Kemalizm ve Sol Arasındaki Uçurum

Dila Ak

Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde ifade ettiği üzere, “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür.”1 Bu tespit bize, resmi tarih anlatımının nasıl şekillendiği ve hangi sınıfın çıkarlarını yansıttığı konusunda düşünmek üzerine bir başlangıç noktası sağlar.

Bu başlangıç noktasının fark edilmesine vesile olan kırılma anı değişkenlik gösterebilir. Benim için bu an, Hrant Dink’in öldürülmesi üzerine yazılıp çizilenleri, kamuoyunda yapılan tartışmaları sorgulamamla, yazdığı yazılar ve verdiği demeçlerin, bağlamından koparılarak bambaşka anlamlarla sunulduğunu fark etmemle birlikte başladı.

Böyle kırılma anları, pek çok şeyin sorgulanmaya başladığı bir dönemi beraberinde getirir. Bize öğretilenlerin ne kadarı doğru? Milli mitlerle çevrelenmiş anlatılar gerçeği ne kadar yansıtıyor? Ne kadarı eksiltilmiş? Ne kadarını sorgulamamıza izin var? Kutsallaştırılmış fikirlerin ve kişilerin etrafında şekillenen tarihi sorgulamak kolay değil, evet. Pek çok dirençle karşılaşmanıza neden olur. Ancak bir kere ezilenlerin hikayesiyle karşılaştıktan sonra, bu çığlığı duymazdan gelmek de kolay değildir. Anlatılanların ardını görebilmek için, ezilenlerin hikayesine kulak vermek gerekiyor. Ve tarih, tam olarak o noktada, sizin için yeniden yazılmaya başlıyor.

Türkiye Cumhuriyeti tarihine bu perspektifle bakıldığında, farklı bir gerçeklik ortaya çıkıyor. Ulus devlet anlayışı üzerine inşa edilen bu cumhuriyetin, Müslüman Türkler dışında kalan her türlü etnik ve dini kimliği bastırma üzerine kurulduğunu söylemek mümkün. Bunu yaparken de genel olarak “modernleşme” ve “ilerleme” gibi söylemlerle tepeden bir müdahale ile meşrulaştırıldığını görüyoruz. Bize göre tabandan, işçilerin ve geniş kitlelerin birleşerek, var olan sistemi kökünden değiştirmesi anlamına gelen “devrim” tanımının da, egemen bir zümrenin dayatması ile gerçekleştirdiği değişikler için kullanılarak kabul ettirilmeye çalışıldığını belirtmek lazım. Kurucu ideoloji olan Kemalizm, daha ilk adımında sol perspektif ile çelişen pratikleri sebebiyle, sol olarak tanımlamanın zaten zor olduğu bir yerden başlamış oluyor.

Bu noktadan itibaren, cumhuriyetin kurucu ideolojisinin 6 temel ilkesine dair, kendi tanımları üzerinden2 ilerleyerek, sol ile ortak noktası olmadığını ifade etmeye çalışacağım.

Cumhuriyetçilik ilkesi, egemenliğin kaynağının halk olduğunu söyler. Cumhuriyetçilik için, “Türkiye Cumhuriyeti bir ilke ve ideal beraberliği üzerinde kurulmuştur. Cumhuriyet, gücünü, bu beraberliği oluşturan tüm insanların, hukuk ve hakları ile eşitliği ve bütünlüğü ilkesinden almaktadır” denmektedir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk zamanlarına bakıldığında, 1945 yılına kadar Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti olarak iktidarda olduğunu görüyoruz. Cumhuriyetin resmen demokratik olmak gibi bir iddiası yok. Tek partili dönem için bir demokrasiden zaten söz edilemeyeceği gibi, çok partili dönem sonrasında da halkın yönetime katılımının birkaç yılda bir oy verdiği seçim ile sınırlandırılmış olmasının da devrimci sol perspektif ile bağdaşmadığını ve biçimsel bir demokrasiye indirgendiğini söyleyebiliriz. O dönemde birkaç muhalefet partisi kurulmaya çalışılsa da ya kapatıldı ya da kapatılması sağlandı. Yüzünü batıya dönmüş olanların sınırlı ve güdümlü bir demokratik deneyim girişimleri olsa da (Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyimi gibi) bundan hızla vazgeçildi. Solcuların katledilmesi ya da Türkiye Komünist Partisi’nin yasaklanması, solun var olmasının engellenmesine yönelik örnekler olarak gösterilebilir. 1946 seçimlerinde seçimler ‘açık oy, gizli sayım’ gibi antidemokratik bir yöntemle gerçekleştirildi. Temyiz hakkının bulunmadığı ve yargıçlarının milletvekillerinden oluşturulduğu, dolayısıyla bağımsız bir yargının bulunmadığı İstiklal Mahkemeleri’nin kurulmuş olması, akabinde hükümete olağanüstü yetkiler tanıyan Takrir-i Sükûn Kanunu’nun (Huzurun Sağlanması Yasası’nın) çıkarılmış olması ile siyasi muhalefet de hedef haline getirildi, gazeteler kapatıldı, gazeteciler ve yazarlar yargılandı. Dolayısıyla bu uygulamalar ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünü kısıtlamıştır.

Halkçılık için “Ekonomik ve siyasal imtiyazların kaldırılması, sahipsizlerin sahibi olmak, çözümleri halk için, halkla beraber bulmak” denmektedir. Halkçılık ilkesinin tanımı, siyasal meşruiyetin temelini halkta bulabilmek olarak verilirken, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) programında bu ilkenin tanımında ayrıca “sınıf mücadelesini kabul etmemek” yer alır. Toplum içerisinde var olan sınıfsal ayrımları görmezden gelerek reddeden, sanki tüm vatandaşları eşitmiş gibi bir anlayışla ilerleyen bu ilke, solun en temel mücadelesi olan sınıf mücadelesini yok sayar. Sınıf mücadelesini yok sayan bu ilkenin sonucunda da işçi grevleri bastırıldı, grev hakkı yasaklandı, sendikal örgütlenmenin önü kapatılmış oldu. İşçi ve memurlara sendika kurma hakkı ile grev hakkı 1961 Anayasası ile tanınmıştır.

Milliyetçilik ilkesi şöyle tanımlanmaktadır: “Türkiye Cumhuriyeti dahilinde Türk dili ile konuşan, Türk kültürü ile yetişen, Türk ülküsünü benimseyen her vatandaş hangi din ve menşeden olursa olsun Türk’tür. (…) Yeni Türk milliyetçiliğine göre, Türk milleti büyük insanlık ailesinin yüksek ve şerefli bir uzvudur”. Bu ilkenin sol ile neden çeliştiği üzerine yazmaya bile gerek olmaması lazım aslında ama yine de bir şeyler söylemek gerekir. Bu ilke merkezine eşitlikçi bir anlayış almaktan çok uzak olan, Türk kimliği ile homojenize edilmiş bir etnik anlayış yerleştirir. Şeyh Sait İsyanı’nın kanla bastırılması ve Dersim Katliamı, Kürtlere yönelik devlet tutumunun en net göstergelerinden bazılarıdır. Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar gibi gayrimüslim azınlıklara yönelik uygulanan katliamlar, tehcirler, Varlık Vergisi gibi vergiler ile mallarına çökme, İskân Kanunu, 1934 Trakya Olayları, 6-7 Eylül gibi “olayların” yanı sıra, kamusal alandan dışlanma, Hrant Dink’in de vurguladığı gibi azınlıkların devlet memurluğu gibi görevlerde yer almalarının engellenmesi, ana dilde konuşma ya da eğitim alma hakkının engellenmesi bu ilke etrafında şekillenen cumhuriyetin sonuçlarıdır. Nitekim, Roni Margulies’in “Milliyetçilik ve Sosyalizm” yazısında belirttiği gibi, 1924 – 1930 yılları arasında Adalet Bakanı olarak görev yapmış olan Mahmut Esat Bozkurt’un “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da bilsin ki bu memleketin efendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır”3 şeklinde yaptığı açıklama, Türk olmayanlara karşı, kuruluş ideolojisinin bakış açısını göstermektedir.

Devletçilik ilkesi iki temele dayandırılır ve şöyle ifade edilir “Bizzat devletin kuruculuğu ve yapıcılığı ile yapılması özel sektöre bırakılan işlerin düzenlenmesi ve kontrolü”. Bu ilke ile aslında devlet eliyle özel sektörün ve dolayısıyla burjuvazinin güçlendirilmesi sağlanmaktadır. Devletin, gücünü halk için değil, burjuvazi için kullanması anlamına gelmektedir. Tanımın kendisi de açıkça ifade ediyor ki, devlet eliyle özel sektörün gelişmesi sağlanmak istemektedir. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına baktığımızda Teşvik-i Sanayi Kanunu ile özel sektöre imtiyazlar sağlanmak istenmiştir. Devletçilik ilkesi, Devrimcilik ilkesi gibi 1935 yılında, sonradan eklenmiştir. 1929 Dünya Ekonomik Buhranı’nın ardından bu ilke de 1935 yılında resmi ilkeler arasında yerini almıştır. O tarihe kadar, 1923 yılında İzmir’de toplanmış olan Türkiye İktisat Kongresi kararlarında ifade edildiği üzere, serbest piyasa ekonomisi benimsenmiştir. Ekonomik buhran sebebiyle piyasa kendi kendisini düzenleyemeyince, devletin ekonomide daha aktif bir rol üstlenmesi gerektiği fikri benimsendi. Bu bağlamda, devletçilik ilkesi ile sanayileşme yolunda ilerleyen Sovyetler Birliği’nin planlı kalkınma modeli örnek alındı. Ancak Türkiye’de, Sovyetler’deki gibi tam anlamıyla merkezi planlamaya dayanan bir devletçi ekonomi uygulanmadı. Bunun yerine, sanayileşme süreci ağırlıklı olarak devlet teşekkülleri aracılığıyla yürütüldü ve sanayi altyapısı devlet eliyle inşa edildi. Stalin dönemi Rusyası’na benzeyen bazı uygulamaları örnek almak, elbette ki Türkiye’yi sosyalist bir devlet yapmaz. Kaldı ki, Sovyetler de artık sosyalizm ile bağlarını kopararak, tüm Rus ekonomisinin tek bir holding gibi yönetildiği devlet kapitalizmi modeline geçmiştir. Her kapitalist ekonomi gibi de krize girerek sonunda dağılmıştır.

Laiklik ilkesi için “Türkiye Cumhuriyeti, dinlerden ve dinlerin koyduğu naslardan değil hayatın kendinden ve onun müsbet icap ve ihtiyaçlarından mülhem olarak işleyen bir devlet mekanizmasıdır. Devlet ve dünya işlerinde dinin hiçbir tesiri yoktur. İşte bu prensibe laiklik derler” şeklinde bir tanımlama yapılmıştır. Bu ilke ile, devlet mekanizmalarında dinin etkisinin ya da dinî kuralların yer alamayacağından bahsediliyor. Ancak 1924’te Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması ile devlet dini kontrolü altına almıştır ve dini devlet aygıtlarından birisine dönüştürmüştür. 1924 yılında hatip ve imam yetiştirmek amaçlı ilk İmam Hatip Mektepleri açılmıştır. Kendi cemaatinin desteğiyle camii yapılması ve imamın da geçimini bu şekilde sağlaması gerekirken, zamanla imamların devlet memuruna dönüştürüldüğünü ve bunun tek bir dini grup için geçerli olduğunu görüyoruz. Sünni Müslümanların dışında kalan Alevilik gibi farklı mezhepler de yok sayılmış, ayrımcılığa uğramışlardır. Oysa laiklik dinin kontrolünü ele geçirmeyi değil, tüm inançlara eşit mesafede durmayı gerektirir.

Son ilke olan Devrimcilik ilkesinin diğer ilkeler gibi bir tanımı yapılmamış. Burada devrim olarak nitelendirilen “reformlar” sıralanmıştır. Ancak halkın katılımı olmaksızın yukarıdan aşağıya olacak şekilde, devletin eliyle bir dönüşüm gerçekleştirilmiştir. Bu değişimin kaynağının öznesi halk değil, bir zümredir ve bu dönüşümler sınıfsal ilişkilerde bir dönüşüm yaratmamıştır.

Bu 6 ilke, ulus devlet inşasının temelini oluşturur. Egemen sınıflar tarih yazarken, kendi çıkarlarını haklı gösterecek bir çerçeve yaratırlar. Egemen olan ideoloji, kendi temellerini kurarken atılan her bir adımı meşrulaştırır, bu meşrulaştırma da akabinde inkârı ve üstünü kapatmayı getirir.

Milliyetçilik üzerinden oluşturulmak istenen ulusal kimlik, elbette ki bu kimliğe uymayanların sistematik olarak dışlanması, bastırılması, sindirilmesi, ötekileştirilmesi ve yok edilmesi anlamına gelmekte. Tabana yayılmak istenen bu ideolojinin sonucu olarak da, örneğin Kürtlerin ana dillerinde eğitim alamıyor oluşları bir sorun olarak görülmüyor. Bir Ermeni’nin devlet memuru olamıyor oluşu rahatsız edici bulunmuyor. Pogromlar, katliamlar, asimilasyon, sürgünler, ekonomik ayrıcalıklar bu ideolojinin temelleri yüzünden, yüzleşmekten kaçınılabilen, atılmış haklı adımlar olarak nitelendirilebiliyor.

Aşağıdan yukarıya bir değişimi savunan, eşitlik, adalet, özgürlük talep eden ve her türlü baskının, sömürünün karşısında duran sol ile Kemalist ideolojinin kesiştiği bir nokta yok. İşçi sınıfının mücadelesini yükseltmek isteyen, çözümün sokakta olduğunu savunan, örgütlenmeyi önceliklendiren sol ile, her sokak hareketinden uzak durmaya çalışan, devlet aklının yanında duran, darbeleri meşrulaştıran, sermayeyi önceliklendirenlerin kesiştiği bir nokta yok.

Ulus devlet yaratmak elbette ki tek başına bir kimliğin etrafında şekillenmek değil, aynı zamanda mülkiyet ilişkilerini de bu kimliğe göre şekillendirmek demek. 1942 yılında çıkarılan Varlık Vergisi bunun bir örneği. Varlık Vergisi’nin yüzde 87’si gayrimüslimlerden (Hristiyan ve Yahudi azınlıklardan), Müslümanlardan farklı olarak, yüzde 50 oranında alındı. Varlık Vergisi sayesinde elde edilen taşınmaz mülklerin çoğu Müslüman Türklere geçecek şekilde devredildi. Halkların Demokratik Partisi (HDP) Diyarbakır Milletvekili Garo Paylan, 79. yılında Varlık Vergisi Kanunu ile ilgili Meclis araştırılması açılması için bir kez daha önerge verirken, dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun CHP grup toplantısında bu kanun ile alakalı söylediklerini hatırlatmıştır, biz de hatırlayalım: “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz. Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır.”4 Müslüman Türk olmayanlardan “yabancı” olarak söz edilmesi ya da “misafir” iması, iddia edildiği gibi bir eşit yurttaşlığın olmadığının da bir göstergesi.

Kemalizmin sol bir ideoloji olmadığını teşhir etme zorunluluğunun yanı sıra, sol adına konuşma refleksinin de önünü tıkamak gerekir. Solun mücadelesi, ulus devlet ya da bayrak liderliğinde ilerleyemez, sınıf mücadelesi ile anlam kazanır. Marx’ın Komünist Manifesto’da dediği gibi “işçi sınıfının vatanı yoktur”5 ve sosyalizm yalnızca işçi sınıfının kendi eseri olabilir.

Kaynaklar:

Dipnotlar:

  1. Marx ve Engels, 1992, s. 70.
  2. CHP, 2021, s. 1.
  3. Margulies, 2022.
  4. Bianet, 2021.
  5. Marx ve Engels, 2017, s. 64

sosyalizm