Can Irmak Özinanır
Mayıs sonunda hükümetin 5199 sayılı “Hayvanları Koruma” Kanunu’nda1 değişiklik yapacağını duyurması üzerine Türkiye’deki pek çok şehri saran bir mücadele dalgası başladı. Tüm yaza damgasını vuran bu mücadeleden biz Marksistlerin öğreneceği çok şey var, üstelik bu mücadeleye nasıl katkıda bulunacağımızı düşünmek de kaçınılmaz olarak önümüzde duruyor.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir, çocukluğumda gittiğim Dalyan’da Caretta Caretta’lar için tişört almamı saymazsak benim hayvan hakları ile tanışıklığın henüz çok yeni sayılır. Yaklaşık iki yıl önce bu konuyu bir grup hayvan hakları aktivistiyle konuşmuş, yasanın değiştirilmek istediğini onlardan öğrenmiştim. Solun bu meseleye yeterince ilgi göstermediğini söylemeleri üzerine bir de milliyetçi hezeyanlar üzerine kurulu, sahneden herkesin kaç hayvan baktığını söylediği ve bir konuşmacının “Biz Türkoğlu Türküz” diye bağırdığı bir mitinge katılmamızla beraber, bir grup sosyalist olarak bu meselenin üzerinden atlanamayacak bir şey olduğuna karar vermiş, bizi o mitinge götüren aktivistlerle beraber Hayvan, Yaşam, Özgürlük İnisiyatifi’ni (HYÖ) kurmuştuk. Bu kişisel girişi yapma sebebim bu yazının yıllardır bu alanda mücadele veren, sokakta yaşayan hayvanlarla mesai yapan, besleme, kurtarma faaliyetleri yapan, mahalle dayanışmaları örgütleyen insanlara yeni yeni öğrendiğim bir alan üzerine akıl vermek üzerine yazılmadığını belirtmek. Geçen süreçte karşılaştığım bazı yaklaşımlara karşı eleştirel bir mesafem olsa da asıl olarak bu yazı, işçi sınıfının özgürleşmesinin tüm toplumu özgürleştireceğini savunan biz Marksistlerin bu meseleye nasıl yaklaşabileceği konusunda bir sesli düşünmeye ve elbette düşünürken eylemeye dönük bir davet.
Şimdiye kadar solun bu konuyla çok ilgilenmediğini, ilgilense de ilgisinin sınırlı kaldığını üstelik birkaç örnek dışında teorik olarak bu meseleyi nereye oturtacağını tam bilemediğini söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Hayata soldan bakan, Marksist veya anarşist olan, vegan aktivizm yapan ve bugüne kadar çok değerli katkıları olan gruplar da mevcut ama zaten yıllardır bu konuyu odak noktasına alan gruplar olageldi, genel olarak sosyalist hareketin ilgisine mazhar olamamıştı. Ancak meselenin politik olarak solun gündemine yeni -o da belirli bir ölçüde- oturduğu ortada.
Bu yazıda öncelikle AKP-MHP blokunun sokakta yaşayan hayvanları katletmeye dönük yasa teklifinin bugünkü politik atmosferde nereye oturduğunu tartışmaya çalışacağım. Konjonktürel olarak aşırı sağcılık ve otoriterizmin harçlarından biri yapılmaya çalışılan sokak hayvanları, özellikle de köpek düşmanlığının yine aynı “zapturapt rejimi”nin hedefindeki diğer toplumsal kesimlerle ve işçi sınıfı ile olan bağlarını tartışmaya çalışacağım.
Kriz ve sokakta yaşayan hayvanlar
Marksistlerin, bir şeyi açıklarken neredeyse her zaman kriz kavramından yola çıkmalarının bir ölçüde indirgemeci tınladığının farkında olmakla beraber, bayram değil seyran değilken AKP-MHP blokunun sokakta yaşayan hayvanları hedefe oturtmasının hem genel olarak kapitalizmin krizinden hem de Türkiye’deki “Türk tipi başkanlık rejiminin” pek çok alanda yaşadığı krizden ayrı bir şekilde anlaşılamayacağını düşünüyorum.
6 Şubat depremlerinin hemen ardından kuruluşunu ilan eden HYÖ’nün ilk bildirisinde şunlar yazıyordu:
Ekonomik kriz derinleşirken, bir de Türkiye tarihinin en büyük depremiyle sarsıldık. Krizin faturasını çalışanlara yüklemeye çalışan patronlar ve hükümet bu sefer de faturayı dayanışma örgütleyenlere, muhalefete, yoksullara, göçmenlere, öğrencilere, kadınlara, LGBTİ+’lara kesmeye çalışıyor. On binlerce insan ve hayvanın hayatını kaybetmesine neden olan deprem değil, doğayı devasa bir inşaat alanına çeviren rant politikalarıdır. Sebebi başka yerde aramamızı isteyenlere karşı sesimizi çıkarmanın şu anda tam zamanı.2
Gerçekten de deprem olduğunda, bugün çok daha derinleşmekte olan krizi açıkça hissetmeye başlamıştık. AKP’nin ve sokakta yaşayan hayvanları hedef gösteren haberlerin artmaya başlaması tam da bu krizin derinleştiği günlere denk geliyor. Güvenli Sokaklar Derneği (GÜSODER) isimli derneğin bir anda ortaya çıkması ve sokakta yaşayan hayvanlara dönük nefreti pompalaması da 2022 yılının Mayıs ayına denk geliyor.3 Burada basitçe, iktidarın “ekonomik krizin üstünü örtmek” maksadıyla hayvanları ve toplumun çeşitli kesimlerini hedef hâline getirdiği gibi araçsal bir yaklaşıma savrulmamak gerekir. Ekonomi, burjuva iktisatçılarının iddia ettiği gibi “kendi kurallarına göre” rasyonel işleyen bir süreç değildir. Egemen sınıf her zaman sistemin devamlılığı için ideolojinin aracılığına ihtiyaç duyar. Marksist terminolojide sık sık kullanılan altyapı-üstyapı metaforlarına başvuracak olursak, Marksizm basitçe “altyapının üstyapıyı belirlediğini” söylemez. Tersine üstyapısal olarak adlandırılan düzey ile üretim ilişkileri her zaman beraber işlemek zorundadır, üstyapısal olarak ayrılan düzey4 bütün karmaşık yapısıyla kapitalist sömürü ilişkilerinin sürdürülebilmesi veya yıkılabilmesi için mücadelenin sürdüğü bir düzeydir. Tam da bu nokta bize günümüzdeki otoriter rejimin niçin hayvanları hedef gösterdiğini anlama konusunda ipuçları sunmaktadır. Mesele sadece ekonomik değil, ekonomik olan her şeyde olduğu gibi aynı zamanda politiktir.
Dünyada yükselen otoriterizm ve aşırı sağ
Türkiye’de yaşamakta olduğumuz krizin özgün yönleri bulunmakla beraber, ne ekonomik kriz ne de politik kriz Türkiye’ye özgü. Son olarak ırkçı, aşırı sağcı ve tamamen erkeklik üzerine kurulu bir kampanyayla yeniden ABD Başkanı seçilen Trump’ın gösterdiği gibi mesele sadece Türkiye ile sınırlı değil. Tersine kapitalizmin girdiği kriz dünyanın dört bir yanında sınıflar arasındaki mesafeyi hızla arttırıyor. Zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul olmaya zorlandığı bir birikim rejimi tüm dünyaya hâkim olurken, yoksullaşan kitleler alternatifler aramaya başlıyor.
Tam da bu noktada, bu alternatifin sol olamadığı durumlarda içinde faşistlerin de bulunduğu aşırı sağ, sahte bir antikapitalizmle bu boşluğu doldurmaya aday oluyor. Türkiye’de AKP öncülüğündeki otoriter iktidar blokunun benzerleri pek çok ülkede iktidarda. Enternasyonal Sosyalizm’in bu sayısında çeşitli ülkelerde aşırı sağın yükselişiyle ilgili yazılar bulacaksınız. Otoriter iktidarlar ister ABD öncülüğündeki Batı’ya, ister Çin-Rusya gibi ülkeler öncülüğündeki bloka dahil olsunlar benzer yöntemleri her yerde hayata geçiriyorlar.
Örneğin İtalya’da eski faşist lider Mussolini’nin söylemlerini tekrarlamaktan çekinmeyen İtalya’nın Kardeşleri Partisi’nin lideri Giorgia Meloni, sürekli aile vurgusu yaparak LGBTİ+’ları hedef alıyor. Macaristan Başbakanı Viktor Orban, bir antisemitist ve LGBTİ+ düşmanı. Almanya’da yükselişe geçen Almanya için Alternatif (AfD) de aile vurgusu etrafında LGBTİ+ ve kadın düşmanı bir politika izliyor. Dünyadan bu otoriter ve aşırı sağcı iktidarlara daha pek çok örnek vermek mümkün.5
Dünyanın pek çok yerinde aynı anda ırkçılığın, kadın ve LGBTİ+ düşmanlığının harekete geçmesi elbette tesadüf değil. Bütün bunlar kapitalizmin çoklu krizinin yarattığı ortamda yeşerme şansı bulan otoriterizmin “krizi yönetme” biçimleri.
“Krizi yönetmek” ve ahlaki panik
Krizi Yönetmek (Policing The Crisis), Birmingham Kültürel Çalışmalar Ekolü’nden Stuart Hall ve arkadaşlarının 1970’li yılların sonunda neoliberalizmin otoriter bir biçimde yerleşmesini ahlaki (moral) panik kavramıyla detaylı bir şekilde ele aldıkları kitabın ismi.6 Stanley Cohen, 1972 yılında ortaya attığı ahlaki panik kavramını şöyle açıklıyor:
Toplumlar zaman zaman ahlaki panik dönemleri yaşarlar. Bir durum, olay, kişi ya da grup, toplumsal değerlere ve çıkarlara tehdit olarak tanımlanmaya başlar; söz konusu öznenin doğası medya tarafından stereotipleştirilerek belirli bir tarzda sunulur; ahlaki barikatlar gazeteciler, din adamları, politikacılar ve diğer sağ görüşlü kişilerle tahkim edilir; toplumda itibar sahibi uzmanlar teşhislerini ve çözüm önerilerini dile getirir; yavaş yavaş olayla başa çıkma yolları geliştirilir ve hatta doğrudan bu yollara başvurulur; devamında ise olay ya silikleşerek gözden kaybolur ya da kötüye giderek daha görünür bir hâl alır. Paniğin konusu kimi zaman oldukça yenidir; kimi zamansa uzun süredir var olmasına karşın yeni günışığına çıkmıştır. Bazı durumlarda panik geçer, folklor ve kolektif hafıza dışında unutulur. Diğer durumlardaysa paniğin daha ciddi ve uzun vadeli etkileri olur; hukuki ve toplumsal politikalarda ve hatta toplumun kendi algılayış biçiminde büyük değişikliklere yol açabilir.7
Türkiye’de sokakta yaşayan hayvanlar üzerinden yaratılan ahlaki panik tam olarak hukuki ve toplumsal politikalarda ciddi ve uzun vadeli etkileri olacak şekilde kullanıldı.8 “Başıboş köpek terörü” şeklinde özetlenebilecek bu panik havası, bugüne kadar yasanın gerektirdiğini yerine getirmeyen bütün kamu otoritelerini aklar biçimde ısıtılıp önümüze sürüldü. Sosyal medya kampanyaları ve artık anaakım medyanın önemli bir bölümünü oluşturan iktidar medyası tarafından köpürtülen nefret kampanyası eşliğinde yasa apar topar önce meclisteki komisyondan daha sonra ise genel kuruldan geçirildi. Ardından ise hâlihazırda zaten yaşanmakta olan katliamlar hız kazandı.
Geçtiğimiz günlerde Ankara, Çankaya’da bulunan Çiğdem Mahallesi’nde yaşananlar ahlaki paniğin bir pogrom pratiğine benzer biçimde nasıl örgütlendiğini gösteriyordu. Çiğdem Mahallesi’nde bir kadının köpek saldırısına uğraması üzerine yine medya ve sosyal medya üzerinden örgütlenen kampanya sonucunda hemen ertesi gün belediye ekipleri Çiğdem Mahallesi’nde bulunan köpekleri toplamaya gitti. Olayla alakası olmayan ve mahalleliler tarafından “sakin” olmasıyla tanımlanan dokuz köpek toplanırken, olayı duyan aktivistlerin mahalleye gitmesi sonucu toplamaların büyümesi engellendi.9 Ancak düşmanlık bununla sona ermedi, mahalleye giderek köpeklerin toplanmasına karşı çıkan yaşam hakkı savunucuları tek tek hedef gösterildi, haber bültenlerinde “insan düşmanı” olarak lanse edildi, sosyal medyada küfür ve tehditlere maruz kaldı.10
Krizi Yönetmek kitabında Hall ve arkadaşları 1970’li yılların sonunda İngiltere’deki gasp vakalarını ele alıyor ve medyada var olandan daha büyük bir tehditmiş gibi sunulan bu vakaların nasıl bir zapturapt toplumu yaratmak üzere seferber edildiğini tartışıyordu. Bugün sokakta yaşayan hayvanlar, göçmenler, LGBTİ+’lar ve kadınlar üzerinden yaratılan moral panik tam olarak böyle bir zapturapt toplumu yaratma çabasına denk düşüyor. Bunun sebebi yukarıda da belirttiğim gibi kriz ve otoriterizmin krizi yönetme çabası.
Hukuki olarak bu şu anda reel sonuçları olan bir panik: İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede çıkılması, transların cinsiyet uyum sürecinde kullanılan hormonların reçeteye bağlanması gibi bu salt bir düşünsel saldırı değil, maddi sonuçları olan gerçek bir hukuki düzenleme.
Politikanın olanağı
Ahlaki panik, krizle karakterize oluyor. Kriz derken salt ekonomik değil, aynı zamanda politik bir krizden dolayısıyla bir hegemonya krizinden söz ediyorum. Bu, Antonio Gramsci’nin ünlü tabiriyle “eskinin ölmekte olduğu, yeninin de doğmakta zorlandığı”11 bir süreç. Dolayısıyla muktedirin yönetme kapasitesinin giderek kırılganlaştığı bir momentin ürünü. Tam da bu yüzden toplumun en sağcı kesimini suç ortaklığına davet ediyor.
Hükümetin sokakta yaşayan hayvanlara dönük düzenlediği nefret kampanyası bu kırılganlığın ürünü ancak aynı zamanda bu nefretin geniş kitleler nezdinde karşılık bulmaması da bu kırılganlığı ortaya koyuyor. Elbette, bu “ahlaki panik” bir düzeyde karşılık buldu. Ankara’da yavru köpekleri dirgenle öldüren şahıs kendisini “Devlet öldürün dedi, öldürdüm” şeklinde savunuyordu. Niğde’de, Altındağ’da, Gebze’de ve sayısız barınakta yaşanan vahşet devletin koruyucu kollarına sığınan ve hesap vermeyeceğini düşünen “suç ortakları” tarafından yaratıldı.
Öte yandan, başka bir dinamik daha doğdu. Toplumun önemli bir kısmı sokakta yaşayan hayvanlar üzerine yaratılan bu panik havasına ortak olmadı. Aksine Türkiye’nin pek çok şehrinde katliam yasasına karşı eylemler yapıldı. Eylemlerin dönüşen niteliğiyse, sağa karşı mücadele için önemli bir alan açıyor.
Ahlaki paniğe karşı vicdan mı?
Hayvanlara dönük düşmanlığa karşı “ahlaki” bir duruş sergilemeye çalışmak, “vicdan” üzerinden katliama karşı çıkmak bireysel bir tercih. Ancak biz Marksistler açısından ahlak da vicdan da tarihsel kategoriler. Zaten meseleyi “ahlaki” bir zemine çekmeye çalışan hükümetin yaptığı da tam olarak oyunu bildiği alanda oynamaya çalışmak. Tayyip Erdoğan, iktidarını her zaman çeşitli “kültürel” karşıtlıklar üzerinden kurmaya çalıştı ve bu oyunu oynamakta çoğu zaman mahir oldu.
Hayvan hakları sorunu sadece vicdani değil toplumsal bir sorun. Hayvanların merhamete değil haklarının tanınmasına ihtiyacı var. Birlikte yaşamı savunmalı ve sokak hayvanlarının yaşam, beslenme, sağlık, huzur, oyun gibi temel haklarını güvence altına almalıyız. Bireysel duyarlılıkla veya koruyucu yasalar talebiyle sınırlı olmayan, hayvan özgürlüğünü farklı ezme-ezilme biçimlerinin bir parçası olarak gören örgütlü bir mücadeleye ihtiyacımız var. Çünkü hayvanlardan “temizlenmiş” sokaklar isteyen muktedirler bizi yoksulluğa mahkûm etmek isteyenler. Sokak hayvanlarına nefret saçanlar göçmenleri, LGBTİ+’ları, kadınları hedef gösteriyor, emekliye, emekçiye, öğrenciye, ezilenlere hayatı dar ediyor. Sokak hayvanlarının özgürlüğünü hedefleyenlerin aynı zamanda diğer başlıklarda bütüncül bir mücadele yürütmesi gerekiyor, kadınların ve LGBTİ+’ların özgürlük mücadelesi de insanıyla hayvanıyla soykırıma uğrayan Filistinlilerin mücadelesi de dilleri, kimlikleri yasaklanan kesimlerin mücadelesi de yoksulluğa, iş cinayetlerine karşı direnen işçilerin mücadelesi de türcülüğe karşı başka bir hayatın mümkün olduğunu savunan veganların mücadelesi de bu hareketin kapsamında olmalıdır. Hayvan hakları hareketi, sokak hayvanlarının katledilmesine dönük girişimleri odağa alırken bu başlıkları da hareketin bir parçası olarak görmelidir.
Otoriterizmin “ahlakına” karşı mücadele, neoliberal sınırlar içindeki ‘muhalefet’e bel bağlayarak değil, hayatın her alanındaki mücadeleleri birbirine bağlayarak sokakta örgütlenebilir. Dolayısıyla otoriterizme karşı mücadele antikapitalist temelde verilebilecek bir mücadeledir.
İşçi sınıfı ve hayvan hakları mücadelesi
Katliam yasasına karşı mücadele sınıf mücadelesinin gündemlerinden biridir çünkü geçirilen yasa tam da bugün işçi sınıfının örgütlü gücünü her alanda kırmaya çalışan neoliberal otoriterliğin bir görüngüsüdür. Burada AKP-MHP blokunun, basitçe işçi sınıfı mücadelesinin gündemini değiştirmek için bu yasayı öne sürdüğünü iddia etmiyorum. Mesele bundan daha katmanlı.
Meltem Oral ve Foti Benlisoy’un “Yaygın yanılgılar, cinai ayrımlar ve sadist popülizm” yazısında da belirtildiği gibi sokakta yaşayan hayvanlarla insanların ilişkisinin gündeme gelişi ile kapitalizmin gelişimi arasında ciddi bir bağlantı var:
“Aslında bu ayrımın ancak 19. yüzyılda genelleştiği, sokak köpeklerinin tehlikeli, saldırgan ve hastalıklı olarak damgalanmasının burjuvazinin kendi suretinde kentsel mekânlar yaratma arayışının neticesi olduğu söylenebilir.”12
Bugün de sokakta yaşayan hayvanlara yönelik nefret kampanyasının belli bir “soylulaştırma” çabasının ürünü olduğu ortada. Yoksulların kent merkezlerinden sürülmesiyle, transların, köpeklerin dolayısıyla kârlı değil de “tehlikeli” olarak kodlanan tüm kesimlerin kent merkezlerinden sürülmesi arasında bir ilişki var. Dolayısıyla nasıl ki kent hakkı sınıf mücadelesinin bir parçası sayılmalıysa bugün kentleri soylulaştırmaya çalışan katliam yasası da sınıf mücadelesinin bir parçası.
Hareket edenler öğrenirler
Marx’tan Rosa Luxemburg’a uzanan bir skalada Marksistlerin hayvanların sömürüsü üzerine yazdıkları bulunsa da dünya çapında Marksistlerin hayvan hakları alanında pek de aktif oldukları tarihsel olarak söylenemez. Ancak Marksist yöntemin en temel sacayaklarından biri hareketten öğrenmektir. Bugün katliam yasasına karşı mücadeleden hepimizin öğrenebileceği bir şeyler var. Bunlardan birisi sadece sokaklarda yaşayan hayvanlarla dayanışmanın değil, genel olarak bir hayvan özgürleşmesi perspektifinin de Marksistlerin genel mücadelesinin bir parçası olmasının gerekliliğidir.
Bu basitçe ahlaki bir öğretiden, vicdandan vb. ortaya çıkan bir gereklilik değil. İşçi sınıfının kendisinin tüm sömürüyü ortadan kaldıracak sınıf olma iddiasına sahip çıkmanın, dolayısıyla Antonio Gramsci’nin deyişiyle “etik-politik” bir moment örgütlemenin parçasıdır. Genel olarak hayvan sömürüsü doğrudan işçi sınıfının sömürüsünün bir sonucu değildir ancak kapitalizmin ekolojik sömürüsünün önemli bir parçası da hayvanların çeşitli amaçlar doğrultusunda sömürülmesidir.
Bu konuda teorik ve politik olarak çok daha fazla tartışmaya ihtiyaç olduğu ortada. Bu tartışmaya başlamak için fazla geç kalmamak, eşit ve özgür bir dünyaya, komünist topluma ulaşmak açısından çok önemli.
Dipnotlar:
- Adında “Hayvanları Koruma” geçen bu kanunun altıncı maddesinde sokaklarda yaşayan hayvanların kısırlaştırma ve tedavi amacıyla barınaklara alınması, sonrasında ise yaşadıkları yere geri bırakılmaları temel alınıyordu. Yasa değişikliği ise sokaklarda yaşayan hayvanların toplanmasını ve “sahiplendirilmemeleri” hâlinde öldürülmelerini öngörüyor. Yazıda tartışmaya çalışacağım gibi belki de yasa değişikliğinden daha önemlisi, bu değişikliğin yarattığı cinnet hâli. Hâlihazırda yasa zaten uygulanmıyordu ancak hayvan cinayetleri ve katliamlarda yasa değişikliğiyle beraber ciddi bir artış yaşandı.
- Hayvan, Yaşam, Özgürlük İnisiyatifi açıklaması: “Kâr değil yaşam, rant değil doğa, hayvanlara özgürlük!”, https://www.instagram.com/p/Co32Hr-trMT/?img_index=1
- GÜSODER Tüzük, 2022, https://www.guvenlisokaklar.org/dernegimiz/tuzugumuz
- Bu ayrım tamamen metodolojik bir ayrımdır. Altyapı-üstyapı diye elle tutulur iki ayrı olgu gerçekte yoktur, toplumsal bütünlüğün açıklanmasında çeşitli ilişkileri belirginleştirmek için bu metodolojik ayrıma başvurulmuştur.
- Dirim, 2023.
- Hall vd, 1978.
- Cohen, 2019, s. 65.
- Sokakta yaşayan hayvanlara dönük nefreti “ahlaki panik” kavramıyla isabetli bir şekilde ele alan bir yazı için bkz: Benlisoy, 2024.
- Çiğdem Mahallesi’ndeki toplama vakası üzerine yapılan röportajlar için bkz: Sokaktayım Yanındayım Instagram hesabı https://www.instagram.com/p/DCZAjaWOjqI/
- Hedef gösterme ve saldırılara karşı İnsan Hakları Derneği Ankara Şubesi’nde bir basın açıklaması yapıldı: Sokaktayım Yanındayım Instagram hesabı https://www.instagram.com/p/DC3l_NQutRD/
- Gramsci, 1971. s. 275-276.
- Benlisoy ve Oral, 2024.
KAYNAKÇA
Benlisoy, Foti, 2024, “Köpekler, Ahlaki Panikler ve Sadizm”. Ayrım. https://www.ayrim.org/guncel/kopekler-ahlaki-panikler-sadizm/
Benlisoy, Foti ve Oral, Meltem, 2024, “Yaygın yanılgılar, cinai ayrımlar ve sadist popülizm”. 1+1 Express, https://birartibir.org/yaygin-yanilgilar-cinai-ayrimlar-ve-sadist-populizm/
Cohen, Stanley, 2019, Halk düşmanları ve ahlaki panikler. Heretik: Ankara.
Dirim, Atilla, 2023, “Otoriterizm, LGBTİ+ karşıtlığı, Polonya örneği”, Enternasyonal Sosyalizm, Sayı: 13, https://www.enternasyonalsosyalizm.org/otoriterizm-lgbti-karsitligi-polonya-ornegi.html
Gramsci, Antonio, 1971, Selections from the Prison Notebooks, Der. ve çev. Quintin Hoare ve Geoffrey Nowell-Smith. International Publishers.
Hall, Stuart vd., 1978, Policing The Crisis: Mugging, the State, and Law and Order, Palgrave.
Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Birliği, 2021, Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Üzerine 18 Tez. Çev. Gizem Haspolat ve Doğukan Dere.
Maurizi, Marco, 2021, Beyond Nature: Animal Liberation, Marxism, and Critical Theory. Brill.