Devlet, Asker, Polis: Bunlar Kimin İçin Var?

Özdeş Özbay

Dünya bir çoklu kriz çağından geçiyor. Kapitalist ekonomi 2008 yılında yaşanan küresel finans krizinden sonra toparlanabilmiş değil. Krizle baş etmek için kullanılan yöntemler kapitalistlerin kâr oranlarındaki düşüşü toparlayamıyor. Rant ekonomisi üretimden daha fazla getiri sağlıyor. Ekonomik kriz beraberinde politik krizi de getirmiş durumda. Artık dünyanın zengin ülkelerinde de orta sınıfların yaşam koşullarında düşüş var. Neoliberal politikalar sonucu tırpanlanan sosyal devlet uygulamaları sosyal güvence, emeklilik, kamu hizmetleri gibi birçok alanda hak kaybına yol açtı. Bu güvencesizleşme beraberinde güvenlik arayışını getiriyor. Aşırı sağ tam da bu zemin üzerinde neoliberal düzenin çalışmadığını söyleyerek yükseliyor ama neoliberalizm yerine henüz koyabileceği yeni bir ekonomik rejim önerisi yok. ABD’nin ekonomik gerileyişi ve Çin’in ekonomik yükselişi de küresel düzeni sarsıyor. Bir emperyalizm krizi yaşanmakta. Rusya saldırgan bir politika izliyor. Çin, Batı kapitalizmi tarafından kurulan küresel düzeni tehdit ediyor. Bölgesel güçler, özellikle Ortadoğu’da (İran, İsrail, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan) krizi fırsata çevirmek üzere kendi agresif dış politikalarını uyguluyor. Tüm bunların yanına bir de ekolojik kriz eklenmiş durumda. Ekolojik krizin en başat etkisi iklim değişikliği. Kara ve denizlerdeki sıcaklık artışı, kuraklık ve aşırı hava olayları gibi etkilerle birlikte toplumsal yaşamı alt üst ediyor. Göçleri tetikliyor, gıda sorununu körüklüyor. Biyoçeşitlilik krizi ve plastik kirliliği gibi diğer etkenler de gezegeni baş etmekte zorlandığı yeni krizlerin içine sürüklüyor.

Bu çoklu kriz döneminde son 15 yıldır dünyanın çeşitli bölgelerinde sık sık kitle isyanları yaşanıyor. Benzer sorunların tetiklediği isyan dalgalarında yine benzer sorunlar ve tartışmalar yaşanıyor. Bugün demokratik olduğu söylenen ülkelerde de askeri diktatörlük altındaki ülkelerde de kitle gösterilerine karşı benzer baskılar uygulanıyor. Bunun sonucunda, asker ve polis güçleriyle karşı karşıya gelen kitle hareketleri içerisinde “Polis kim? Asker kim? Devlet kimin hizmetinde?” soruları öne çıkıyor. Tabii, bu sorular gerçekten bu şekilde teker teker insanların zihninde belirmiyor. Fiili bir sorun olarak beliriyor.

Mücadele içerisinde beliren bu fiili sorulara verilen yanıtlar da kitlelerle devlet güçleri arasında çıkan çatışmada kimin yanında duracağınızı belirliyor. Bu sorular yeni değil. 1848 işçi ayaklanmalarından, 1871 Paris Komünü’nden, 1917 Sovyet Devrimi’nden, 1968 devrimlerinden, 2011 Ortadoğu devrimleri ile İşgal Et (Occupy) hareketlerinden ve de Türkiye’de 2013 Gezi Direnişi’nden beri tekrar ve tekrar tartışılıyor. Ancak mücadelenin hafızasını taşıyan sosyalist örgütlerin görece güçsüzlüğü devrimci geleneği bugün tekrardan mücadele eden kitlelere hatırlatmayı zorunlu kılıyor.

Marx ve Engels’in başlangıç noktası: Devlet nedir?

Marksistler açısından devletin ne olduğu sorusu en önemli teorik analizlerden birisi ola geldi her zaman. Marx ve Engels birlikte kaleme aldıkları ilk eserlerinden itibaren devletin sınıfsal karakterini ve kapitalist toplumdaki işlevini anlamaya çalışıyordu. Birlikte yazdıkları ilk eser olan Alman İdeolojisi, Marksizm’in temelini attıkları ve dönemin en önemli düşünürleri ile hesaplaşarak kendi görüşlerini en net şekilde ortaya koydukları eserdi. Birlikte Alman İdeolojisi’ni yazmazdan önce ayrı ayrı çalışmalar yapıyorlardı fakat tanışıp uzun politik tartışmalar yaptıktan sonra fikirlerini bu çok önemli çalışmada ilk kez kaleme aldılar ve Marksizmin temelini atmış oldular.

Marx ve Engels ilk kez bu çalışmada tarihsel materyalizmi kullanarak insanlık tarihini açıkladılar. Üretim ilişkileri kavramını ortaya atarak maddi koşulların toplumsal örgütlenmedeki önemine vurgu yaptılar. Yine ilk kez tarihin diyalektik evrimini üretim ilişkilerinin değişimi üzerinden açıkladılar. Böylece sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçişi, devletlerin ortaya çıkışını, sınıflı toplumların değişimini ve kapitalist toplumun ortaya çıkışı ile var olan çelişkilerini ortaya koydular.

Tarihi yapanın insan olduğunu, insan etkinliğinin bir sonucu olarak toplumların değiştiğini anlatan Marx ve Engels dolayısıyla tarihi değiştirmenin yolunun maddi koşulların değiştirilmesi olduğunu söylüyorlardı. Ancak içerisinde yaşadığımız topluma egemen olan fikirler toplumsal düzenin ayakta kalmasını sağladığı için bu egemen fikirlerin de analizini yaparak şu önemli tespiti yapmışlardı: “Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşüncelerdir: Yani, toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen fikri güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, bu sayede aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının da üzerinde denetim kurar; böylelikle zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşüncelerini de, genel olarak, kendine tabi kılar..”1

Temel fikirlerini ilan eden Marx ve Engels, bu tarihi çalışmanın ardından artık komünizmin ne olduğunu ve programını Komünist Manifesto’da (1848) kaleme aldılar. Manifesto, komünistlerin kimler olduğunu açıklayıp, neden kendi dönemlerindeki diğer işçi akımlarının ve liderlerinin rasyonel ve sistematik bir analizden ve de programdan yoksun olduklarını açıklayıp Marx ve Engels’in görüşlerini işçi sınıfına ilan ediyordu.

Marx’a göre devlet, sınıflı toplumların bir ürünü olarak ortaya çıkmıştı. İlkel komünal toplumlarda sınıf ayrımları olmadığı için devlete de ihtiyaç yoktu. Ancak tarımın bulunması ve sonucunda ‘artık ürün’ denilen ihtiyaç fazlası ürünün ortaya çıkmasıyla birlikte insanlık tarihinde bir kırılma yaşanmıştı. Artık toprak bir mülkiyet haline gelmişti ve bununla birlikte toprağın ve artık ürünün korunması, paylaşılması, kolektif çalışmanın örgütlenmesi gibi ihtiyaçlarla birlikte sınıflar ve devlet ortaya çıkmıştı. Egemen sınıfın çıkarlarını korumak için bir baskı aygıtı haline gelen devlet, yüzyıllar içerisinde son derece gelişmiş bir mekanizmaya dönüşmüştü. Köleci toplumda köle sahiplerinin çıkarına işleyen bir köleci devlet vardı. Feodalizm altında ise toprak sahipleri lehine işleyen feodal devletler. Kapitalizmin ortaya çıkması ve burjuvazinin iktidarı alması ile birlikte de kapitalist devletler ortaya çıkmıştı. Marx, bu modern kapitalist devleti Manifesto’da şöyle ifade ediyordu: “Modern devlet iktidarı, tüm burjuva sınıfının ortak işlerini yürüten bir komiteden ibarettir.”2 Devletin işlevi, işçi sınıfını baskı altında tutmak ve sermaye birikimini güvence altına almaktı.

Manifesto büyük ölçüde Karl Marx tarafından yazılmıştı ve 1848’de Avrupa’yı sarsacak büyük işçi eylemleri henüz başlamamışken Marx, Komünist Manifesto’da işçilerin devleti ele geçirip onu kendi çıkarına kullanması gerektiğini yazmıştı. Ancak 1871’te kurulan Paris Komünü3 ile bu fikirlerini değiştirdi ve Manifesto’nun sonraki basımlarında önemli bir değişiklik yaptı. Paris Komünü’nde işçiler tarihte ilk kez iktidar olduğunda, burjuva devlet aygıtının (ordu, bürokrasi, polis vb.) işçi sınıfının çıkarlarına hizmet edemeyeceğini ve tamamen yıkılması gerektiğini göstermiş oldu. Marx, bu durumu Manifesto’ya yazdığı yeni önsözde şu şekilde anlatıyordu: “Paris Komünü, işçi sınıfının hazır devlet aygıtını öylece ele geçirip onu kendi çıkarı için işletemeyeceğini kanıtlamış bulunuyor.”4 Fransa’da İç Savaş adlı eserinde de buna bir kez daha vurgu yapıyordu: “İşçi sınıfı, hazır bir devlet mekanizmasını ele geçirip onu kendi amaçları için kullanamaz.”5 Ve şu sonuca varıyordu “Devlet, sınıf karşıtlıklarının bir ürünü ve ifadesidir. Sınıflar ortadan kalktığında, devlete de ihtiyaç kalmayacaktır.”6 Bu, Marx’ın devrimci stratejisinde önemli bir değişiklikti. Artık burjuva devletin parçalanması ve yerine işçi sınıfının kendi demokratik organlarını kurması gerektiğini savunuyordu.

Komün, işçi sınıfının kendi kendini yönetebileceğini ve burjuva devletin yerine geçebilecek yeni bir devlet biçimi yaratabileceğini gösterdi. Komün’de, halkın doğrudan katılımına dayalı bir yönetim vardı. Bürokrasi ve hiyerarşi azaltıldı, temsilciler seçildikleri bölgelerden her an geri çağrılabiliyordu. Her bir temsilci ortalama bir işçi kadar maaş alıyordu, hiçbir fazladan hakları yoktu. Din ve devlet işleri ilk kez tamamen birbirinden ayrılmıştı. Kilisenin ve ruhban sınıfının gücü elinden alınmıştı. Bugünün liberal demokrasisinden dahi ileride olan bir demokrasi biçimi kurulmuş ama Bismarck’ın ordusu tarafından sadece 72 gün sonra ezilmişti Komün.

Marx’a göre devlet, sermayenin genel çıkarlarını korumak için bir araçtı. Bu, bireysel kapitalistlerin çıkarlarıyla çelişse bile sermaye birikiminin genel mantığına hizmet ediyordu. Devlet, yalnızca bir baskı aygıtı değil bu yönüyle aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimini sağlayan bir mekanizmaydı. Her biri birbirinin rakibi olan kapitalistlerin devlete ihtiyaç duymalarının sebebi sadece emekçi sınıflardan oluşan çoğunluğu (işçiler, köylüler, zanaatkarlar vb.) kontrol altında tutmak değil kendi aralarındaki rekabeti dengeleyecek bir yapıya da ihtiyaç duymalarıydı. Tabii, bir de uluslararası rekabette devletin özellikle askeri gücüne ihtiyaçları vardı.

Marx ve Engels’in devlet teorileri de devrim teorileri de zamanla gelişti. Marx, Kapital için tuttuğu notlarda, Kapital ciltlerinden birini devlet analizine de ayırmak istediğini belirtiyordu. Ancak tamamlayamadan 1883 yılında hayatını kaybetti.

Engels, önce 1878 yılında yazdığı Anti-Dühring kitabında daha sonra da Marx’ın ölümünün ardından 1884 yılında yazdığı Ailenin, Öze Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında daha ayrıntılı bir devlet tasviri yaptı. İlkel komünal7 toplumlarda devlet diye bir yapının bulunmadığını, ancak üretim araçlarının özel mülkiyetiyle birlikte sınıfların ortaya çıkma başladığını ve devletin, toplumun sınıflara bölündüğü bir noktada ortaya çıktığını anlatıyordu ayrıntılı bir şekilde:

Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ‘ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir.8

Engels, Anti-Dühring’te ise devletin sınıfların varlığına bağlı olduğunu ve sınıflar ortadan kalktığında, devletin de ortadan kalkacağını anlatıyordu:

Baskı altında tutulacak hiç bir toplumsal sınıf kalmayınca; sınıf egemenliği ve üretimdeki güncel anarşi üzerine kurulu bireysel yaşama savaşımı ile birlikte, bunlardan doğan çatışma ve aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık baskı altında tutulacak hiçbir şey yok demektir ve özel bir baskı iktidarı, bir devlet, zorunlu olmaktan çıkar.9

Lenin’in devlet teorisi

Lenin 1917’de yani Rusya’da bir işçi devriminin şafağında yazdığı Devlet ve Devrim kitabında Marx ve Engels’in devrimci geleneğini yeniden hatırlatmak durumunda kalmıştı çünkü başta Almanya olmak üzere birçok ülkede işçi sınıfının sayısı arttıkça Sosyal Demokrat Partiler büyüyor, oy oranları artıyor ve devletin seçimlerle ele geçirilebileceği, sosyalizmin Sosyal Demokrat bir iktidar altında yasalarla kurulabileceği anlatılıyordu. Yani işçilere bir tür “her şey çok güzel olacak, bekleyin ve bize oy verin” deniyordu. Devletin sınıf karakteri görünmez kılındı ve bu anlayış Sosyal Demokratları “işçi sınıfının vatanı yoktur” anlayışından “vatanı savunmaya” evriltti. Avrupa’nın birçok işçi partisi dünya savaşı başladığında kendi devletlerine destek verdiler. Bir avuç enternasyonalist devrimci grup hariç. Bunlar arasında Rosa Lüksemburg ve Lenin de vardı.

Lenin’in Devlet ve Devrim< kitabını yazmaya koyulmasının nedeni o dönemde kendisine Marksist diyen ve oldukça etkili olan Kautsky ve diğer önemli Marxist teorisyenlerin devlet teorisini tahrif etmesiydi. Bu kitap Stalin sonrası sosyalistlerin görmezden geldiği birçok önemli ayrıntı ile doluydu. Lenin çok net bir biçimde ordusuyla, hukuk sistemiyle, polisiyle egemen sınıfın şiddet aygıtı olarak tanımladığı devletin, sosyalistlerin birinci hedefi olduğunu anlatıyordu.

Devletin kolluk güçlerinin maaşlı olması aldatıcı olmasın. Bu, polis ve askerler için çelişkili bir zemin oluşturabilir ama üretim ilişkileri içerisinde egemen sınıfı ve mülkiyetini korumak için konumlanırlar. Devrimci hareketlerin yükseldiği dönemlerde elbette asker ve polisler de bölünebilir. En altta işçi sınıfı ile gündelik hayatı paylaşanlar, isyancıların tarafına geçebilir, ayrıcalıklı bir kesim olan üst rütbeliler ise egemen sınıfın yanında kalırlar. Ama bu tarihin çok nadir devrimci anlarında yaşanabilir. Esas işlevleri isyanları bastırmaktır ve bu nedenle işçi sınıfının parçası değildirler.

Kapitalist devletlerde hükümetler, liderler değişebilir ancak devletin sürekliliği denilen şey egemen sınıfın çıkarına işleyen bir yapı olarak kalmaya devam eder. Bu aygıta karşı, Lenin’e göre, işçi sınıfının yapması gereken şey devleti bir devrim ile parçalamak ve yerine devlet gibi olmayan ve zamanla sönümlenecek olan bir işçi örgütlenmesi koymaktır. Lenin, Engels’in Bebel’e yazdığı mektubundan devrimden sonra nasıl bir işçi aygıtı olabileceğine dair sözlerini hatırlatır: “Onun için, biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinwesen) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz.”10

Lenin bir adım daha ileri giderek şunu yazıyordu: “Devlet var olduğu müddetçe özgürlük diye bir şey olamaz. Özgürlük olduğundaysa devlet diye bir şey olmayacaktır.”11 Bu cümle Lenin’in kendi yoldaşları tarafından anarşist olduğu söylenerek suçlanmasına dahi yol açmıştı. Bu, unutulan devlet teorisini hatırlatmanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu.

Devlet sadece bir baskı aracı değil

Kapitalist devletler elbette koşulsuz bir şekilde kapitalistlerin çıkarına işlemez. Marx, Engels ve Lenin devletin egemen sınıf açısından işlevine odaklanmışlardı ama devleti baskı aracından ibaret görmüyorlardı. Fakat devletin nasıl işlediği meselesine odaklanan en önemli Marksist, İtalyan devrimci Antonio Gramsci olmuştu. Gramsci, hapishanede yazdığı Hapishane Defterleri’nde İtalya’da ve genel olarak Batı’nın gelişmiş kapitalist devletlerinde neden devrimin gerçekleşmediği, neden devrimin Rusya gibi sanayi açısından geri bir ülkede meydana geldiğini anlamaya çalışıyordu. Bu analizinde sivil toplum ve politik toplum ayrımını yaptı. Politik toplum; bürokrasi, asker, polis, yargı mensupları ve siyasetçilerle devlet aygıtını temsil ediyordu. Sivil toplum ise devletin geniş bir nüfus üzerinde etkili olmasını, kapitalistlerin fikirlerinin toplumun tüm yaşamına nüfuz etmesini sağlayan bir tür uzantısıydı. Egemen sınıf kendi fikirlerini dini kurumlar, eğitim kurumları gibi yapılarıyla sivil toplum üzerinde egemen kılıyordu. Gramsci’ye göre, o dönemin Rusya gibi Doğu devletlerinde tahakküm, yani zor ve şiddet mekanizmaları öne çıkıyordu. Avrupa’daki devletlerde ise zor ile rıza beraber işliyordu. Dolayısıyla Avrupa’da devlet krize girdiğinde bile sivil toplum, devletin etrafındaki bir istihkam sistemi gibi görev veriyor ve devleti koruyordu. Gramsi’nin politik toplum (Devlet) ile sivil toplum arasında yaptığı bu ayrım, devletin üstyapısal düzeyde kendi çıkarlarını nasıl koruduğunu gösteriyordu ancak bu ayrım liberallerin yaptığı sivil toplum/Devlet ayrımından tamamen farklıydı.

Gramsci şöyle yazıyordu:

Serbest Ticaret hareketinin fikirleri pratik kökeninin açıklanması zor olmayan bir teorik hataya dayanmaktadır, organik hâle getirilen ve o şekilde sunulan ama aslında sadece metodolojik olan, politik toplum ve sivil toplum arasındaki bir ayrım üzerinde temellenmektedir. Böylece ekonomik aktivitenin sivil topluma ait olduğu ve Devlet’in onu düzenlemek için müdahale etmemesi gerektiği öne sürülür. Ancak gerçekte sivil toplum ve Devlet bir ve aynı oldukları için laissez-faire’in (serbest ticaret) de yasama ve baskı araçlarıyla öne sürülen ve sürdürülen bir Devlet “düzenlemesi” biçimi olduğu açıkça ortaya konulmalıdır.12

Gramsci, egemenlerin, sadece baskıyla değil, sivil toplum aracılığıyla, ezilenlerin rızasını alarak iktidarlarını sürdürdüğünü anlatıyordu. Çelişkili bir topluluk olan kapitalist toplumda “aynı gemide” yol almakta olduğumuza bizi ikna edebiliyorlardı. Bu rıza sayesinde kapitalizmin ve devletin temel fikirleri ortak bir “sağduyu” halini alıyordu. Ortak bir şanlı tarih, büyük liderler, bayraklar, devlet gibi “bizi birleştiren” değerlere vurgu yapılıyordu. Gramsci bu fikirler bütününe, Lenin’den alarak, ‘hegemonya’ adını verdi. Ancak hegemonya, hiçbir zaman bütünüyle tamamlanabilen bir şey değildi. İşçi sınıfının ve ezilenlerin “sağduyu”sunda aynı zamanda Gramsci’nin “iyi duyu” olarak adlandırdığı, dayanışmaya, mücadeleye dönük pek çok fikir de bulunuyordu. Bu fikirler bir mücadele anında sivil toplumda etkin hâle gelebilir ve devrimci bir durumda işçi sınıfının kendisiyle birlikte tüm halk kitlelerini özgürleştirmesini sağlayabilirdi. Egemen sınıfın sivil toplumdaki etkisini yitirmeye başladığı bu durumları Gramsci, organik kriz veya hegemonya krizi olarak adlandırmıştı. Devrimcilerin yapması gereken, egemen sınıfın topluma nüfuz eden sivil toplumdaki mevzilerinde bir “mevzi savaşı” yürütmek ve sonunda bunu işçi sınıfının diğer kesimlerinin de desteğiyle “manevra savaşı”na dönüştürmesi, yani devleti altüst ederek yerine işçi sınıfının iktidarını kurmasıydı. Hegemonya mücadelesi, sosyalist bir devrimin başarılı olabilmesi için tek koşul değilse de temel koşullardan biriydi.

Demokratik devlet

Devlet, emekçi kitleler üzerinde bir baskı aracı ama hem bu sınıfların mücadeleleri sonucu egemen sınıf aleyhine bazı kazanımlar elde edilebiliyor hem de egemen sınıfın kendi içindeki çıkar çatışmasını yönetmesi gerekiyor. Ayrıca devlet kurumları içerisinde de farklı sınıfların veya farklı sermaye gruplarının güç mücadelesi yaşanıyor. Nicos Poulantzas buna ‘devletin göreceli özerkliği’ demişti. Buna göre, devlet örneğin Koç Holding’in her istediğini yapan bir aygıt değil. Çünkü burjuvazi Marx’ın dediği gibi “düşman kardeşlerden” oluşuyor. Her biri diğerinin rakibi. Hem teker teker şirketler arasında hem de farklı sanayi kolları arasında rekabet yaşanıyor. Yani Koç ve Sabancı Holding birbirinin rakipleri durumunda. Ama ayrıca küçük sanayiciler de büyük sanayicilerle rekabet içerisindeler. Finans grupları ile sanayiciler rekabet halinde ve de ithalatçılarla ihracatçı burjuvazi arasında çekişme var. Her biri devletin ekonomi politikalarını kendi lehine olacak şekilde etkilemeye çalışıyor. Bunların yanında bir de küçük burjuvazi (esnaf, zanaatkarlar, kendi emeği ile geçinenler), köylüler ve toplumun en kalabalık kesimi olarak maaşlı çalışanlar yani işçi sınıfı var. Bu gruplar da zaman zaman toplumsal hareketler aracılığıyla siyaset sahnesine dahil oluyor. Devlet ve siyasi partiler bu güç ilişkileri içerisinde politika üretmeye çalışıyor.

Hem egemen sınıfın kendi iç mücadeleleri hem de diğer sınıfların mücadeleleri her devletin politik rejiminin farklı olmasına yol açıyor. İsveç de ABD de Türkiye de kapitalist devletler ama bambaşka politik rejimler. Üstelik hepsi de ‘demokratik’ devletler diye geçiyor. Demokrasi dendiğinde devletin şiddet araçlarının daha az kullanıldığı ve sorunların sınırlı ve temsili katılımın olduğu parlamento ile çözülmeye çalışıldığı rejimler anlaşılıyor. Bu nedenle devlet rejimleri arasında Demokratik Cumhuriyet rejimini savunuyordu Lenin. Çünkü iktidarın babadan oğula geçtiği monarşi yönetimindense ya da bir diktatörlüktense siyaset yapma alanının daha geniş olduğu Demokratik Cumhuriyet işçi örgütleri için de örgütlenme fırsatları yaratır. Ama Lenin bu burjuva demokrasisinin de özünde sınırlı bir demokrasi olduğunu ve burjuva diktatörlüğünün farklı bir görünümü olduğunu söylüyordu. Şu cümlelerle açıklıyordu görüşlerini:

Biz kapitalizm sınırları içerisinde proletarya adına en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız ama en demokratik burjuva cumhuriyette bile halkın payına düşen şeyin ücretli kölelik olduğunu asla unutmamamız gerekir.13

Lenin, demokratik cumhuriyeti, halkın yalnızca birkaç yılda bir oy kullanarak egemen sınıfın aracı olan devletin yönetim aygıtına temsilci gönderdiği bir sistem olarak tanımlıyordu. Yani pasif bir oy verme davranışından ibarettir demokrasiye katılım. Bir tür beş dakikalık demokrasi!

Rosa’nın barikatlar ve genel grev üzerine yazıları

Rusya’da 1905 devrimi gerçekleştiğinde bu kitlesel işçi hareketinden en fazla etkilenen isimlerden biri çağının en iyi Marksistlerinden biri olan Rosa Luxemburg’tu. İşçiler tarih sahnesine çıkarak kendilerine şiddet uygulayan Çarlık rejimini devirip grev koordinasyon konseyleri anlamına gelen işçi sovyetlerini oluşturmuştu. Asker ateşi ve barikat çatışmaları bir aşamada genel greve evrilmiş, sovyetler kurulmuş ve işçilerin bu kendiliğinden mücadelesi Çarlık rejimini bir süreliğine devirmişti. Luxemburg gözünü bu olağanüstü mücadeleye dikerek çıkardığı dersleri Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar (1906) adlı broşüründe kaleme aldı.

Rosa da –tıpkı Lenin gibi– seçimlerle iktidara gelip yasal düzenlemelerle yani reformlar yoluyla sosyalizme ulaşılabileceğine inanmıyordu. Kapitalist devlet bütün bürokrasisi, parlamentosu ve diğer kurumlarıyla egemen sınıfın çıkarına işleyen bir yapıydı. İşçiler bu yapıyı parçalayıp bizzat kendi enerjileriyle kendi demokratik yönetim aygıtlarını oluşturacaktı. Eskiden devletin askeri gücü sadece atlı ve kılıçlı birliklerden oluştuğu için bir şiddet eylemiyle devleti devirmek görece kolaydı. Ancak modern devletin şiddet aygıtlarının çok daha gelişkin olduğunu ve bunun barikat çatışmalarıyla ortadan kaldırılamayacağını söylüyordu. Ancak büyük kalabalıklar devletin kolluk güçlerinin de bir bölümünü kendi yanına çekerek devleti işlevsiz hale getirebilirdi. “Burjuva devrimlerinin önceki ana biçimi olan barikat savaşı, devletin silahlı güçleriyle yüz yüze çarpışma, bugünkü devrimde yalnızca en dışta bir nokta, proleter kitle mücadelesinin tüm sürecinde yalnızca bir uğraktır”14 diyordu Rosa Luxemburg. Israrla “kapitalizmin zinciri dövüldüğü yerde kırılır” diyerek işyeri temelli mücadeleyi gösteriyordu. Kitle grevlerini devrimci mücadelenin bir aracı olarak görüyor ve bu grevlerin işçi sınıfının devrimci bilincini geliştirdiğini savunuyordu: “Kitle grevi, işçi sınıfının devrimci enerjisinin bir ifadesidir ve devrimci sürecin hem bir aracı hem de bir sonucudur.”

Luxemburg’a göre genel grev, ekonomik ve politik mücadele arasında bir köprü işlevi görüyordu. İşçi sınıfı, ekonomik taleplerle (ücret artışı, çalışma koşullarının iyileştirilmesi vb.) başlayan bir grev sürecinde, politik bilincini geliştirir ve kapitalist sisteme karşı daha geniş bir mücadeleye yönelirdi. Ekonomik ve politik mücadelenin birbirinden ayrılamayacağını şu şekilde ifade ediyordu: “Ekonomik mücadele, politik mücadeleye dönüşür ve politik mücadele, ekonomik mücadeleyi yeniden canlandırır. Bu iki mücadele, birbirini tamamlayan bir bütünün parçalarıdır.”

Bu bağlamda, genel grev, işçi sınıfının yalnızca ekonomik çıkarlarını savunmakla kalmaz, aynı zamanda politik iktidar mücadelesinin bir aracı haline gelir. Dolayısıyla kitlesel bir grev öncesinde imkânsız görünen fikirler olan işçi dayanışması, hayatın durdurulması, işyeri örgütlenmeleri bir anda fiilen mümkün ve hatta sıradan hale gelir. Genel grev uzadıkça da milyonlarca işçi ve ailesinin temel ihtiyaçlarının karşılanması gerektiği için işçiler bu sefer ihtiyaçların üretimini örgütlemeye başlamak zorunda kalır. Sosyalizmin yolu tam da bu anlarda açılır.

Bir özgürleşme pratiği olarak devrim

Marksizm’de devrim, özgür bir topluma giden yolun aracıdır. Büyük yığınların özneleştiği, tarih sahnesine çıktıkları anlardır. Varılması istenen özgür toplum ise kolektif bir özgürlük anlayışına dayanır. Ancak özgür bir toplumda yabancılaşma15 ortadan kalkabilir ve toplumsal yaşamın gereği olan zorunluluklar çok küçük bir alana sıkıştırılıp, her bir insanın kendi hayatı üzerinde ekonomik kısıtlamalar olmaksızın söz sahibi olabildiği bir toplum kurulabilir. Böylece her bir insan kendi potansiyellerini gerçekleştirecek kadar zamana ve toplumsal desteğe sahip olur. Devrim, insanlığın, içinde yaşamakta olduğu sınıflı toplumun alışkanlıklarından, yaşam pratiklerinden sıyrılarak yeni bir toplumu inşa etme sürecidir ki bu da ancak üretim araçlarına el koymakla mümkün olabilir.

Marx ve Engels devrim ihtiyacını ilan ettikleri Alman İdeolojisi’nde devrimin neden önemli olduğunu ve bunu neden sadece işçi sınıfının, bizzat kendi mücadelesi ile yapabileceğini şu cümlelerle açıklıyorlardı:

Dolayısıyla devrim, yalnızca sınıfın başka herhangi bir yolla yıkılmasının imkânsız olması nedeniyle değil, aynı zamanda, yıkan sınıfın da ancak devrim yoluyla kendini eskinin [eski çağların] tüm pisliğinden kurtarabilecek ve toplumu yeni baştan kurabilecek duruma gelebilmesi nedeniyle de zorunludur.16

Devrimden sonra oluşacak toplumda devlet olmayacak, üretim araçlarının özel mülkiyeti ortadan kalkacak, düşünce ve kol emeği arasındaki ayrım ortadan kalacak ve insanlık ancak bu aşamadan sonra özgür bir toplum oluşturabilecektir. Devrim buna göre, kendi başına bir amaç değil insan özgürleşmesinin bir aracıdır.

Fakat devrim fikri Sovyet devrimini izleyen dönemde Stalinist diktatörlüğün yükselişi ile tahrif edilmişti. Sovyet tanklarının Doğu Avrupa ülkelerini işgali komünizmin yayılması olarak görülebiliyordu. Türkiye solunda da oldukça yaygın bir şekilde devrim “komünist parti”nin devleti bir şekilde ele geçirmesi olarak algılanıyordu.

Stalin döneminde Marx, Engels ve Lenin’in yazdıklarının tam tersi gelişmeler yaşandı. İşçi sınıfının sovyet (işçi konseyleri) örgütlenmesi üzerinden gerçekten iktidarda olduğu ve Bolşevik Parti’nin çeşitli işçi partilerinden biri olduğu dönem iç savaşta değişmişti. İç savaştaki yıkıntının üzerinden yükselen Stalin ise değil bir topluluk olarak işçi kontrolünde bir yapı oluşturmak, birkaç on yıl içerisinde emperyalist bir “süper devlet” oluşturmuştu. Ordusu, polisi, gizli servisi ile son derece güçlü bir devlet olan Sovyetleri sosyalist olarak görenlerin Lenin’in “Devlet var olduğu müddetçe özgürlük diye bir şey olamaz” sözü ile hiçbir ilişkisi kalmamış oluyordu.

Sovyet devriminin Lenin’den sonra en büyük ismi olan Troçki Rus Devrim Tarihi kitabında devrimi şöyle tanımlamıştı: “Devrimin en tartışma götürmez özelliği kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahalesidir… Devrimin tarihi, her şeyden önce, kendi kaderlerinin karara bağlandığı sahaya kitlelerin aniden dalmalarının öyküsüdür.”17 Sonrasında aynı Alman İdeolojisi’ndeki gibi işçilerin çağların pisliğinden nasıl arındığını anlatır. Toplumun, üstünde taşıdığı devlet ve hükümet gibi kurumları daima olagelmiş ve olacak olan şeyler gibi gördüğünü belirttikten sonra şu cümlelerle devam eder: “Fikirler ve toplumsal ilişkiler, bir tufan gibi kopup gelene kadar, yeni nesnel koşulların tarihsel bakımından gerisinde kaldığından, devrim sırasında sıçrama yapan fikirler ve coşkular, polis kafasıyla bakıldığında, basitçe ‘demagogların’ın işi gibi görünür.”18 Bu satırlar gerçek bir işçi devriminin önderlerinden birinin aşağıdan devrim anlayışını en iyi açıklayan cümleleridir. Kitlelerin devrim sürecinde nasıl bir bilinç sıçraması yaşadığını anlatır. Burada polis kafasıyla bakanlar dediği ise devrimi terör ve kaos olarak görenlerdir. Onlar kitlelerin kendi başlarına harekete geçemeyeceğini, ancak bir merkez tarafından yönlendirilebileceklerini düşünürler. Türkiye’de iktidarın Gezi direnişinde ya da son öğrenci boykotları ve Saraçhane mitinglerinde dış güçleri işaret etmesinin nedeni bu. Buna benzer bir görüş sadece devrim karşıtlarına özgü değil yukarıdan devrim anlayışına sahip olanlarda da var. Devrimi ancak dar bir “bilinçli-devrimci” grubun yapabileceğine inanırlar. Bu nedenle örneğin Ortadoğu devrimlerinde kitlelere önderlik eden partiler göremediklerinde bir başka merkezin kitleleri sokağa çıkarmış olabileceğini düşünürler.

Kitleler siyasete zorla dâhil olduklarında, bir anda zaman hızlanır, yüzyılları veya on yılları devirmiş iktidarlar birkaç gün veya hafta içerisinde yerle bir olur. Ancak devrim, iktidarın elde edildiği bir ayaklanma anından ibaret değildir, bir süreçtir. Kitleler zincirlerinden boşalarak iktidarı çok hızlı bir şekilde devirseler dahi aşağıdan yeni bir yönetim organını oluşturmaları ve yeni bir toplumu kurmaları uzun zaman alacaktır. Marx devrim için “çağların pisliğinden arınmak” derken kolektif bir mücadele sürecinde kitlelerin değişmesi gerektiğini kastediyordu.

Elbette devrimlerin patlama anları ve 1917 Ekim’inde olduğu gibi organize bir ayaklanma anı olabilir ancak kitlelerin siyaset sahnesine aniden zorla dâhil olmasından, devrimin taleplerini gerçekleştirdiği zafer anına veya tam anlamıyla yenilme anına kadar geçen süreçtir devrim. 1848 devrimleri, 1917-1919 İtalyan Devrimi, 1919-1923 Alman Devrimi diye tarihe geçen süreçler, sonunda ezilmiş olsalar dahi bu nedenle devrim olarak kabul edilirler.

Sıradan insanların bin çeşit muhafazakâr ve geri fikirden sıyrıldığı, aile geçindirmek ve hayatta kalmak gibi temel kaygılarını daha büyük bir amaç için geri planda bırakabildikleri özgürleştirici süreçlerdir devrimler. “İnsanlar devrimi de savaş yaptıkları gibi istemeye istemeye yaparlar” diyordu Troçki. Ama bir farkla; savaşta zorlama vardır, devrimde ise zorlayan tek şey koşullardır. Yani devrimler başka bir yol kalmadığında meydana gelirler. Dolayısıyla her devrim aslında bir evrimin sonucudur. Rusya’da; savaş, ekonomik sıkıntı, işsizlik gibi koşulların yıllar süren baskısının işçi sınıfını patlama noktasına getirmesinin bir sonucuydu. Bu nedenle devrim patladı. Ancak işçi sınıfının, 1905 devriminde kurulan işçi konseyleri (sovyetler) deneyimi ve 1917 Şubat devrimine kadar geçen inişli çıkışlı mücadelelerle kendisini politik ve örgütsel olarak da geliştirdiğini unutmamak gerekiyor.

Tarihteki tüm devrimlerin başarıya giden yolunda elbette ne yaptığını bilen öncü, devrimci gruplar vardı. Fransız devriminde Jakobenler, İngiliz Devrimi’nde Cromwell, Sovyet Devrimi’nde Bolşevik Partisi gibi. Devrimlerin olması için partilere ihtiyaç yoktur ama yeni bir sınıfın bilinçli olarak iktidarı alarak yeni bir toplumsal yapıyı inşa etmesi için sürekli olarak biraraya gelen, politika tartışan, program ortaya koyan, strateji ve taktikler belirleyen bir örgüte ihtiyaç vardır. Bu sayede açığa çıkan devrimci enerjinin buhar olup uçmaması sağlanabilir. Devrimler gerçekten festivallerde olduğu gibi coşkulu kitlelerin bin bir çeşit fikir öne sürdüğü ve aynı zamanda devletlerin ve karşı devrimcilerin hareketi ezmek için köşede bekledikleri süreçlerdir. Geçmiş mücadelelerin hafızasını tutan, zafer ve yenilgilerin derslerini çıkarmış olan devrimci partiler, açığa çıkan devrimci enerjiyi somut bir hedefe yöneltmek için kitleler içerisinde hegemonya mücadelesi verirler.

Devlet nasıl ki egemen sınıfın hafızasıysa, devrimci parti de işçi sınıfının küresel mücadelesinin hafızasıdır. Zaferleri ve yenilgileriyle bir geleneği sonraki işçi kuşağına taşır. Mesela 1968’in mücadele deneyimini Gezi direnişine, Gezi direnişinin mücadelesini ve zayıflıklarını bugüne taşır. Benzer hataların tekrar ve tekrar yapılmaması için müdahalede bulunmaya çalışır. Hareket içerisinde bir çıkış yolu bulmayı amaçlar.

Özetle, Marksist devlet teorisi devleti bir toplumsal ilişki olarak ele alır, bir ‘şey’ olarak değil. Tarihin bir aşamasında ‘artık ürünün’ ve dolayısıyla ‘artık emeğin’ ortaya çıkışı ve bu artığın ve emeğin kontrol edilmesini ve de topluma dağıtılmasını örgütleyen ama toplumun içinden çıkan küçük bir grubun bu kontrolü elindeki zor araçlarıyla sağlayabildiği bir ilişkidir bu. Yüzyıllar içerisinde üretim biçimleri (kölecilik, feodalizm, kapitalizm) değiştikçe devlet de değişti elbette ve bugünkü halini aldı. Kapitalist devleti öncekilerden ayıran en önemli yönü emeğin, yani işçinin fiziksel bir zor ile çalıştırılmak durumunda olmaması. İşçiler ekonomik bir zor mekanizmasıyla, yani kira ödemek, yiyecek almak gibi nedenlerle çalışmak zorundalar çünkü toprak, dükkan, makine gibi üretim araçlarından yoksunlar. Kimse işçinin kafasına silah dayamadığı için de işçi çalışıp çalışmamakta “özgürdür”. Topluma egemen olan fikirler de bu durumu normalleştirir. Herkes eğitim almalı, herkes çalışmalı ve kariyer yapmalıdır. Aksi düşünülemez dahi. Fakat bir yandan da, çelişkili bir toplumda yaşadığımızdan dolayı, ekonomik ve politik kriz anlarında egemen fikirler çatırdamaya başlar, egemen sınıfın hegemonyası aşınmaya başlar ve devletin şiddet aygıtları karşımızda belirir. İşte böyle anlar tarihin dönüm noktalarıdır. Yükselen hareketin neye evrileceğini böyle dönemlerde hareket içerisinde olan gruplar ve onların fikirleri belirler.

Saraçhane’ye rağmen iktidarla muhalefet devlet fikrinde birleşiyor

Marksist devlet teorisini yeniden hatırlama ihtiyacı Mart ayında ülkeyi sarsan kitle mücadelesinde şahit olduğumuz tartışmalar nedeniyle başladı. Saraçhane mitinglerinde birçok çelişkiyi barındıran toplumsal kesimler bir araya geldi. Bu hareket içerisinde devrimci fikirlerin zayıflığı da hareketin hem CHP etrafında ve onun sandık siyasetinde konsolide olmasına hem de sönümlenmesine neden oldu. Bu yaşananlar bir ilk değil. Nedenlerini ortaya koymak önemli.

Egemen sınıf partilerinin tamamı zaten devlet fikrinde her zaman birleşiyorlar. Egemen sınıf dediğimiz sanayici, tüccar ve finans sermayedarları, toplumun küçük bir azınlığı olmasına rağmen bu büyük işçi kitlesini yönetmekte her zaman başarılı olamıyor. Küçük burjuvazi ve gençlik gibi diğer toplumsal kesimler de harekete geçtiğinde bu küçük azınlık “düzen” aramaya ve devletin kolluk güçlerini kullanmaya başlıyor. Bir egemen sınıf partisi olan CHP’nin dahi polisle olan çatışmalara karşı açıklama yapması, Taksim’e yürümekten geri durması bu yüzden.

İBB Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ile başlayan kitle hareketi farklı toplumsal kesimlerden oluşuyor. Başı çeken öğrenciler 1980’den beri uygulanan neoliberal politikalar altında ezilen bir grup. Eğer henüz diplomalı işsizler ordusunun bir parçası değillerse, diplomanın getirdiği prestijin pek kalmadığı bir ortamda geleceksizlikten mustaripler. Eğer orta sınıf ailelerden geliyorlarsa ailelerinin sahip olduğu yaşam standartlarına sahip olamayacaklarını görüyorlar, eğitim sisteminin vasatlığını görebiliyorlar, artan kiralar nedeniyle aile evini terk edip kendi evlerine çıkamıyorlar. Tüm bunların yanına bir de muhafazakâr iktidarın yatak odalarına kadar müdahale eden politikaları ekleniyor. 2020-2022 arasında dünyanın her yerinde yaşanan Covid-19 kaynaklı eve kapanmalar da bir kuşağın hayatını çok ağır etkilemiş durumda. Ergenlik veya gençlik dönemlerini eve tıkılarak geçiren, üniversitelerde eylem yasakları ve politik faaliyetlerin yasaklanmış olması nedeniyle bir kampüs hayatı da yaşayamayan bu gençler şimdi sokaklarda ve haklı olarak öfkeliler. Taksim ısrarı da polisin üzerine yürümeleri de o yüzden. Başka bir dünya tahayyülünü taşıması gereken sosyalistlerin zayıfladığı koşullarda bulabildikleri tek kitlesel sembol olan Türk bayrağını taşıyor olmaları da bu yüzden. Egemen sınıfın fikirlerinden henüz sıyrılmamış olan kitleler, sorunu devlette ve kapitalizmde değil “kötü yöneticilerde” görüyor. “Kötü iktidara” karşı Türk bayrağının birliktelik anlamına geldiğini düşünüyorlar.

Önceki yüzyılın Sosyal Demokratları gibi CHP de bugün “Her şey çok güzel olacak” diyerek sandığa çağrı yapıyor. Gençler ise “Kurtuluş sokakta, sandıkta değil” yanıtını veriyor. 2013 yılındaki Gezi Direnişi sırasında da sürekli olarak “şiddetten uzak durun” çağrısı yapılıyordu. Oysa yüz binlerce insan sadece demokratik haklarını savunarak Gezi’ye girmek istemişti. Polis şiddeti öfkeye neden oldu. Barikatlar polis saldırısına karşı kuruldu. Sonunda Gezi alındığında da polis saldırısına karşı alanı savunmak için barikatlar vardı. Polis çekildiğinde herkesin hayretler içinde yaptığı paylaşımları hatırlayın: “Herkes çok kibar”, “Herkes çok mutlu”. Muazzam bir barışçıl ortam kuruluvermişti. Günlük hayatta, okullarda, ailede, sokaklarda yaşanan şiddet sanki yok olmuş gibiydi. Müthiş bir dayanışma ortamı vardı. Devlet yoktu, özgürlük vardı. Ama devlet kolluk güçleriyle saldırıp Gezi’yi dağıtıverdi.

Gezi Parkı işgalinden sonraki aylarda mücadele yeni bir aşamaya geçti. Bu her zaman böyle olur ve devleti de egemen siyasi partileri de zaten polisin yanında yer almaya iten gerçeklik budur. Rosa’nın belirttiği gibi, politik mücadele ekonomik mücadeleyi tetiklemişti. Milyonlarca kişinin sokakları özgürleştirmesi, polise meydan okuması, işgallere girişmesi, Gezi’yi televizyondan izleyen ve örgütlü katılımı sınırlı olan işçileri bir anda harekete geçirmişti. Çoğu milliyetçi ideolojinin altında olan metal işçileri metal fabrikalarında ayaklandı, fabrikaları işgal etti. Buna Metal Fırtına adı verilmişti. Gezi eylemcileri dayanışma eylemleri düzenledi. Bu eylem dalgasının sonunu getiren önce “sokak değil sandık” diyen partiler oldu, seçimlere gidildi. Ardından da Kürt illerinde yükseltilen kanlı savaş politikalarına dönüldü. Bu atmosferde de başarısız darbe girişimi yaşandı ve onu OHAL uygulamaları takip etti. İşte şimdi o günden bu yana süren uzun sessizlik dönemi dağılıyor.

Devlet aynı zamanda egemen sınıfın hafızası olarak da işlediği için, Saraçhane’de eylemler ile başlayan isyanın genişlemesinin işçilere sirayet etmesi, iktidarından muhalefetine tüm egemen sınıfı endişelendiriyor. Çünkü işçiler harekete geçtiğinde sınırlı bir sandık demokrasisi talebinin ötesinde sisteme karşı, kapitalizme karşı bir hareket ortaya çıkabilir. CHP’nin sınırı da burası, o bir sistem içi muhalefet. Siyasi ufku Ekrem İmamoğlu’nu Cumhurbaşkanı yapmaktan ibaret. Oysa sokaklardaki gençlerin beklentisi İmamoğlu ile sınırlı değil. Özgürlük için sistemin çarklarını kırmak gerektiğini hissediyorlar ama bunu nasıl yapacaklarını bilmiyorlar. Devrimci, sosyalist partilerin zayıflığı bu enerjinin şimdilik boşa harcanması sonucunu doğuruyor.

İşte kutsallık veya birlik atfedilen devlet bayrakları, devlet sembolleri bu noktada devreye giriyor. Kitle eylemlerinde görülen bu semboller, sloganlar ve talepler hareketi radikalleştirmek yerine başka türlüsünü hiç düşünmemiş olan insanları devlete ve kendi egemen sınıfına doğru kaydırıyor. Hareketin politik ufkunu daraltarak sistem için bir muhalefet olmasını ve zamanla kontrol altına alınarak sönümlenmesini sağlıyor.>

Rosa Luxemburg “hareket etmeyenler zincirlerini fark edemez” diyordu. Günlük yaşamın koşturmacası içerisinde insanlar ezildiklerini bilseler dahi onun nedenini ve nasıl kurtulabileceklerini anlamakta büyük zorluk yaşar. Egemen sınıfının düşüncelerinin hegemonyası altındadırlar. Koskoca bir sistemin küçücük, zayıf bir üyesi olarak görürler kendilerini. Ancak kitleler halinde politika sahnesine çıktıkları andan itibaren bu fikirler dağılmaya başlar. Daha dün güçlülüğü ile övündükleri asker ve polis ile karşı karşıya geliverirler. Çelişkiler belirginleşir. Politik bir özgüven artışı başlar. İmamoğlu için sokağa çıkan öğrencilerin sadece birkaç gün sonra sokaklarda “isyan, devrim, özgürlük” sloganı atmaya başlaması da bu sayede mümkün olmuştu. Devrim bir hafta önce abartılı bir ütopya iken bir hafta sonra on binlerce kişi bu sloganı atabiliyor hale gelmişti.

Fakat bu radikalleşme hızla yükseldiği gibi gerileyebilir de. Daha kötüsü ilk kez bir kitle mücadelesine dahil olanlar, özellikle gençler, sisteme olan öfkelerini devlete ve kapitalizme yöneltecek bir antikapitalist seçenek bulamadıklarında bu öfkeyi göçmenlere, lubunyalara, Kürtlere yönelten faşist harekete de ilgi duyabilirler. Batı’da son yıllarda merkez siyasetin çökerken aşırı sağın ve faşist partilerin yükseliyor olması bu yüzden.

Bu yüzden devrimci antikapitalist bir odağı inşa etmek hayati önemde. Bu odak bir yandan iktidara karşı mücadele ederken bir yandan da mücadele içerisinde hareketi soğurmaya çalışan diğer bir egemen sınıf partisi olan CHP liderliğine ve de hareketi ele geçirmeye çalışan faşistlere karşı da mücadele etmek zorunda.

Kaynaklar

  • Engels, Friedrich, 1875, A. Babel’e Mektup, Anadolu Sanat, http://anadolusanat.org/kc/marks/bebel.html
  • Engels, Friedrich, 2005, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev. Kenan Somer, Sol Yayınları
  • Engels, Friedrich, 2010, Anti-Dühring, Çev. Kenan Somer, Sol Yay.
  • Gramsci, Antonio, 1971, Selections From the Prison Notebooks, Der. ve Çev. Quintin Hoare ve Geoffrey Nowell-Smith, Lawrence and Wishart.
  • Lenin, Vladimir İ., 2011, Devlet ve Devrim, Çev. Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı
  • Luxemburg, Rosa, 2010, Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar, Z Yayınları
  • Marx, Karl ve Engels, Friedrich, 1976, Alman İdeolojisi, Çev. Selahattin Hilav, Sol Yayınları
  • Marx, Karl, 1977, Fransa’da İç Savaş, Çev. Kenan Somer, Sol Yayınları
  • Marx, Karl ve Engels, Friedrich, 1998, Komünist Parti Manifestosu, Çev. Yılmaz Onay, Sol Yayınları
  • Marx, Karl ve Engels, Friedrich, 2013, Alman İdeolojisi, Çev. Tonguç Ok ve Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın
  • Troçki, Lev, 1998, Rus Devriminin Tarihi I- Şubat Devrimi: Çarlığın Devrilmesi, Çev. Bülent Tanatar, Yazın Yayıncılık

Dipnotlar:

  1. Marx ve Engels, 2013, s. 52
  2. Marx ve Engels, 1998, s. 48
  3. Paris Komünü, 1871 yılında 18 Mart-28 Mayıs tarihleri arasında Paris’te iktidarı ele geçiren bir Fransız devrimci hükûmetiydi.
    1870-71 Fransa-Prusya Savaşı sırasında III. Napolyon liderliğindeki Fransızlar, Bismarck liderliğindeki Almanya’ya karşı savaşı kaybetmiş ve Paris kuşatılmıştı. Paris’i Bismarck’a teslim etmeye karşı olan Ulusal Muhafız askerleri 18 Mart’ta şehrin kontrolünü ele geçirdi. Ardından işçi ve zanaatkarlardan oluşan bir yönetim yani Paris Komünü kuruldu.
  4. Marx ve Engels, 1998, s. 28
  5. Marx, 1977, s. 327
  6. Marx, 1977, a.g.e., s. 335
  7. İnsanlığın 300 bin yıllık tarihinin büyük çoğunluğu ilkel komünal denilen avcı-toplayıcı yaşam tarzı altında geçmişti. Bu toplumlarda sınıflar ve devletler yoktu. Mülkiyet yoktu. Kabileler, klanlar şeklinde yaşayan insanlar kolektif bir iş bölümü halinde birlikte yaşıyordu ancak bu herhangi bir kişi veya gruba ayrıcalık tanımıyordu. İnsanlığın son 12 bin yılında ise tarım ve bununla birlikte yerleşik yaşam ortaya çıkmıştı. Sınıflar ve devletler de bu dönemde ortaya çıktı.
  8. Engels, 2005, s. 201
  9. Engels, 2010, s.374
  10. Engels, 1875
  11. Lenin, 2011, s. 106
  12. Gramsci, 1971, s. 160.
  13. Lenin, 2011, s. 18
  14. Luxemburg, 2010, s. 55
  15. Kapitalist toplumda birey; emeğine, üretim sürecinin bütününe, diğer insanlara ve kendi insani doğasına yabancılaşır. Bu yabancılaşma, bireyin kendi yaşamını kontrol edememesi ve kendi potansiyelini gerçekleştirememesi anlamına gelir. Marx’a göre, yabancılaşmanın ortadan kalkması, bireyin özgürlüğüne kavuşmasının ön koşuludur.
  16. Marx ve Engels, 2013, s. 72
  17. Troçki, 1998, s. 7
  18. Troçki, 1998, a.g.e., s. 8

sosyalizm