Şiddetsizlik, Toplumsal Değişim ve Devrim

Martin Empson

Ben bu yazıyı yazarken küresel bir isyan, Şili, Haiti, Katalonya, Mısır, Lübnan ve Irak’tan geçerek Hong Kong’dan Kolombiya’ya kadar egemen sınıfları sarsıyordu. Birleşik Krallık’taki protesto hareketleri, diğer ülkelerdeki hareketler ölçeğinde değil, fakat on binlerce insanın katıldığı iklim grevleri ve Yokoluş İsyanı (XR) gösterileri ilham vericiydi. XR etkinlikleri uzunca bir süreçte gerçekleşerek, başta Londra olmak üzere tüm Britanya’da büyük aksamalara yol açtı.

Hareketlerin birçoğu içerisinde, eski tartışmalar yeni koşullarda kendine yer buluyor. Bu tartışmalar toplumsal hareketler içinde uzun yıllardır hararetle tartışılagelen konulara değiniyor: Polisin rolü, siyasi ve örgütsel liderlik meselesi, işçi sınıfının rolü vb. Fakat belirli bir konu tartışmalarda ağırlık kazandı: Şiddetsizlik meselesi.

Şiddetsizlik hakkındaki tartışma XR içinde çok canlı bir şekilde gerçekleşti fakat tartışma kesinlikle bu örgütle sınırlı değildi. Hong Kong’daki Kaçak Suçlular Yönetmeliği Değişikliği’ne karşı hareketin de meselelerinden biri buydu. Ağustos 2019’da Hong Kong Eğitim Üniversitesi’nde akademisyen olan Ming Ming Chiu şöyle yazmıştı: “Şiddet, örneğin insanları yaralamak ya da öldürmek daha zorlayıcı. Ancak şiddetsizlik, örneğin grev gözcülüğü ya da trafiği kapatmak daha başarılı.” Yazısını şöyle bitiriyordu: “Hong Kong protestocularının seçim yapması gerekiyor. Öfkenize teslim olup şiddete başvuracak ve büyük olasılıkla başarısız mı olacaksınız? Yoksa şiddetsizlikte karar kılıp hükümete baskı yapacak ve büyük olasılıkla başarılı mı olacaksınız?”1

Chiu, şiddetsizliği savunmak için basmakalıp bir argüman öne sürüyor:

Devlet şiddet içermeyen bir direnişi bastırmak için dayak, hapis veya infaz yoluyla sadece birkaç kişiyi bile cezalandırırsa, bu sıklıkla geri teper ve daha büyük bir muhalefet oluşmasını teşvik eder. Devlet şiddetine öfkelenen devlet destekçileri görgü tanıklarına, görgü tanıkları destekçilere ve destekçiler de protestoculara dönüşür.

Birleşik Krallık’ta da XR’ın kurucularından ve hareketin önemli ideolojik figürlerinden biri olan Roger Hallam benzer bir argüman öne sürer. Hallam, Holokost’u önemsiz gösteren bir röportaj verdiği için fiilen XR’dan uzaklaştırıldı ama onun görüşü, hala hareketin stratejisinin temelini oluşturuyor. Hallam, söze hayatı aksatan doğrudan eylemleri destekleyerek başlıyor:

Net olmalıyız. Geleneksel kampanyalar işe yaramıyor: E-posta göndermek, STK’lara bağış yapmak, A’dan B’ye yürüyüşlere katılmak. Pek çok harika insan yıllarını bunlara adadı ama şimdi dürüst olma zamanı. Geleneksel kampanyalar, değişimi sağlamakta başarısız oldu. Emisyonlar 1990’dan bu yana yüzde 60 arttı ve hala artıyor; sadece 2019’da yüzde 2,7 artış yaşandı.

30 yıllık bu korkunç başarısızlığa baktığımızda, nedeni açıktır. Zenginler ve iktidar sahipleri, mevcut intihar rotamızdan çok fazla para kazanıyor. Böyle yerleşik bir gücün üstesinden insanları ikna ederek ve bilgilendirerek gelemezsiniz. Bunu sadece hayatı aksatarak başarabilirsiniz.

Hallam ardından iki tür aksaklık yaratma yolu olduğunu ileri sürüyor. İlki şiddet:2

Şiddet geleneksel bir yöntem. Dikkat çekmek, kaos ve karmaşa yaratmak için mükemmel ama ilerici bir değişim yaratmak söz konusu olduğunda genellikle felakettir. Şiddet, toplumsal çatışmaları barışçıl bir şekilde çözmek için hayati öneme sahip olan demokrasiye ve muhaliflerle kurulan ilişkilere zarar verir. Sosyal bilimler bu konuda tamamen açıktır: Şiddet, başarılı ve ilerici sonuçlar alma şansını en ideal seviyeye getirmez. Aslında, neredeyse her zaman faşizme ve otoriterliğe yol açar.

Buna karşın Hallam, bunun alternatifinin, yani ikinci aksaklık yaratma yolu olan şiddetsizliğin daha başarılı olduğunun “tüm çalışmalar” tarafından kanıtlandığını savunuyor.

Bu makale, şiddetsizlik teorisinin tarihsel köklerine ve bugün sunulduğu şekline bakacak, toplumsal değişim için mücadele edenler açısından ve daha geniş bir bağlamda, yani sosyalizm mücadelesi bağlamında durumunu tartışacaktır. Fakat daha en baştan, devrimci sosyalistlerin bugün birçok aktiviste ilham veren, şiddete karşı duyulan içgüdüsel nefreti paylaştığını vurgulamakta fayda var. Kapitalizm, bitmeyen savaşlardan tutun da sistemin kalbinde yer alan baskı ve sömürüden kaynaklanan gündelik şiddete kadar vahşi bir sistemdir. Hepimiz savaşın, şiddetin ve zulmün sona erdiğini görme arzusunu paylaşıyoruz.

Günümüzde şiddetsizlik teorisi

Marksistler sistemik şiddete karşı duyulan bu hoşnutsuzluğu paylaşsa da biz “şiddetsizliğin” toplumsal hareketler için genel bir strateji olması gerektiğini savunmuyoruz. Göstereceğim gibi, şiddetsizlik teorisyenleri genellikle şiddet ve şiddetsizlikten birinin seçilmesi gerektiğini öne sürüyorlar. Fakat toplumsal hareketler bundan çok daha karmaşık. Gerçekte, şiddetin gerçek doğası tartışılmaktadır. İlkesel bir ahlaki tutum olarak taş atma, fiziksel yüzleşme veya tutuklanmaya direnme gibi her türlü şiddeti reddeden aktivistler, bazı şiddetsizlik teorisyenlerinin aslında bu taktiklerin kullanımını, o hareketin şiddetsiz olarak sınıflandırılmasını engellemediğini düşündüklerini gördüklerinde şaşırabilirler. Hep kullanılan bir örnek, taş atmak bu mücadelenin simgesi olsa da genellikle şiddetsiz olarak sınıflandırılan Birinci Filistinli İntifada’dır. “Şiddet içeren” hareketler ise gerilla savaşı veya terörizm içeren hareketler olabilir fakat bunlar klasik Marksist gelenek tarafından desteklenen stratejiler değildir. Aslında, göreceğimiz gibi, değişime yönelik şiddet içermeyen pek çok strateji – grevler, oturma eylemleri, iş bırakmalar – Marksistlerin destekledikleri stratejilerdir çünkü bunlar ekonomik ve toplumsal aksama yoluyla değişim yaratmak için tasarlanmıştır.

Bugün hareketin içinde, şiddet ve şiddetsizlik yanlış bir şekilde karşı karşıya getirilerek toplumsal değişimin nasıl gerçekleşebileceğine dair önemli tartışmaların üzeri örtülüyor. Marksistler için şiddet meselesi ahlaki bir mesele değildir, kapitalist sistemin doğasından kaynaklanan taktiksel ve stratejik bir meseledir.

Hem Hallam hem de Chiu, şiddetsizlik taktiğinin etkililiği hakkında sonuçlar çıkarmak için tarihteki toplumsal hareketleri inceleyen akademisyenler Erica Chenoweth ve Maria Stephan’ın çalışmalarından alıntı yapıyor. İkilinin Why Civil Resistance Works(Sivil Direniş Neden İşe Yarar?) adlı kitapları sık sık tartışılıp alıntılanmakta ama benim deneyimime göre, nadiren okunmakta. Chenoweth ve Stephan, “1900 ile 2006 yılları arasındaki şiddetsiz direniş kampanyalarının tam veya kısmi başarıya ulaşma olasılığının, şiddet içeren benzer kampanyalara kıyasla neredeyse iki kat olduğu” sonucuna varmışlar.3

Şöyle devam ediyorlar:

 

323 kampanya arasından, rejim karşıtı direniş kampanyalarında şiddetsiz bir stratejinin kullanılması başarı olasılığını büyük ölçüde artırmıştır. İşgal karşıtı veya kendi kaderini tayin etme amaçlı kampanyalar gibi bölgesel itirazları olanlar arasında da şiddetsiz kampanyaların küçük bir avantajı vardır. Her iki kategoriye de girmeyen birkaç büyük direnişte ise (örneğin apartheid karşıtı kampanyalar), sadece şiddetsiz direnişler başarılı olabilmiştir. Tek istisna, şiddet içeren ayaklanmalara kıyasla şiddetsiz direnişin daha nadir başarılı ayrılmalara yol açmasıdır.

Chenoweth ve Stephan’ın çalışması, başarılı bir şiddetsiz kampanyanın ne olduğuna dair çok sayıda çıkarım yapmak için kullanılan Şiddetsiz ve Şiddetli Çatışkı Sonuçları (ŞŞÇS) [Nonviolent and Violent Conflict Outcomes (NAVCO)] veri setine dayanıyor.4 Örneğin yazarlar, inceledikleri şiddetsiz hareketlerin ortalama 200.000 üyesi olduğu sonucuna varmış; bu şiddet içeren mücadelelerin ortalamasından yaklaşık 150.000 daha fazla. En büyük 25 kampanyanın 20’si şiddetsiz ve şiddetsiz kampanyaların yüzde 70’i “tamamen başarılı.” Fakat şiddet içeren beş kampanyadan sadece ikisi başarılı olmuş.5

Chenoweth ve Stephan’ın şiddet içerdiğini söyledikleri kampanyalara bakınca şu örnekleri görüyoruz. Başarılı gördükleri iki şiddet içeren kampanya, 1922 ile 1949 arasındaki Çin Devrimi ve 1958 ile 1975 arasındaki Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı Vietnam direnişi. Diğer üç “başarısız” şiddetli kampanya, Çin’in Japon işgaline karşı mücadelesi, Sovyetler Birliği’nin Nazi işgaline karşı direnişi ve Polonya’nın Nazilere karşı direnişi.

Bunlar tuhaf çıkarımlar. Birincisi, bu örneklerin çoğunu savaş ya da topyekûn savaş bağlamında gerçekleşen direnişler olarak tanımlamak daha doğru olur. Özellikle Sovyetler Birliği’nin ve Polonya’nın Nazi işgaline karşı direnişi, 1979’da İran’da gerçekleşen devrim gibi devrimlerle ya da diktatörlere ve askeri rejimlere karşı kitle hareketleriyle kıyaslamak için tuhaf bir seçim.

İkincisi, bu hareketlerin başarılı veya başarısız olmasının ne anlama geldiği de net değil. İkinci Dünya Savaşı’nda işgalci güçlere karşı direniş hareketleri, başarıyı ille de işgalcinin yenilip yenilmemesine göre değil, (örneğin) cephede savaşma yeteneklerinin azalıp azalmamasına göre ölçüyordu. Mesela Polonya direnişi bu açıdan kesinlikle başarılı oldu. Bir tarihçi, bu direnişin 1945’e kadar 25.000 sabotaj eylemi gerçekleştirdiğini ve 150.000 Alman’ı öldürdüğünü belirtiyor. 1944 Varşova Ayaklanması’nın adı çıkmış yenilgisi, Polonyalı direnişçilerin yaklaşmakta olan Kızıl Ordu’ya katılabileceklerine inanmalarıyla gerçekleşti. Bunun yerine, Stalin ordusuna Varşova’ya girme emri vermeyi reddetti ve ayaklanmanın bastırılmasına izin verdi.6 Bunların “başarısızlık” olup olmadığı, hatta diğer toplumsal hareketlerle kıyaslanıp kıyaslanamayacakları tartışmaya açıktır.

Bu örneklerin savaş dönemi direniş hareketleri olarak tanımlanmasından kaynaklanan problemlerin yanı sıra, Chenoweth ve Stephan’ın kendileri de şiddetsiz kampanyalara göre daha az sayıda insan içeren şiddetli kampanyalara dair genel tablolarının bir dizi karşı örneği olduğunu kabul etmek zorunda kalıyorlar:7

Şiddetli kampanyaların yalnızca sınırlı sayıda katılımcıyı kendine çektiği varsayımımızdan bazı önemli sapmalar olduğunu belirtmekte fayda var. Rus Devrimi (1917), Çin Devrimi (1946-50), Cezayir Devrimi (1954-62), Küba Devrimi (1953-9) ve Vietnam Devrimi (1959-75), devrimci bir değişim gerçekleştirmeye yeterli kitle desteği doğuran şiddetli çatışmaların büyük örnekleri olarak akla gelmekte. Bu tür vakalar, şiddetli kampanyalara kıyasla şiddetsiz kampanyaların kitlesel katılımı körüklemesinin daha muhtemel olduğu argümanına aykırı temel örneklerdir.

Bu olaylar veri tabanları açısından “aykırı” örnekler olsa da muazzam tarihi öneme sahiptirler. Özellikle Rus Devrimi, tarihte ilk kez işçilerin devlet iktidarını ele geçirmesidir. Bunu ve Çin Devrimi gibi diğer önemli olayları görmezden gelmeleri, yazarların toplumsal değişim arzularının sınırlı olduğunu gösteriyor.

Chenoweth ve Stephan’ın kitabının temel sorunu, “şiddet” ve “şiddetsizlik” tanımlarında. XR protestolarına katılanların çoğu, muhtemelen her türlü şiddetin reddedildiğini sanıyordur. Aslında yazarlar, şiddeti terörizm ve gerilla savaşı üzerinden sınıflandırma eğilimindeler. Bunların ikisi de Birleşik Krallık’ta iklim değişimi konusunda radikal bir şekilde eyleme geçilmesini talep eden herhangi biri tarafından ciddi olarak öne sürülen alternatif stratejiler değil. Şiddetsizliğin strateji tartışmalarının konusu haline geldiği çağdaş herhangi bir harekette de alternatif olarak önerildiklerinden şüpheliyim.

Chenoweth ve Stephan şiddetli direnişi şöyle tanımlıyor:8

Normal siyasi kanalların dışında işleyen… bir tür siyasi ihtilaf ve bir güç uygulama yöntemi… Biz devlet dışı aktörler tarafından kullanılan, alışılmadık şiddet stratejilerinin kullanımıyla ilgileniyoruz. Bu stratejiler, geleneksel olmayan savaşın üç ana kategorisinde sergilenmekte: Devrimler, komplolar (veya darbeler) ve isyanlar… Şiddet içeren taktikler arasında bombalama, ateş etme, adam kaçırma, altyapıya zarar verilmesi gibi fiziksel sabotajlar ile insanlara ve mülke yönelik diğer fiziksel zarar türleri yer almaktadır.

Chenoweth ve Stephan, ŞŞÇS verilerinde, şiddet içeren kampanyalar hakkında bilgi kaynağı olarak eski veri tabanlarını kullanıyor. Bunlardan biri, veri kaydı için “savaşta bin ölüm” gerektiren “Correlates of War” adlı “ülke içi savaşlar” veri tabanı.9

Başarılı şiddetsiz kampanya örnekleri, hareketlerin genelde düşünülenden çok daha şiddetli oldukları halde şiddetsiz olarak sınıflandırılabileceklerini gösteriyor. Çağdaş hareketlerin pek çok katılımcısı, tutuklanmaya direnmek, mülke zarar vermek veya karşı tarafa yönelik fiziksel saldırılar gibi şiddet içeren eylemleri reddediyor. Ne var ki bu eylemlerin gerçekleştirilmesi, bu protestoların Chenoweth ve Stephan’ın çalışmalarında mutlaka şiddetli olarak sınıflandırılacağı anlamına gelmiyor.

Yazarların şiddet ve baskı arasında belirgin bir ayrım yaptıkları dikkate alınmalı. Baskı, bir grubun (genellikle bir devletin) kendi iradesine aykırı hareket etmeye zorlanmasıdır; “baskı uygulama yöntemi”, “farklı direniş türleri” arasında farklılık gösterse de hem şiddetli hem de şiddetsiz kampanyaların başarıya ulaşması için gereklidir.10

Amacım şiddeti övmek ya da savunmak değil; elektronik tablolardaki veriler aracılığıyla toplumsal hareketleri anlamaya çalışmanın sınırlarına dikkat çekmeye çalışıyorum. Gerçek şu ki, Chenoweth ve Stephan’ın da kabul ettiği gibi, hareketler sıklıkla hem şiddetli hem de şiddetsiz mücadele unsurları içeriyor. Bu unsurlar birbirlerini besleyerek hareketi canlandırabiliyor ya da dizginleyebiliyor.

Şiddetsiz başarı nedir?

Yazar Peter Ackerman ve Jack Duvall, şiddetsizliğin tarihini anlattıkları etkileyici kitapları A Force More Powerful’da, 1905 Rus Devrimi’nden 1989’da Doğu Avrupa hükümetlerinin devrilmesine kadarki süreçte toplumsal hareketleri inceliyorlar.11 Başarılı toplumsal hareketlerin şiddetsiz olduğu, zira şiddetli hareketlere göre karşıtlarının “kontrol kapasitesini” daha çok ortadan kaldırabildikleri sonucuna varıyorlar. Bu tür hareketlerin farklı taktiklere sahip olması ve karşıtlarının tepki verme şekline göre adapte olup değişebilmesi gerekiyor. Şöyle bitiriyorlar:12

Ulaşılabilir hedefler, hareket birliği ve karşıtları kısıtlayan sağlam yaptırımlar [ile] … bir eylem stratejisine ihtiyaç vardır. Şiddetsiz hareketin, çatışmanın ivmesini kendi lehine çevirmek için saldırı eylemlerinin kapsamını ve çeşitliliğini genişletmesi, halk tabanını baskıya karşı savunması, hasmının meşruiyetini sarsması, zayıflıklarından ve tavizlerinden yararlanması gerekir. Tüm bunlar gerçekleştiğinde baskıcı yapı kaçınılmaz olarak ülke içindeki ve dışındaki desteğini kaybeder; baskı ve tehdit yöntemleri gevşetilebilir. Rejim artık sonucu belirleyemeyeceğini anladığında, iktidarının dayanağı ve araçları çürür. Artık sonunun gelmesi sadece bir zaman meselesidir.

Ackerman ve Duvall de Chenoweth ve Stephan gibi bu tür hareketlerin başarılı olma ihtimalinin çeşitli nedenlerden dolayı şiddetli hareketlere göre daha yüksek olduğunu savunuyorlar: Kitlesel katılım daha kolay, hasımlarının bölünmesine yol açma olasılıkları daha yüksek ve kolluk kuvvetleri şiddetsiz protestoculara şiddetle karşılık verme konusunda daha az istekli.

Ancak yazarların vurguladıkları sonuca rağmen, verdikleri örnekler üstünkörü bir şekilde incelendiğinde bile zaferin kendi kendine gerçekleşmediği görülüyor. Ackerman ve Duvall’ın kitabında yer alan örneklerden biri, Tiananmen Meydanı’ndaki öğrenci ve işçi katliamının ardından yenilgiye uğrayan, Çin’deki 1989 reform hareketi. Burada yazarlar, başarısızlığın sebebinin hareket içinde net bir siyasi liderlik yaratılmaması olduğunu savunuyorlar.

Şiddetsiz bir hareket için “başarının” ne anlama gelebileceğini düşündüğümüzde başka problemler de ortaya çıkıyor. Örneğin şiddetsiz hareketleri övenlerin mihenk taşı gördükleri olaylardan biri, İkinci Dünya Savaşı sırasında Danimarka’nın Nazilere karşı direnişi. Ackerman ve Duvall bu direnişin başarısının Nazilerin “dengeye ulaşmasını engellemek” olduğunu ileri sürüyor. Danimarkalılar kesinlikle önemli zaferler kazandılar; bunlardan en önemlisi neredeyse tüm Yahudi nüfusun İsveç’e kaçmasıydı ancak bir dizi kitle grevine rağmen Alman işgali savaşın sonuna dek sürdü. Bu direnenlerin cesaretini küçümsemek ya da seferberliğin boyutunu görmezden gelmek anlamına gelmiyor; sadece “zaferin” sınırlı olduğunu fark etmeliyiz.

1905 Rus Devrimi de benzer şekilde şiddetsiz bir başarı olarak övülmektedir, hatta Mohandas Gandhi gibi düşünürlere de ilham olmuştu. Ackerman ve Duvall 1905’te “[Papaz] Gapon… ülke çapında kitlesel bir hareketin fitilini ateşledi ve bu hareket ülkenin halk tarafından seçilen ilk parlamentosuna yol açtı,” diye yazıyor.13 Çarlık rejimi Duma’sının 1905 ile 1914 arasındaki son derece antidemokratik tutumu düşünülürse, bu kısmen boş bir zafer.

Fakat Ackerman ve Duvall daha da ileri giderek eleştirilerini devrimci sola yönelik bir saldırıya dönüştürüyor. 1905’ten sonraki demokratik kazanımların sınırlı olma sebebinin Çar’ın demokratik katılım taleplerine boyun eğmeyi reddetmesi değil, devrimci solun şiddet kullanmaktaki ısrarı olduğunu ileri sürüyorlar. Çarlık rejimi “halkı korkutan ve hapishaneleri radikallerle dolduran” kitlesel bir baskı politikası uygulamak için şiddeti bahane etti.

Ackerman ve Duvall’a göre bu, rejime “nasıl bozguna uğratacağını bildiği türden bir düşman” sundukları için, devrimcilerin hatasıydı.14

Ancak gerçek çok farklıydı. Troçki 1905 ile ilgili kendi deneyimlerini anlatırken şöyle der:

Kimse sosyal demokratların çatışmayı hızlandırdığını ileri süremez. Tersine, kitleler arasında ajitasyon ve örgütlenmeye yönelik geniş çaplı bir çalışma için önce kafası karışık ve tereddüt içindeki “yeni rejimden” yararlanmaya çalışmadan bir çatışmaya yol açmamak için Petersburg Sovyeti’nin 22 Ekim’deki cenaze alayını iptal etmesi onların inisiyatifiyle gerçekleşmiştir. Hükümet ülkede tekrar kontrol sağlamak için aceleci bir girişimde bulunup ilk adım olarak Polonya’da sıkıyönetim ilan ettiğinde Sovyet tamamen savunmaya yönelik taktikler uygulamayı sürdürmüş ve Kasım grevini açık bir çatışma ortamına taşımak için hiçbir şey yapmamış, aksine grevi bir protesto hareketine dönüştürmüştür.15

Ackerman ve Duvall, Troçki ve Lenin’in “gerçek değişimin devrim gerektirdiğine ve devrimlerin şiddetli olduğuna inandıklarını” ve dolayısıyla şiddette ısrar ettiklerini çünkü hareketin gerçek potansiyelini “göremediklerini” öne sürmekte. Fakat gerçekte 1905’te devrimciler devletle nihai bir yüzleşmeden önce hareketin kendisini geliştirmesi ve güçlendirmesi gerektiğini anlamışlardı.

Troçki hareketin devleti askeri olarak yenemeyeceğinin, protestocular ve ordu arasında bir ilişki yaratmak için bilinçli bir şekilde örgütlenmesi gerektiğinin altını çiziyordu:

Günümüzün askeri teknolojisi düşünülürse, barikatların her iki yanındaki güçler arasında sınıf kardeşliği olmadan devrimin zafer kazanması gerçekten imkânsızdır. Öte yandan ordunun “halkın tarafına geçmesinin” barışçıl bir şekilde, kendiliğinden gerçekleşebileceğine inanmak çok tehlikeli bir yanılgıdır.16

İroniktir ki Ackerman ve Duvall’ın 1905’te yapılmadığını söyledikleri şey tam da bu.17 Nitekim hem Chenoweth ve Stephan’ın hem de Ackerman ve Duvall’ın çalışmalarında kaba bir Marksizm anlayışı görülüyor. Chenoweth ve Stephan, Marksizm’i neredeyse istisnasız bir şekilde gerilla hareketleri ya da tek strateji olarak “silahlı devrimin” peşinden koşan gruplarla özdeşleştiriyor.

Lenin ve Troçki’nin açıkça anladığı ama Ackerman ve Duvall’ın kasten görmezden geldiği şey, 1905’te bütünüyle farklı bir toplumsal örgütlenme şeklinin temelini oluşturabilecek kurumların ortaya çıkmış olmasıdır: İşçi konseyleri ve özellikle 1905’te Troçki’nin liderlik yaptığı Petrograd Sovyeti. Tehlikede olan şey, Çar’ın en nihayetinde izin verdiği sınırlı demokrasiden fazlasıydı. Devrimci hareket, kökten bir değişim potansiyeli keşfetmekteydi.

Rus devletinin 1905 sonrası tepkisi bu yüzden önemlidir. Tarihçi Stephen Smith’in vurguladığı gibi, gerici güçler Çar Nicholas’ın desteğiyle devrimci örgütlenmeyi ezmek için ülkeyi dolaşmaktaydı. Smith şöyle yazıyor:

Rus Halkı Birliği, Nicholas’ın desteğiyle, Kara Yüzler olarak bilinen paramiliter gruplarla birlikte sokaklarda devrimcilerle savaştı ve Yahudilere karşı pogromlar düzenledi. “Gerçek” otokrasiyi yeniden kurmayı ve Ekim 1905’in nefret edilen yeniliklerine ilişkin her şeyi ortadan kaldırmayı hedeflediler, ancak bunu modern kitle seferberliği yöntemleriyle yaptılar.18

Smith Bolşevikler dışındaki bazı devrimcilerin 1905’ten sonra “binlerce terör eyleminde” bulunduğuna dikkat çekiyor. Bu eylemler Rus yetkililere baskı için bahane sunmuş olsa da gerçekte gericileri motive eden şey, 1905 devriminin tüm kazanımlarının yok edilmesiydi. Bu yüzden Başbakan Pyotr Stolypin 1906-1909 arasında 3000 devrimciyi “hızla yargılayıp astı” ve aynı dönemde 350 sendikayı kapatıp 500 sendikanın kurulmasını reddetti.19 1905 kazanımlarının hızla altı oyuldu ve çar ile hükümeti tekrar istikrarı sağladı.

1905 devrimini muhteşem bir başarı olarak öven şiddetsizlik teorisyenleri hareketin neden kalıcı bir değişim sağlayamadığını ve yetkililerin devrimi takip eden yıllarda böyle intikam dolu bir yanıt vermeyi nasıl başarabildiğini açıklamıyor.

Benzer şekilde Ackerman ve Duvall de tek bir hareketin şiddetli ve şiddetsiz parçaları arasındaki dinamik etkileşimi anlayamıyor. Şiddetsizliğin başarılarından biri olarak övdükleri, Güney Afrika’daki Apartheid karşıtı harekete bakalım. Irkçı devletin nihai olarak yenilmesinde grevler, işe gitmeme eylemleri ve boykotlar merkezi rol oynamış olsa da şiddetli protestoların da önemli bir rolü vardı. ANC’nin silahlı kanadı olan Umkhonto we Sizwe, bombalamalar gibi Güney Afrika’daki hareket için ve uluslararası olarak sembolik öneme sahip, şiddet içeren eylemlerde bulundu. Apartheid sonrasında kurulan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun “çatışmanın üç ana tarafından yalnızca ANC’nin kendisini Cenevre Protokolleri ilkelerine uymaya ve silahlı mücadeleyi uluslararası insani hukuka uygun olarak yürütmeye adadığı” sonucuna vardığını belirtmekte de fayda var.20 Mücadelenin hiddet dolu sembollerinden biri de “necklacing” idi. Ackerman ve Duvall sadistçe buldukları bu yöntemi kınadıktan sonra şöyle diyor:

Apartheid rejimi ile iş birliği yapanlara yöneltilen şiddet o kadar korkunçtu ki bazı ilçelerde belediye meclisi üyeleri ve polis topluca kaçarak korunan, dikenli tellerle çevrili yerleşkelere sığındılar. 1985’in ortalarında Eastern Cape ilçelerindeki birkaç alan “yasak” bölgeydi; polis zırhlı araçlardan oluşan konvoylar haricinde buralara giremiyordu.21

Güney Afrika polisinin siyah protestocuları öldürme eğilimi düşünülürse bunun bir başarı olarak görülmesi lazım.

Dolayısıyla Chenoweth ve Stephan ile Ackerman ve Duvall tarafından kitaplarında kullanılan “başarılı” şiddetsiz mücadele örneklerine yönelik en büyük eleştiri, başarıyı ölçme kriterleridir. Bahsettikleri hareketlerden hiçbiri kapitalist toplumun kalbinde yatan temel baskı ve sömürüyü çözebilecek türden bir toplumsal değişime yol açmadı. Kabaca söylersek, Güney Afrika’da Apartheid rejiminin sonunu getiren ve ABD’de siyahlara sivil özgürlükler kazandıran hareketlerin başarısını övebiliriz ancak Nelson Mandela başkan olduktan sonra 25 yıl geçti ve Güney Afrika nüfusunun yarısından çoğu hala yoksulluk sınırının altında yaşıyor ve eşitsizlik 1994’ten daha kötü. ABD’de, 1960’larda kazanılan zaferlere rağmen ırkçılık gerçek ve büyüyen bir problem olmaya devam ediyor.

Chenoweth ve Stephan ile Ackerman ve Duvall’ın kitaplarına eleştirel bir şekilde odaklandıktan sonra her iki grubun da önemli sonuçlar çıkardığını belirtmek gerek. En barizi, iki grubun da çok sayıda insanın katılımını sağlayamayan hareketlere kıyasla, kitlesel toplumsal hareketlerin başarı şansının daha yüksek olduğunu ileri sürmesi. Pek çok aktivist, Erica Chenoweth’in hiçbir hükümetin nüfusun yüzde 3,5 ya da daha yüksek oranda katılımını kazanan bir hareketin karşısında duramayacağı yönündeki çıkarımına bel bağlıyor.22 Bazı aktivistler için bu, hareketi inşa etmeyi sayılardan ibaret bir meseleye dönüştürüyor, yani gerekli nüfus oranına ulaşmak için yeterli sayıda insanı harekete dahil etmek anlamına geliyor. Tahmin edilebileceği gibi bu da talepleri sulandırmak ya da hareketin sağında kalan insanları da dahil etmeye çalışmak anlamına gelebiliyor. İngiltere’de XR içindeki tartışmalardan biri bu. Pek çok aktivist kitlesel bir hareketin gerekliliğini anlıyor ve bunun yaratabileceği çelişkilerin farkında. Ancak küçük bir azınlık, sağdaki insanları da harekete dahil etmek için örneğin faşizm karşıtı sloganların bırakılması gerektiğini öne sürüyor. Yine de bu kesinlikle çoğunluğun görüşü değil ve halen tartışılmakta.

Diğer bazı çıkarımlar da vurgulamaya değer. Öncelikle, Chenoweth ve Stephan, şiddetsizliği savunmanın insanların harekete katılmasını kolaylaştırdığını belirtiyor. Terörist yeraltı örgütleri ve gerilla hareketlerinin kitlelerin katılımını (bu katılımın arzulandığı durumlarda bile) engelleyen doğal bariyerleri vardır.23

İkincisi, sistemi aksatma gerekliliğine vurgu yaptıkları için, toplumsal hareketler güçlerini en üst seviyeye çıkaracak şekilde hareket etmelidirler. Yani Chenoweth ve Stephan grev ve işe gitmeme eylemlerinin yanı sıra “farklı politikaları desteklemek ya da bunlara karşı çıkmak, hasımların meşruiyetini yok etmek ve hasımları yerinden etmek ya da kısıtlamak için halkı harekete geçiren” diğer eylemlere büyük vurgu yapıyor.24 Özellikle Apartheid rejimine karşı mücadelede grevlerin ve işe gitmeme eylemlerinin önemine dikkat çekiyorlar ve “grev ve boykotlar gibi büyük kolektif eylemlerin” Apartheid rejiminden fayda sağlayanlara büyük ekonomik maliyeti olduğunu söylüyorlar. Yazarlar bu noktalarda toplumsal hareketlerin nasıl değişim sağlayabileceğine dair Marksist anlayışa, muhtemelen kabul etmeyecekleri kadar yakınlar.

Hallam da “Karmaşa olmadan ekonomik maliyet olmaz, ekonomik maliyet olmadan da mesele dünyayı yönetenlerin umurunda olmaz. İşçi grevlerinin şirketlere, bir başkentte kepenk kapattırmanın hükümetlere karşı bu kadar etkili olmasının sebebi budur”25diyerek daha ihtiyatlı bir şekilde olsa da grevlerin gücüne dikkat çekiyordu.

Ackerman ve Duvall da şiddetsiz protesto hareketlerine verdikleri neredeyse tüm örneklerde grevlerin mücadelenin önemli bir parçası olduğunu belirtiyor; özellikle 1980’lerin başlarında Polonyalı işçiler tarafından gerçekleştirilen grevlere dikkat çekiyor.

Bu yazarların, grevlerin başarılı hareketler açısından önemini vurgulaması güzeldir ancak bu çıkarımların “yüzde 3,5” oranıyla bağlantılı olarak nadiren tartışılması heves kırıcıdır. Oysa tartışılması, örgütlü işçilerin rolüne odaklanmak, toplumsal değişimi sağlamak için farklı bir strateji yaratılmasına yardımcı olurdu.

Gördüğümüz gibi, Marksistler ve devrimciler şiddetsizlik taraftarları tarafından sık sık şiddetli bir devrimi destekledikleri için eleştiriliyor. Ne var ki yukarıda bahsedilen tüm mücadeleler ve diğer pek çok klasik “şiddetsiz” mücadele, sosyalistlerin övdüğü mücadelelerdir.

Şiddetsizlik savunucusu teorisyenler belirli bir mücadeleyi incelerken “şiddetsiz” gördükleri yönleri vurgulayıp “şiddetli” gördükleri yanları reddederken, aslında kitlesel toplumsal hareketleri incelemektedirler. Şiddetsizliğin daha iyi bir model teşkil ettiğine vurgu yapmaya devam etmeleri, şiddetin ahlaki olarak reddedilmesi ile devrim ve devrimcilerin kaba bir şekilde karikatürleştirilmesinin birleşiminden kaynaklanmaktadır. Halbuki Marksizm işçi sınıfının kapitalizm altında toplumsal değişimin temsilcisi rolü oynadığını vurgular. İşçilerin gücü kapitalizm içindeki rollerinden kaynaklanır çünkü sistemin işlemesini sağlayan şey onların emeğidir. Dolayısıyla işçi hareketinin gücü basitçe sayısal bir mesele olmadığı gibi işçilerin şiddet kullanma niyeti olup olmamasına da bağlı değildir.

Bazı durumlarda devrimin bu şekilde reddedilmesi, kökten bir toplumsal değişime karşı olmanın sonucudur. Bazen de mücadeleyi belirli bir siyasi kimlikle özdeşleştirmenin mücadelenin etkisini azaltacağına dair endişeyi yansıtır. 1960’ların sonunda ABD’deki öğrenci mücadelesi hakkında yazan Hannah Arendt, bu iki korkuyu birleştirmeyi başarmıştır:

Şu anda başlıca sivil itaatsizlik grubu olan öğrenci hareketini tehdit eden şey sadece vandallık, şiddet, öfke ve edepsizlik değil, hareketin giderek (Maoculuk, Kastroculuk, Stalinizm, Marksizm-Leninizm ve benzeri) ideolojiler tarafından istila edilmesidir; bu, birliği bölmektedir.26

Günümüzde kimi “şiddetsizlik” savunucuları için, XR’ın gerekli olduğunu ileri sürdüğü şekilde “politikanın ötesine geçmek”, kitlesel, geniş bir hareket inşa etme arzusunu yansıtıyor. Ancak bu kökten bir değişimden kaçınmanın yolu da olabilir.

Şiddetsizlik politikası

Şiddetsizlik teori ve pratiği çoğunlukla etkisi 20. ve 21. yüzyıldaki pek çok toplumsal harekette hissedilebilen Gandhi ile ilişkilendirilir. Talat Ahmed, Gandhi’nin sivil itaatsizlik politikasını incelediği yakın tarihli çalışmasında, Gandhi’nin stratejisinin Güney Afrika’daki Hintlerin haklarını savunan hareketler ile ilişkisi ve en nihayetinde bu hareketlere liderlik etmesi ile şekillendiğini gösteriyor. Rusya’daki devrimden çok etkilenen Gandhi 1905’te şöyle yazmıştı: “Rus işçiler ve diğer hizmetliler genel grev ilan etti ve iş bıraktı… Grevcileri silah zoruyla işe döndürmeye Rus Çarının bile gücü yetmiyor.”27

Gandhi Londra’da okurken Amerikalı düşünür Henry David Thoreau’nun düşüncelerinden etkilenmiş, hatta Thoreau’nun Sivil İtaatsizlik makalesinden parçalar çevirmişti. “Geniş ölçekli sanayileşme ve bu gelişmeye eşlik ettiğine inandığı şiddetten yakınan” Rus yazar ve Hristiyan pasifist Lev Tolstoy’un yazdıkları da Gandhi’yi etkilemişti.28 Ahmed, Gandhi’nin Tolstoy’un Tanrı’nın Egemenliği İçinizdedir kitabını “baskı ve ekonomik sömürüye meydan okumak” için anahtar bir metne nasıl dönüştürdüğünü açıklıyor.

Gandhi’yi önemli şekilde etkileyen son kitap, John Ruskin’e ait Unto This Last idi; Gandhi bu kitabı da çevirmişti. Gandhi, Ruskin’in eserinden şu fikri edinmişti: “Bireyin iyiliği herkesin iyiliğinin parçasıdır… Bir avukatın emeği, bir berberin emeğiyle aynı değerdedir… Emekle dolu bir hayat, yani toprağı sürenlerin ve zanaatkarların hayatı, yaşanmaya değer bir hayattır.” Gandhi “bu prensipleri uygulamaya dökmeye hazır şekilde, şafakla birlikte uyandığını” söylemişti.29

Ahmed, “satyagraha” kavramını, yani Gandhi’nin şiddetsiz mücadele teorisini özetlemek için bulduğu terimi şöyle özetliyor:

 

Gandhi için satyagraha pasif direnişin ötesine geçip şiddetsiz yöntemlerin uygulanmasının mukavemeti haline geldi. Ona göre ‘gerçeği aramak, insanın rakibine şiddet uygulamasına izin vermez; rakip sabır ve anlayışla hatalarından kurtarılmalıdır… Ve sabır, kendine acı çektirmek demektir.’ Satyagraha’nın temel işlevi, düşmanı hiçbir şekilde yaralamamaktır. Düşmana ya mantık ya da kibar rasyonel argümanlar yoluyla yapılan bir çağrıdır. Benliğin feda edilmesi gibi bir şeydir… Acıma, şefkat ve merhameti vurgular ancak çatışma durumlarında ahlaki baskı kullanılmasını gerektirir.30

Gandhi’nin katı ahlaki kuralları, yüz binlerce sıradan Hindistanlının kitlesel sivil itaatsizliğe katıldığı, İngiliz iktidarını sarsan bir hareket oluşturmasına yardımcı oldu. İlkeli aktivizmi, örneğin genellikle «dokunulmazlar» olarak bilinen bir kast olan Dalit topluluğunun hakları için savaşma ısrarı, Hint toplumundaki geleneksel engelleri aştı. Gandhi’nin dini topluluklar arasındaki birlik konusundaki ısrarı, kitle hareketinin inşasına yardımcı oldu.

Ancak Gandhi’nin şiddetten kaçınma saplantısı ve aşağıdan gelen daha geniş bir sınıf mücadelesinden korkması, mücadelenin önemli noktalarında satyagraha’nın dar sınırlarının ötesine geçenleri reddetmesine veya onları zapt etmesine yol açtı. 1922’de silahlı polislerin protestoculara ateş açmasının ardından protestocuların bir polis karakolunu yakarak karşılık verdiği Chauri Chaura olayı gerçekleşti. Üç sivil ve 22 polis öldürüldü. Sonuç olarak Gandhi, o sırada gerçekleşen ulusal sivil itaatsizlik hareketini iptal etti. Benzer şekilde, Şubat 1946’da, Hindistan Kraliyet Donanması’nda 20.000 denizcinin katıldığı kitlesel bir isyanı desteklemek için Bombay’da 300.000 kişilik bir grev gerçekleştirildi. Bu olaylar, topluluklar arasında benzersiz bir ittifak yarattı, ancak Gandhi grevi “düşüncesiz ve cahilce” görerek kınadı.31 Ahmed şöyle özetliyor:

Gandhi şiddetten nefret ediyordu, özellikle sıradan insanlar tarafından başvurulduğunda ve bilhassa da (yabancı ya da yerel kaynaklı) sömürü ve baskıya karşı sınıf mücadelesinin bir parçasıysa. Bu, Güney Afrika’da, Chauri Chaura’da, Mappiula’da [İsyanı], Hindistan’dan Çık hareketinde ve denizdeki isyanlarda geçerliydi. Gandhi her seferinde satyagraga stratejisinin ilkelerini anlamadıkları için sıradan insanlara, madunlara ders verdi. Ve her seferinde, iktidarı elinde tutan ve pasif direnişe aldırış etmeden devletin tüm gücünü kullanabilecek şekilde şiddet üzerinde tekele sahip olanlar, bir şekilde sorumluluktan kurtuldular.

Ahmed şu sonuca varıyor: “Gandhi, şiddeti ve şiddetsizliği soyut ahlaki kurallar olarak ele alarak, halk kitlelerini sömürge devletinin vahşeti ve şiddeti karşısında fiilen savunmasız bıraktı.”32

Ahmed, Britanya’yı nihayet Hindistan’dan ayrılmaya zorlayanın kitle hareketleri olduğunu öne sürüyor, ancak bunlar Gandhi’nin önderlik ettiği hareketler değil. Clement Attlee’den alıntı yaparak İngilizlerin Hindistan’dan ayrılmaya karar vermelerinin “temel nedeninin” daha radikal hareketler sebebiyle “Hindistan ordusu ve donanması içerisinde İngiliz tahtına karşı sadakatin aşınması”olduğunu söylüyor.33

Güney Afrika’da Apartheid rejiminin sona ermesi gibi, Hindistan’ın bağımsızlığı da nihayetinde iki karşıt taraf arasında müzakere edildi. Ancak müzakere şiddetsizlik anlamına gelmiyordu. AUK’nin “Güney Afrika’yı Yönetilmez Yap” sloganı, Hindistan’daki hareketlerin giderek radikalleşmesiyle eşleştirilebilir; Hintli bir tarihçi bunun İngilizlerin “otoritelerini sürdürmek için artık sepoyların [Hint askerlerinin] sadakatine güvenemeyecekleri” anlamına geldiği sonucuna varıyor.34

ABD Sivil Haklar lideri Martin Luther King, Gandhi’nin düşüncelerinden büyük ölçüde etkilenmişti. 1959’da Hindistan’ı ziyaret etti ve bu yolculuk onda derin izler bıraktı. «Şiddet içermeyen direnişin, ezilen insanların özgürlük mücadelelerinde kullanabilecekleri en güçlü silah olduğuna her zamankinden fazla ikna olmuş bir şekilde» geri döndü.35

Gandhi gibi, King de yüz binlerce kişiyi içeren, şiddetsiz bir kitlesel hareket inşa edebildi. King, bu stratejiyi savunan tek aktivist değildi. James Lawson gibi hareketin diğer birkaç önemli figürü de aynı çizgiyi benimsedi ve etrafında güçlü hareketler inşa etti. King gibi Lawson da Gandhi’den etkilenmişti ve şiddetsizlik eğitimleri veriyordu. Şubat 1960’da Lawson’ın şiddetsizlik atölyelerinde eğitilen öğrenciler, şiddete direnen ve sonunda Woolworths gibi Nashville mağazalarındaki yemek büfelerinde ırk ayrımının sona erdirilmesine yol açan oturma eylemlerine başladılar.36

King’in stratejisinin şiddet içermeyen kitlesel direnişe dayandığına ve Washington’daki federal hükümete ahlaki ve politik baskı uyguladığına dikkat edilmelidir. Bu, Güney eyaletlerini federal yasalara saygı göstermeye zorlamak için Washington’un organize gücünü – ABD kolluk kuvvetleri, FBI ve en nihayetinde ordu – kullanmasına bel bağlamak anlamına geliyordu. King’in destekçileri şiddet kullanmadı ama kullananlara bel bağladılar. Washington, King’in mücadelesine yardım etmek için yapmaya hazır olduğu şeylerin sınırına ulaştığını hissettiğinde, Sivil Haklar Hareketi tökezledi. Diğer zaferler şiddetsizlikle değil, 1964’te başlayan şehir ayaklanmaları dalgasının yansımaları sayesinde kazanıldı.

King karmaşık bir düşünürdü. Şiddetsizlik teorisi, aktivizmden ve diğer düşünürlerle ilişkilerinden doğdu. 1960 tarihli “Pilgrimage to Non-violence” makalesi, “insanın toplumsal ilişkilerinin karmaşıklığını ve kolektif kötülüğün aşikâr gerçekliğini”37fark ettikten sonra “liberal teolojiden” nasıl koptuğunu anlatır. King, Søren Kierkegaard ve Friedrich Nietzsche’nin eserleri de dahil olmak üzere geniş bir yelpazede kitap okuyordu; bu onu varoluşçularla tanıştırdı. Onlar ve diğer düşünürler sayesinde şunu öne sürebiliyordu: “Nihai Hristiyan yanıt bu varoluşsal iddiaların hiçbirinde bulunmasa da içlerinde bir ilahiyatçının insanın gerçek varoluş durumunu tanımlamak için kullanabileceği çok şey var.”

Ancak King’in fikirleri somut gerçekliğe de dayanıyordu:

Hem rasyonel olarak açıklanamaz hem de ahlaki olarak gerekçelendirilemez bularak, ırk ayrımcılığından tiksinerek büyüdüm. Otobüsün arka tarafında ya da trenin ayrılmış bölümünde oturmak zorunda olduğum gerçeğini asla kabullenemedim. İlk defa yemekli vagonda bir perdenin arkasına oturtulduğumda, perde sanki benliğimin üzerine örtülmüş gibi hissettim. Irksal adaletsizliğin ayrılmaz ikizinin ekonomik adaletsizlik olduğunu da öğrenmiştim. Irk ayrımı sistemlerinin siyahların yanı sıra fakir beyazların da sömürülmesiyle sonuçlandığını gördüm. Bu erken deneyimler sayesinde, toplumumuzdaki adaletsizlik çeşitlerinin bilincine vardım.38

Ama King’in gelişen fikirlerindeki anahtar figür Gandhi’ydi: “Gandhi’nin şiddetsizlik metodu vasıtasıyla hayat bulan Hristiyan sevgi doktrininin, ezilen insanların özgürlük mücadelelerinde kullanabilecekleri en güçlü silahlardan biri olduğunu ilk kez kavradım.” Gandhi gibi King için de şiddetsizlik her şeyden önce ezilenleri dönüştürmek ve onlara eyleme geçmek üzere ilham vermek için ahlaki bir güçtü:

Dolayısıyla şiddetsizlik yaklaşımı, baskı uygulayanların fikrini hemen değiştirmez. Önce, bu yaklaşıma kendini adayanların kalplerine ve ruhlarına dokunur. Onlara yeni bir özsaygı kazandırır; sahip olduklarını bilmedikleri güç ve cesaret kaynaklarını ortaya çıkarır. Sonunda rakibe de ulaşır ve vicdanını öyle canlandırır ki uzlaşma bir gerçeklik haline gelir.39

Fakat King, başarılı olacağını düşünmese de ezilenlerin şiddetini kınayıp geçmekle yetinmiyordu. 1966’da, (ırkçı polisin siyah toplulukları “kışkırtmasının” neden olduğunu iddia ettiği) ayaklanmaların ortasında ve daha saldırgan bir mücadele yürütmek isteyen Siyah Milliyetçiliği hareketi büyürken, King şöyle yazıyordu:

Bu şiddetli patlamalar, uzun süredir ihmal edilen yoksulluk, aşağılama, baskı ve sömürünün yol açtığı plansız, kontrol edilemeyen öfke nöbetleridir. Amerika’da toplumsal değişim stratejisi olarak şiddet yoktur. Tüm bu patırtı, cüretkâr konuşmaları hiçbir eylem üretmeyen ve hiçbir şey ifade etmeyen korkakların poz kesmesinden başka bir şey değilmiş gibi gözüküyor.40

Eleştirel yaklaşmakla birlikte isyancıları kınamaması dikkat çekicidir.

1959 tarihli “The Social Organisation of Non-violence” makalesinde, şiddete ilişkin üç “görüş” olduğunu ileri sürdü. Bunların ne olduğuna dair düşüncelerine bakmak öğretici olacaktır:

Birincisi, olağanüstü disiplin ve cesaret gerektirdiği için büyük kitleleri kolayca kendine çekemeyen saf şiddetsizlik yaklaşımıdır. İkincisi, en ilkel olandan en kültürlü ve medeni olana kadar tüm toplumların ahlaki ve yasal kabul ettiği, nefsi müdafaada uygulanan şiddettir. Nefsi müdafaa ilkesi, silah ve kan dökme içerdiğinde dahi, Gandhi tarafından bile asla kınanmadı; Gandhi saf şiddetsizlikte ustalaşamayanlar için nefsi müdafaayı onaylıyordu. Üçüncüsü ise şiddetin savaşta olduğu gibi örgütlenmiş bir ilerleme aracı olarak kasıtlı ve bilinçli olarak savunulmasıdır.41

King’in nefsi müdafaayı kınamaması ve bunu “ahlaki ve yasal” olarak tanımlaması dikkat çekicidir. Ancak 1966’da şöyle yazarak nefsi müdafaanın bir sınırlama olabileceğini de savunur: “Savunma amaçlı şiddet ile saldırgan veya misilleme amaçlı şiddet arasındaki çizgi gerçekten de ince bir çizgidir. Bir nefsi müdafaa aracı olarak bile şiddete tahammül edildiğinde, duyguların hararetiyle nefsi müdafaa meselesi yüzünden ana kavganın kaybedilmesi gibi ciddi bir tehlike vardır.” Bu nedenle, nefsi müdafaa sırasında şiddete başvurmak ahlaki olsa da bazen daha geniş taktik çıkarlar için şiddet bir kenara bırakılmalıdır.

Ancak ezen ve ezilenlerin şiddeti aynı değildir. 1985’te Güney Afrikalı 150 dini lider, ülkedeki durum hakkında teolojik bir yorum olan Kairos bildirisini imzaladı. Metin şöyle soruyordu:

Ancak, özellikle bizim şartlarımızda, devletin acımasız ve baskıcı faaliyetlerini ve halkın kendini savunmaya yönelik umutsuz girişimlerini ifade etmek için aynı şiddet kelimesini kullanıp hepsini kınamak meşru mudur? Bu tür soyutlamalar ve genellemeler konuyu karmaşıklaştırmıyor mu? Baskı, adaletsizlik ve tahakküm eylemleri, direniş ve nefsi müdafaa eylemleriyle nasıl eş tutulabilir?

Yazarlar ikilemlerinin yanıtlarını İncil’de bulmuşlardı:

Kutsal Kitap’ta şiddet kelimesi habis bir zalim tarafından yapılan şeyleri anlatmak için kullanılır… İsa diğer yanağımızı çevirmemiz gerektiğini söylediğinde bize intikam almamamız gerektiğini öğütlüyor, kendimizi veya başkalarını asla savunmamamız gerektiğini değil. Saldırganlara ve zorbalara karşı kendini savunmak için fiziksel güç kullanımıyla ilgili uzun ve tutarlı bir Hıristiyan geleneği vardır. Başka bir deyişle, fiziksel gücün kullanılabileceği durumlar mevcuttur.42

Dolayısıyla Hristiyan metinleri içinde bile şiddet ve meşru müdafaa konusunda çelişkili görüşler vardır.

Şiddet meşru olabilir mi?

Bu kısa incelemeden, şiddet içeren ve içermeyen hareketlerin ne olduğu ve neler başarabileceklerine dair çelişkili anlayışların olduğu anlaşılabilir. Peki Marksist gelenek neyi savunur?

Kapitalizm, nüfusun büyük bir kısmının küçük bir azınlık tarafından ezilmesine ve sömürüsüne dayanan bir ekonomik sistemdir. Rekabetçi birikim sistemi, zaman zaman muazzam şiddete yol açar. Bu en açık şekilde, uluslar savaşa girdiğinde ortaya çıkar. Ama aynı zamanda sistemin gündelik gerçekliğinde de mevcuttur: İnsanların bolluğun ortasında aç kaldığı, evsizliğin, açlığın ve sağlık hizmetlerine, içme suyuna veya gıdaya erişim eksikliğinin milyonlarca insanın erken ölümüne yol açtığı bir sistem. Göstericilerin şiddet kullanmasını kınayan egemen sınıf, kendi sistemlerindeki şiddeti görmezden gelir.

Devlet, bu sistemi korumak amacıyla statükoyu savunmak ve önceliklerine meydan okuyanları durdurmak için örgütlenir. Friedrich Engels, devletin rolünü şöyle açıklar:

Belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun bir ürünüdür; bu toplumun çözülmez bir iç çelişki içerdiğinin ve yok etmeye gücünün yetmediği uzlaşmaz karşıtlıklarla bölündüğünün kabulüdür. Ancak bu karşıtlıkların, yani ekonomik çıkarları çatışan sınıfların kendilerini ve toplumu sonuçsuz bir mücadele içinde tüketmemesi için, çatışmayı yumuşatmak ve ‘düzen’ sınırları içinde tutmak için, toplumun üstünde gibi görünen bir güç gerekli hale gelmiştir; toplumun içinden çıkan, ancak kendisini onun üzerine yerleştiren ve giderek ona yabancılaştıran bu güç, devlettir.43

Devlet, kurumlar ve yasalardan meydana gelir ancak her şeyden önce, toplumun üstündeymiş gibi görünen ama aslında mevcut sistemi korumak için yaratılmış olan, Lenin’in “özel silahlı birlikler” dediği şeyden oluşur. Bu kuvvetler – polis, askerler, hapishaneler, kanunlar, hakimler ve mahkemeler – sistemin bazı yönlerini ya da doğrudan varlığını protesto etmek isteyenlere karşı kullanılır. Bunlara ihtiyaç duyulmasının sebebi, kapitalist yönetici sınıfın toplum içinde azınlık olması ve iktidarını sürdürmesinin bir yolunun şiddet tehdidi veya kullanımı olmasıdır. Bu şiddet karşısında pek çok aktivistin ilkesel nedenlerle şiddetsizliğe yönelmesi şaşırtıcı değildir.

1977’de sosyalistler, ırkçılık karşıtları ve genç siyahlar, Güney Londra’da Lewisham’dan geçmeye çalışan Nazi Ulusal Cephe (NF) ile karşı karşıya geldi; bu yerel siyah topluluğa karşı kasıtlı bir provokasyondu. Irkçılık karşıtları faşistlerden sayıca üstündü; 400 faşistin karşısında yaklaşık 5000 kişi vardı. Nazilere şişe, taş ve başka cisimler yağdırıldıktan sonra, ırkçılık karşıtları polis barikatını aştı ve NF yürüyüşünü ikiye böldü. Sonuç olarak, polis arka sokaklarda onlara eşlik ettikten sonra NF, terk edilmiş bir otoparkta kısa bir miting düzenlemek zorunda kaldı. Bu zafere rağmen, o dönemde basın ve politikacılar ırkçılık karşıtlarının şiddet uygulamasını eleştirdi.

Alex Callinicos ve Alastair Hatchett, faşizm karşıtı seferberliği savunarak şunları yazdı:

Britanya işçi sınıfı tarihinde şiddet yeni bir şey değil. İşçilerin örgütlenme ve mücadele etme girişimleri, egemen sınıf tarafından genellikle şiddetli misillemelerle karşılandı. Bazen işçiler de karşılık verdi. Lewisham’daki anti-faşistler uzun bir geleneğin parçasıydı.44

Makaleleri, tarihteki bir dizi “şiddetli” İngiliz işçi sınıfı mücadelesini anlatmakta:

Bu sözde ‘öfke’, işçilerin hayat koşullarına karşı genel isyanlarının bir parçasıydı. Bu isyanlar patlak verdi çünkü işçi sınıfının özlemlerinin burjuva demokrasisi altında kontrol altına alınmasını sağlayan normal yollar – sendikalar, reformist siyasi partiler – kapalı görünüyordu… Bu işçilerin temel talepler (daha yüksek ücretler, daha fazla iş, ırkçılık karşıtlığı) üzerine doğrudan eylemleri, kitlesel grevler ve faşistlere karşı gösteriler gibi örgütlü ve yağmalar ile grev kırıcılara karşı bireysel saldırılar gibi kendiliğinden gerçekleşen şekillerde şiddet kullanılmasına yol açtı. Her iki tür şiddet de işçilerin, yeraltında çalışan madencilerin karşılaştıkları korkunç güvenlik risklerinden 1930’lardaki işsizlik yürüyüşlerine yönelik polis saldırılarına kadar yaşadıkları gündelik şiddet ve sömürüye karşı ayaklanmalarını yansıtıyordu. Uzun yıllar yüzeyin altında biriken hüsran patlak vermişti. Her durumda, tarif ettiğimiz kitlesel isyanlar, devlet güçlerinin çok daha büyük ölçekte şiddet uygulamasına yol açtı. İşçilerin şiddetli patlamaları, kapitalistlerin onları ezmek için kullandıkları silahlı güçle karşılaştırıldığında hiçbir şeydir.45

Bugün aşırı sağın yükselişi göz önüne alındığında, Callinicos ve Hatchett’ın sadece “faşistleri sokaklardan kovmak için fiziksel mücadele ile faşizmi doğuran koşullara karşı pratik mücadelelerde sosyalistlerin önderlik ettiği bir sınıfın birleşimi bugün Nazileri durdurabilir” iddiası bilhassa önemlidir. NF liderleri, takipçilerine güven verme ve yeni üyeler çekme yöntemi olarak yürüyüşlere büyük önem verdiler. Yürüyüşlerini durdurmak, fiziksel olarak onlarla yüzleşmek anlamına geliyordu.

Ancak Callinicos ve Hatchett şiddeti fetişleştirmiyor. Aksine, bunu belirli bir sonuca ulaşmak için belirli bir taktik olarak görüyorlar. Bu, Nazilerin yürüyüşünü engelleme bağlamında açık, ancak diğer mücadelelere de uygulanabilir; örneğin grev yapan bir grup işçi grev hattı oluşturduğunda… Son yıllarda Britanya’daki grev hatları neredeyse biçimsel, pasif bir grev ilanı haline geldi. Ancak grev hattının gerçek gücü, grev kırmanın fiziksel olarak engellenmesindedir. İşyerine girmemeleri için bireylerle konuşmak yeterli olmayabilir; makineleri kullanmalarını, bilgisayarları çalıştırmalarını veya telefonlara cevap vermelerini engellemek, bir anlaşmazlığı kazanmanın anahtarı olabilir. Bu durumda grev kırıcılar ve onları korumak için gönderilen polisle yüzleşen grevciler için, grev hattında yaşanan çatışmalar kilit bir mesele haline gelebilir.

Bu örnekte aktivistler neyi savunmalı? Ahlaki şiddetsizlik çağrıları grevi kazandırmayacak. Ama daha geniş çaplı ve daha iyi organize edilmiş bir şekilde şiddet uygulama çağrıları da öyle. Bunun yerine çözüm, kitlesel seferberlikleri fiziksel yüzleşmeyle birleştirmekte olabilir. Bin işçinin bir kapıyı bloke etmesi, polisin grev kırıcıları içeri sokmasını zorlaştıracaktır, polisin bunu yapmasına direnmek şiddete yol açsa bile.

Britanya’da işçilerle grev kırıcıları arasındaki bu tür çatışmalar şu anda yaygın değil.46 Ancak protestocuların örneğin bir iklim grevi sırasında polis tarafından tutuklandığını ve göstericilerin tutuklanmalarını önlemek istediğini hayal etmek zor değil. Bu noktada “şiddet” sorunu, somut bir sorun haline geliyor.

Devrimci değişim

XR gibi grupların karşılaştığı zorluklardan biri, acilen ihtiyaç duyulan değişimin nasıl elde edileceği meselesidir. Çevre krizi, hareket için benzersiz zorluklar yaratıyor. “İklimi değil sistemi değiştir” sloganının ima ettiği gibi, çevresel yıkım, kapitalist sistemin doğasıyla yakından bağlantılı.

Andreas Malm’ın Fossil Capital adlı kitabında tartıştığı gibi, kapitalizm tarihsel olarak fosil yakıtları kalbinde taşıyacak şekilde gelişti. Sistem şu anda kaçınılmaz olarak, kömür, petrol ve gaz çıkararak kâr elde etme yeteneklerini sınırlandıran herhangi bir değişikliği önlemek için milyarlarca dolar harcayan çokuluslu fosil yakıt şirketleriyle bağlantılı. Sürdürülebilir bir dünya yaratmak, bu çokuluslu şirketlerin gücünü kırmak anlamına gelecektir. Ancak bu yeterli olmayacak. Kapitalizm, servet biriktirirken doğal dünyayı sistematik olarak bozar ve yok eder. Dolayısıyla sürdürülebilir bir gelecek için verilen mücadele aynı zamanda kapitalizmden kurtulma mücadelesidir. Sosyalistler burada değişimin temsilcisi olarak işçi sınıfına bakarlar: Kapitalizmin çarklarının dönmesini durdurma gücü ile aşağıdan, kitlesel, katılımcı bir demokrasiye dayalı, yeni bir toplum yaratma potansiyelini birleştiren güç.

Bu, tüm devrimci hareketlerin keşfettiği gibi, devletle çatışma anlamına gelecektir. Bu çatışmada kapitalistler, değişimi önlemek için mevcut tüm güçlerini ve şiddet araçlarını kullanacaklar. Kapitalistlere karşı olanlar için kazanmak, egemen sınıfın iktidarını ve rakiplerine karşı şiddet uygulama yeteneklerini baltalamak için kitlesel seferberlik taktiklerini kullanmak demektir.

Chenoweth ve Stephan’ın açıkça belirttiği gibi, kitlesel protestolar, sivil itaatsizlik ve en önemlisi grevler, bir hükümetin veya devletin örgütlenme yeteneğini zayıflatmada anahtar taktiklerdir. Ama belli bir noktada işçi sınıfı kapitalistlerin yerini almak zorunda kalacak ve mevcut devletin parçalanması gerekecek. Lenin’in Devlet ve Devrim’de yazdığı gibi, “Zora dayalı bir devrim olmadan proletarya devletinin burjuva devletinin yerini alması olanaksızdır.”47 Lenin, Engels’in şu sözlerini alıntılar: “Zorun tarihte [şeytani bir gücün oynadığından] başka bir rol daha oynadığı, devrimci bir rol oynadığı, Marx’ın sözleriyle, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesi olduğu, toplumsal hareketin kendi yolunu açmasının ve donmuş, ölmüş siyasal biçimleri parçalamasının aracı olduğu konusunda tek kelime etmiyor.”48

Engels iktidarın devrimle ele geçirilme anı için şöyle der:

Bir devrim, kuşkusuz, var olan en otoriter şeydir; nüfusun bir bölümünün kendi iradesini nüfusun diğer bölümüne her biri son derece otoriter araçlar olan tüfeklerle, süngülerle ve toplarla dayatmak için başvurduğu bir eylemdir; ve zafere ulaşan parti, egemenliğini, silahlarının gericilerde yarattığı korkuyla korumak zorundadır.49

Marksistlere göre, bir işçi devrimi, nüfusun çoğunluğunun, iktidarı çoğunluğun çıkarları doğrultusunda ele geçirdiği ve yeni işçi devletini bu devletin içindeki ve dışındaki karşı-devrimci güçlere karşı savunduğu bir devrimdir. Bu süreçteki kritik dönemeç, kendi kendini örgütleyen işçi hareketinin iktidarı ele geçirebileceği zaman olacaktır. Bunun başarılı olup olmaması, hareketin, egemen sınıfın kendisini korumak için kullandığı güçleri – özellikle de silahlı kuvvetleri – bölerek ve parçalayarak gerekli zemini hazırlayıp hazırlamamasına bağlıdır. Bu noktaya ulaşmak için hazırlık yapılması gerekecek ve bu muhtemelen devrimci hareketin örgütlerini, bireylerini ve siyasi ve ekonomik önemi olan yerleri gerici tehditlerden savunmak için şiddet kullanılmasını da içerecek.

Bütün bu unsurlar, Marksistler için sınıf mücadelesinin tarihi zirvesi olan 1917 Rus Devrimi’nde aşikardı.50 Bir yıllık mücadelenin ardından, Ekim 1917’de, işçi ve asker konseyleri iktidara geldiğinde, toplumun bütünüyle farklı bir şekilde örgütlenme potansiyelinin önünü açtı. Ancak şiddetsizlik teorisyenlerinin çoğu için, 1917 yalnızca bir azınlığın şiddet içeren yöntemleri sayesinde bir başarıydı.

Chenoweth ve Stephan daha da ileri gidiyor. Rus Devrimi’nin başarısızlığının, “başarılı şiddetli isyanların tekrarlanan iç savaş nedeniyle ekonomik ve siyasi gelişmeye engel olacağına dair genel görüşün” bir örneği olduğunu savunuyorlar.51 Rus Devrimi’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki katliamı sona erdirmedeki başarısından söz etmiyorlar. Ancak Rusya’nın, devrim “şiddetli bir ayaklanma” ile başladığı için “uzun süreli bir iç savaşa” girdiği fikri kesinlikle yanlıştır. Ekim 1917, iktidarın burjuva sınıfından alınmasına ve işçilerle köylülerin eline geçmesine tanıklık etti. Bu, 1917’de çeşitli vesilelerle devrimi kana bulamaya çalışan eski Rus egemen sınıfı için çok fazlaydı; dünyanın dört bir yanındaki kapitalistlerle birleşerek “Kızılları” iç savaş yoluyla yok etmeye çalıştılar. Ardından gelen çatışma on binlerce insanın hayatına mal olarak ve Rusya ekonomisini tahrip ederek Stalin yönetiminde devlet kapitalizminin yükselişinin temelini oluşturdu. Tarih, egemen sınıfların devrimci hareketler karşısında iktidardan vazgeçme niyetinde olmadıklarını ve devrimci hareketlerin kendilerini savunmak ve egemen sınıfın merkezi devlet iktidarını kırmak için şiddete ihtiyaç duyduklarını gösteriyor.

Donald Trump veya Jair Bolsonaro gibi yöneticiler ve kapitalizmin çevre krizi karşısında, radikaller ve devrimciler bugün şiddet sorununun ahlaki bir seçim olmadığını hatırlamalıdır. Bu, kapitalist sistemin doğası ve onu savunanlar tarafından hareketlerimize dayatılmaktadır.

Kaynakça

Ackerman, Peter and Jack Duvall, 2000, A Force More Powerful: A Century of Nonviolent Conflict (Palgrave).

Ahmed, Talat, 2019, Mohandas Gandhi: Experiments in Civil Disobedience (Pluto Press).

Arendt, Hannah, 1972, Crises of the Republic (Harcourt, Brace and Co).

Callinicos, Alex and Alastair Hatchett, “In Defence of Violence”, International Socialism (1st Series, September 1977)www.marxists.org/history/etol/writers/callinicos/1977/09/violence.htm

Chenoweth, Erica and Maria Stephan, Why Civil Resistance Works: The Strategic Logic of Nonviolent Conflict (Columbia University Press).

Chiu, Ming Ming, 2019, “For Hong Kong Protesters, the Choice is Clear: be Violent and Fail, or use Peaceful Pressure and Succeed”, South China Morning Post (21 August),www.scmp.com/comment/opinion/article/3023530/hong-kong-protesters-choice-clear-be-violent-and-fail-or-use

Gluckstein, Donny, 2012, A People’s History of the Second World War: Resistance Versus Empire (Pluto).

Farrell, Clare and others (ed), 2019, This Is Not A Drill: An Extinction Rebellion Handbook (Penguin).

Hill, Christopher, 1990, A Nation of Change and Novelty (Bookmarks).

Kimber, Charlie, 2019, “Bootle Anti-racist Postal Walkout Ends after Bosses use Strikebreakers and Injunction”, Socialist Worker (9 October)www.socialistworker.co.uk/art/49064/Bootle+anti+racist+postal+walkout+ends+after+bosses+use+strikebreakers+and+injunction

King, Martin Luther, Jr, 1959, “My Trip to the Land of Gandhi”, Stanford University, https://kinginstitute.stanford.edu/king-papers/documents/my-trip-land-gandhi

Lenin, V I, 1992 [1917], The State and Revolution, (Penguin).

Leonard, Gary S D (ed), 2010, The Kairos Documents (University of KwaZulu-Natal), http://ujamaa.ukzn.ac.za/Libraries/manuals/The_Kairos_Documents.sflb.ashx

Marx, Karl and Frederick Engels, 1991, Selected Works (Lawrence and Wishart).

Sherry, Dave, 2017, Russia 1917: Workers’ Revolution and the Festival of the Oppressed (Bookmarks).

Smith, S A, 2017, Russia in Revolution: An Empire in Crisis, 1890 to 1928 (Oxford University Press).

Trotsky, Leon, 2005 [1907], 1905 (Wellred).

Trotsky, Leon, 1992 [1930], The History of the Russian Revolution (Pathfinder).

Washington, James M (ed), 1991, A Testament of Hope: The Essential Writings and Speeches of Martin Luther King, Jr (Harpercollins).

Chiu, 2019. Sue Caldwell, Alex Callinicos, Amy Leather, Yuri Prasad ve Camilla Royle’a bu makalenin daha önceki taslağı hakkındaki yorumları için çok teşekkürler.

Farrell, 2019, s. 100. Hallam ayrıca yürüyüşler gibi “geleneksel” yöntemlerin etkisiz olduğunu savunuyor. Bu makale şiddetsizliğe odaklansa da yürüyüşlerin ve diğer kampanya araçlarının toplumsal hareketlerin yaratılmasındaki rolünü savunma fırsatını değerlendirmek gerekir. Sosyalistler yürüyüşlerin tek başına dünyayı değiştirebileceğine inandıklarından değil, bir kitle hareketi yaratmanın ve bu harekete kimlik kazandırmanın ayrılmaz bir parçası oldukları için yürüyüş çağrısı yaparlar.

Chenoweth ve Stephan, 2013, s.7.

Verilere, Erica Chenoweth’in www.ericachenoweth.com/research adresindeki web sitesinden erişilebilir.

Chenoweth ve Stephan, 2013, s. 33.

Gluckstein, 2012, s.58 ve s. 64-65.

Chenoweth ve Stephan, 2013, s.59.

Chenoweth ve Stephan, 2013, s. 12-13.

Chenoweth ve Stephan, 2013, s. 13.

10 Chenoweth ve Stephan, 2013, s. 13.

11 Ackerman ve Duvall, 2000.

12 Ackerman ve Duvall, 2000, s. 502.

13 Ackerman ve Duvall, 2000, s. 3.

14 Ackerman ve Duvall, 2000, s. 54.

15 Troçki, 2005, s. 199.

16 Troçki, 2005, s. 201.

17 Ackerman ve Duvall, 2000, s. 57.

18 Smith, 2017, s. 62.

19 Smith, 2017, s. 62 ve s. 71.

20 Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, cilt altı, bölüm beş, kısım 3 http://sabctrc.saha.org.za/reports/volume6/section5/chapter3/subsection1.htm

21 Ackerman ve Duvall, 2000, s. 352.

22 Chenoweth, Maria Stephan ile birlikte yazdığı kitapta, bu kitap aynı mücadele veri tabanına dayansa da, bu iddia da bulunmuyor. Bu fikri www.youtube.com/watch?v=YJSehRlU34w adresinde çevrimiçi bulunabilen bir TED konuşmasında öne sürüyor.

23 Chiu, 2019, Hong Kong bağlamında bunu açıkça ortaya koyuyor: “Bunun aksine, şiddet içermeyen hareketler çok daha fazla taraftar çekiyor ve hükümet şiddetinden fayda sağlıyor. Hong Kong’da yüzlerce protestocu şiddete başvururken, milyonlar barışçıl gösteriler yaptı. Dahası, milyonlarca destekçi gösteri yapmayacak ama para bağışlayacak, grev yapacak, boykot edecek veya sosyal medyada polisin protestocuları dövdüğü fotoğraflar gibi bilgi içeren paylaşımlar yapacak.”

24 Chenoweth ve Stephan, 2013, s. 12.

25 Farrell, 2019, s. 102.

26 Arendt, 1972, s. 98.

27 Ahmed, 2019, s. 37.

28 Ahmed, 2019, s. 45.

29 Ahmed, 2019, s. 46-47.

30 Ahmed, 2019, s. 40.

31 Ahmed, 2019, s. 142-144. Ahmed, hem Hindistan Ulusal Kongresi’nden hem de Müslüman Birliği’nden milliyetçi liderlerin isyanı sona erdirmek için nasıl çalıştığını ve bunun sonucunda da taleplerden hiçbirini kazanmayı başaramadığını gösteriyor.

32 Ahmed, 2019, s. 157.

33 Ahmed, 2019, s. 143.

34 Ahmed, 2019, s.143.

35 King, 1959.

36 Ackerman ve Duvall, 2000, s. 305-333.

37 Washington, 1991, s. 36.

38 Washington, 1991, s. 37.

39 Washington, 1991, s. 39.

40 Washington, 1991, s. 55.

41 Washington, 1991, s. 32.

42 Washington, 1991, s. 57.

43 Leonard, 2010, s. 19.

44 Marx ve Engels, 1991, s. 552.

45 Callinicos ve Hatchett, 1977.

46 Callinicos ve Hatchett, 1977.

47 Fakat hiç yok da denemez. Merseyside’daki posta işçilerinin bir yöneticinin ırkçılığı karşısında iş bıraktığı ve polisin grevi baltalamak için iş yerine grev kırıcılar taşıdığı anlaşmazlık buna bir örnek. bkz. Kimber, 2019.

48 Lenin, 1992, s. 21.

49 Lenin, 1992, s. 19.

50 Lenin, 1992, s. 56-57.

51 1917 hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler, Troçki’nin kendi anılarına ve Dave Sherry’nin yakın zamanda yayınlanan mükemmel kitabına başvurmalı – bkz. Troçki, 1992 ve Sherry, 2017.

52 Chenoweth ve Stephan, 2013, s. 206.

Enternasyonal Sosyalizm