‘Limbik Kapitalizm’ Beynimizle Oynuyor Dopamin Ekonomisinde Nöro-Adalet Arayışları

Tuna Emren

Ya da her ne pahasına olursa olsun, mutlaka kazanmamız GEREKİYORDU. Tıpkı denize düşenin yılana sarıldığı gibi. Kabul edin ki, eğer boğulmak üzere bulunmasaydı, ağaç kökü diye yılana sarılmazdı.

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Kumarbaz

Yarı otobiyografik romanı Kumarbaz’ı 25 günde, üstelik Suç ve Ceza’yı yazdığı sıralarda tamamlamıştı Dostoyevski.1 Bir an evvel teslim etmesi gerekiyordu ki kumar borcundan kurtulabilsin. Başından geçenleri yazarken, kendisini içinde bulduğu bu kördüğüm iyiden iyiye billurlaştı, düpedüz bağımlı olduğunu fark etti. Ve ardında yatan sebeplerle de yüzleşti. Okuyucusuna psikolojik bir çözülme yaşadığını gösteriyordu. Rulette, giderek artan ‘daha fazla risk alma’ tutumuna pervasızca devam ettikçe aynı sona varıyordu her seferinde; kaçınılmaz kayıplar verdiği, kontrolsüzce savrulduğu yerdeydi. Velhasıl kumara da borçlarını ödemek için başlamıştı. Evine dönüp temiz bir sayfa açabilmeyi arzuluyordu aslında.

Henüz yirmili yaşlarının ortalarındayken Suç ve Ceza ile Kumarbaz gibi iki büyük başyapıt yaratmış, ilerleyen yıllarda yazın tarihinin tartışmasız en güçlü eserlerinden birini, Karamazov Kardeşler’i sunmuş, benzersiz psikolojik öngörüsüyle insana dair en zengin tasvirleri ortaya koyup kendi ruhuna kaptanlık edemeyenlerin nasıl da düştüğünü anlatagelmiş birinin kumar bağımlılığından mustarip olması ne kadar da şaşırtıcı.2

Sigmund Freud, yazarın bağımlılığını incelediği “Dostoyevski ve Baba Katli” başlıklı denemesinde şöyle diyor; “Zekâ düzeyi ve insanları sevme gücü düşünülürse, Dostoyevski’nin gerçekte havarilere özgü bir yaşam yolunu izlemesi beklenebilirdi.”3 Freud, onun “sevilmeye karşı büyük bir gereksinim” duyan, “alabildiğine büyük bir sevme gücüne sahip” bir insan olduğuna dikkat çekiyor. Fakat derinlemesine incelemeye giriştiğinde, hem içselleştirilmiş Çar otoritesinin hem de kumarbazlığının temelinde babası nedeniyle taşıdığı suçluluk duygusunu görüyor. Freud’a göre, babanın “sert, zorba, zalim biri” olması halinde bunun bireyde bırakacağı psikolojik damgayı taşıyan Dostoyevski kendini “patolojik tutku nöbetleri” ile cezalandırıyordu.

Freud, bireyi daima başkalarıyla ilişkisi bağlamında ele aldı. Erich Fromm’ın belirttiği şekliyle, onun yaklaşımında bu ilişkiler “kapitalist toplum bireyine özgüdür.”4 Psikanalizin kurucusu, Viktorya devrinin mesnetsiz kurallarına başkaldırıp hepsini ıskartaya çıkarmak istiyordu ama bunu, insanın ihtiyaçlarını eksiksiz karşıladığına inandığı kapitalizmin rekabetçi yaklaşımını onaylayarak yapıyordu. Çünkü bireyin doğasının da rekabetçi, husumet dolu olduğunu düşünüyordu. Mutluluğa giden yolun içgüdüsel arzuların doyumundan geçtiğini ileri sürdü, gerçek doyumun sevgi ve yakınlık ihtiyacının giderilmesiyle sağlanabileceği ihtimalini dışarıda bıraktı. Hakiki bağlar kurmanın birincil dürtü olabileceği görüşüne katılmadı. Dostoyevski insana dair derin kavrayışını kendisine de yönlendirdiği bu romanında (ve aynı süreçte yazmış olduğu mektuplarında) işin iç yüzüne dair gerçekleri epeyce ayrıntılı bir şekilde sunmuştu zaten. Sırtında bir yük gibi taşıdığı suçluluk duygusunun farkında olmayabilir. Yine de işlerin tersine döndüğünün, asli gayesinden git gide uzaklaştığının bilincindeydi. Ve alabildiğine samimi bir şekilde, insanca bağlar kurmaya ihtiyaç duyduğunu da gösteriyordu.

Bir önceki yüzyılda bağımlılık araştırmaları için kaynak olarak kullanılan Kumarbaz, 2013’te Amerikan Psikiyatri Birliği’nin (APA) patolojik kumar bağımlılığı için listelediği tanı kriterlerine de yön verdi. Dostoyevski, kumar oynayamadığında huzursuz ve huysuz bir adama dönüşüyordu (Kriter #2). Takip eden acz ve kaygı duygularını dindirmek için oyuna devam etmesi gerektiğini görüyorduk (Kriter #5). Sonradan itiraf ettiği üzere, rulet onun biricik tutkusu haline gelmişti (Kriter #4).5 Freud’un ifadesiyle; “Oyuna oturdu mu, üzerindeki bütün parayı kaybetmeden rahat edemiyordu.”6 Dostoyevski’yi, bireyi kapitalizmin aynasında yansıttığı zamanlarda analiz etmişti Freud. Son yıllarında kaleme aldığı Uygarlığın Huzursuzluğu adlı kitabında ise meseleye yepyeni bir kavrayışla yaklaştı, bağımlılıkların, doğası gereği baskıcı olan modern sanayi uygarlığının kaçınılmaz bir ürünü olduğunu söyledi; analistin koltuğuna bireyi değil uygarlığın kendisini oturtmak gerekiyordu.7

Belirli bir coşku düzeyine erişme saiki ile sürekli daha fazla riske atılma dürtüsü ‘davranışsal bağımlılık’ olarak tanınıp meşruiyet kazandı, APA’nın DSM-5 Tanı Ölçütleri Başvuru El Kitabı’nda patolojik bir durum olarak resmedildi. Beynimiz açısından bakarsak, madde dışı bağımlılıkların madde bağımlılığından pek farkı yok.8 Araştırmalar her ikisinde de benzer beyin değişikliklerinin, benzer tolerans ve yoksunluk örüntülerinin, benzer deneyimlerin yaşandığını ortaya serdi.9

Geçtiğimiz yüzyılda kumar ve seks bağımlılıklarıyla sınırlı olan davranışsal bağımlılık araştırmalarının kapsamı günümüzde dijital oyunlar, internet, gıda bağımlılığı, kontrolsüz alışveriş, pornografi gibi modern çağa özgü bağımlılıkları da mercek altına alacak şekilde genişledi. Hepsinin ortak noktası şu; kişi, davranış öncesinde giderek artan bir gerilim yaşıyor ve sonlandırması gereken bu kaygı bir ödül beklentisiyle gitgide daha da dayanılmaz olmaya başladığında, kendisine zarar veren o davranışı, acı verici olsa da zaruri görüyor.

Toplumsal psikoloji, insanın bir birey olarak değiştiremediği sosyal faktörler karşısında, kendisini gerçekleştirmekten vazgeçmek pahasına esneyip bükülmek zorunda kaldığını söyler. Daha açık ifade edersek, kapitalist ekonomiye uyum sağlamaya zorlandığımız için yaşam biçimlerimizi de sürdürülmesi imkânsız olan bu düzene uydurmaya çalışırız. Ne var ki insan ilişkileri iktidarın ve servetin korunması uğruna nesneleştirildiğinde, gerçek bağlardan yoksun kalan bireyler kaçınılmaz olarak köksüzlük, güvensizlik, yalnızlık ve yalıtılmışlığa sürüklenmeye başlıyor. Mutluluğun sermaye biriktirmek, daha doğrusu biriktirenlere katkı sunmakla bir tutulduğu bu marazi düzende insanın kendi dışında bir amaca hizmet etmesi bekleniyor ki bu da sevgiyi ve dayanışmayı değil, rekabeti ve onun da temelinde yatan doymak bilmezliği, hırsı, nefreti besliyor. Böyle bir dünyada azıcık da olsa yabancılaşma hissetmeden yaşayabilmek için tam manasıyla bir konformist olmak lazım.

Önemli bir kısmını sinirbilim alanındaki gelişmeler sayesinde elde ettiğimiz bulgular; Britanyalı Marksist yazar ve siyasetçi Chris Harman’ın ifade ettiği şekliyle, “toplumun geneline mutluluk ve refah getireceğine daha çok sefalet getiren”10 kapitalist uygarlığın dopamin bombardımanı gibi bir manipülasyona başvurarak beynimizle oynadığı savını tanıtlıyor. Hatta bunun da ötesinde, kapitalizmin bireyi her açıdan yıpratan bir döngünün içine hapsedip tüm nörokimyasallarımızın dengesini bozduğunu gösteriyor.

‘Kimi sayılara, kimi şanslara bağlanıyordum ama, az sonra onları bırakıyordum ve gene hemen hemen bilinçsiz biçimde oynamaya başlıyordum’11

Psikiyatri uzmanları Evrim Özkorumak ve Ahmet Tiryaki’nin yürüttüğü araştırma, sistemin telkinleriyle kontrolsüzce tüketime yönlendirildiğimiz için zamanla kanıksayıp normalleştirmiş olsak da alışveriş tutkusunun, madde bağımlılığı kadar tehlikeli olabildiğini gösteriyor.12 Sıkça ağlama nöbetleri geçiren, sancılı bir bağımlılık sürecinin ileriki safhalarında intihara eğilimli hale gelen 30 yaşlarındaki bir kişinin yaşadıklarına yoğunlaşan çalışma, irrasyonel bağımlılık döngüsünün nasıl çalıştığını bu kişinin (ona X diyelim) deneyimleri üzerinden görmemizi sağlıyor. Özellikle giyim ve elektroniğe yoğunlaşan alışveriş bağımlılığı yüzünden ne işine ne de özel hayatına odaklanabilen X, gözüne kestirdiği ürünü elde edene kadar başka hiçbir şeye ilgi duyamadığını ifade etmiş: Huzursuzluğunu ve gerginliğini sonlandırmak için o nesneye muhakkak sahip olmak zorunda. Alışverişlerini internet üzerinden gerçekleştiriyor, alışveriş yaptığı siteleri sürekli açık tutuyor ki satın almaya hazır durumda olsunlar. Fakat aldığı ürünler onu bir nebze olsun tatmin etmiyor. Dahası onlara ihtiyaç duymadığının da bilincinde. Kaygı nöbetleriyle birlikte uyku bozukluğu yaşıyor, ayrıca psikomotor aktivitede artış olduğu tespit ediliyor ve mani nöbetleri geçiriyor. Kendi bütçesini aştığında eşinden destek aldığını fakat bunu yaparken türlü yalanlara başvurmak zorunda kaldığını belirtiyor. Endişeyi sonlandıracak maddeye/nesneye duyulan yoğun isteği, onu elde edince yaşanan kısa süreli haz ve rahatlama takip ediyor, hemen sonra bunlar da yerlerini hızla yoğun utanç, suçluluk ve pişmanlık gibi duygulara bırakıyor. Beklenebileceği üzere, başvurma sıklığı giderek artıyor, miktar her seferinde biraz daha büyüyor.

X’in yaşadıkları, madde bağımlılığında yaşanan yoksunluk belirtilerinden farklı değil. Dijital oyunlar için de benzer bir yaklaşım sunuldu. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), 2018’de revize ettiği Uluslararası Hastalık Sınıflandırmasına “oyun oynama bozukluğunu” da eklediğinde onu şöyle tanımlıyordu; “Oyunun diğer ilgi alanlarına ve günlük aktivitelere göre öncelikli olması ve olumsuz sonuçların ortaya çıkmış olmasına rağmen oyunun devam etmesi veya tırmanması.”13 Oyun bozukluğunun teşhis edilebilmesi için, davranış örüntüsünün kişisel, ailevi, sosyal, eğitimsel, mesleki veya diğer işleyiş alanlarında önemli bozulmaları tetikleyecek kadar şiddetli olması gerektiği de eklenmiş. Bilgisayar oyunları bağımlılığına DSM-5’te değinilmiş, ancak daha fazla araştırılması gerektiğine dair bir not düşülerek bırakılmıştı. Gıda bağımlılığı ise bilimsel literatürde henüz hak ettiği ilgiyi görmüş sayılmaz. Yale Üniversitesi araştırmacıları, ABD’de nüfusun yüzde 5’inin gıda bağımlısı olduğunu gösterip, meselenin yeterince ciddiye alınmadığından dem vuruyor.14 Pornografi ya da seks bağımlılığındaysa kişilerin bu gerçeği rahatça dile getiremiyor olmaları yüzünden yaşanan istatiksel bir tutarsızlık mevcut. İngiliz yönetmen Steve McQueen, “Utanç” (2011) adlı filminde bizlere bu durumun sanıldığı gibi haz değil acı verici bir düşkünlük olduğunu göstermişti. Lakin, insanı allak bullak edeceği açık olan bu etiyolojik olgu da henüz DSM-5’e dahil edilmiş değil. Aslında eklenmesi düşünülüyordu ama bu fikir öyle çok eleştirildi ki sonunda sınıflandırmaya dahil edilmemesi yönünde bir uzlaşı sağlanmak zorunda kaldı. İnternet bağımlılığı konusunda da benzer bir yaklaşım söz konusu. Bazı uzmanlar diğer davranışsal bağımlılıklar kadar endişe verici olduğunu söylüyorken diğer bazıları da bağımlılık olarak nitelemeyi reddediyor.15

‘Son zamanlarda kendimi rahatsız ve bitkin, bir bakıma ne yapacağı belli olmayan bir kimse gibi hissediyordum’

Kuzey Florida Üniversitesi’nden felsefe doktoru, tarihçi ve bağımlılık uzmanı David T. Courtwright, Bağımlılık Çağı: Kötü Alışkanlıklar Nasıl Büyük Sermayenin Oyuncağı Haline Geldi adlı kitabında, meselenin temelinde ‘limbik kapitalizmin’ bulunduğunu ileri sürüyor; “Bu [kavram], suça iştirak eden siyasi iktidarların ve suç örgütlerinin desteğiyle aşırı tüketimi, bağımlılığı teşvik eden küresel endüstrilerin sorumlu olduğu, teknolojik olarak gelişmiş ama sosyal anlamda gerileyen bir sistemi ifade eder.”16 Kapitalizm, beynin hissetme ve hızlı tepki vermeden sorumlu limbik sistemini hedef alıyor; “Limbik sistemin nöral ağa bağlı patikaları, hayatta kalabilmek adına çok önemli olan haz, motivasyon, uzun erimli hafıza ve diğer duygu bağlantılı işlevlere olanak sağlar. Paradoksal bir şekilde, aynı sinir devreleri, şirketlerin evrimin bu yapıtını kendi amaçlarına yönelik kullanarak, varlığı sürdürmeye engel olan bazı faaliyetler yoluyla kâr etmelerini de mümkün kılıyor.”17

Courtwright bağımlılıkların, epigenetik değişimler de yarattığını hatırlatıyor. Epigenetiği kabaca şöyle özetleyebiliriz; DNA’yı oluşturan genler değişmiyor, genlerimizin çalışma şekli değişiyor. Genler protein kodluyorlarsa aktif hale gelir ya da suskun kalır ve kodlama yapmazlar. Buna ‘gen ifadesi’ deniyor. Genleri bir senfoni orkestrasındaki müzisyenlere benzetebiliriz. Tempoyu koruyor, diğer müzisyenlerle uyum ve ahenk içinde kalarak kendilerine özel sesleriyle senfoniye bütünlük katıyorlar. Orkestranın bir de şefi olması beklenir tabii. Genleri açıp kapatarak suskun ya da aktif duruma getiren bu şefe “genomun üzerindeki güç” anlamına gelen “epigenom” adı verildi.18 Örneğin beslenme alışkanlıkları gibi, bir bireyin sadece kendi yaşamında geçerli olan tutum ve davranışları ya da hava kirliliği gibi çevresel faktörlerin gen ifadelerinde değişiklik yaptığı, bu değişikliğin sonraki nesillere de aktarıldığı biliniyor. Courtwright, gen ifadesi değişimlerinin nöronların davranış şeklini de etkilediğini söylüyor:

Zamanla bu değişiklikler, gergin bir tuvale yayılan boya damlacıkları gibi, merkezi sinir sisteminin içine işler, etkisini büyütür. Bilhassa da beyin gelişiminde uzun süreli etkiler bırakır. Çocuklar ve ergenler ne kadar erken yaşta bağımlılık yaratacak bir madde ya da deneyim yaşarlarsa, bir zamanlar kendilerini çok iyi hissettiren bu güçlü duygusal anıyı, o madde/davranıştan sakınma tutumunda olduklarında bile [karşı koyamayıp] sürdürme ihtimalleri o kadar artar.19

2014 yılında Çin’de, bir yıl sonra da Hollanda’da yürütülen geniş ölçekli bir genetik araştırmasında aynı genleri taşıyan ikizlere odaklanıldı, bağımlılıklarda genetik faktörlerin ne derece etkili olduğuna bakıldı. Bulgular, internet bağımlılığında genetik faktörlerin rol oynayabileceğini, ancak daha baskın ve belirleyici olan unsurun (yüzde 52) çevresel, nam-ı diğer sosyal faktörler olduğunu açığa seriyor.20 “Giderek artan kanıtlar, kompülsif internet kullanımı da dahil olmak üzere, davranışsal bağımlılıkların madde bağımlılığına çok benzer olduğunu gösterdi,” diyor araştırmacılar; “Dahası, bu ikisinin çoğu kez bir arada yaşandığını da biliyoruz.” Bazı uzmanların defaatle tekrarladığı ‘suçlu genler’ argümanının öldürücü bir darbe aldığı yer işte burası. Diğer taraftan, David Courtwright’ın dikkat çektiği epigenetik değişimler ise zaman içinde bilimsel bir konsensüse dönüştü. Örneğin, gıda bağımlısı fareler üzerinde defalarca tekrarlanan deneylerde, yüksek kalorili diyete tabi olan gebe farelerin yavrularında, anneden devralınan bu kalıtımsal tutumu devam ettirme eğilimi olduğu anlaşıldı. Bu bulgu, yeni neslin bambaşka bir diyeti benimseyemeyeceği anlamına gelmez elbette. Bilakis her yeni nesilde yeni seçimlerin devreye girebileceğini ama bunun için daha faydalı bir tutumu mümkün kılacak sağlıklı sosyal ortamın da sağlanması gerektiğini işaret ediyor.

‘Kim bilir, belki de bütün bunları umutsuzluktan yaptım’

Böyle diyordu Dostoyevski Kumarbaz’da, bir şerh düşerek; “ne kadar aptalca da olsa…”

Umutsuzluk derken kastettiği ve roman boyunca bizlere kimi zaman apaçık, kimi zaman da örtük olarak aktardığı kaygıyı, stresi tahayyül etmek pek de zor olmasa gerek. Ne de olsa Dünya Sağlık Örgütü, “Yaşadığınız toplumda ve dünyanın dört bir yanında stresle mücadele eden daha birçok insan var,” diyor; yalnız değilsiniz.21 Stresi de şöyle tanımlıyor; “Sıkıntılı veya hayat tarafından tehdit ediliyor gibi hissetmek.”

Stres küresel bir sorun. Hatta DSÖ’ye göre, 21. yüzyılın epidemisi. Bir yılı aşkın süredir küresel bir pandemiyle mücadele eden biz Dünyalılar, haklı olarak stres epidemisi gibi bir sorunun, bu yaşadıklarımızın yanında sönük kalacağını düşünebiliriz. Ancak ‘pandemi’ coğrafi yayılıma karşılık gelen bir kavram, ‘epidemi’ ise küresel nüfusun çok yüksek bir bölümünü tehdit eden, kontrolden çıkmış bir sağlık krizini ifade ediyor. Covid-19 krizinin bu boyutlara ulaşmasından ve dahası, aşılar aylar öncesinde geliştirildiği halde onlara hâlâ ulaşamamış milyonlarca insanın önlenebilir bir salgın yüzünden ölüm kalım mücadelesi vermeye devam etmek zorunda kalmasından sermayenin ve siyasi iktidarların sorumlu olduğunu, bizatihi yaşayarak tecrübe ettiğimiz bu günlerde, üzerimize bir yandan biyolojik diğer taraftan psikolojik tehditler olarak salınmış bu gailelerin hepsini bir arada okuma ihtiyacı doğuyor. Dünya genelinde her dört kişiden birinin, hayatlarının bir noktasında zihinsel bozukluk yaşayabildiği tahmin ediliyor ve buna yol açan en yaygın sorunların başında kaygı ile depresyonun geldiği söyleniyorken hem bireyler hem de toplumlar için çok büyük bir tehdit doğuracağı ortada olan bu verileri hafifsemek doğru bir yaklaşım olmaz.22

Stres, neredeyse tüm zihinsel bozuklukların en önemli tetikleyicisi sayılıyor. Bunun en meşhur örneklerinden biri, yaşam öyküsü Sylvia Nasar’ın Akıl Oyunları adlı kitabında aktarılmış olan Nobel ödüllü Amerikalı matematikçi John Forbes Nash’dir.23 Cambridge Üniversitesi’nden nörobilimci Daniel Bor’un bilincin izini sürdüğü müthiş kitabı Doyumsuz Beyin’de aktardığı şekliyle; Nash’in zekâsı tam da akademik kariyerinin zirvesindeyken çözülmeye başlamıştı.24 Önce tuhaf örüntüleri fark eder oldu, çok geçmeden hezeyanlarının içinde kaybolup gitti. Bunlar tam da zihinsel anlamda tükenmiş hissetmeye başladığı zamanlarda yaşandı. Daniel Bor, ünlü matematikçinin kronik stresle boğuştuğuna dair belirtilerin bulunduğunu söylüyor; stres “Nash’in trajik hayatının gösterdiği gibi, o en yetenekli zihni bile parçalayabilir.”

Sürekli stres veya endişe dönemi, prefrontal fonksiyonu büyük oranda keser ve sonuç olarak yarı-elverişsiz işleyen hafızayla, bilinçli kaynakları azaltır. Bu durumlarda beyin, hayal edilebilen en olumsuz yorumu düşünmek ve korkmak üzere, varsayarak öğrenir. Amigdala hazır hale gelir ve onun hareketi – prefrontal parietal ağ şimdi kolayca ve düzenli olarak engellenirken – daha agresif bir şekilde kabul edilir.

Görünüşte buruşuk bir et yığınından ibaret gibi dursa da insan beyni olağanüstü derecede karmaşık bir sistem. İşe yarar bir şey yapmadığı en sakin anlarında bile Hubble Uzay Teleskobunun otuz yılda işlediği veriyi otuz saniyede işleyebilen beynimizin, Amerikalı ünlü sinirbilimci David Eagleman’ın ifadesiyle; “tek bir santimetre küpünde, Samanyolu gökadasındaki yıldızların sayısı kadar bağlantı mevcuttur.”25

İnsan beyni üç ana bölümden oluşuyor. En üstte, Latincede “beyin” anlamına gelen, iki yarımküreye bölünmüş, dörder loptan ibaret “serebrum” var. Onu “neokorteks” olarak da biliyoruz. Sağdaki yarımküre vücudun sol tarafını, soldakiyse sağ tarafını yönetiyor ve bu son derece hassas denge, çapraz bağların tam ortasındaki sinir lifi demeti ile, yani “corpus callosum” ile korunuyor. Serebrumdaki dört lop birbirinden farklı duyusal girdileri işlemekle yükümlü. Alın bölgesine yakın olanı (frontal) aynı zamanda beynin problem çözme, akıl yürütme gibi üst düzey işlevlerini de yönetiyor. Neokorteks, dil ve soyut düşünce gibi insana özgü becerilerin merkezi. Serebrumun hemen altında ise enseye yakın bölgede yer alan “serebellum”, nam-ı diğer beyincik var. Hacmi pek küçük olsa da beynimizdeki nöronların yarısından fazlası burada.26 Çünkü o da fiziksel dengeden sorumlu – ki karmaşık hareketlerin dengeyi bozmayacak şekilde yönetilmesi için muazzam bir hesaplama yapması gerekiyor. Son olarak bir de beyni vücuda bağlayan beyin sapı var.

Bunlar beynin temel yapısal bölümleri. Ancak insan beyninin işleyişi temel bölümlerle ifade edilebilecek kadar basit değil. İşte burada limbik sistem giriyor devreye. Açlık ve susuzluğu düzenliyor, biyolojik saatimizi çalıştırıyor, öfke ve korku gibi ilkel duygularımızı, evrimsel dürtülerimizi üretiyor. Beyin sapını çepeçevre saran limbik sistem; hipotalamus, amigdala, hipokampus gibi temel bileşenlerden oluşur. Bir tür içgüdü merkezi gibi çalışsa da bellek, iştah ya da duygulara dair verileri işleyip bu süreçlere de katkıda bulunduğu için “mutluluğumuzda temel bir rol” oynadığı söylenebilir.27

Vücut kimyasının öne çıkan kimyasallarından ‘sinir ileticiler’ hipotalamus adlı sinir hücresi demeti tarafından yönetilir. Haz duymamızı, kan şekeri dengesinin korunmasını, açlık-tokluk hislerimizi, uyku saati düzenini bu sinir ileticiler belirliyor. Bağımlılıklarda öne çıkan sinir ileticinin (dopamin) üretimi de hipotalamusun sorumluluğunda. Aslına bakılırsa, nöronların her bir ateşlemesinde, diğer nöronlara iletilmek istenen veriler, nöral ağda açığa çıkan bu kimyasallar ile aktarılır. Bu arada, ön beynin içine gizlenmiş, bazal ganglia denilen, duygu durumumuzu belirleyen bir bölge daha var. O da bilince yansımayan motor hareketlerin kontrolü, kavrama, öğrenme ve duygusal durumların yönetimiyle yükümlü birimlerden. Bazal ganglia, yoğun miktarda dopamin reseptörleri içerir. Hazla ilişkili durumlarda devreye giren bu reseptörlerin bulunduğu akkumbens çekirdeği adlı bölümü, ergenlik döneminde azami büyüklüğüne ulaştığında, o yaşlardaki dopamin üretimimiz olağanüstü seviyelere yükseliyor.28 Ergenlikte yaşanan deneyimlerin benzersiz yoğunlukta olmasının bir nedeni de budur.

Sinirbilim alanında yürütülen araştırmalar, bağımlılıklarda dopamin dalgalanmaları yaşandığını ortaya çıkardı. Dopamin salınımı yaratan bu sağlıksız sürece ‘patolojik öğrenme’ deniyor.29 Patolojik, çünkü esasen yararlı olan bir süreç tersyüz olup kişiye zarar verecek şekilde işliyor. Bu dönüşümün yaşandığı yer, bazal ganglia. Sonuç olarak, dopamin seviyemiz artmışsa kısacık bir süre için rahatlıyoruz fakat bu dopamin bombardımanı beynin işleyiş dengelerini altüst ediyor. Davranışsal bağımlılıkların DSM-5’e dahil edilmesinin ardında, bazal ganglia araştırmalarından elde edilen bulguların Dostoyevski’nin durumuna bilimsel bir netlik kazandırmış olması yatıyordu.

Dopamini, başarılan görevlerin sonunda bir ödül olarak alıyoruz. Fakat süreç aksi istikamette işlemeye başladığında yoksunluk yaşıyor, hayata tutunmaya devam edebilmek için daha fazla dopamine ihtiyaç duyuyoruz. İlkel atalarımıza “o ağaca çık ve o elmayı ye” diyen, bizzat dopamin teşvikiydi. Evrimsel gelişimimizde önemli bir rol oynayan bu nörokimyasal avlanalım, ateş yakıp ısınalım, hulasa yaşamlarımıza devam edelim diye motivasyon sağladı. Böylece arzulamaya, yaşamaya devam ettik. Deneylerde, dopamin reseptörleri devreden çıkarılan farelerin, burunlarının dibindeki yiyeceklere en ufak bir ilgi göstermeyip açlıktan ölmeye başladıkları görüldü. Dopamin takviyesi yapıldığında beslenme dürtüleri yeniden devreye giriyordu.30

Dostoyevski, beyninin ona son derece ödüllendirici olduğunu fısıldadığı şeyi yapıyordu. Bunun artık zevk vermediği noktayı çoktan geride bırakmış olsa da…

‘Şimdi, dünyada yapayalnızım’

Dopaminin yanı sıra serotonin, oksitosin ve endorfinler gibi nörokimyasallar da salgılıyoruz. Dopamin, hedefe yönelik eylemi ödüllendirirken serotonin ise gerçek anlamıyla bir mutluluk hormonu gibi çalışıyor. Sağlıklı bir sosyal yaşam serotoninin dengede kalmasını sağlar örneğin ve depresyon da çoğunlukla onun eksikliğinde yaşanır. Oksitosin, güven ve yakınlığın sürdüğü ilişkilerde salgılanıp örneğin anne ve bebek bağını güçlendiriyor, romantik ilişkilerde tek eşlilik isteği uyandırıyor. Esasen endorfinler apayrı bir kategori. Ancak onlar da bu işleyişe dahil; acı, kaygı, endişe hallerinde devreye girip ağrı kesici ve yatıştırıcı vazifesi görüyorlar.

DSÖ’nün sunduğu stres ve depresyon verilerini bu bilgilerin ışığında bir kez daha okuyalım. İdeal durumda her insanın mutluluğu serotonin ile garantiye alınır. Ancak serotonin seviyemiz düşük kaldığında, yani yoğun kaygı ve endişe ya da özetle kronik stres yaşamaya başladığımızda – ki DSÖ verileri bunun bireysel değil toplumsal, hatta küresel bir sorun olduğunu gösteriyor – hayata tutunabilmek, bir şeylerden yeniden haz alabilmek adına beynimizin motivasyon amaçlı sunduğu sinir ileticiye sarılıyoruz. Sorun şu ki dopamin bir canlıyı yaşamdan tekrar zevk alacağı duruma yükseltmez. Haz verebilir, kısa bir süre için öfori de yaşatabilir. Acıdan zevke uzanan bu kaçışta aynı duyguları tekrar tekrar harekete geçirmeye çalıştığımızda, sonu bağımlılığa varan bir döngünün içine hapsoluyoruz.

Kanadalı psikoloji profesörü Bruce Alexander’ın 70’li yıllarda gerçekleştirdiği, anıtsal bir girişim niteliğindeki deneyi bağımlılıklara bakışımızı kökten değiştirip alışılageldik kavrayışı temelinden sarsmıştı.31 Öncesinde, içinde sadece su dolu bir kap ve uyuşturucu madde katılmış bir diğer su kabı bulunan kafeslere hapsedilen fareler üzerinden, madde kullanımına bir kez başlanınca bağımlılığının kaçınılmaz olduğu sonucuna varılıyor, ilk kullanımdan itibaren bize sımsıkı tutunan ‘kimyasal kancalardan’ kurtulmaya çalışmanın beyhude olacağı varsayılıyordu. Bu mutat deney her tekrarlandığında farelerin hepsi kendilerine zarar verme pahasına madde katılmış suya yönelmeye devam ettiler. Alexander, böyle bir düzeneğin fareyi çaresizlikten ikinci kaba iteceğini söyleyip bambaşka bir deney yürütmeye karar veren ilk araştırmacıydı. Yalnızlık ve yalıtılmışlık duygusunun kaygıya sebep olduğu sağlıksız ortamlarda, bir canlının beynindeki motivasyon mekanizmasını kendisine zarar verecek patolojik öğrenme seviyesine kadar zorlayabildiğini artık bildiğimize göre, baktığımız yerden hepsinin kusurlu deneyler olduğunu rahatça görebiliriz. 70’lerde durum böyle değildi. Öyle ki bağımlılıkların ahlaki zayıflıktan ötürü yaşandığı düşünülüyordu.

Alexander farelerin ihtiyaç duyabileceği her şeyi içeren yeni bir düzenek kurup aynı sosyal çevrede yetişen bireyleri kullandı. Onlara, oyun ihtiyaçlarını dahi karşılayan bir ortam sunuyordu. Böylece hem sağlıklı beslenme ve seks gibi biyolojik gereksinimlerinden mahrum kalmayacak hem de sosyal etkileşim içinde bulunabileceklerdi. Kafeste yine bir tanesine bağımlılık yapıcı maddenin katıldığı iki kap su mevcuttu. Gerçekten de bu düzenekte bambaşka bir sonuç elde edildi. Farelerin tümü madde katılmış suyu denemiş olsa da yalnızca bir iki tanesi içmeye devam etti. Üstelik devam edenler bile bağımlı olmadılar. Bir sonraki adımda, liberal çevrelerde hâkim olduğu şekliyle, bağımlılık yapıcı maddelerin beynimizi kimyasal anlamda ele geçirme gücüne sahip olduğu görüşünün de sınanması gerekiyordu. Araştırmacı bu iddiayı test etmek üzere deneylerini biraz daha geliştirip iki aşamalı bir sürece dönüştürdü. Bu kez fareleri önce yalıtıldıkları o kusurlu ortamda bıraktı bir süre boyunca. Maddeye bağımlılık geliştirdiklerinde sürpriz bir manevrayla hepsini fare cennetine transfer etti. İlk kafeste 57 gün kalmış olmalarına rağmen, tecritten kurtulduklarında yoğun kullanımlarını seyreltip normal yaşamlarına geri döndüler. Bulgular çok net; canlıların tüm gerçek ihtiyaçlarını karşılayabilen sağlıklı bir sosyal ortam bireylere yeniden bir amaç sunuyor olmalı ki kimyasal kancalarından özgürleşip yaşama bağlanıyorlar.

Portekiz geçtiğimiz yıllarda bu iki deneyi hayata geçirdi, Alexander’ın elde ettiği umut verici sonuçların münferit hadiseler olmadığını bilfiil ispatladı. Bir zamanlar nüfusunun yüzde birine yayılıp toplumsal krize dönüşmüş olan bir opioid bağımlılığının yaşandığı ülkede, uyuşturucuyla mücadele adına denenmeyen tek bir klişe kalmamıştı. Klişe derken, dünyanın her yerinde aynı amaçla uygulanan basmakalıp yöntemleri, yani yasaklar ve geleneksel tedaviler başta olmak üzere, işe yaramadığı gün gibi ortada olan girişimleri kastediyorum. Beklenebileceği üzere, bunların hiçbiri bağımlılık oranını azaltmadı, bilakis mücadelenin dozunu artırdıklarında sorunun vahameti de arttı. En nihayetinde, uyuşturucu polisinin tüm uyarılarına rağmen radikal ölçüde farklı bir tutum benimseyip hangi türden olursa olsun, madde kullanımının suç olmaktan çıkarılmasına karar verdiler. Bu ilk adımdı. Bağımlılık yapıcı madde kullanımının yasaya aykırı olması, bağımlıları suçlu sayan bir politikanın yürürlükte olmasından doğuyor. Hiçbir bilimsel dayanağı kalmayan bu tutum, insanların bağımlı olmayı seçtikleri varsayımına dayanır. Portekiz bağımlıların peşine düşüp baskınlar düzenlemek, yakalayabildiklerini yargılayıp hüküm giydirmek yerine, o devasa bütçeyi aynı insanlara sağlıklı sosyal yaşam imkânları sunmak için kullandı. Barınma güvencesi sağlandı, kişisel becerilerine yönelik işlerde çalışabilme fırsatı sunuldu. Bunların sonucunda hayata ve sosyal yaşama yeniden bağlandılar. Geçiş sürecinde nitelikli kliniklerde, uzmanlar tarafından sağlanan psikolojik desteğe de erişim imkânı buldular. Ve bağımlılık oranları hızla yarı yarıya azaldı.32

Dünya Sağlık Örgütü küresel ölçekte 264 milyondan fazla insanın depresyon yaşadığını söylüyorken, bağımlılıkların yükselişini sorunun kendisi gibi görmek, daha derinlerdeki çok daha büyük bir musibetin semptomu olduklarının farkına varamamak, eninde sonunda çözmek zorunda kalacağımız bir krizi daha tıpkı öncekiler gibi (pandemi, ekonomik krizler, çevresel krizler vb.) çözümsüzlük noktasına getirene dek büyütmekle sonuçlanabilir.33 İnsanın değil nesnelerin değerli sayıldığı, yaşamın yerine sermayenin öncelendiği bu irrasyonel uygarlık düzeni hepimizi değersizleştirip birbirimiz yerine meta ile bağlantı kurmaya, dayanışma yerine rekabet içinde kalıp yalnızca ve yalnızca nesneleri yüceltmeye güdülendiriyor. Belli ki bizim bireysel değil toplumsal anlamda iyileşmeye ihtiyacımız var.

 

‘Belki de, ruh o kadar çok sayıda duygudan geçtikten sonra doymuyor da sadece bundan sinirleniyor ve ta ki kesin bitkinliğe varıncaya kadar gitgide artan şiddette yeni duygular istiyor’

Hepimizi hızla bir hazdan diğerine yönlendirmeye adanmış kapitalist uygarlık modeli, teknolojiyi de buna uydurup var olan “zevkleri” çeşitlendirerek hepsini daha yoğun, daha vazgeçilmez oldukları bir seviyeye yükseltti. Nesneleri ya da kimi zaman yaşam tarzlarını arzuluyor, uçucu zevkler peşinde koşuyor, yüzeysel ilişkilerin yarattığı boşlukta savruluyor, ekseriyetle tutunacak bir dal bulmakta güçlük çekiyoruz. Şatafatlı nesnelerin sunduğu dopamin bombardımanı ne kadar hızlı ve yoğun olursa, özellikle de toplumsal açıdan savunmasız tüketiciler arasında patolojik öğrenmenin teşvik edilme olasılığı o kadar artar, diyor David Courtwright; “Küreselleşme, sanayileşme ve kentleşme, bu baştan çıkarıcı mallar ve hizmetleri – genellikle anomiye neden olan ve reklama doymuş anonim ortamlarda – daha erişilebilir, daha uygun hale getirdi. Kitle bağımlılığı motorunun beş silindiri olan erişilebilirlik, satın alınabilirlik, reklamcılık, anonimlik ve anomi, nihayetinde en radikal teknolojik ifadelerini internetin dalgalı dünyasında buldu.”34

Bu açıdan bakınca, aslında bağımlı kişinin ‘arzulamaya’ dair yanılsamayı yıkarak bizlere hakikatin kirli yüzünü; kapitalist öznenin imkânsızlığını gösterdiğini de görebiliriz. Danimarkalı sosyolog Ole Bjerg’ün ifadesiyle; nesneleri istemenin ötesinde, almak zorunda kalıyoruz:

Bombus arısının fizyolojik olarak uçamaması gerektiği söylendi. Ancak arı bu gerçeğin farkında değildir ve bu nedenle etrafta uçacak, bu gerçeğin farkında olmadığı için mutlu olacaktır. Kapitalist özne de aynı şekilde imkânsız bir yapıdır. Kapitalizm iyi işlediğinde, bunun imkânsızlığının farkında olmayız. Zorunlu kumarbaz, kapitalizmle ilgili bir gerçeği birdenbire kabul eden ve kapitalist toplumda faaliyet göstermesini imkânsız kılan yaban arısı gibidir. Paraya çok yaklaştı.35

Dostoyevski’nin yaşadığı da bu değil miydi? Gerçi bu grotesk durum bizleri pek şaşırtmamalı. Velhasıl tüketim odaklı bir sistemden beklenebilecek olan da budur; ürünlerin mümkün olduğunca çok tüketici tarafından mümkünse aşırı tüketilmesi. Ekonomik ve siyasi düzen bunu tesis etmek üzerine kurulu olduğunda, pazarlama ile manipülasyon arasına kırmızı çizgi çekilebilmesi imkânsızlaşıyor.

İnsanın içine itildiği bu durumu ‘yabancılaşma’ olarak ifade eden ilk düşünürler Hegel ve Feuerbach olmuştu. Yabancılaşma kavramını, geçmişte kendi elimizle hayata geçirdiğimiz güçlere biat etmemiz anlamında, kendiliğinden bir teslimiyet olarak kullandılar. Erich Fromm aynı olguyu ‘törel yalnızlık’ olarak tanımladı; “Din ya da ulusalcılık bireyle başkaları arasında bağ kuruyorsa, insanın en çok korktuğu şeyden; soyutlanmaktan kaçıp dört elle sarılacağı sığınaklar olabilirler.”36 Zaten Hegel ve Feuerbach da – bilhassa Feuerbach – din üzerinden ilerleyip insanın kendi yarattığı bir “fikir” karşısında kendisini güçsüz ve önemsiz görmeye başladığı sonucuna varıyor, bu yabancılaşmanın toplumsal gelişimle pekiştirildiğini söylüyordu. Marx ise ‘yabancılaşma’ olgusunu, toplumları ayakta tutan emek gücüne uyarladı, böylece ona yepyeni bir boyut kazandırdı. Zenginlik üreten emekçinin paradoksal şekilde giderek yoksullaştığını, “nesneler dünyasındaki değer artışına koşut olarak, insanın kendi dünyasının aynı oranda değer yitirdiğini” dile getiriyordu; “Emeğin ürünü olan nesne, onun karşısında yabancı, üreticiden bağımsız bir güç olarak dikilir.”37

Chris Harman, Marksizm’e Giriş adlı eserinde, Karl Marx’ın yaşadığı döneme ışık tutarken, o zamanların iradeyi yürürlüğe koyma biçimini şöyle tanımlar; “İnsanlar, Tanrının kendilerinden istediklerini yerine getirmedikleri için, toplumda sefalet yaşanıyordu. Herkes günah işlemeyi reddedip kınamış olsa her şey yoluna girecekti.”38 Günümüzde Tanrı imgesi yerini bambaşka bir otoriteye bıraktı ama içselleştirilmiş otoritenin baskıcı gücü etkisini yitirmedi; hâlâ “yaşam için neyin yapıcı, neyin yıkıcı olduğunu”39 fısıldayan gerçek vicdanın tahtında oturuyor. Marx’ın zamanında tekrarlanan o ifade ise günümüzdeki karşılığını şu minvalde söylemlerde buluyor: Toplumu değiştirmek için ilkin kendini değiştirmelisin.

Bu fikri paylaşanlara göre, tek tek insanlar kendilerini ‘bencillik’ ve ‘maddi değerlere düşkünlükten arındırsalar (ya da ‘duygularına gem vurmak’tan vazgeçseler) toplum otomatik olarak daha iyiye gider.

Buna benzer bir inanış, herkesi değiştirmek yerine, toplumda kritik yerlerde bulunan birkaç insanı – yani iktidarı elinde tutanları – değiştirmenin yeterli olacağını öneriyordu. Buna göre, zengin ve güçlü olanları ‘akla ve insafa davet etmek’ için çabalamak gerekirdi.

İlk İngiliz sosyalistlerden Robert Owen, bu inançtan hareketle, sanayicileri işçilerine karşı adil ve insaflı olmaya ikna etmeye girişti. Aynı bakış açısı, günümüzde, partinin sol kanadı da dahil olmak üzere İşçi Partisi’nin liderleri arasında egemenliğini sürdürüyor. Bunların her zaman işverenlerin suçlarını ‘hata’ olarak nitelediklerine, birazcık eleştirel bir tutum takınmakla iş dünyasının patronlarını toplum üzerindeki baskılarını hafifletmeye ikna edebileceklermiş gibi davrandıklarına dikkat edin.40

Marx, bu türden fikirlerin gerçek yaşamda sınandığında başarılı olamayacağını söylüyor, yaşam biçimlerimizi şekillendiren ya da sınırlandıran şeyin tutumlarımızı da etkisi altına alacağını gösteriyordu. Az önce belirttiğim acı gerçeği kullanmaya çalışıp Marx’ın bu görüşünü – defalarca test edilip her seferinde başarılı olduğu halde, meseleye hâlâ septik bir bakışla yaklaşıyorsak- bir kez daha sınayabiliriz. Talebimiz açık ve net: Pazarlama ile manipülasyonu birbirinden ayırmaları gerektiğini düşünüyor, beyin kimyasallarımızla oynamaya son vermelerini istiyoruz. Davranışsal bağımlılıkların toplumların nüfusuna giderek daha fazla yayılmasının başlıca nedeni kapitalist üretimin yarattığı dopamin bombardımanı olsa da, yukarıda ayrıca göstermeye çalıştığım üzere, bireylerin bunu içselleştirip, daha esnek bir yapı olan kendi psikolojilerini, değiştiremedikleri sistemin işleyişine uyarlamaya çalıştıklarını da biliyoruz. Toplumun bir kısmı uyum sağlamaya çabalıyorken bir bölümü de bunların kabul edilemez olduğunu dile getirerek isyan edip dönüşümü kendinden başlatmayı deniyor. Lakin sistemi, kendimizi dönüştürerek değiştirebilecek olsaydık karşı karşıya olduğumuz bazı krizlerin sonlanması beklenirdi. Öyle olmuyor – kitlesel hareketlerin gücü siyasi iktidarları tehdit etmeye başladığında işler değişebilir tabii. Karbon ayak izimizi küçültüp vegan yaşam biçimini benimsemiş olsak bile iklim krizi şiddetini artırarak ilerlemeye devam ediyor. Diğer bir güncel örnek de pandemi ve aşılar meselesidir. Aşıları beklerken fiziksel mesafe, maske ve hijyen kurallarına uymanın da ötesinde, üstümüze düşenden fazlasını yapmış olsak dahi salgının giderek büyüyen dalgalarla gelmesini önleyebilecek güç bizden bağımsız işledi, pandemiyi sonlandırmayı değil ekonomiyi ayakta tutmayı hedefledi. Sonuçta aşılara da bir türlü erişemiyoruz. Maalesef bir krizde daha sistemin asli yönelimlerini, kendimizi değiştirerek değiştiremedik. Yine de sermaye sahiplerini, manipülasyona neden son vermeleri gerektiğini anlatarak ikna etmeyi deneyebiliriz belki. Bir an için bunu başardığımızı, hiç değilse tepedeki bir kişiyi ikna edebildiğimizi düşünelim. O zaman bu sermayedar hem işçilerini hem de bizleri sömürmekten vazgeçecektir çünkü ona toplumun ideal yapısına dair etik bir resim sunduk ve o da bunu kabul etti. Peki sonra ne olur? Chris Harman, “Böyle bir durumda, bu kişi, rakibi olan işverenlerle rekabet avantajını yitirecek ve kendisini iş dünyasının dışına itilmiş halde bulacaktır,” diyor.

Toplumu yönetenler açısından bile temel sorun, bunların sahip oldukları fikirler değil, toplumun onları belli fikirlere yönelten yapılanış biçimidir.

Bunu bir başka yoldan ifade etmek de mümkün. Eğer toplumu değiştiren şey fikirler ise, bu durumda şu soruyu sormak kaçınılmaz hale gelir: Peki ama fikirler nereden doğuyor? Belli, somut bir toplumda yaşıyoruz. Basının, televizyonun, eğitim sisteminin vb. üretip yaydığı fikirler, o toplumun savunusunu yapan fikirler. Bu koşullarda, nasıl oluyor da bir insan bunlardan tamamen farklı düşünceler geliştirebiliyor? Yanıt şu: Çünkü, o insanın gündelik yaşamdaki deneyimleri, toplumda kendisine empoze edilen fikirlerle çelişiyor.

Bunu bir örnekle açıklayalım. Güçlü dinsel inançlara sahip insanların sayısının günümüzde, bundan 100 yıl önce olandan çok daha az oluşunu salt tanrıtanımazcı (ateist) propagandanın başarısı etrafında açıklayamazsınız. İnsanların neden 100 yıl önce değil de günümüzde tanrıtanımazcı fikirlere daha çok kulak verdiklerini açıklamak zorundasınız.

. . .

Fikirlerin tarihi nasıl değiştirdiğini, ancak o fikirlerin nereden geldiklerini ve insanların o fikirleri neden benimsediklerini anlayabilirseniz kavrayabilirsiniz. Bu, fikirlerin ötesine bakıp, o fikirlerin ortaya çıktıkları maddi koşulların neler olduğunu görebilmek anlamına geliyor. Marx’ın şu sözlerinde ısrarcı olmasının nedeni de bu: ‘Varoluşu belirleyen şey bilinç değil, bilinci belirleyen şey toplumsal varoluştur.’41

‘Zaten benim bilmediğim yeni neyi söyleyebilirler ki bana? İşte asıl söz konusu olan bu!’

Günümüz sinirbilim araştırmaları, on dokuzuncu yüzyılda şaşmaz bir gerçek gibi görülen bağımlılık doktrinini rafa kaldırma zamanının geldiğini söylüyor.42 43 44 Yazar ve gazeteci Johann Hari’nin TED konuşmasında değindiği çok çarpıcı bir gerçek, kimyasal kanca meselesinin de bilimsel bir mit olduğunu gösteren Bruce Alexander’ı doğrular nitelikte:

Bugün TED Talk’tan çıktıktan sonra kaza geçirip kalçamı kırarsam, hastaneye kaldırılıp bir sürü diamorfin alacağım. Diamorfin, eroindir. Aslında sokakta alacağın eroinden iyidir, çünkü uyuşturucu satıcısından aldığın şey kirletilmiştir. Doğrusu, onun küçücük bir kısmı eroindir. Oysa doktordan aldığın tıbben saftır. Uzun bir süre bu maddeyi alacaksınız. Bu odada birçok insan var. Fark etmemiş olsanız da çok fazla eroin aldınız. Dünyada herhangi bir yerde bunu izleyen herkes için aynı şey geçerlidir. Eğer bağımlılıkla ilgili inançlarımız doğruysa, bu insanlar o kimyasal kancalara maruz kaldılar. Ne olmalıydı? Bağımlı olmalılardı. Bu gerçekten dikkatlice araştırıldı. Olmuyor, büyük annenizin kalça ameliyatından sonra eroinman olarak uyanmadığını fark edeceksiniz.45

Fakat insanları hasta edenin, içinde bulundukları toplumsal koşullar olduğunu söylüyorsak, bunda rol oynayan temel faktörlerin parametrelerini de gözden geçirmeliyiz. Sosyolog Merve Gizem Uğur’un, “Kapitalist Gerçekçilik Bağlamında 7/24 Zaman Tasarımı ve Zamanın Deneyimlenmesi: Modern Çağda Kaygının Üretimi ve Uyku Bozukluğu” isimli yüksek lisans tezinde, bunun için nereye bakmamız gerektiği gösterilmiş; “Sosyal psikologlar son zamanlarda yapılan araştırmaları referans göstererek küresel kapitalizmin hâkim olduğu modern yaşam koşullarında iki duygunun yoğunlaştığını belirtmişlerdir.”46 Bu duygular, kaygı ve stres. Aç Ruhlar Diyarında: Bağımlılıkla Yakından Temas kitabının yazarı tıp doktoru Gabor Maté47 stresin başlıca sebeplerini şöyle sıralıyor;

İnsanları neyin strese soktuğuna bakarsanız, araştırmaların ortaya koyduğu üzere yanıt şudur; en çok stres yaratan durumların başında belirsizlik, bilgi eksikliği, kontrol kaybı ve kendini ifade etme fırsatı bulamama gelir.

Karl Marx özgürlükten bahsederken, onu üç boyutta ele alıyordu. Ona göre özgürlük; ekonomik özgürleşme, insan yaşamını tehdit eden unsurlardan özgürleşme ve başka insanların baskısından kurtulup kendini ifade etme özgürlüğü kazanıldığında mümkündür – ki bu sonuncusu da nihayetinde ‘kendin olma özgürlüğü’ anlamına gelir. Özgürlük budur. Çağdaş ‘özgür toplumlarda’ bizlere özgürlük mü sunuluyor?48

Kaygı ise Merve Gizem Uğur’un öne sürdüğü şekliyle, tamamen toplumsal nedenlerle yaşanan bir duygu; “Kaygı, korku ya da diğer duygular gibi net biçimde açıklanamayan bir duygudur; korku ya da diğer duygular gibi doğuştan gelmez, yaşam sürecinde ortaya çıkar. Kaygı psikologların köken olarak açıklayamadıkları bir duygudur.”

Kaygı dışsal dünya karşısındaki konumlanışlarımızla bağlantılı olarak ortaya çıkmaktadır. Kaygı en temelde depresyon, anksiyete ve uyku bozukluğu gibi duygudurum bozukluklarının temel sebebidir. Bu duygunun sebep olduğu duygudurum bozukluklarına dair kendi gözlemlerimi paylaşmam gerekirse, kaygının bize dışsal olan dünya karşısında kendimizi baskılanmış, yetersiz hissettiğimiz zamanlarda toplumsal dünyanın uyarıcılarının farkına vardığımız zamanlarda ortaya çıkan bir duygu olduğunu söyleyebilirim.

Temelde kaygının 16. yüzyıldan bu yana olan tarihini incelediğimizde kapitalizmle olan bağlantısını görebiliriz. Bu inceleme kaygının modern çağdaki hakimiyetini ve yoğunlaşmasını da açıklar niteliktedir. Bu inceleme duygu ile duygunun kendisini gösterdiği ve yoğunlaştığı bağlam arasında yani kapitalizm ve kaygı arasında ilişki kurmamızı da sağlamaktadır. Kapitalist gerçekçiliğin hâkim olduğu kapitalist toplumlar tüm duyguların birbiri üzerinde egemen olmak için harekete geçirildiği toplumlardır. Böyle toplumlarda duygular da üretim sürecine dahil edilirler. Yaşamı idame ettirmek 21. yüzyılda, modern çağın erken dönemlerindeki gibi salt beceriye, yeteneğe sahip olmakla ilgili değildir. Kapitalizmin hâkim olduğu bugünün modern dünyası sizden becerinin yanı sıra duygularınıza da hâkim olmanızı beklemektedir. Duygularınızı bastırmanız ve sessizleştirmeniz beklenir. Bu da kapitalizmin içselleştirilmesi ile ilgili bir durumdur. Modern yaşamda bu bastırmayı ve sessizleştirmeyi yapmak mecburiyetindeyiz. Eğer mevcut küresel çalışma düzenine uymaz, çalışmaz, kazanmaz ve tüketmez isek kısa sürede modern yaşamdan eleniriz.49

İnsan doğasının bencil, açgözlü olduğu önermesi kanıtlanmaya muhtaçtır. Öte yandan kapitalist dünya düzeninin insanlara açgözlülüğü ve rekabet içinde olmayı vazettiği gerçeğini bizzat yaşayarak tecrübe ediyoruz. İnsan davranışları toplumsal koşullara göre biçimlenir. Kendisini güvencesiz hisseden, baskı altında yaşayan kırılgan toplumlardaki bireyler ile Marx’ın özgürlük tanımının vücut bulmuş hali olarak yaşayabilecek bireylerin aynı güdüler, aynı davranış ve tutumlara sahip olması beklenemez. Bu, toplumlar için de geçerli. İnsanın doğası nasıl değişiyorsa toplumun doğası da öyle değişir. Bireyler tabi oldukları çevrelerini dönüştürürken, kendilerini ve birbirleriyle olan ilişkilerini de dönüşüme uğratıyorlar.

Karl Marx ve Friedrich Engels Manifesto’yu yazdıklarında kapitalizm henüz sadece Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’yı ele geçirebilmişti. Günümüzdeyse küresel ölçekli bir yıkım sistemi olarak hüküm sürüyor. İnsanın kendi hayatı üzerindeki kontrolünü yitirmesi, aşırı yoksullar arasına dahil olan nüfusun günden güne ve hızla büyümesi, işsizlik, birbiri ardına dizilerek gelen krizler, hakların gaspı, otoriter rejimlerin birçok ülkede nefes alınabilecek bir alanı dahi çok görüyor olması, bunların her biri insan doğasına saldıran, onu hem maddi hem manevi, hem fiziksel hem psikolojik anlamda istismar eden bir sistemin ürünleri. Gabor Maté, Vancouver’ın evsizlik, yoksulluk, orantısız derecede yüksek uyuşturucu kullanımı gibi birçok sosyal sorunla mücadele eden Downtown Eastside bölgesinde yaşayan hastaları için; “Bağımlılık söz konusu olduğunda, Downtown Eastside bölgesinden gelip de çocukken cinsel istismara uğramamış tek bir kadın hastam olmadı” diyor; “Bağımlılığın kalbinde her zaman duygusal kayıpları bulursunuz.”

ABD Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezleri’nin (CDC) Şiddeti Önleme Birimi tarafından, 18 bin kişi üzerinde yürütülen Olumsuz Çocukluk Deneyimleri araştırmasında, bu kişilerin çocuklukta neler yaşadıkları, olumsuz deneyimlerin yetişkinliklerine nasıl etki ettiği incelendi. Bulgular, fiziksel ya da psikolojik şiddet, cinsel istismar, aile içi şiddet gibi kabul edilemez derecede sorunlu sosyal/çevresel faktörlerin bağımlılık riskini 2 ila 4 kat artırabildiğini gösteriyor. Bunlardan birkaçını bir arada yaşayan çocukların bağımlılık geliştirme ihtimalleri çok daha da yüksek.50

Dahası, Merve Gizem Uğur’un aynı tezinde belirtildiği üzere; “Bozukluklara neden olan koşulların ve duyguların (kaygı ve stresin) iktidardan soyutlanarak biyolojik, köktenci ve kişisel sebeplere bağlanması, mevcut sorunları kapitalizm için kazançlı bir alana” dönüştürüyor. Öyle ya, bu sorunlar bireyin omuzlarına yüklendiğinde çözümü de kişisel terapi ve tedavilerde aranmak zorundadır. Neticede bu da ilaç endüstrisi için olağanüstü kârlı bir pazar anlamına gelir. Dünya genelinde her yüz kişiden 17’si yaşamını sürdürebilmek için psikolojik destek almak zorunda kaldığını belirtiyor.51 Bir de böyle bir ihtiyaç içinde olduğu halde aşırı yoksulluk başta olmak üzere çeşitli sebeplerden bu desteğe erişim imkânı bulamayanlar var. DSÖ ve Dünya Bankası’nın ortaklaşa hazırladığı 2017 raporuna göre, küresel nüfusun en az yarısı temel sağlık hizmetlerine erişimden yoksun.52Erişebilenlerinse önemli bir bölümü (800 milyon insan) hane bütçesinin asgari yüzde 10-25’ini sağlık hizmetlerine harcamak zorunda53; “Neredeyse her yıl 100 milyon insan, sağlık harcamalarını kendi bütçelerinden gerçekleştirmek zorunda kaldıkları için aşırı yoksulluğa itiliyor.”54 Anlamı şudur; sağlık sistemlerinin özelleştirilmesinin sonucunda, bu hizmetlere kendi imkânlarıyla erişmek durumunda bırakılan her 8 yoksuldan biri sadece bu nedenle aşırı yoksullaşıyor. OXFAM raporları, dünya nüfusunun yarısının, yani 3,4 milyar insanın günde 5,50 doların altında seyreden bir gelirle yaşamaya çalıştığını gösterdi.55 Pandemi ile geçen 2020’de varsıllar ile yoksullar arasındaki derin uçurum daha da açıldı. Salgının ilk dokuz ayında, dünyanın en varlıklı 1000 milyarderi (ve bunlar ağırlıklı olarak beyaz erkeklerden oluşuyor), Covid-19’un halihazırdaki eşitsizlikleri daha da içinden çıkılmaz duruma getirip büyüttüğü küresel krizde, kayıplarını tamamıyla telafi etmenin ötesinde toplamda dört trilyon dolar zenginleşti. Bu meblağ G20 ülkelerinin salgınla mücadele bütçesinin toplamına karşılık geliyor. Ve 2020’de, özel jet satışlarında rekor üstüne rekor kırıldı. Aynı süreçte yüz milyonlarca insan işlerini kaybetti, 500 milyon kişi durduk yerde yoksullar arasına katıldı.56

Mahkumlar Açmazı

Merve Gizem Uğur, modern insana ‘7/24 zamansallık’ ile uyumlu mekanik tekrarlar üzerine kurulu bir ritmin dayatıldığı kapitalist üretim ve tüketim süreçlerini şöyle yorumluyor; “. . . burada örtük olan mesele 24 saatlik güne hâkim olma değil, topyekûn bedene yönelik bir hakimiyet istencidir.”

Biyolojik zamanımızı kuran bedenimizin ritimleri, yoklukları ve yoksunlukları durumunda bedende fiziksel yıpranmalara ya da daha ciddi, ölümle sonuçlanan durumlara neden olabilecek güçtedirler. Bu ritimlere dair verilebilecek en iyi örnekler: Uyku, açlık, boşaltım ve susuzluk vb. olacaktır. Sayılan ritimlerin tümü beden içerisinde belirlenmiş özel bir ölçütle birlikte insan hayatının ritmini oluşturmaktadır. . . Bu bağlamda beden pek çok karmaşık üretim ve tüketim faaliyetlerinin gerçekleştiği, kendi içinde kendisine has ritimlere sahip bir bütün olarak tanımlanabilir. Bu sistem doğal olarak dışarıdan gelen ve onu baskılayan başka ritimlere, zamansallıklara karşı direnç gösterecektir. Ama modern çağda pek çok kurumun ve şeyin maruz kaldığı zamansal yıpratılmaya bedenlerimiz de maruz kalmaktadır.

Kaliforniya Üniversitesi’nden (UCLA) klinik psikiyatri profesörü Daniel J. Siegel, The Mindful Brain in Human Development adlı kitabında ‘uyumlanma’ faktörünün beyin kimyasallarının seviyelerini değiştirebildiğini söyler. Örneğin, bir çocuğun ihtiyaç duyduğu yakınlığı, 7/24 kapitalist ritim nedeniyle ya da stresli veya depresyonda oldukları için sunamayan ebeveynlerin gelişim çağındaki çocuklarında zayıf uyumlanma yaşanıyor. Bu durum fiziksel ve duygusal acıyı yatıştıran endorfinler ile ödül mekanizmamız olan dopaminin aşırı üretimiyle sonuçlanıyor.57 Dopamin sistemi yanlış gelişirse bağımlılığa uzanan yol daha da kısalır.

Oyun teorisinde “Mahkumlar Açmazı” denilen meşhur bir ikilem vardır. Makalenin başlarında, muhteşem zihninin yoğun stres karşısında nasıl da savunmasız kaldığından bahsettiğim John Nash de bu kurama Nash Dengesi kavramıyla katkıda bulunmuştu – ki bu denge, kuramın belkemiğini oluşturuyor desek yeridir. Nash Dengesi kabaca şöyle özetlenebilir; tüm oyuncular bulundukları konumdan memnunsa oyun bir dengeye kavuşur ve bu denge oyuncuların her birinin işine geldiği için korunmak istenir. Ancak korunmaya çalışılan Nash Dengesi, oyuncuların elde edebileceği en iyi sonuç olmak zorunda değildir. Mahkumlar Açmazı ise asla yaşamak istemeyeceğiniz bir ikilem sunar bize. Bir arkadaşınızla birlikte, ciddi bir suçtan dolayı tutukladınız diyelim. Oyun, suçun gerçekte işlenip işlenmediği ya da kimin işlediği kısmıyla ilgilenmez; polis bu suçu sizin işlediğinize inanıyor ve cezası da 1 ila 10 yıl arasında değişecek, önemli kısmı budur. Bir araya gelip ortak bir strateji belirleyememeniz için ayrı sorgu odalarında tutuluyorsunuz. Olasılıklar şunlar: (i) Siz inkâr ederseniz, arkadaşınız da inkâr etmiştir, böylece iddianın kanıtlanması zorlaşır ve birer yıl hapis cezası alırsınız; (ii) siz itiraf edersiniz ve arkadaşınız da aynı şeyi yapmıştır, bu durumda her ikiniz de dörder yıl yatacaksınız; (iii) siz suçsuz olduğunuzu söylerseniz ve arkadaşınız itiraf ederse, o iki yıl, siz (yalan söylediğiniz anlaşıldığı için) 8 yıl ceza alacaksınız; (iv) tam tersi olursa sizin cezanız düşük, onunki yüksek olur. Son iki olasılık, birbirinize ihanet etmeniz durumunda birinizin bu işten en ağır cezayla çıkacağını gösterir ki en kötüsü de budur zaten. Aynı zamanda diğerinizin avantajlı çıkabileceğini de söyler. Bu oyunda Nash Dengesi her ikinizin de itiraf etmesiyle kuruluyor, ideal olmasa da daha ağır bir cezadan kurtulmanızı sağlıyor. Birbirinizle iletişim kurabilseydiniz ikiniz de suçu inkar eder ideal durumu garantiye alırdınız elbette fakat böyle bir imkân sunulmadı.

Mahkumlar Açmazı, bu durumda en rasyonel stratejinin itiraf etmek olduğunu söyler çünkü aksi halde alınan risk büyür. Gerçek hayat oyundan daha karmaşık olsa da temel bir meseleye vurgu yaparak etik olanın aynı zamanda rasyonel seçim olduğunu gösteriyor. Üzerinde biraz daha düşününce, aslında sadece iki seçeneğimiz olduğu anlaşılabilir: Ya iş birliği yapacak ya da arkadaşımızın başına ne geldiğini umursamadan pragmatik bir tutum benimseyerek kendimizi kurtarmaya bakacağız. Ama pragmatiklerin gözden kaçırdığı bir şey var; oyundaki herkes bencil değilse, bencil davranmanın bir bedeli olur. Kararı verirken sadece kendinizi kurtarmaya çalışırsanız en ağır bedeli ödeyen siz olabilirsiniz. Herkesin kendi payına adil katkıda bulunacağı eşit bir dağılım, yani dayanışma ise Nash Dengesi’nde buluşmanızla sonuçlanır.

Yaşamın paha biçilmez bir anomali olduğunu unutmamakta fayda var. Sayılarının 7-8 trilyonu bulduğu tahmin edilen galaksilerden birinde, yani insandan çok galaksinin bulunduğu bir evrende, bir ucundan diğerine gitmenin 100 bin ışık yılı sürdüğü Samanyolu’nun ıssız kıyılarında, her yerinden hayat fışkıran eşsiz bir gezegen peyda oldu. Zeki yaşam, gözlerini yalnızca burada açtı. İnsanın, iki sınıfa bölünmüş bir uygarlıkta, yetkeci ve sadist olduğu su götürmez küçük bir azınlığın çıkarlarına hizmet etmeye adanmasını bekleyen kapitalist üretim, bundan çok daha fazlası olduğumuzu unutturup her türlü melanetin normalleştirildiği bir sömürü sistemini içselleştirmemizi bekliyor. Kişisel değerimizi; üretkenliğimiz, gelirimiz, sosyal statümüz ve sahip olduğumuz nesneler üzerinden belirleyen bu vahşi sistemin dillere pelesenk olmuş temel motivasyon fonksiyonu ise kâr cinsinden belirlenen ‘verimlilik’. Çocukları bile işgücü olarak gören kapitalist uygarlık bizlere yalnızlık, yalıtılmışlık, yabancılaşma, anlık hazlar ve bitimsiz dertlerden ibaret bir yaşam pazarlarken, bunların yol açtığı kaygı, stres ve depresyonu da bizim sorunumuz olarak görüyor. Tek hücrelilerden modern insana uzanan dört milyar yıllık yerküre deneyimini, türüne özgü yaratımlarıyla taçlandıracak kadar gelişmiş bir uygarlığın neye benzeyeceği konusunda tartışabiliriz, ancak şu anki haline benzemeyeceği kesindir.

Kaynakça

Alavi, Seyyed Salman vd. 2012, “Behavioral Addiction versus Substance Addiction: Correspondence of Psychiatric and Psychological Views.” International journal of preventive medicine, cilt: 3(4) s: 290-294.

Alexander, B. K. 2010, “Addiction: The view from Rat Park”, https://www.brucekalexander.com/articles-speeches/rat-park/148-addiction-the-view-from-rat-park (1Mayıs)

American Psychiatric Association. (2013). Diagnostic and statistical manual of mental disorders (5th ed.). Arlington, VA: Author.

Bor, Daniel, 2014, Doyumsuz Beyin, çev. Ayşegül Yarımoğlu, Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Bryson, Bill, 2021, Beden, çev. Zeynep Arık Tozar, Domingo Yayınevi, İstanbul.

CDC, 2020, “Adverse Childhood Experiences (ACEs)”, https://www.cdc.gov/violenceprevention/aces/index.html (1 Mayıs)

Clay, Rebecca A. 2018, “How Portugal is solving its opioid problem”, Monitor on Psychology, cilt: 49(9), s: 20 http://www.apa.org/monitor/2018/10/portugal-opioid

Courtwright, David T, 2019, The Age of Addiction: How Bad Habits Became Big Business, Belknap Press, Harvard University, Massachusetts.

Dostoyevski, Fyodor, 1993, Kumarbaz, çev. Nesrin Altınova, İmge Kitabevi, İstanbul.

Dostoyevski, Fyodor, 2007, Karamazov Kardeşler, çev. Nihal Yalaza Taluy, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s.681

Drug Policy Alliance, 2010, “New Study Shows Portugal’s Decriminalization of All Drugs Was Followed by Reductions in Student Drug Use, Prison Overcrowding, Drug Related Deaths and HIV/ AIDS”, https://drugpolicy.org/news/2010/11/new-study-shows-portugals-decriminalization-all-drugs-was-followed-reductions-student-d (1 Mayıs)

Emren, Tuna, “Yaşamın Şifresini Kırmak”, Popular Science Türkiye, Sayı: 46, s: 46, Şubat 2016

Frank D. 2018. “I Was Not Sick and I Didn’t Need to Recover”: Methadone Maintenance Treatment (MMT) as a Refuge from Criminalization, Substance use & misuse, cilt: 53(2), s: 311–322. https://doi.org/10.1080/10826084.2017.1310247

Freud, Sigmund, 2001, Sanat ve Sanatçılar Üzerine, çev. Kâmuran Şipal, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s. 220

Freud, Sigmund, 2014, Uygarlığın Huzursuzluğu, çev. Haluk Barışcan, Metis Yayıncılık, İstanbul

Fromm, Erich, 2017a, Özgürlükten Kaçış, çev. Şemsa Yeğin, Say Yayınları, İstanbul

Fromm, Erich, 2017b, İtaatsizlik Üzerine, çev. Nurdan Soysal, Say Yayınları, İstanbul

Gearhardt, Ashley N. vd. 2016, “Development of the Yale Food Addiction Scale Version 2.0.” Psychology of addictive behaviors, Journal of the Society of Psychologists in Addictive Behaviors, cilt: 30(1), s: 113-121. https://doi.apa.org/doiLanding?doi=10.1037%2Fadb0000136

Grant, Jon E. vd. 2010, “Introduction to behavioral addictions.” The American journal of drug and alcohol abuse, cilt: 36(5), s: 233-241. doi:10.3109/00952990.2010.491884

https://doi.org/10.3109/00952990.2010.491884

Hari, Johann. 2015. “Bağımlılıkla ilgili düşündüğünüz her şey yanlış” [Video], çev: Eve M. Çavdar, TED Conferences.https://www.ted.com/talks/johann_hari_everything_you_think_you_know_about_addiction_is_wrong/transcript?language=tr

Harman, Chris, 2001, Marksizme Giriş, çev. Bernar Kutluğ, Z Yayınları, İstanbul

Hellman, Matilda. 2010, “Book Review: Where There Is Capitalism, There Shall Be Addiction” Nordic Studies on Alcohol and Drugs (NAD), cilt: 27, sayı: 3, s: 280-284. https://doi.org/10.1177/145507251002700307

Hyman S. E. 2005, “Addiction: A disease of learning and memory” The American Journal of Psychiatry, cilt: 162, sayı: 8, s: 1414-1422 https://doi.org/10.1176/appi.ajp.162.8.1414

Ipsos, 2018, “Global Views on Healthcare”, https://www.ipsos.com/en-be/global-views-healthcare

Keiflin, R., Janak, P. H. 2015, “Dopamine Prediction Errors in Reward Learning and Addiction: From Theory to Neural Circuitry” Neuron, cilt: 88(2), s: 247–263.https://doi.org/10.1016/j.neuron.2015.08.037

Kwee, Alex. 2007 “Constructing Addiction from Experience and Context: Peele and Brodsky’s Love and Addiction Revisited” Sexual Addiction & Compulsivity. Cilt: 14. S: 221-237.https://doi.org/10.1080/10720160701480535

Marx, Karl, 2018, 1844 El Yazmaları, çev. Murat Belge, İletişim Yayınları, İstanbul.

Maté, Gabor. [HeartSpeak]. 2009. “Brain Development and Addiction” [Video], YouTube. https://www.youtube.com/watch?v=BpHiFqXCYKc

Maté, Gabor. 2010, In The Realm of Hungry Ghosts: Close Encounters with Addiction, North Atlantic Books, Berkeley.

Nasar, Sylvia, 2002, Akıl Oyunları, çev. Petek Demir, Altın Yayınevi, İstanbul.

Oxfam International, “Ending Poverty: Extreme inequality and essential services”, https://www.oxfam.org/en/what-we-do/issues/extreme-inequality-and-essential-services (1 Mayıs)

Oxfam International, 2021, “The Inequality Virus: Bringing together a world torn apart by coronavirus through a fair, just and sustainable economy”, der. Esmé Berkhout, Nick Galasso, Max Lawson, Pablo Andrés Rivero Morales, Anjela Taneja ve Diego Alejo Vazquez Pimentel; Oxfam GB, Oxford.https://oxfamilibrary.openrepository.com/bitstream/handle/10546/621149/bp-the-inequality-virus-summ-250121-en.pdf

Özkorumak, Evrim & Ahmet Tiryaki 2011,”Davranışsal Bağımlılık Olarak Kontrol Edilemeyen Satın Alma Davranışı”, Reviews, Cases and Hypotheses in Psychiatry, cilt: 5, s: 14-18

Palmiter, R. D. 2008. “Dopamine signaling in the dorsal striatum is essential for motivated behaviors: lessons from dopamine-deficient mice” Annals of the New York Academy of Sciences, cilt: 1129, s: 35–46. https://doi.org/10.1196/annals.1417.003

Satel, S. ve Lilienfeld, S. O. 2014. “Addiction and the brain-disease fallacy” Frontiers in psychiatry, cilt: 4, s: 141. https://doi.org/10.3389/fpsyt.2013.00141

Siegel, Daniel J. 2007. The Mindful Brain: Reflection And Attunement In The Cultivation Of Well-Being, Norton & Company, New York.

Szczypka, M. S. vd. 1999 “Feeding behavior in dopamine-deficient mice” Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America, cilt: 96(21), s: 12138–12143.https://doi.org/10.1073/pnas.96.21.12138

Quilette, 2019, “How ‘Limbic Capitalism’ Preys on Our Addicted Brains”, https://quillette.com/2019/05/31/how-limbic-capitalism-preys-on-our-addicted-brains/, (1 Mayıs)

Uğur, Merve Gizem. 2020. Kapitalist Gerçeklik Bağlamında 7/24 Zaman Tasarımı ve Zamanın Deneyimlenmesi: Modern çağda kaygının üretimi ve uyku bozukluğu. Yüksek Lisans Tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/TezGoster?key=_F5QEpayDXGqGZlp9XiFtHVlsDFOHJR2JPs5m6G5qbDvpnNS7bPgbV63-hE7CaJl

Vink, Jacqueline M vd. 2016, “Heritability of compulsive Internet use in adolescents.” Addiction biology, cilt: 21(2), s: 460-468. https://doi.org/10.1111/adb.12218

WHO & The World Bank, 2015, “Tracking Universal Health Coverage: First Global Monitoring Report”, WHO, Geneva,http://apps.who.int/iris/bitstream/10665/174536/1/9789241564977_eng.pdf

WHO/HIS/HGF/17.2 & The World Bank, 2017, “Tracking Universal Health Coverage: 2017 Global Monitoring Report Executive Summary”,https://apps.who.int/iris/bitstream/handle/10665/260522/WHO-HIS-HGF-17.2-eng.pdf?sequence=1

WHO, 2018, “Inclusion of ‘gaming disorder’ in ICD-11”, https://www.who.int/news/item/14-09-2018-inclusion-of-gaming-disorder-in-icd-11, (1 Mayıs)

WHO, 2020a, “Stresli Anlarda Ne Yapmalı ?: Resimli Rehber”, Kopenhag: Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bölge Ofisi,https://apps.who.int/iris/bitstream/handle/10665/333917/WHO-EURO-2020-361-40096-54908-tur.pdf

WHO, 2020b, “Depression”, https://www.who.int/news-room/fact-sheets/detail/depression (1 Mayıs)

Dostoyevski, 1993

Bilhassa “Büyük Engizisyoncu” bölümünün kanonuna ulaşabilmiş pek az yapıt bulunur. Bkz. Dostoyevski, 2007

Freud, 2001, s. 220

Fromm, 2017a

American Psychiatric Association, 2013

Freud, 2001, a.g.e., s. 239

Freud, 2014

Alavi vd. 2012

Grant vd. 2010

10 Harman, 2001

11 Sonuncusu haricinde, makalenin tüm alt başlıkları Kumarbaz’dan alıntılanmıştır.

12 Özkorumak ve Tiryaki, 2011

13 WHO, 2018. Ayrıca bkz. Bağımlılık yapıcı davranışlardan kaynaklı bozukluklar; WHO, “Addictive behaviours”, https://www.who.int/health-topics/addictive-behaviours#tab=tab_3, (1 Mayıs)

14 Gearhardt vd. 2016

15 Alavi vd. 2012, a.g.e.

16 Courtwright, 2019

17 Quilette, 2019

18 Emren, 2016

19 Quilette, 2019, a.g.e.

20 Vink, 2016

21 WHO, 2020a

22 Bor, 2014, s. 267

23 Nasar, 2002

24 Bor, 2014, a.g.e., s. 287-288

25 Bryson, 2021, s. 51

26 A.g.e., s. 53

27 A.g.e., s. 53

28 A.g.e., s. 63

29 Hyman, 2005 ve Keiflin, 2015

30 Palmiter, 2008 ve Szczypka vd. 1999

31 Alexander, 2010

32 Drug Policy Alliance, 2010. Ayrıca bkz. Clay, 2018

33 WHO, 2020b

34 Quilette, 2019, a.g.e.

35 Hellman, 2010

36 Fromm, 2017a, a.g.e.

37 Marx, 2018

38 Harman, 2001, a.g.e.

39 Fromm, 2017b

40 Harman, 2001, a.g.e.

41 A.g.e.

42 Satel ve Lilienfeld, 2014

43 Kwee, 2007

44 Frank, 2018

45 Hari, 2015

46 Uğur, 2020

47 Maté, 2009. Ayrıca bkz. Maté, 2010

48 A.g.e

49 Uğur, 2020, a.g.e.

50 CDC, 2020

51 Ipsos, 2018

52 WHO/HIS/HGF/17.2 ve The World Bank, 2017

53 WHO ve The World Bank, 2015

54 WHO/HIS/HGF/17.2 ve The World Bank, 2017 a.g.e.

55 Oxfam International

56 Oxfam International, 2021

57 Siegel, 2007

Enternasyonal Sosyalizm