamlılık olmadığı için, Joseph Stalin, çok rahat bir şekilde Çarlık Rusya’sına öykünebilmişti. 1917 Ekim Devrimi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusunda net bir prensibe sahipti. Halkların özyönetime dayalı, aşağıdan yukarı örgütlenmiş demokratik ve merkezi bir birleşik siyasi organizasyonda bir araya gelmesi için temel şart, ezilen durumundaki halkların ayrılma hakkı dahil kendi kaderini tayin hakkının tanınmış olmasıdır. Bolşeviklerin savunduğu ve ezilen halklara güven vermenin icat edilebilmiş tek olmazsa olmaz koşulu olan bu prensibin olmadığı bir siyasal rejimde gönüllü birlikteliklerden değil ilhaktan, işgalden, ezen ülkenin süreklileştirilmiş egemenliğinden söz edilebilir.

Bürokratik devlet kapitalizmi ya da emperyalizmde devamlılık

1917 devriminden önce tüm Çarlık karşıtı devrimciler emperyalist Çarlık rejimini bir “Halklar hapishanesi” olmakla suçlarken, Stalin döneminde Çarlık rejimine öykünen şöyle yazılar yazılabilmekteydi: “Rusya tarafından ilhak edilmek, toplumsal iktisadi ve kültürel gelişmenin tek yoluydu ve aynı zamanda Kafkasya ve Transkafkasya halklarının milli varlığının selameti demekti… Rusya tarafından ilhak edilmek kendilerini kurtarmanın, eski kültürlerini korumanın ve ekonomik ve kültürel olarak gelişmenin tek yoluydu.”[23]

Oysa Lenin ve çağdaşları, bırakalım çarlığa özenmeyi, bu rejimi düpedüz emperyalist olarak tanımlamaktaydılar ve Lenin’in benzersiz “emperyalist savaşı bir iç savaşa çevirme” stratejisi, çarlık rejiminin devrilmesini merkezine alıyordu:

Eğer, Lenin’in açıkladığı gibi, genç kapitalizmin tipik özelliği pazar aramak iken, emperyalizmin tipik özelliği sermaye ihracı için alanlar aramak ise, Çarlık Rusyası’nı emperyalist olarak adlandırmak yanlış gibi görünmektedir. Fakat, Lenin ve Troçki dahil tüm Marksistler, Rusya’yı emperyalist olarak adlandırmışlardır ve bunda haklıdırlar. Çünkü, dünya ekonomisi bağlamında ve Çarlık Rusya’sı ile gelişmiş ülkeler arasında hüküm süren ilişkiler bağlamında (ki bunlar tanımın temel taşlarıdır), Çarlık Rusya’sı Leninist anlamda emperyalist bir ülkeydi.[24]

Putin’de liberalizme karşı ilericilik görenler ya da NATO nedeniyle bu diktatörü mazur gösterenlerin asla anlayamayacağı bir gerçek vardır ki Lenin diğer emperyalist ülkelerin varlığını, Rusya’nın emperyalist karakterini arkasına gizleyecek bir kalkan olarak kullanmamıştır.

Fakat stalinist karşı devrimle birlikte Rusya’da inşa edilen sistem işgalci bir emperyalizmdir. Putin’i olduğu gibi, yani eli kanlı bir emperyalist olarak görmenin önünde iki engel var bazıları için: Birisi, Rusya’nın bugün emperyalist olduğunun kavranmaması, diğeri ise Rusya’nın 1920’lerin sonundan itibaren kapitalist olduğunun ve bu kapitalizmin I. Dünya Savaşı’yla birlikte milyonlarca insanı yutan emperyalist bir sistem olduğunun kavranmaması. Bu ikisi kavranamadığında hem tarihin önemli diktatörlerinden birisinin hem de bugünün önemli nobran tek adam iktidarlarının kurucularından birisinin suretinde “ilerici” bazı nosyonlar yakalamaya çalışmak kaçınılmaz oluyor.

Oysa 1930’lar Rusya’sında Harman’ın, “bürokrasi ‘üretim sürecindeki rolünden’ dolayı ‘toplumsal artığı denetliyorsa’, o zaman ‘rolü’ onu doğrudan üreticileri sömürme konuma sokuyor demektir. Ve doğrudan üreticileri sömüren bir ‘grup’, tanım gereği, sömürücü bir sınıftır”[25] diyerek tanımladığı bürokrasi 1930’lu yıllar boyunca sanayileşme ve kolektif tarım sürecini bizzat yönetti.

Nazilerin yükselişinin de işaret ettiği gibi, devletin ekonomi üzerindeki doğrudan denetiminin artması sürecinin en aşırılaştırılmış örneği stalinist devlet örgütlenmesi oldu. Sermayeler arası rekabet, devletin bu sermayelerin kontrolü üzerindeki tekeli hâlini alarak yoğunlaştıkça uluslararası arenada devletler arası rekabete dönüştü. İç rekabetin sıfıra yaklaşmasıyla yerini dış rekabete bırakması da Stalinist rejimlerde ekonominin devlet elinde yoğunlaşması açısından zirveyi teşkil etti. Cliff, Stalin Rusya’sından sonra Japonya’nın en yüksek sermaye merkezileşmesine ulaştığını yazıyordu: “Tahminlere göre, “Dört Büyük” zaibatsu (tekelci aile şirketleri) Japonya’daki bütün anonim şirketlerdeki sermaye yatırımının yüzde 60’ını kontrol ediyordu ve yalnızca Mitsui, toplamın yüzde 25’ini elinde tutuyordu.”[26]

Stalinist bürokrasiyi Çarlık Rusya’sının emperyalist geleneğini sürdürmeye itekleyen neden, “ezilen ulusların ülkelerinde sanayiler geliştirmeye ve madalyonun diğer yüzünde de, eline geçirebildiği tüm sermayeyi yağmalamaya sevk eden”[27] göreli gerilik, yani Batı’nın ekonomik olarak ileride olan güçleriyle farkı kapatma zorunluluğundan doğuyor.

Bu yüzden, Stalinist rejimlerin emperyalist karakterini anlamak için, “dünyanın geri kalanından hiçbir zaman yalıtık olmadığını”[28] görmek bir zorunluluk. II. Dünya Savaşı bittiğinde Rusya kelimenin tam anlamıyla Doğu Avrupa’yı yuttu. Polonya, Çekoslovakya, Romanya, Macaristan, Bulgaristan, Ukrayna, Litvanya, Estonya gibi ülkeler Rusya’nın uyduları haline geldiler.[29] Doğu Avrupa ülkelerinin ezici çoğunluğu savaş sırasında Nazi Almanya’sının savaştan sonra ise Stalinist Rusya’nın uyduları haline geldiler ve bu dev devlet kapitalizmi rejimlerinin sömürgesi olmak aynı zamanda savaş ekonomisinin bir parçası olmak anlamına geliyordu. Rusya, savaşın galibi olarak, Doğu Bloku ülkelerini sömürgeleştirirken, dünya ise savaşın ardından hızla “süper güç emperyalizmi” evresine geçiyordu.

Ama buna geçmeden önce, 1956 yılında Macaristan’a bakmak da gerekir, nitekim Putin’in Ukrayna işgali tartışmaları açısından önemlidir.

Macaristan’dan Afganistan’a isyanlar ve işgaller

İkinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Yalta Konferansı, Rusya, ABD ve İngiltere devlet başkanlarını bir araya getirdi. Stalin, Churchill ve Roosevelt savaşın ardından dünyayı aralarında nasıl paylaşacaklarını planladılar. Net bir şekilde Batı, ABD ve İngiltere’nin, Doğu ise Rusya’nın denetimi altında kalacaktı. Bu anlaşma, bu üç devlet başkanının aralarında paylaştıkları ülkelerin halklarına, yöneticilerine, sözcülerine sorulmadan yapılan bir emperyalist bölüşümdü. Rusya’nın süper güç emperyalizmi hikâyesi Yalta Konferansı’nın ardından başladı diyebiliriz. Rusya, payına düşen bu ülkelere kendi hegemonyasını dayattı, bu ülkeleri öylesine kendisine bağımlı kıldı ki Doğu Bloku ülkeleri Rusya’da uygulanan ekonomik modelin aynısını, Rusya’nın ihtiyaçlarına ve büyüme temposuna göre uyarlamak zorunda kaldılar. Ticaretteki eşitsizlik ve özellikle savaş tazminatları, bu ülkeleri Rusya karşısında çaresiz bıraktı. Nazilerle işbirliği yapan ülkeler Rusya’ya sonu gelmez ağır tazminatlar ödemeye mahkûm olurken, “Romanya, Macaristan ve Bulgaristan’da, Rusya’nın yüzde 50’sine sahip olduğu ve gerçekte tamamen onların kontrolü altında olan karma şirketler vardır.”[30]

Bir diğer yöntem, var olan ulusların var olmadığını ilan etmekti:

17 Ekim 1945 tarihli Pravda, yaklaşan seçimler için seçim bölgelerinin bir listesini verdiği zaman, bir dizi cumhuriyetin ortadan kaybolduğu, kesin fesih tarihleri asla bilinmemekle birlikte, ortaya çıktı: Kırım-Tatar, Kalmuk ve Çeçen-İnguş Cumhuriyetleri ve Özerk Karaçay bölgesi ilga edilmiş ve Rus olmayan halklar sürülmüştü. Kabarda-Balkar Özerk Cumhuriyeti, Balkarlar’ın sürülmesinden sonra, Kabarda Cumhuriyeti haline geldi. Ukrayna’da, hükümet başkanı Kruşçev, Ukrayna Partisi’nin önde gelenlerinin yarısının son on sekiz ay içinde partiden atıldıklarını, Ağustos 1946’da duyuruyordu.[31]

1930’larda başlayan, Rusya sınırları içerisinde görülen ulusların siyasi temsilcilerinin temizliği II. Dünya Savaşı’ndan sonra gelişen emperyalist paylaşım sürecinin kopmaz bir parçası olarak işledi. 1956 yılında Macaristan’daki isyan, bu politikalara bir tepkiydi. 1956’da Macaristan’dan önce 1948’de Yugoslavya’da Rusya’ya bağımlı olmaya karşı Tito önderliğindeki isyan, 1953 yılında Doğu Berlin’deki işçi ayaklanması deneyimleri de var. Ama 1956 yılında yaşanan Macar ayaklanması bir devrime dönüşerek Rusya’nın emperyalist niteliğini gözler önüne serdi.

Macaristan’da açlığa ve yoksulluğa karşı çıkanlar çeşitli tartışma gruplarında örgütleniyorlardı ve Polonya’da başlayan direnişle dayanışmak için tartışmalara başlamışlardı. Öğrencilerin gösterileri başladı, işçiler bu gösterileri destekleyen eylemler örgütlediler. Fabrikalarda yaygın iş bırakmalar yaşandı. Gösteriler daha da büyüdü.

23 Ekim 1956’da Budapeşte’de düzenlenen dev bir gösteride özel polis kuvvetlerinin kalabalığa ateş açması sonucunda hükümet düştü, çok partili sistem ilan edildi ve Sovyet birlikleri geri çekildi. İktidar proletaryanın, eylem içinde hızla oluşan işçi konseylerinin elindeydi. Ancak hareketin odaklandığı alan siyasi özgürlük, çoğulculuk, ifade özgürlüğü ve yeni bir anayasal cumhuriyetti.[32]

Hareketi tetikleyen öfke, özellikle öğrenciler arasındaki mücadelede öne çıkan Sovyet askerlerinin Macaristan’ı terk etmesi talebinde olduğu gibi antiemperyalist bir öze de sahipti. İşçilerin taban demokrasisi için hareketiyle öğrencilerin militan mücadelesinin birleşmesiyle oluşan yaklaşık 300 bin kişilik gösterinin dağılacağı sırada Komünist Partisi genel sekreterinin göstericileri hiçbir şekilde ciddiye almadığını gösterdiği konuşması ve göstericilerin üzerine ateş açılması bardağı taşırdı ve “Budapeşte’nin sanayi bölgelerindeki işçiler, silah fabrikalarına ve kışlalara girerek silah ele geçirdiler ve kamyonlarla radyo binasının önüne gelerek mücadeleye atıldılar. Göstericiler 24 Ekim sabahı parti gazetesinin bürolarını işgal ettiler. Aynı anda Sovyet birlikleri Budapeşte’ye girerek ayaklanan halka (…) karşı silahlı saldırıyı başlattı.”[33] Macar ordusundan askerlerin bir kesimi göstericilere katılsa da Rusya’nın ordu gücü karşısında etkisiz kalan direniş, ağır kayıplar vererek yenildi. 4 Kasım günü Rusya, Macaristan’a askeri müdahalede bulundu. Binlerce asker ve tank, Macaristan’a girdi. Daha önce Macaristan’da yerleşmiş olan Rus ordu birliklerine artık güvenilmiyordu, çünkü Macar devriminin etkisi altına girmişlerdi.[34] Macar ayaklanmasında 30 ila 50 bin arasında Macar direnişçinin öldürüldüğü tahmin ediliyor.

SSCB’nin emperyalist, işgalci niteliğini gösteren işgal silsilesi, 1979 yılında Afganistan’ın işgaline kadar devam etti. Bu işgaller zinciri, emperyalist ABD ile girdiği güç yarışında kaçınılmaz bir jeostratejik hamle olmanın yanı sıra, ekonomik rekabette pozisyonunu korumak için etki alanını genişletme çabasının bir yansımasıydı.

Fakat 1980’lere gelindiğinde, emperyalist güç savaşının Rusya tarafında işlerin hiç de iyi gitmediği ortaya çıkacaktı.

Antifaşist Putin özürcülüğü

Putin’in Ukrayna’daki Neonazilerin etkilediği rejime karşı olduğunu ve bazı faşist saldırılardan sorumlu olan paramiliter çeteleri çökertmek istediği “iddiası” önemli. Putin bunu hem işgal kararını açıkladığı konuşmasında, hem 3 Mart’ta Fransa devlet başkanı Macron’la yaptığı uzun konuşmadan sonra, hem de Ukrayna heyetiyle Rusya heyetinin ilk uzlaşma görüşmelerinden hemen sonra, tüm dünya dikkatle ne diyeceğini beklerken açıkladı. “Operasyonlarımız devam ediyor, askerlerimiz kendini feda ediyor. Neonazilere karşı savaşıyoruz”[35] diyordu.

Ukrayna’da faşizmin etki alanı hakkında, Enternasyonal Sosyalizm’in elinizde tuttuğunuz bu sayısında hemen sonraki yazıda daha kapsamlı açıklamalar da mevcuttur. Burada sadece birkaç noktaya değinmeye çalışacağım.

Dünyadaki faşizm mücadelesinin Putin’e kaldığına inananların olması müthiş. Bu, mezbaha patronlarının hayvan katliamına karşı mücadelesi kadar, Shell’in fosil yakıtlara karşı olduğunu anlatan reklamlar kadar inandırıcıdır. Ne yazık ki Türkiye’de böyleleri mevcut. Putin’in faşizme karşı mücadele edemeyeceğini, kendisinin de apaçık bir diktatörlük inşa eden bir figür olduğunu söyleyenlerin liberal olmakla suçlanmasının üzerinde durmaya ise değmez.

İşgalin başlarında, Ukrayna’da faşizm meselesi hakkında iki önemli makale yayımlandı. Bu makalelerden ikincisi, Karel Valansi’nin kaleme aldığı “Putin´in neo-Nazi iddiası üzerine” başlıklı yazıydı[36], sol kamuoyunun bir kesiminin keyifle peşinden koştuğu “Ukrayna’da faşist tehlike” argümanını bir diktatörün bir işgali başta sol kamuoyu ve geniş kitleler, dünya halkları ve Nazi işgaline karşı bir tarihi olan Rusya işçi sınıfı ve sosyalistlerini ikna etmek üzere ürettiğini çok net gösteriyordu. Çünkü bu iddia köklü bir yanlışı barındırıyor. Valansi, Putin’in konuşmalarından birisinde söylediklerini aktarıyor: “Görünen o ki, Kiev’de oturup Ukrayna halkını esir alan bir grup uyuşturucu bağımlısı ve neo-Nazi’ye kıyasla, sizinle bir anlaşmaya varmamız daha kolay olacak.”[37]

Evet, bildiniz, burada Putin Ukrayna ordusuna sesleniyor! Ukrayna ordusuna diyor ki siz devlet başkanınızdan, bir grup uyuşturucu bağımlısı ve neo-Nazi’den daha iyisiniz. Gelin sizinle anlaşalım. Anlaşmanın şartı açık Putin açısından; ordu, Ukrayna devlet başkanını devirecek ve darbeyle Rusya’nın sömürgesi olmayı kabul ettikleri bir rejim kuracak ve bu da Putin’in antifaşist kararlılığının ifadesi olacaktı.

Valansi’nin dediği gibi, “Oysa Ukrayna’da Nazilerin hüküm sürdüğünü gösterebilecek hiçbir emare yok; ne topraklarını genişletmek istiyor, ne revizyonist bir politikası var, ne devlet eliyle bir grup insan hedefleniyor ve katlediliyor, ne olağandışı bir antisemitizm veya başka bir gruba yönelik düşmanlık var, ne bir diktatör tarafından yönetiliyor…”[38]

Valansi “Putin’in Nazi olmakla suçladığı Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski bir Holokost kurtulanının torunu ve Yahudi. Suçlamasının trajikomik yönü bu. Hani eğer Zelenski’nin illa bu kimliği öne çıkarılacaksa eğer, ancak şu söylenebilir; Putin bu saldırıyla bir Yahudi kahraman yarattı” sözleriyle bitiriyor yazısını. Eli kanlı bir diktatör halkın yüzde 70’ten fazlasının oyunu alarak seçilmiş ve bir Holokost kurtulanının torunu olan bir Yahudi’yi faşist olmakla, kurduğu rejimi de faşist bir rejim olmasıyla suçluyor. Bu iddianın Türkiye’de bu kadar alıcı bulması acıklı bir duruma işaret ediyor.[39]

Bu tür iddiaların, Irak’a saldırmadan önce Saddam Hüseyin’in elinde kitle imha silahı olduğunu savunan Bush’un iddialarından hiçbir farkı yok. Bir ülkenin iç siyasal rejiminde aşırı sağcı ve faşist kurumların olup olmaması, başka bir emperyalist gücün bu ülkeyi işgal etmesi için bir gerekçe olamaz. Bu kadar basit bir yaklaşımda anlaşamıyor olmak, üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir konudur. Ama Marx’ın esaslı yorumu, bu tartışmaya girerken, kenarda durması gereken bir açıklayıcılığa sahip:

İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar.[40]

Marx bu pasajın devamında “yeni bir dili öğrenmeye başlayan kişi, onu hep kendi anadiline çevirir durur, ama ancak kendi anadilini anımsamadan bu yeni dili kullanmayı başardığı ve hatta kendi dilini tümden unutabildiği zaman o yeni dilin özünü, ruhunu özümleyebilir” diyor. Ukrayna işgali, solun çeşitli kesimlerinin anadilinin katıksız bir stalinizm olduğunu gösterdi ne yazık ki. Putin’in bu kadar ucuz iddialarının bu kadar kolayca benimsenebilmesinin nedeni buydu.

Böyle olmasa, sanki Rusya bir demokrasi cennetiymiş ve Putin de bu sınırsız demokratik ülkenin aşırı hoşgörülü, esnek, sınırsız demokrasiyi savunan lideriymiş gibi davranılamaz ve Rusya’nın emperyalist egemen sınıfının adına girişilen Ukrayna işgali böyle mazur gösterilemezdi. İşgale özür bulunmasının nedeni, bu “anadilde” yatıyor. Tüm gelişmeler önce bu dile çevriliyor. Yoksa, Rusya’da gösteri hakkı yasaklanan öğrenciler, grev hakkı askıya alınan işçiler, varlıkları reddedilen LGBTİ+’lar, Çeçenler üzerinde işleyen ağır baskı mekanizmasının ışığında Ukrayna işgali için mazeret üretmekten uzak durulurdu. Ukrayna işgalini protesto ettiğimiz bir basın açıklamasında Rusya konsolosluğu önünde söylendiği gibi, Putin dünyayı aşırı sağdan temizlemek istiyorsa işe intihar ederek başlayabilir. Çünkü bu adam istemediği grupların seçimlere katılmasını engelleyen yasayı onaylayan, 2012 yılında LGBTİ+’ların faaliyetlerinin onlarca yıl yasaklanması gerektiğini savunan bir diktatördür. Ciddiye aldığı bir muhalifin zehirlenmesi ya da hapse girmesi işten bile değildir.

Kendisi bir diktatör olan Putin, başka ülkelerin iç işleyişinde antidemokratik öğeleri bahane ederek işgalcilik yapamaz. Bu bahaneyi ikna edici bulanların neden bir zoka yuttuğunu tekrar tekrar açıklamak zorunda kalmak hicap veriyor! Bir başka ülkenin aşırı sağcı, otokratik siyasal iktidarları o ülkenin işgal edilmesi için bir neden sunuyorsa, hep beraber Rusya’yı işgal edebiliriz. Putin’in yanında Ukrayna siyasal rejimi çok daha demokratik bir manzara arz ediyor.

Üstelik 2010’lu yılların başında Ukrayna’daki kitlesel ve uzun soluklu eylemlerin içinde faşistlerin olması, siyasal rejime kenarından bulaşan faşist paramiliter örgütlerin varlığı, Putin’in abarttığı gibi bir rejim yapısının var olduğu anlamına gelmiyor. Ukrayna siyasal rejimi faşist değil. Faşistlerin paramiliter güçleri dışında siyasal rejimi doğrudan belirlediği bir ülke de değil. Örneğin bu açıdan Türkiye’yle kıyaslanamaz bile. Üstelik Ukrayna’daki Rus azınlığa yönelik saldırılar Zelenski iktidarı tarafından planlanan, uygulanan süreçler değildir.

“Anti faşist Putin özürcülüğü”, özünde, öyle ya da böyle Rusya ordusunun Ukrayna işgalini savunmak isteyenlerin gerçeklerle hayalleri kasıtlı bir şekilde çarpıtarak ürettiği bir politik yaklaşımdan başka bir şey değil. İsteyen her ülkenin bir başka ülkede beğenmediği bir rejime karşı askeri müdahalesinin meşrulaştırılmasından başka hiçbir anlamı yok bu iddiaların. Bush, diktatör Saddam’ı ve kitle imha silahlarını ya da Afganistan’da El Kaide’yi ABD ve insanlık için tehlikeli bulduğu iddiasıyla işgallere girişmişti. Ukrayna’daki faşist örgütlerle uğraşmak, aşırı milliyetçi bir Rus despotunun işi değildir. Ukrayna’daki faşistlerle, Ukrayna halkı, Ukrayna işçi sınıfı kendisi hesaplaşır. Muhalefet içindeki Putin özürcülüğü, ABD’nin Irak işgaline karşı çıkarken ürettiğimiz ve küresel muhalefetin ortak kazanımı olan temel kavramları bir işgali savunmak için allak bullak ediyor.

John Molyneux bir keresinde şöyle yazmıştı:

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, Sovyetler Birliği’nin emperyalist olmadığı ve olamayacağı küresel solun büyük çoğunluğu tarafından temel ve tartışmasız bir doğru olarak kabul ediliyordu. Bunun nedeni, emperyalizmi kapitalizmle bağlantılandırmaları ve Sovyetler Birliği’nin şu veya
bu şekilde sosyalist bir toplum olduğuna ve sonuçta
anti-emperyalist olduğuna inanmalarıydı. Sovyetler Birliği’nin kendisi de bu imajı geliştirmek için epey çaba harcadı.[41]

Bu sözlere eklenebilecek tek şey, faşizm konusunda da bütünüyle geçerli olduğudur. İşgalin 38. gününde, Putin askeri harekâtın başarısız olacağını kabullenip Kiev’den geri çekilme emri verdiğinde bir dizi görüntü yayınlanmaya başladı. Bunlar toplu mezar görüntüleriydi. Bir sosyal medya mesajı, “Ukrayna’nın başkenti Kiev’in kuzeyinde bulunan Bucha kentinde 300 kişilik toplu mezar bulundu… Ayrıca tek bir sokakta sivil giyimli 20’den fazla erkek cesedi bulundu.” diyordu.[42] Korkunç görüntülere rağmen muhalif kamuoyunda gerekli olan sert tepki şekillenemiyor. Rusya’nın faşistlere karşı savaşırken faşistleri kurşuna dizip, işkence edip toplu mezara gömdüğünü düşünerek ruhlarını ferah tutanlar olduğu çok açık.

İnsanların Rusya’nın sahiden de faşistlere karşı “özel bir operasyon” yürüttüğüne inanmalarını sağlayan, Putin’in her dediğine inanma eğilimleri ve “asıl düşman içeride değil NATO’da” diye düşünmelerinin yanı sıra I. Dünya Savaşı’nın antifaşist kahramanlıklarının stalinizmle özdeşleştirilmiş olmasıdır.

Oysa bu, tarihin en büyük yalanlarından biri. Nazilerin milyonlarca Rus vatandaşını katletmesi ve Rusya halklarının kahramanca direnişi bu gerçeği değiştirmiyor ne yazık ki. Faşizm hakkındaki bu efsane, SSCB’nin 1930’larda iç rejiminde uygulanan ağır baskının da nedeni olarak görülüyor. Oysa Nazilerin Rusya’ya saldırmasından önce Stalin içeride diktatörlüğünü sosyalizmle maskeleyerek ilan etmiş, 1936, 1937 ve 1938’in Mart ayındaki Moskova mahkemelerinde tüm muhalefeti fiziksel olarak imha etmişti. 1934 yılında Sovyetler Birliği’nde bir tek ülkenin sınırları içinde sosyalizmin kurulduğunu ilan edip tüm enternasyonal ilişkilerdeki prestijini de bu “sosyalizmin anavatanının” korunmasına hasredilmesi için kullandı. Komintern Stalinist Rusya’nın korunmasının dış politika aracı haline getirildi. Stalinist bürokrasi, Almanya’da Nazilerin savaşı başlatmasından önce İspanya’da Franco faşizmiyle dış politika anlayışını sınamıştı.[43] Stalinist iktidar, faşizme karşı mücadeleyi devrimin Avrupa çapında yayılmasında değil “Almanya ve İtalya’ya karşı İngiltere ve Fransa ile cephe kurmak”[44] olarak belirlemişti. Bu uzlaşmanın ilk sonucu İspanya’da faşizme karşı mücadelenin ihanete uğraması oldu.

Komintern’in Avrupa komünist partilerine dayattığı siyasetleri, Rus diplomatlarının Nazilerle yaptıkları görüşmeleri ve imzaladıkları anlaşmaları, savaş öncesinde İspanyol iç savaşında ve savaştan sonra Yunan iç savaşında iktidara yürüyen işçilerin satılmasını ancak Stalinist bürokrasinin bu tek ve belirleyici amacının ışığında anlamak mümkün.[45]

Troçki, Almanya’da faşizmi incelediği başucu eserinde, Stalinist Komintern’e bağlı Alman Komünist Partisi’nin işçi sınıfının Nazi tehdidine karşı birleştirmekten uzak olan politikalarını sert bir şekilde eleştirirken şöyle diyordu:

Yenilmiş liderlerin Hitler’in zaferindeki kendi paylarından hiç söz etmemeleri ise sadece yakışıksız bir tevazudan ötürüdür. Dama diye bir oyun olduğu gibi, kaybeden kazanıyor diye bir oyun da vardır. Almanya’da oynanan oyunun benzersiz yanı ise, Hitler dama oynarken hasımlarının kaybetmek için oynamış olmalarıdır. Siyasi dehaya gelince, Hitler’in buna ihtiyacı olmamıştır. Karşısındaki düşmanın stratejisi, kendi stratejisinin eksik kalan yönlerini büyük ölçüde tamamlamıştır.[46]

Hitler-Stalin paktı da Stalin’in Hitler’in stratejisinin eksik kalan yönlerini tamamladığı berbat bir uzlaşmadır. Kuşkusuz sadece bir uzlaşma değil, birbirine de düşman olan iki diktatörlüğün Polonya’yı işgal anlaşmasıdır. Chomsky, Putin’in Ukrayna’da işgali başlattığı günlerde bir röportaja verdiği yanıtta Hitler-Stalin paktının ne anlama geldiğinin altını çiziyordu:

Soruya dönmeden evvel, su götürmez bazı olguları yerli yerine oturtmamız gerekiyor. En can alıcısı, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin büyük bir savaş suçu olduğudur; iki çarpıcı örnekle, ABD’nin Irak’ı, Hitler ile Stalin’in 1939 Eylül’ünde Polonya’yı işgal etmeleriyle aynı düzeydedir. Açıklamalar aramak hep makul görünür, ama bunun meşrulaştırıcı, hafifletici sebebi olmaz.[47]

Pakt imzalanmadan önce Stalin 18. Parti kongresinde Almanya’yla Rusya’yı birbirine karşı kışkırtan Batılı önderleri kınarken, Rusya’nın kendisine karşı güç kullanmayan tüm komşularıyla iyi ilişkiler kurmak ve sürdürmek istediğini ilan etti. Sadece kongre konuşmaları değil açık-gizli görüşmelerle Stalin’le Hitler arasında bir flört dönemi yaşandı. 23 Ağustos’ta Hitler’in temsilcisi Ribbentrop’la Kremlin’de “gizli bir ek protokolü” de içeren bir saldırmazlık anlaşması imzalandı. Anlaşma iki taraftan birisi savaşa girerse diğerinin tarafsız kalacağını karara bağlıyordu. Gizli protokol;

Polonya, Finlandiya, Estonya, Letonya ve Litvanya’nın kaderini tayin ediyordu, Polonya, Almanya ile Rusya arasında (Vistül nehrinin doğusu Rusya’nın olmak üzere) paylaşılacak; Litvanya Almanya’nın, diğer ülkeler ise Rusya’nın nüfuz alanında kalacaktı. Protokolde öngörüldüğü üzere, Eylül başında Nazi ordularının Polonya’yı işgalinin arkasından Kızıl Ordu da Polonya topraklarına girdi.[48]

Hitler, dünya çapında bir dev güç olan Rusya’nın tarafsızlığını Stalin’in onaylayan sessizliğiyle garanti altına alıp tüm Avrupa’ya kan kusturmaya başladı. Yeni bürokratik egemen sınıf Stalin liderliğinde Hitlerle anlaştı, sınıfsal çıkarları için Avrupa’da tüm komünist partileri silahsızlandırdı, 1936’da İspanya’da olduğu gibi iç savaşta mücadele eden sosyalistlerin karşısına cumhuriyetçi burjuvazi adına sükûneti sağlamak üzere dikildi, Polonya’yı işgal etti ve sonunda milyonlarca Rusya vatandaşını da imha edecek Hitler’in elini kolunu serbest bıraktı.

İşte bu nedenle, Putin’in, antifaşist süslü konuşmalarına hiçbir şekilde taviz verilemez. Bugünü aklamak için anlattığı tarih bile yalanlara dayalı. Sivilleri yakıp yıkan bir işgali meşrulaştırmak için günümüz otoriter liderlerinin dile getirebildiği yalanların seviyesi inanılmaz. Daha da inanılmaz olan, bu yalanlara inanma yönündeki yatkınlık.

Duginist bir antifaşizm ve nükleer silah

Türkiye’de bir televizyon kanalında, Haber Global’de konuşan Özel Kuvvetler emeklisi bir binbaşı, Ukrayna işgalini yorumlarken, “Ben Putin olsam, NATO’ya yeni giren eski Sovyet artığı ülkelerden birine küçük tonajlı bir (nükleer füze) gönderirim. Böylece (NATO’nun) bir şey yapamayacağını da test ederiz” dedi.[49] Evet, herkesin gözüne baka baka nükleer bir katliam öneren bu adam, emekli bir binbaşı. Binbaşılık yapmış yani, emrine askerler, askeri teçhizatlar verilmiş. Bu görüşlerin önemi şurada: Rusya’nın Ukrayna’daki faşist birliklere karşı mücadele ettiğine inananlar, Putin’in işgal politikalarını “anlamlandırmaya” çalışırken toplumda savaş konusunda sağ bir rüzgârın esmesine neden oluyorlar. Cümleye, “Ukrayna’da işgale hayır!” diye başlayamayanlar, savaşın sorumluluğunu Putin’in üzerinden almakla kalmıyorlar, eşyaya adıyla seslenme fırsatını da elimizden almaya çalışıyorlar.

Söylemek istediğimi Metropoll Araştırma’nın “Mart 2022 Türkiye’nin Nabzı”[50] adlı anketi şöyle özetliyor: “Ukrayna’da yaşanan durumdan kimi sorumlu tutuyorsunuz?” sorusuna ABD-NATO yanıtını verenlerin oran, yüzde 48,3. Soruya Rusya yanıtını verenlerin oranı yüzde 33,7.

Bu, Rusya’nın Ukrayna savaşı başladığından beri Türkiye’de estirilen politik havanın bir sonucu. Bu hava, antifaşist Rusya müdahalesi gibi cicili bicili yaklaşımlarla daha şık bir şekilde paketleniyor.

Türkiye’de Avrasyacı adı verilen bir çevre, net bir şekilde Rus emperyalizminin bekçiliğine soyunmuş durumda. Amaçları Türkiye’nin Rus emperyalizminin, başarabilirlerse bir de Çin emperyalizminin maşası haline gelmesini sağlamak olanlar militarist bir propagandaya “sol” bir kılıf yaratmakla meşgul. Gizlenmek istenen, Türkiye’nin S400 almasını, Rusya’nın Türkiye’de nükleer santrallar yapmasını şiddetle savunmaları. Türkiye’nin emperyalist bir ülkeden füze savunma sistemi almasını mühim bir antiemperyalist hamle gibi savunmak özel bir yetenek istiyor. Ama mızrak çuvala, S400’ler de hangarlara sığmıyor.

Oysa Putin’in ne antiemperyalist olmakla ne de faşizmle mücadele etmekle bir alakası var. Putin’in akıl hocalarından olduğu iddia edilen ve Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişiminden sonra oluşan AKP-devlet koalisyonu nedeniyle önemli bir düşünür muamelesi yapılan Alexander Dugin[51], “Faşizm bizi düşünsel, idealist yanı itibariyle ilgilendiriyor” diyordu; “ulusal faktöre çağrısı aracılığıyla toplumda sınıfları karşı karşıya koymayı aşan bir ideoloji olarak.”[52] Faşizmi benimseyen, neofaşist örgütler kurma peşinde koşturan bu tuhaf figürün Putin’in temel ideoloğu olması şaşırtıcı değil. Bizzat tanık olduğumuz danışman ve başdanışmanlara bakınca bunun çok garip görünmediği ortada. Irkçı ve sağcılığı tartışmasız Avrasyacıların, sol muhalefetin bazı kesimlerini de etkileyerek Ukrayna işgalinden “insanlık adına”[53], ya da bu kadar abartılı olmasa da Türkiye adına olumlu bir sonuç bekleyenlerin fikri ilham kaynağını görünce, bütün gürültünün arkasında, Türkiye’nin Rus emperyalizmine bağlanması için güçlü bir girişim olduğu görülüyor. Dugin “Rusya’nın Türkiye’yi Avrasya Ekonomik Birliği’nde görmeyi çok istediği bir sır değil. Ama soru şu ki, Türkiye’nin kendisi ne kadar istiyor?” soruna şu cevabı veriyor:

Kesinlikle. Türk liderliğiyle yakın temas halindeyim, onlar bu seçenekleri düşünüyorlar. Batı ile durumu değerlendirdiğimde Erdoğan, bana göre köprüleri çoktan yaktı. Batı’nın ölümcül bir tehlike, ıstırap içinde olan ve hegemonyasını yitirmiş zehirli bir kutup olduğunu çok iyi anlıyor. Bu nedenle bana öyle geliyor ki, her şey mümkün olduğunca Türk dünyası için olumlu yönde gelişiyor.[54]

Putin’i mazur göstermeye çalışanlar, nasıl bir ideolojik sistematikle karşı karşıya olduğumuza yakından bakmalılar. Örneğin, NATO, Doğu’ya doğru genişlemeseydi Rusya’nın işgale başlamayacağını düşünenler, bu tezden nasıl bu kadar emin olabiliyorlar? Tetikleyici mekanizmanın NATO’nun genişlemesi olduğu çok açık görünüyor, ama bu genişleme olmasaydı Putin’in işgale girişmeyeceğinin garantisi nasıl verilebiliyor. Şu sözleri, Putin’in “şef danışmanı” ediyor: “’Great Reset’e karşı Büyük Uyanış’ kitabında Dugin, ‘Saldırmak zorundayız’, ‘ABD’de bir aptal iktidarda olduğu sürece’ (Biden’ı kastediyor) Rusya’nın ‘dünya çapında nüfuz alanlarını genişletmesi için’ tarihsel bir şans var diyor. Şimdi Rusya saldırıyor.”[55]

Son olarak, Ukrayna işgalinin arkasında yatan gücün de Rus egemen sınıfı olduğunu belirtmek gerek. “Rus oligarkları” denen, Putin’le birlikte şekillenen ve çöken SSCB’nin kaynaklarının özelleştirilmesi sürecinde “piyasaya açılan devlet sermayesi” parçalanırken devreye girenlerden sonraki kuşaktır. Sovyet bürokrasisinin girişimci kanadının Yeltsin’le beraber ve ondan sonra daha da karanlık ilişkiler içinde şekillenen kesimleridir. Rusya oligarşisinden söz ettiğimizde 120 milyardere değinmiş oluyoruz ve 2021 yılında bu milyarderlerin serveti hane halkı gelirlerinin yüzde 60’ına eşit olan 558 milyar dolardı.[56]

Özellikle muhalefet adına konuşanların, Ukrayna savaşını, Putin’i ve işgalin yarattığı yıkımı şevkle karşılayan, daha büyük yıkımlar vadeden milliyetçi Rus ideologlarını yakından izlemesi gerekiyor. Vıcık vıcık sermaye ilişkilerinin içinde çıkarlarını maskeledikleri milliyetçi yalanlarla masumların ölümüne neden olan savaş baronlarının savunmasını, sözcülüğünü ya da özürcülüğünü yapmaya gerek yok. Putin’in danışmanı şöyle diyor:

Bu askeri operasyon bizim için varlık yokluk meselesi. Ya var olacağız ya da yok olacağız. Şu anda her şey sallantıda duruyor. Yenilgi ihtimalini düşünmüyoruz. Çünkü bu olamaz. Olursa Putin, Rusya ve bildiğim kadarıyla dünya da olmayacak. Çünkü biz her şeyi riske attık. Bu yüzden NATO tarafından nükleer bir saldırıya uğrarsak veya savaşa müdahale ederse, nükleer seçeneğe ilişkin Sayın Putin’in söylediklerini dinlemek gerekir. Çünkü sahada aynı şekilde cevap verilecek. Bu operasyonun ‘son nefesimize kadar devam etmesi’ kararı çoktan alındı ve kazanmaktan başka çaremiz yok.[57]

Boynu bükük emperyalist

Putin’in ne yapmak istediğini biliyoruz: Ukrayna siyasal rejimini ve Ukrayna’nın askeri varlığını imha ederek hem tüm bölge ülkelerine, hem tüm Avrupa ülkelerine, ama esas olarak ABD’ye güç gösterisinde bulunuyor. Tıpkı, 2000’li yılların başında Afganistan ve Irak işgallerini dünyanın jandarması olduğunu kanıtlamak ve askeri güçlerini Asya’ya doğru kaydırmak için şiddet dolu bir güç gösterisi olarak planlayan ABD gibi, Putin de ABD ve NATO’yla hesaplaşmasını Ukrayna üzerinden görüyor. İşgal ederek, bombalayarak, çocukları öldürerek meydan okuyor. Rusya devlet başkanı, bir savaşı sürdürmenin geçerli yolu olan tüm ahlaksızlıkları adım adım hayata geçiriyor. Ukrayna ordusuna darbe yapmaları çağrısında bulunmaktan sivillerin yaşadığı yerleşim yerlerini füzelerle vurmaya, oradan nükleer silahları hazır etme emrini vermesine kadar tüm militarist adımları arka arkaya atıyor. Putin, darbe yapmasını umduğu askerlerle daha kolay anlaşacağını açıkladı. Sadece bu darbe çağrısı bile, nasıl bir siyasal figürle karşı karşıya olduğumuzu gösterir.

Kuşkusuz Putin’in ve Putin’i mazur göstermeye çalışanların asli bahanesi, elbette NATO. Kuşkusuz ki NATO aslen bir bahane değil, muhtemelen insanlık tarihinde ortaya çıkan tahrip gücü en yüksek terör örgütüdür. Yıllardır bir katliam makinesi gibi çalışıyor. Ama burada vurgulamak istediğim, NATO eylemlerinin Putin’in eylemlerinin bahanesi haline getirilmesi, Rusya’nın Ukrayna savaşını desteklemek ya da bu işgali sessizce geçiştirmek isteyenlerin “ama NATO” diye söze başlaması. Ukrayna gerilimi henüz bir işgale dönüşmeden bir hafta önce yazdığı yazıda, Alex Callinicos, gerilimin bu kez tehlikeli bir evreye sıçrayabileceğini Küba krizi bağlamında analiz ederken şöyle özetlemişti:

Ajanlar ve gazeteciler aracılığıyla aylardır gizlice haberleşiyorlardı. Kennedy, iki büyük taviz vererek Kruşçev’i çok hızlı bir şekilde füzeleri geri çekmeye ikna etti. Küba’yı işgal etmeme ve Sovyetler Birliği’ni hedef alan Türkiye ve İtalya’da konuşlu ABD nükleer füzelerini geri çekme sözünü verdi. Kennedy’nin Kasım ayındaki ara dönem Kongre seçimlerinde Cumhuriyetçiler tarafından yenilmemesi için ikinci imtiyaz gizli tutuldu. Kennedy, Küba Füze Krizinin galibi olarak ortaya çıktı. Ancak Kennedy düşündüğünden daha fazlasını teklif ettiği için Kruşçev, gözlerini kırpan adam olarak gösterilmeyi önemsemedi. Ancak bu sefer hem Biden’ın hem de Putin’in gözlerini kırpıştırmış görünmemesi önemli. Bu, her ikisi de yenilgiye uğrayan iki emperyalist güç arasındaki bir mücadeledir – Soğuk Savaş’ta Rusya, Büyük Orta Doğu’da ABD. Tehlikeli bir kombinasyon.[58]

Şimdi bu tehlikenin kombinasyonun sonuçlarını yaşıyoruz. Kazananın olmadığı ve dev bir yıkımın, daha büyük bir facianın kapıda olduğunu çağrıştıran sonuçlarıyla karşı karşıyayız.

ABD: Neoliberal emperyalist bir imparatorluk

ABD, insan ve canlı yaşamını öğüten özel bir devlet örgütlenmesidir. Soğuk Savaş döneminin iki süper güçten oluşan emperyalist kamplaşması Doğu Bloku’nun çöküşüyle sona erdi. ABD Soğuk Savaş döneminin kesin kazananı olarak tarih sahnesinde kibirle hareket etmeye başladı. Fakat ne kadar caka satsa ve ideologları tarihin sonunun geldiğini iddia etse de Soğuk Savaş döneminin ABD’ye büyük bir maliyet çıkarttığı çok açıktı. SSCB ile ABD arasındaki rekabete dayalı denge, ABD’nin Batı’nın şemsiyesi, SSCB’nin ise Doğu Bloku’nun lideri olduğu denge küresel sistemin bütününde çelişkili, patlamalı ve gerginliğin sürekli biriktiği türden de olsa bir küresel istikrar sağlıyordu. Stalinist rejimlerin teker teker ve beklenmeyen bir hızla çökmesiyle birlikte ABD Batı’nın liderliğini hâlâ elinde tutarken buna bir de dünyanın tek süper gücü olma vasfı eklenmişti. Ama şaşırtıcı olanı, artık “şeytani tehdit” komünizmin buhar olup uçması sonucunda ABD liderliğine ihtiyaç duymayan Almanya ve Japonya gibi ülkelerin ekonomik olarak gelişmeyi sürdürmeleri ve bizzat ABD’yle rekabet edebilme potansiyellerine sahip olmalarıydı.[59] Fakat koşullar, ABD açısından Rusya ve Çin ile sınırları olan Orta Asya ülkelerine burnunu sokabileceği kapıların aralanması anlamına da geliyordu. Bu kapıların açılmasını engelleyecek olansa geniş yüzölçümü, enerji yatakları ve binlerce nükleer başlığıyla Rusya ve 1990’ların ortalarından itibaren ABD’li ideologların en büyük tehlike olarak gördükleri Çin’di.

ABD yöneticileri kendilerini, hem Batı’ya liderliğini kabul ettirmek, hem de bu liderliği benimsemenin çok uzağında olan Çin ve Rusya’nın tehdit olmaktan çıkartılmasını sağlamak zorunda görüyorlardı. Burada devreye ABD’nin ekonomik gücüyle askeri gücü arasındaki mesafe giriyordu. Elli yıl öncesine göre dünya ekonomisinden aldığı pay yüzde 20 azalan ABD’nin silahlı gücü kendisinden sonra gelen en büyük yedi ekonominin toplamından daha fazla olsa da birçok alt-emperyalist ülkede olduğu gibi ABD, ekonomik gücüyle siyasi-askeri ihtirasları arasındaki mesafe açılmış bir imparatorluk görüntüsü çiziyordu.[60]

Alex Callinicos, Doğu Bloku’nun çökmesinin ardından ortaya çıkan modern emperyalizmi şöyle tarif ediyor:

Devam eden ekonomik istikrarsızlık ve ABD’nin yaşadığı nispi gerilemenin devletler sistemi ile ilgili olası sonuçları nelerdir? Barry Buzan, bu sistemi kavramsallaştırmak için faydalı bir çerçeve sunmaktadır. Buzan üç kademeli bir şema tasarlamaktadır: Buna göre, sistem düzeyinde süper ve büyük güçlerin, bölgesel düzeyde de bölgesel güçlerin olduğu bir devletler sistemi vardır. Bir süper güç olmanın koşulu ‘uluslararası sistemin tümünü kuşatan geniş yelpazeli imkân ve kabiliyetlere sahip olmak’ iken, ‘büyük güçleri, sadece bölgesel olanlardan ayıran, şu an ve gelecekteki güç dağılımı konusunda diğerlerinden aldığı tepkilerin, bölgesel düzeyde olduğu kadar sistem düzeyindeki hesaplamalara da dayanıyor olmasıdır.’ Soğuk Savaş sonrası ‘küresel güç yapısı’ Buzan’ın adlandırmasıyla ‘1+4’ şeklinde olmuştur —ABD’nin tek süper güç olduğu sistemde Çin, Avrupa Birliği, Japonya ve Rusya büyük güçler olarak yer almıştır.[61]

Bu, aynı zamanda, emperyalizmin ABD’den ibaret olmadığını da anlatır. ABD, uluslararası sistemin tümünü kuşatan geniş yelpazeli imkân ve kabiliyetlerini kaybetme ihtimalini dayanılmaz buluyor. 11 Eylül saldırısı, ABD’nin şahin liderliğinin bu kaygısını gidermek için harekete geçebileceği kanalları açtı. Bu tarihten sonra geliştirilen ABD askeri eylemleri ve politikaları, özellikle Afganistan ve Irak’ın bombalanması ve işgal edilmesi şunu gösteriyordu: ABD emperyalizmi Amerika’ya karşı herhangi bir meydan okunma tehlikesini engelleme bahanesiyle, askeri gücünün ezici üstünlüğünü ve otoritesini tüm dünyaya, başta da Çin, Almanya, Japonya, Rusya ve Fransa gibi güçlere kabul ettirmek için durdurulana kadar saldıracak, kuşatacak, tehdit edecek ve küresel düzeni yeniden ve yeniden kendi imparatorluk çıkarları lehine şekillendirecekti.

Bu, emperyalistler arası hegemonya mücadelesinin tayin edileceği bir süreç ve bizler de hâlâ içinde debeleniyoruz. Ukrayna savaşı, bu sürecin tüm tehlikeli özelliklerini bir kez daha gösterdi.

Lenin’in emperyalizm analizinin önemli yanlarından birisi kapitalizmin bir dünya sistemi olduğu verisinin üzerinde yükselmesidir. Kapitalist üretimin yeniden üretimi uluslararası alanda cereyan eder. Kapitalizmin bir ülkede yeniden üretiminin politik, askeri ve ideolojik bir kurumsallaşmaya yani devlete gereksinim duyması gibi, sermayenin dünya ölçeğinde yeniden üretimi de böylesi bir kurumsallaşmaya gereksinim duyar. Tersi durumda sermayenin bölgeler arası hareketleri düzenlenemez ve sermayeye yönelik saldırılar engellenemez. Sermayenin hareketlenmesi hem ulusal sermayelerin iç rekabetleri hem de sermayenin egemen fraksiyonunun denetlediği ulus devletlerin rekabetleri demektir. Bu rekabet ve sürekli çatışma içerisinde diğer sermaye gruplarına ya da ulus devletlere kendi gücünü zorla ya da bir dizi “ikna” yöntemiyle onaylatan/lider olan ulus devlet hegemonik emperyalist devlettir.

ABD bu pozisyonunu kaybetmek istemiyor. Bunun için NATO adındaki kitle katliamcısı bir başka örgütü kullansa da ne Afganistan’da ne de Irak’ta hedeflerine ulaşabildi. New York Times’ta yayınlanan bir makalede, küresel protestolara rağmen Irak’ı işgal etmenin ve savaşların on yıllarca hiçbir ilerleme kaydedilmeden sürdüğünü görmenin Amerikan halkı için çok fazla olduğunu söyleyen ve “Bir hiç uğruna ölmenin yorgunluğu”nu, “Taliban’ın iktidara geri dönmesi ve İran tarafından yönetilen yozlaşmış Irak siyaseti” örneklerine bağlayan yazı[62], ABD emperyalizminin esas olarak derin bir hegemonya krizi yaşadığını gösteriyordu.

ABD egemen sınıfı krizin küresel hegemonya kaybına dönüşmesini engellemek için mukayese edilemez askeri gücünün yanı sıra, aynı zamanda savaş masraflarını Batı’ya çıkartmasını sağlayan NATO’yu kullanıyor. NATO tam anlamıyla bir ABD icadı. 12 batı Avrupa ülkesinin katılımıyla kuruldu, 1949’dan günümüze NATO’nun 19 başkomutanının her biri ABD’dendi.[63] SSCB’den gelecek saldırıya karşı bir savunma örgütü olarak kurulduğu iddiası Doğu Bloku’nun çökmesinden sonra anlamsızlaştı. NATO liderliği de bu anlamsızlığı fark etti ve misyonunu yeniden tanımladı ve çoğu Rusya ile sınırı olan 30 ülkeye genişledi.[64] Üstelik 1995’ten 2011’e kadar Balkanlar, Afganistan, Irak, Aden Körfezi ve Libya’da işgallere girişti ya da yardımcı oldu.

NATO yayılmacılığı, ABD’nin bu örgüt aracılığıyla Batı ülkelerini disiplin altında tutmanın yanı sıra sürekli bir meydan okuma örgütü olarak savaş gerginliğinin artmasında başat bir role sahip. Bu yüzden Ukrayna savaşında Türkiye gibi ülkelerde stalinizmin etkisi nedeniyle muhalefet saflarında bir kafa karışıklığı yaşandığı için tartışmalarımızda Putin’in temsil ettiği emperyalist siyasi geleneğin altını çizmek ne kadar önemliyse, NATO’nun yayılmacılığının maskelenip bu sefer de bir NATO özürcülüğü üretilmesine izin vermemek de o kadar önemli. Bu açıdan iki sosyalistin yaptıkları tartışmada Gilbert Achar’a yanıt verirken Alex Callinicos çok önemli noktalara değiniyor:

ABD, (..) Çin ve Rusya ile uzun vadeli mücadelesinin peşinde NATO’nun geri kalanıyla ittifakını canlandırıyor. (…) Dahası, Batı’nın rolü askeri desteğe indirgenemez. Rusya’ya yönelik yaptırımları desteklememek ve kaldırılmasını da talep etmemek gibi çelişkili, garip bir pozisyonda kalıyorsunuz. Bu, yaptırımların gerçekte oynadığı rolü görmezden gelmenin sonucu olan bir tutum. ABD ve müttefiklerinin stratejisi, ‘ölümcül bir sarmal’ dediğiniz şeyi serbest bırakma korkusuyla savaşa doğrudan dahil olmaktan kaçınırken, Rusya’yı dünya ticaretinden dışlayarak, merkez bankasının kendi ticaret sistemine erişimini engelleyerek ekonomik olarak çok sert bir şekilde köşeye sıkıştırmaktır. Ve özellikle Avrupa’nın Rus petrol ve gazına olan bağımlılığını azaltmak. (…) Doğru Marksist yaklaşım şudur: Mevcut durumun vekaleten emperyalistler arası bir savaşı ve aynı anda Ukrayna adına bir ulusal savunma savaşını içerdiğini kabul etmek gerekir. Yaptırımlar ve NATO silah sevkiyatları da dahil olmak üzere emperyalistler arası tırmanışın ‘ölümcül sarmalını’ besleyen tüm önlemlere karşı çıkarken, Ukraynalıların ulusal haklarını desteklememizi gerektirdiği için bu karmaşık bir durum. Bununla birlikte, Lenin ve Luxemburg’un enternasyonalist geleneğinin, bu savaşı beslemeye devam eden üç taraflı emperyalist rekabeti gözden kaçırmaması koşuluyla, katkıda bulunacak benzersiz bir yönü vardır.[65]

Gerçekten de Ukrayna halkının çektiği acılar karşısındaki haklı öfke, Batı’nın Rusya’ya uyguladığı yaptırımlara sessiz kalmaya yol açabiliyor.[66] Bunun bir adım ilerisi ise NATO’nun Ukrayna’yı askeri olarak teşvik etmesi ve savaşın arka planında olduğunu sürekli hissettirmesi.

Ukrayna’nın direnişi, Putin’in de batı ülkelerinin ve NATO’nun beklediğinden de sert oldu. Kiev’in kısa sürede Putin tarafından ele geçirileceğini iddia eden yorumlar gerçekleşmedi. Rusya’nın Ukrayna hamlesinin sonucunda, şimdilik bir kazanan yok. Fakat kaybedenin olduğunu söylemek için de erken. Yakılıp yıkılan Ukrayna, göç eden milyonlarca insan, bombardımanlarda ölen Ukraynalılar, ölen Rus askerleri elbette savaşın en ağır kayıpları.

Rusya ekonomisi bazı tahminlere göre 2022’de yüzde 15 küçülecek. Goldman Sachs, daha önce yüzde 2 büyümesi beklenen ekonominin bu yıl yüzde 10 küçüleceğini düşünüyor. Capital Economics, yüzde 12’lik bir daralma öngörüyor. İşsizliğin 2022’nin sonunda yüzde 4,1’den yüzde 8’e yükselmesi bekleniyor.[67]

NATO, beyin ölümü yaşadığı ilan edilen bir kurumdu, Macron, Ukrayna’nın işgalinin elektroşok işlevi gördüğünü söylüyor. Fakat Putin, son 15 yıldaki ekonomik kazanımlarını çökertme pahasına da olsa Baltık ülkeleri ile Polonya, Slovakya, Macaristan, Romanya gibi ülkelere sınırları üzerinden baskı yaparak NATO’nun kendilerini koruyamayacağı mesajını veriyor.[68] NATO, Rusya’dan ürken devletler açısından bir cazibe merkezi olsa da nükleer tehdidin görmezden gelinemeyecek ölümcül varlığı nedeniyle paralize olmuş durumda. Askeri bir örgüt, savaş sırasında askeri adım atamaz hale geldiyse burada bir başarıdan, elektroşoktan söz etmek çok da önemli değil.

ABD açısından da gelişmelerin pek parlak olduğu söylenemez. “Joe Biden’ın ABD başkanı olarak görev süresi, savaş tarafından kaçınılmaz şekilde baltalanabilir. Rusya ile doğrudan askeri çatışmadan kaçındığı için övülüyor. Ancak geçen yıl Afganistan’da olduğu gibi, insani bir felaketi önlemede ya da Putin’i durdurmada başarısız oldu.”[69] Üstelik ABD Putin’e karşı küresel bir onay üstünlüğü sağlamış da görünmüyor.[70]

Yeni dünya düzeni değil çürüyen kapitalizm

Bu savaş Çin açısından koruma alanlarını sağlamlaştıran bir işlev görmüyor çok açık ki. “Başkan Xi Jinping, işgalden hemen önce bir araya geldiklerinde Putin’e yeşil ışık yakmış gibi görünüyor. Şimdi barış çabalarını destekliyor. Çin ekonomisi artan emtia maliyetlerinden zarar gördü.” [71]

Bu yüzden, bir de nükleer silahların adının anıldığı, nükleer santral ek binasının bombalandığı koşullarda artan küresel belirsizliğe vurgu yapmak zorundayız. Ve bu da, savaşın başlamasıyla birlikte devreye sokulan “Yeni Dünya Düzeni” tartışmalarına bir son vermemizi gerektiriyor. Egemen sınıfların sözcüleri her fırsatta bizleri yeni bir dünyanın beklediğine ikna etmeye çalışıyorlar. Oysa, içinden geçtiğimiz süreç, emperyalizmin, özellikle ABD hegemonyasının çok yönlü bir krizin altında ezildiği ve hem büyük emperyalist güçlerin hem de alt-emperyalist güçlerin ortaya çıkan siyasal fırsatları değerlendirmek için askeri gövde gösterisi yaptıkları, daha büyük bir kapışmanın caydırıcı aktörü olduklarını göstermek için adımlar attıkları bir dönem. Chris Harman, ideolojilerin sıklıkla sonunun getirilmesine dair bir örnek paylaşıyor:

1960’ların ortalarında gelişmiş kapitalist ülkelere bakanların çoğu, sistemin savaş yıllarının sorunlarından kurtulduğuna inanıyordu. Sistem artık derin bunalımlar, sonsuz ekonomik belirsizlikler ve devrimci solla faşist sağ arasındaki siyasal kutuplaşmalarla karşı karşıya bulunmuyordu. ABD’li sosyolog Daniel Bell, ‘ideolojinin sonunun’ geldiğini ilan etmişti. Şimdi, ‘üretimi örgütlemek, enflasyonu kontrol etmek ve tam istihdamı sürdürmenin’ araçları bilindiğine göre, ‘siyaset bugün herhangi bir içsel sınıf bölünmesinin yansıması değildir’ diyordu. Bell, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatının (CIA) finanse ettiği Encounter dergisine yazıyordu. Ama CIA’den nefret edenler bile çok benzer sonuçlara ulaşabiliyorlardı. Dolayısıyla Alman-Amerikalı Marksist Herbert Marcuse, ‘çağdaş toplumun en gelişmiş bölgelerinde, kurumsal statükonun korunmasında ve geliştirilmesinde öncelikli çıkarı olanlar eski düşmanları (burjuvazi ve proletarya) birleştirdi’ diye yazıyordu.[72]

Sahiden de 30 sene sonra Francis Fukuyama, çeyrek sene sonra da Ukrayna savaşı vesilesiyle bir kez daha “yeni bir dünya düzeni ihtimali” tartışmaları ortaya çıkıyor.[73] Oysa yeni olan, kapitalist çürümenin hızı. Özellikle Covid-19 salgını, bu sistemin küresel bir adaletsizlik sarmalına bağlı olduğunu gösterdi. Uzun aylar boyunca evlerinden çıkamayan insanlar, aynı anda iklim krizinin ne kadar derinleştiğini de gördüler. Dünya nüfusunun küçük bir yüzdesinin çıkarlarının sürekliliğinin sağlanması için canlı yaşamı tahrip ediliyor. Güneşin altında bu açıdan yeni bir şey yok. Ekonomik krizi atlatamadan pandemiyle yüzleşen küresel kapitalizm, can çekişen bir üretim tarzı olduğunu gösteriyor. Savaş, sadece bu gerçekleri ortaya serdi. IMF başkanı Kristalina Georgieva “Ukrayna’daki savaş, küresel ekonomide ama bilhassa yoksul ülkelerde dalga etkisi yaratacak güçlü bir deprem gibidir” diyor. [74] Buğdayın yüzde 80’ini Rusya ve Ukrayna’dan ithal eden Mısır, insani ve canlı yaşamının maruz kaldığı facianın yanı sıra ekonomik hasarı 500 milyar doları aşan Ukrayna, Afrika ve Ortadoğu’da bir çok ülke çok tehlikeli bir eşikte. Zira;

Rusya ve Ukrayna, üretim açısından nispeten küçük olabilirler ama önemli gıda maddeleri, mineraller ve enerji üretiminde büyük paya sahip ihracatçılardır. Ukrayna ve Rusya birlikte küresel buğday ticaretinin dörtte birinden fazlasını ve mısır satışlarının beşte birini sağlıyor (…) yarı iletken üretimi de dahil olmak üzere, neon, kripton ve ksenon gibi endüstriyel süreçlerde ihtiyaç duyulan nadir gazların çoğunu tedarik etmede Ukrayna’nın rolü var. Rusya, kritik bir doğal gaz ithalatı kaynağı…”[75]

İçinde olduğumuz dünya, IMF raporunda belirtildiği gibi, savaş nedeniyle gıda güvenliğinin bozulduğu, üretim, tedarik süreçlerinde yeniden üretim süreçlerini kilitleyecek aksamaların yaşandığı, enflasyon baskısının yoksullar üzerindeki şiddetini küresel ölçekte artırdığı, göçmen sorununun daha da büyük bir kitlesel yer değiştirme şeklini aldığı ve alacağı bir dünya.

Yeni bir dünya, yeni bir düzen değil bu. Üstelik gelişmeler Damien Cave gibilerin anlattığı şekilde de yaşanmıyor. Cave, “Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline çok uluslu tepki, savaş sonrası küresel kurallara dayalı düzenin ölümünün kaçınılmaz olmayabileceğini gösterdi,”[76] dedi. Sorun otoriter liderlerin ABD tarafından korunan barış ve demokratik evrensel ilkelere dayalı liberal demokrasilere düşmanlığı değil. Sorun, liberal demokrasi denilen sistemin içinden çıkan kutuplaşmacı, otoriter liderlerin de hemen hemen bir ve aynı kapitalist mantık üzerinde yükseldiğini görememektir. İnsanlığın geleceği Obama ya da Biden ile Putin, Trump ya da Orban arasındaki kavgayla belirlenmeyecek.

Hepimizin geleceği, eskisiyle yenisiyle tüm kapitalist kurumlardan, üretim ilişkilerinden kurtulup kurtulamayacağımıza bağlı. Yüz yıl önce emperyalizm can çekişen kapitalizm olarak adlandırılıyordu. Bugün emperyalizm, “zombi kapitalizmin” kopmaz bir aşaması. Çürük kokusunun ve tüm dünyada ezilenlerin bir ve aynı kaygıyı yaşamasının nedeni bu. Ukrayna’da masum insanların öldürülmesinin nedeni bu.

Sosyalist gelenek, aynı anda Ukrayna’da işgale hemen son verilmesini[77], NATO’nun dağıtılmasını, Ukrayna’dan, Rusya’da Putin’in savaşına karşı çıktıkları için maruz kaldıkları devlet baskısından kaçan göçmenlere sınırların derhal açılmasını savunmanın yanı sıra bir başka vurguyu daha öne çıkartıyor. Her ülkede işçi sınıfı ve tüm ezilenler, aktivistler, Ukrayna halkıyla dayanışmanın en etkili yolunun kendi egemen sınıflarına, bu sınıfın herhangi bir kanadının ilerici bir rol oynayabileceği fikrine hiçbir prim vermeden meydan okumalıdır. Uluslararası Sosyalizm Akımı, Ukrayna işgali başladığı ilk günden beri bu konuda Lenin, Liebknecht, Rosa Luxemburg gibi milliyetçiliğe prim vermeyen Marksistlerin geleneğini geliştirerek savunuyor. Bu fikirlerin yüz binlerce işçinin ve aktivistin eylemiyle buluşmasının önünde hiçbir engel yok.

Dipnotlar:

[1]     İşgalin en başında gelen bu türden bilgiler işgal ilerledikçe daha da ciddileşti. Putin’e bağlı ordular her açıdan savaş suçu işlemeye devam ediyorlar. https://www.amnesty.org.tr/icerik/rusya-ordusu-ukraynanin-isgali-esnasinda-gelisi-guzel-saldirilarda-bulunuyor

 

[2]     Aljazeera, 2022.

 

[3]     Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 1988, sf. 429

 

[4]     SSCB Bilimler Akademisi Kolektifi, 2008, sf. 185.

 

[5]     Harman, 2009, sf. 387.

 

[6]     Nettl, 2003, sf. 503.

 

[7]     Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 1988, a.g.e. sf. 444.

 

[8]     “Emperyalist savaşa karşı taktiğin temel sloganlarının Lenin tarafından savaşın ilk günlerinde Avusturya’da belirlenmiş olduğuna tanıklık edebilirim; Lenin Bern’e geldiği zaman bunlar tamamen belirlenmiş durumdalardı.” Cliff, 1994, sf. 13.

 

[9]     a.g.e. sf. 14.

 

[10]    Burada atlanmaması gereken ilk nokta, II. Enternasyonal’in savaştan önce aldığı devrimci tutumu savunan politikaları Lenin, Troçki, Rosa Luxemburg gibi devrimcilerin savunduğudur. Savaştan önce savaşa karşı tarihsel belgelere imza atan dönemin sosyalistleri, savaş başlayınca kendi egemen sınıflarını ve devletlerini savunmaya başladılar. Savaş öncesi Enternasyonal’in aldığı kararları çiğnediler. İkinci nokta ise ne Lenin’in ne de devrim öncesinde birlikte mücadele eden Bolşeviklerin, işçi iktidarının bir ülkede sonsuza kadar yaşayabileceği gibi bir hayali yoktu. Lenin, Avrupa devrimi gelmezse Rus devriminin mahvolacağını ısrarla vurgulamıştı. Sadece I. Dünya Savaşı’na son vermesi bile Ekim Devriminin muazzam başarısı olarak kayda geçirilecekken, gelişmelerden Bolşevikleri sorumlu tutanlar savaşa karşı milliyetçi olmayan tek tutumu alan sosyalistleri suçluyorlar.

 

[11]    Harman, 2015, sf. 17.

 

[12]    Tarkan, 2014, sf. 24.

 

[13]    a.g.e. sf. 25. Doğan Tarkan’ın bu ve benzeri alıntılarla Rusya’da bürokrasinin gelişimini ve Stalinist iktidarın üzerinde yükseldiği zemini anlatan makalesini bugünün Rusya’sını anlamak isteyenler de mutlaka okumalı.

 

[14]    a.g.e. sf. 28’de yazdığı gibi: Lenin’in ulusal azınlıklara karşı davranışlar üzerine olan ilk eleştirileri 1919’a kadar uzanır. Bu eleştiriler Stalin’in yukarıda belirtilen mevkileri aracılığı ile oluşturduğu mekanizma karşısında yeterince etkili olamadı. 1920’de 9. Parti Kongresi’nde Lenin “Bazı komünistlerin altını kazıyın, Büyük Rus şovenizmi çıkar” diyordu. Ertesi yılki 10. Kongre’de ilk kez ‘Büyük Rus Şovenizminin varlığı resmen saptandı. 11. Kongre’de Ukraynalı Bolşevik N. Skrpnik parti organlarında, Stalin’in başında olduğu Kadro Tayin Komisyonu’nun Rus kadrolar atamasını eleştiriyor ve ‘bir ve bölünmez Rusya bizim sloganımız değildir’ diyordu. Gerçekten de o yıl tüm parti üyelerinin yüzde 72’si Rus idi. Ancak Gürcistan’ın işgali bu olayı patlattı.”

 

[15]    a.g.e. sf. 31.

 

[16]    Lenin, 1999, sf. 208

 

[17]    Cumhuriyet, 2022.

 

[18]    Anadolu Ajansı, 2022.

 

[19]    a.g.e.

 

[20]    Lenin, 1974, sf. 131.

 

[21]    Lenin, 1999, a.g.e. sf. 210-211.

 

[22]    Bu eğilimden bir kişiyle 2017 yılında tartışmıştım. O tarihlerde Mesud Barzani’nin Irak Kürdistan Bölgesi bağımsızlık referandumuna karşı çok ilginç, bazıları sosyal şovenistlerden dahi beklenemeyecek tutumlar alınmıştı: Lenin’in ‘Ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ konulu yazılarını okuyanlar şunu akıldan çıkartmamalıdır: “Lenin çokuluslu bir imparatorluğun içinde hâkim olan ulusun mensubu bir sosyalist, yani ezen ulusun bir üyesi bir sosyalist olarak yazıyordu. Lenin öncelikle sorunu dünya sahnesinde kapitalizmin bir yoğunlaşması, merkezileşmesi ve askerileşmesi anlamına gelen emperyalizmin derinleştirdiği çelişkiler bağlamında ele alıyordu. Ama bunu Rus olduğunu unutmadan, ezen ulusun bir üyesi olarak bu ezen ulus kibrini Rusya’da işçilerin birleşik mücadelesinin önündeki en büyük engel olarak görerek yapıyordu. Chris Harman, 2009 yılında ‘Yeniden Lenin’ derlemesi için yazdığı makalede “çok kültürlü açıklıkta ısrarın işçi düşmanlarının sınıf mücadelesinin en hain biçimi”dir diyen Zizek’e çok kültürlülüğü savunmanın orta sınıfların işi olarak görülmesinin yanlış olduğunu, bugünkü modern ve farklı etnik gruplara mensup işçilerin birliğinin önkoşullarından birinin çok kültürlülüğün kabul edilmesi olduğunu söyleyerek yanıt veriyordu. Farklı etnik grupların bir arada yaşadığı ama bu etnik gruplardan birisinin diğerlerini bastırarak, diğerleri üzerinde devlet örgütlenmesi üzerindeki etkinliği aracılığıyla baskı kurarak hegemonyasını inşa ettiği koşullarda, sanki böyle bir çelişki yokmuş gibi, sanki böyle bir baskı biçimi yokmuş ve bu baskı biçimi farklı etnik gruplardan işçilerin birleşik mücadelesinin önüne dikilen en önemli sorun değilmiş gibi havaya bakıp ıslık çalmak, sözde çok devrimci görünebilir ama özde hâkim etnik grubun milliyetçiliğinin sol sos katarak yeniden üretilmesinden başka bir sonuç doğurmaz.” Karakaş, 2017.

 

[23]    Aktaran; Cliff, 1990, sf. 204.

 

[24]    A.g.e. sf. 195.

 

[25]    Harman ve Mandel, 1991, sf19.

 

[26]    Cliff, 1990, a.g.e, sf. 195.

 

[27]    A.g.e. sf. 200.

 

[28]    Harman, 1991, sf. 93.

 

[29]    Cliff’in Rusya’nın sömürgeleştirdiği ülkelerin Ruslaştırılmaya gönüllü şekilde razı olmadığını anlatan alıntılardan birisi şöyle: Letonyalıların atalarının Baltık denizi kıyılarında yerleşmelerinin üzerinden yüzyıllar geçti… Bu yüzyıllar boyunca Ruslar Letonyalıların iyi komşularıydılar. Baltık bölgesinin Alman şövalyeleri tarafından fethi ve kökleştirilmesi, kana susamış Batılı işgalcilerin cinayetleri, yağmalan ve şiddet uygulamalarıyla dolu karanlık bir hikâyedir. Özgürlük aşığı Letonyalılar ve Estonyalılar, özgürlük ve bağımsızlıklarını koruyacak kadar güçlü değillerdi. Fakat Rusların yakınlığı ve dostluğu, Letonyalıların Rus prenslerinden yardım isteyerek topraklarını köleleşmekten kurtarmalarını sağladı.” A.g.e. sf 205. Putin’in Ukraynalıları faşist tehlikeden kurtarma yüce gönüllü arzusu, bu adamın hangi geleneğe sağlam adımlarla yaslandığımı gösteren bir başka örnek.

 

[30]    a.g.e. sf. 203

 

[31]    A.g.e. sf 208.

 

[32]    Tamas, 2016.

 

[33]    Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 1988, a.g.e. sf. 1478.

 

[34]    Tarkan, 2013.

 

[35]    Cumhuriyet, 2022, a.g.e.

 

[36]    Valansi, 2022.

 

[37]    A.g.e.

 

[38]    Valansi çubuğu biraz daha büküp, cümlenin sonunu “ne de liderine tapan mantığı ve kalbi mühürlenmiş bir halk var.” diyerek getiriyor. Ama binlerce ama binlerce Rusya vatandaşının savaşa karşı çıkıp, gözaltına alınması ve gözaltına alınacağını bile bile savaşa karşı çıkmaya devam etmesi halkın bazı kesimlerinin kalbinin mühürlenmediğini gösteriyor.

 

[39]    Yine de Ukrayna’da faşist hareketi aldığı oy oranları nedeniyle çok cılız bir güç olarak görmekten de uzak durmalıyız. Ukrayna’da sistematik bir şekilde güçlendirilen, belki de diriltilen faşist ve ırkçı hareketler yüzde 1-3 aralığında halk desteğine sahip olsalar da 2014’ten itibaren siyaset şemsiyesinde sayısal güçlerinin çok ötesinde bir siyasi ağırlığa sahip oldular. 2014’te Svoboda Partisi’ne yeni hükümette Başbakan Yardımcılığı, Savunma Bakanlığı, Tarım Bakanlığı ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile başsavcılık ve iki valilik koltuğu verildi. (BBC) Bu grupların II. Dünya Savaşı günlerinde Kızıl Ordu’ya karşı savaşması ve bu geleneğin tüm mirasını savunan ırkçıların “Ulusal kahraman” ilan edilmesi ve iktidarın bu gelenekten gelenlerle arasına net mesafe koymaması sorunlu başlıklar. Bu sorunları çözmenin Putin’in işi olduğunu iddia edenler, Putin’e şu ya da bu oranda faşistin etkin olduğu her ülkeyi işgal etme hakkını tanıdıklarının farkında değiller. Tahmin edelim, dünyadaki en kitlesel faşist partiler hangi ülkelerde?

 

[40]    Marx, 1976, sf. 13-14.

 

[41]    Molyneux, 2019.

 

[42]    https://twitter.com/GencFilozof72/status/151037653235
4732035

 

[43]    Bu basit bir anlaşma değildi, mazlumlara ve devrimcilere karşı kolektif emperyalist bir saldırganlıktı söz konusu olan: “Daha iyi bir dünya için savaşmış olan binlerce insan kendilerini, birbirine rakip devletlerin düzenledikleri fesat içinde kapana kıstırılmış hissediyorlardı: Alman Komünistleri, 1940 yılında Stalin’in polisi tarafından Gestapo’ya devredilmişlerdi; Polonyalı Yahudiler 1939 yılında ilerleyen Alman birliklerinin önünde doğuya doğru kaçmışlar ve kendilerini Rus gulaglarında hapsedilmiş bulmuşlardı; Nazi Almanya’sından kaçanlar, casus olma ihtimalleri nedeniyle Britanya’da hapse atılmışlardı; cumhuriyetçi İspanya’dan kaçan askerler, cumhuriyetçi Fransa’da toplama kamplarına atılmışlardı; İspanya Cumhuriyetinin Rus danışmanları, Moskova’ya döndüklerinde ‘faşist ajanlar’ diye idam edilmişlerdi.” Harman, 2009, a.g.e. sf. 399.

 

[44]    Kumcu, 2019, sf. 49.

 

[45]    Margulies, 1997, sf. 10.

 

[46]    Troçki, 1998, sf. 441.

 

[47]    Chomsky, 2022. Ben Ümit Kıvanç’ın çevirisini kullandım, yazının bütünün çevirisi için: https://www.art-izan.org/toplum-siyaset/abdnin-rusyaya-karsi-baslattigi-askeri-tirmanisin-galibi-yok/

 

[48]    Margulies, 1997, a.g.e.

 

[49]    https://twitter.com/raporturkiye/status/1507306165016932357

 

[50]    https://twitter.com/ozersencar1/status/1509100951914913796

 

[51]    Kaba bir araştırma, bu adamın düpedüz bir faşist olduğunu, milliyetçi olduğunu gösteriyor. Putin’in baş stratejisti.

 

[52]    https://twitter.com/GaziCaglar/status/1505319476853714946 Gazi Çağlar’ın alıntıladığı bu görüşlere ulaşamadım ama benzeri fikirleri ortada Dugin’in. Kurucularından olduğu parti ve girişimler adının başına mutlaka “nasyonalist” ekliyor. Nasyonal Bolşevik parti örneğinde olduğu gibi. Partinin temel sloganı, “Rusya her şeydir, gerisi hiç!” Bu parti Rusya Yüksek Mahkemesi tarafından aşırılıkçı bir örgüt olduğu için kapatıldı. Hikayesi Türkiye’deki Avrasyacıların, minik devletçi faşistler ve ırkçıların yükselişine çok benziyor.

 

[53]    Türkiye’de Ukrayna işgalinin yeni bir çağın, Asya’nın çağının başladığını söyleyenler olduğunu belirtmeyi bir borç bilirim.

 

[54]    Dugin, 2022.

 

[55]    https://twitter.com/GaziCaglar/status/1505316348855037965

 

[56]    Rus oligarklarının ne türden ilişkilerle nasıl bir servete el koyduklarını, Putin’in bu servet sahipleri kervanındaki konumunu ve oligarşinin küresel düzeyde süren karanlık ilişkilerini görmek için Ümit Kıvanç’ın şu yazısıyla başlattığı seriye bakılabilir: https://www.gazeteduvar.com.tr/rusyanin-egemenleri-makale-1555718. Gazeteci Yıldıray Oğur da “Biri girdiğin, diğeri çıktığın gündür” başlıklı yazısında, sonunda Putin’in olduğu bir yatın şifrelerini çözen genç ve en az Putin kadar milliyetçi muhalefet liderinin hapsedilmesini anlatıyor: https://www.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/biri-girdigin-digeri-ciktigin-gundur-1592530

 

[57]    Dugin, 2022.

 

[58]    Callinicos, 2022.

 

[59]    Karakaş, 2005, sf. 45. Türkiye’de savaş karşıtı hareketin deneylerini özetlemeye çalıştığım kitapta savaşın nedenlerini ele aldığım bu bölümde John Rees’in International Socialism dergisinin 93. sayısındaki “Emperyalizm: Küreselleşme, Devlet ve Savaş” makalesi çok yararlı olmuştu.

 

[60]    ABD askeri harcamaları bugün 778 milyar dolarla kendisinden sonra gelen en fazla harcama yapan on ülkenin toplamından daha fazla. Bu ülkeler toplam 630 milyar dolar harcıyor.

 

[61]    Callinicos, 2014, sf. 395-396

 

[62]    Cave, 2022.

 

[63]    Molyneux, 2022, sf. 4.

 

[64]    Molyneux, aynı yazısında, Putin’in işgaline karşı yüksek sesle insani facia ve demokrasiden söz eden NATO üyesi lider ülkeleri NATO’nun demokrasiyle bitmeyen dansına bakmaya davet ediyor: “NATO’nun ABD ve başlıca müttefiklerinin stratejik çıkarlarını geliştirmek yerine demokrasiyi savunmakla ilgisi olduğu düşüncesi gülünçtür. NATO ve ABD’nin ‘demokrasiyi savunmada’ başarısız olduğu örnekler oldukça fazla: Bunlar Pinochet yönetimindeki Şili’den, 70’lerde askeri yönetim altındaki Brezilya ve Arjantin’e, 1967-74 askeri cunta yönetimindeki Yunanistan’dan, Güney Afrika’daki ırk ayrımına, İsrail’de sürekli gördüğümüz ırkçılıktan, bugün Suudi Arabistan ve Mısır’a kadar.”

 

[65]    Callinicos, 2022. Callinicos, bu tartışmada ekonomik yaptırımların yaptırım uygulayan devletler açısından ne anlama geldiğini şöyle alıntılıyor: “Nicholas Mulder’ın yaptırımlarla ilgili yeni ve olağanüstü bir tarihsel çalışmasında işaret ettiği gibi, “ekonomik yaptırımlar genellikle savaşa bir alternatif olarak kabul edilir. Ancak iki savaş arası dönemdeki çoğu insan için, I. Dünya Savaşı sırasında İngiltere ve Fransa’nın Almanya ve müttefiklerine uyguladığı abluka deneyiminden sonra, ekonomik silah, topyekûn savaşın özüydü”. Michael Roberts da aynı yazardan benzer bir örneği aktarıyor: “Mulder, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Milletler Cemiyeti’nin kurulmasıyla emperyalist güçler tarafından ekonomik yaptırımların kullanılmaya başlandığına dikkat çekiyor. Birliğin önde gelen güçleri ‘örgütü modern dünya için yeni ve güçlü bir tür zorlayıcı araçla donattıklarına inanıyorlardı.’ Dönemin ABD başkanı Woodrow Wilson, ekonomik yaptırımları, ‘boğulmanın bireydeki tüm savaşma eğilimlerini ortadan kaldırması gibi, bir ulusun aklını başına getirebilecek’ ‘savaştan daha muazzam bir şey’ olarak tanımladı. Kuvvete gerek kalmayacaktı. ‘Korkunç bir çare. Boykot edilen ulusun dışında bir cana mal olmaz, ancak o ulus üzerinde, kanımca hiçbir modern ulusun direnemeyeceği bir baskı yaratır.’ Bu anlamda yaptırımlar bana, şehirlerin askeri müdahale olmaksızın boyun eğdirildiği ortaçağ kuşatmalarını hatırlatıyor. Ekonomik yaptırımlar, kimyasal silahlar ve nükleer bombalarla birlikte yeni bir 20. yüzyıl silahıydı.” Roberts, 2022.

 

[66]    Yazının redaksiyonunu yaparken, Ukrayna’dan can yakan haberler gelmeye devam ediyordu. Ukrayna başsavcısı 410 cansız bedene ulaştıklarını açıkladı.

 

[67]    Robertson, 2022.

 

[68]    Eurasiareview, 2022.

 

[69]    Tisdall, 2022.

 

[70]    “Financial Times’tan Edward Luce’a göre, 2 Mart’ta Rusya’yı kınayan BM Genel Kurulu oylamasında “çekimser kalan 35 [devlet] dünya nüfusunun neredeyse yarısını oluşturuyor. Buna Çin, Hindistan, Vietnam, Irak ve Güney Afrika dahil. Rusya’ya oy verenleri de eklerseniz yarıdan fazlası ediyor.” Callinicos, 2022, a.g.e.

 

[71]    Tisdal, 2022, a.g.e.

 

[72]    Harman, 2009, a.g.e sf. 550.

 

[73]    Dünya Gazetesi’nden Zeynep Gürcanlı hiç de sıradan olmayan olayları toparlıyor: “Ukrayna savaşıyla Rusya’nın Avrupa enerji ihtiyacı için arz listesinden çıkmaya başlaması, Washington’u ciddi alternatifler aramaya itti. İlk akla gelen elbette Arap ülkeleri. Ancak gerek BAE’nin, gerek Suudi Arabistan’ın Ukrayna konulu BM oylamalarında takındıkları ikircikli tavır, hatta Suudi Kraliyet ailesinin olağan uygulamaların dışına çıkarak ABD Centcom Komutanı McKenzie’ye randevu vermemesi, Washington’u alarma geçirmiş durumda. Araplar, ABD’nin açık çağrıları ya da kapalı kapılar ardındaki telkinlerinin aksine, Avrupa’ya gaz/doğalgaz akışını arttırmak için kıllarını kıpırdatmadı. Bunun tek istisnası Katar.” 2022.

 

[74]    Roberts, a.g.e, 2022.

 

[75]    A.g.e

 

[76]    Cave, 2022, a.g.e.

 

[77]    Yemen’de yüzbinlerce insanı mahveden savaşın sona ermesini, Suriye’de devrimi boğan Esad ve Putin güçlerinin ve Suriye dışı askeri güçlerin ülkeyi terk etmesini de birlikte savunarak bu talepleri dile getiriyoruz.

 

Kaynakça

AA, 2022, “Rusya devlet Başkanı Vladimir Putin Halka Hitap etti”, https://www.aa.com.tr/tr/dunya/rusya-devlet-baskani-vladimir-putin-halka-hitap-etti/2509019

Aljazeera, 2022, “Russia-Ukraine latest updates: No let up in attacks on Chernihiv”, https://www.aljazeera.com/news/2022/3/29/russia-ukraine-un-urges-unhindered-aid-access-liveblog

Callinicos, Alex, 2014, Emperyalizm ve Küresel Ekonomi Politik, Çeviri: İlkay Ata, Phoenix Yayınları, İstanbul.

Callnicos, Alex, 2022, “Ukrayna krizi neden uzadı?”, Marksist.org, Çeviri: TN, https://marksist.org/icerik/Yazar/17355/Ukrayna-krizi-neden-uzadi?

Callinicos, Alex, 2022, “Ukraine and anti-imperialism — Gilbert Achcar and Alex Callinicos debate”, Socialist Worker, https://socialistworker.co.uk/long-reads/ukraine-and-anti-imperialism-gilbert-achcar-and-alex-callinicos-debate/

Cave, Damien, 2022, “The War in Ukraine Holds a Warning for the World Order”, The New York Times. https://www.nytimes.com/2022/03/04/world/ukraine-russia-war-authoritarianism.html

Chomsky, Noam, 2022, “ABD’nin Rusya’ya Karşı Başlattığı Askeri Tırmanışın Galibi Yok”, Söyleşiyi yapan: C.J. Polychroniou Çevirmen: Aysel Yıldırım, https://www.art-izan.org/toplum-siyaset/abdnin-rusyaya-karsi-baslattigi-askeri-tirmanisin-galibi-yok/

Cliff, Tony, 1990, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, Çeviri: Ali Saffet-Tarık Kaya, Metis Yayınları, İstanbul.

Cliff, Tony, 1994, Lenin II-Tüm İktidar Sovyetlere, Çeviri: Tarık Kaya, Barnar Kutluğ, İstanbul, Z Yayınları.

Cumhuriyet, 2022, “Son Dakika: Vladimir Putin: Ukrayna’daki operasyonun gidişatı, Neo-Nazilerle savaşıyor olduğumuzu gösteriyor”, https://www.cumhuriyet.com.tr/dunya/son-dakika-vladimir-putin-ukraynali-tek-bir-ulus-oldugunu-kabul-etmiyorum-1912704

Dugin, Alexander, 2022, “Batı ile flört ederseniz, bedelini ödeyeceksiniz”, https://www.yenimuhalefet.com/haber/alexander-dugin-bati-ile-flort-ederseniz-bedelini-odeyeceksiniz-16858

Dugin, Alexander, 2022, “Rus ordusu gerekirse nükleer silah kullanmalı”, https://www.haber7.com/dunya/haber/3206819-prof-dr-dugin-rus-ordusu-gerekirse-nukleer-silah-kullanmali

Eurasiareview, 2022, Is A New And Different World Order Being Created?, https://www.eurasiareview.com/26032022-is-a-new-and-different-world-order-being-created-analysis/

Harman, Chris, 1991, Doğu’da Fırtına Koptu, Çeviri: Betül Genç, Z Yayınları, İstanbul.

Harman, Chris, 2009, Halkların Dünya Tarihi, Çeviri: Uygur Kocabaşoğlu, Yordam Yayınları, İstanbul.

Harman, Chris, 2015, “Rusya’da devrim nasıl kaybedildi?”, Çeviri: Arife Köse, Soyalist İşçi Broşür dizisi.

Harman, Chris ve Mandel, Ernest, 1991, SSCB Tartışması, Çeviri: Bülent Tanatar, Yazın Yayıncılık, İstanbul.

Gürcanlı, Zeynep, 2022, “Yeni bir dünya kurulur ama…”, Dünya Gazetesi, https://www.dunya.com/kose-yazisi/yeni-bir-dunya-kurulur-ama/653253

Lenin, 1999, Lenin’in Son Kavgası-Konuşmalar ve Yazılar, 1922-23, Çeviri: Meral Delikara Topçu, Öteki Yayınevi, Ankara.

Lenin, 1974, EMPERYALİZM,KAPİTALİZMİN EN YÜKSEK AŞAMASI (YALINLAŞTIRILMIŞ BİR DENEME), Çeviri: Cemal Süreyya, Sol Yayınları, Ankara.

Karakaş, Şenol, 2017, “Bir sosyal şovenistle tartışmanın zorluğu ya da Kürdistan bağımsızlık referandumuna dair (III)”, Marksist.org, https://marksist.org/icerik/Yazar/8087/Bir-sosyal-sovenistle-tartismanin-zorlugu-ya-da-Kurdistan-bagimsizlik-referandumuna-dair-III

Kıvanç, Ümit, 2022, “Rusya’nın egemenleri”, Gazete Duvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/rusyanin-egemenleri-makale-1555718

Kumcu, Tuncay, 2019, “1936 İspanya Yenilgisi”, Enternasyonal Sosyalizm, s. 5.

Marx, Karl, 1976, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Çeviri: Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara.

Molyneux, John, 2019, “Emperyalizm ve Rusya”, AltÜst, https://www.altust.org/2019/11/emperyalizm-ve-rusya/

Molyneux, John, 2022, “Ukrayna: NATO Yardım Edecek mi?”, Sosyalist İşçi 697. Sayı.

Nettl, Peter, 2003, Rosa Luxemburg, Çeviri: Osman Akınhay, Everest Yayınları, İstanbul.

Oğur, Yıldıray, 2022, “Biri girdiğin, diğeri çıktığın gündür”, Karar Gazetesi, https://www.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/biri-girdigin-digeri-ciktigin-gundur-1592530

Roberts, Michael, 2022, “Ukraine-Russia: like an earthquake”, https://thenextrecession.wordpress.com/2022/03/20/ukraine-russia-like-an-earthquake/

Robertson, Harry, 2022, “Putin’s war in Ukraine is devastating Russia’s economy, wiping out 15 years of growth and sending inflation skyrocketing”, https://finance.yahoo.com/news/putins-war-ukraine-devastating-russias-080000664.html

SSCB Bilimler Akademisi Kolektifi, Bakh, Irene-Golman, L.I-Kolpinsky, N.Y.-Krylov, B.-Kuzminov, I.I.-Malysh, A.I-Moslov, V.G.-Stepanova, Yevgeniya., 2008, Karl Marx-Biyografi, çeviren: Ertuğrul Kürkçü, Sorun Yayınları, İstanbul.

Tamas, G M, 2016, “Hungary 1956: a socialist revolution”, Internatioan Socialism, 152, http://isj.org.uk/hungary-1956-a-socialist-revolution/

Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 1988, Modern Sosyalizm bölümü içinde Emperyalizm başlığı altında, sf. 429, İletişim Yayınları, İstanbul.

Tarkan, Doğan, 2014, Stalin ve Bürokrasinin İktidarı, Sosyalist İşçi Broşür dizisi, İstanbul.

Tarkan, Doğan, 2013, “1956 Macaristan: Gerçek bir devrim”, http://dogan-tarkan.blogspot.com/2013/11/1956-macaristan-gercek-bir-devrim.html

Tisdal, Simon, 2022, “How Ukraine has become the crucible of the new world order?”, The Guardian, https://www.theguardian.com/world/2022/mar/12/how-ukraine-has-become-the-crucible-of-the-new-world-order

Troçki, Lev, 1998, Faşizme Karşı Mücadele, Çeviri: Orhan Koçak-Orhan Dilber, Yazın Yayıncılık, İstanbul.

Uluslararası Af Örgütü, 2022, “Rusya ordusu Ukrayna’nın işgali esnasında gelişi güzel saldırılarda bulunuyor”, https://www.amnesty.org.tr/icerik/rusya-ordusu-ukraynanin-isgali-esnasinda-gelisi-guzel-saldirilarda-bulunuyor

Valansi, Karel, 2022, “Putin´in neo-Nazi iddiası üzerine”, Şalom, https://www.salom.com.tr/koseyazisi/121425/putinacutein-neonazi-iddiasi-uzerine

Enternasyonal Sosyalizm