Devrimci Bir Partinin İnşası

Şenol Karakaş

Uluslararası Sosyalizm Akımı Türkiye’de uzun bir süredir inşa ediliyor. DSİP, sadece Türkiye’ye özgü bir kökenden değil, Uluslararası Sosyalizm Geleneği’nin içinde şekillenen bir siyasal hareket. Bu devrimci geleneğe yaslandığımıza göre, bir açıdan, en az Komünist Manifesto kadar “yaşlı” bir örgüt olduğumuz söylenebilir.

DSİP’in diğer tüm sosyalist geleneklerden temel farkı, sosyalizmi işçi sınıfının kendi eyleminin ürünü olarak görmesidir. Politikalarımıza yön veren bu temel yaklaşım, bir yandan da ikameci ve parlamenter solla farklılıklarımızın kökenini ifade ediyor.

Sosyalizm işçi sınıfının kendi eseri olacaksa, parlamento sosyalizmin bir aracı olamaz. Sosyalizm işçi sınıfının kendi eylemi ise kendi örgütünü işçi sınıfı hareketinin yerine ikame eden geleneklerin harekete sadece zarar vereceği çok açık. İşçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin başarısı, aynı zamanda, işçi sınıfının kendi içinde sürdürdüğü mücadelede öncü işçilerin ve aktivistlerin daha geride duran işçilerle yaşadığı tartışmayı kazanıp kazanamayacağına bağlı. Bu mücadelenin hiçbir kestirme yolu olmadığı, bir yandan sınıf mücadelesinin içinde yer alırken bir yandan da tartışmaların içinde yer almak, sınıf hareketine hem eyleminde hem de tartışmalarında yardımcı olmak gerektiği çok açık. Devrimci bir partinin esas işlevini de bu yardımcı olmak ifadesi anlatıyor. Sosyalistler, işçi sınıfının efendisi değildir, işçi sınıfına yardımcı olmaya çalışırlar. Egemen sınıfın işçileri bölen fikirlerine karşı işçilerin her düzeyde birliğinin şekillenmesi için mücadele ederler.

Bu, sadece bizim değil 1840’lı yıllarda başlayan işçi sınıfı mücadelelerine katılan, bu eylemlere yardımcı olmaya çalışan devrimci Marksist geleneğin de özetidir. Komünist Manifesto’nun da, Paris Komünü’nde çatışan işçilerin de, 1905 ve 1917 Rus devrimlerindeki sosyalistlerin de, İspanya iç savaşında faşistlere karşı yer alanların da, Stalin’in kamplarında diktatörlüğe karşı direnen Troçkistlerin de yapmaya çalıştığı, işçi sınıfına yardımcı olmaya çalışmaktı.

Kaderini işçi hareketine bağlamayan, işçi sınıfı kaybederken kazanmayı maharet sanan, sosyalizm mücadelesini bir parti iktidarına indirgeyerek ezilenleri tahakküm altına almak için üretilmiş mekanizmaları yönetmeyi sosyalizmin zaferi olarak selamlayanlarla devrimci gelenek arasında köklü bir farklılık var. Bu fark, işçi sınıfını kurtarılması gereken bir nesne olarak görenlerle gezegenin ve insanlığın kurtuluşunu işçi sınıfının kendi eyleminde, bu eylemin birleşmesinde, politik bölünmüşlüğünü mücadele içinde aşmasında görenler arasındaki farktır. Sosyalizm işçi sınıfının kendi iktidarı olmayacaksa, işçi sınıfı adına iktidar olmak isteyenler büyük bir problemle yüzleşmek zorundadır: Geri fikirlerle uzlaşmadan, işçi sınıfı dışındaki toplumsal kesimlerle ittifak kurmadan gerekli kitle desteği nasıl kazanılacak? Sorunun yanıtı solun çeşitli kesimleri açısından çok açık. Bir parti darbesi hedeflenmiyorsa, “gereken” kitle desteğini kazanmak için egemen sınıflarla çeşitli düzeylerde uzlaşmak kaçınılmaz. İşçi sınıfı dışındaki sınıfların, özellikle ara sınıfların ya da toplumsal kesimlerin tepkilerini örgütlemek, bu toplumsal kesimler içinde güçlenmek için işçi sınıfı içindeki bölünmüşlükleri görmezden gelmek ya da derinleştirmek tercih edilen bir yöntem oluyor. Bu yüzden, sol içinde egemen sınıf fikirleriyle sürekli tartışmak, özellikle anti emperyalizm maskesinin arkasına gizlenen milliyetçiliğin sol yorumlarını teşhir etmek, kısacası, her düzeyde ezme ezilme ilişkisini derinleştirmeyi hedefleyen fikirlere karşı mücadele etmek çok önemli.

Bir siyasal hareket olarak işçi sınıfının devrimci geleneğinin ilk adımlarını atanlar bu tartışmaları, kıran kırana süregiden sınıf mücadelesi içinde yer edinmeye, hareketin aktivistleriyle birlikte davranmaya çalışarak yaptılar. Hareket sayısız merhalelerden geçti. Güneşin altında değişen çok şey olduğu gibi, bazı öğeler değişmeden kaldı. Zaman zaman sekter, parlamentarist, ikameci ya da ulusalcı hatta bütün bu mükemmel özellikleri bünyesinde aynı anda taşıyan siyasi çevrelerin farklı maskeler takarak bir ve aynı tartışmaları yaptığına tanık oluyoruz.

Bu yazıda Sosyalist İşçi örgütünün 1980’lerden itibaren yaşadığı gelişmeyi özetlemeye çalışacağım.1 Enternasyonal Sosyalizm dergisini bugün hazırlayan ve yayınlayan aktivistlerle yeni tanışanlar bu aktivistlerin daha uzun süreler önce ve daha yakın zamanlarda inşa ettikleri kampanyaların büyüklüğünü bir çırpıda kavrayamıyor. Ama bu aktivistler olmasaydı ne savaşa karşı 1 Mart 2003’te elde edilen zaferden, ne küresel iklim hareketinin bir parçası olarak inşa edilen büyük kampanyalardan, ne Ermeni Soykırımı’nda hayatını kaybedenleri Taksim Meydanı’nda anmak için bir çabadan, ne de ırkçılığa karşı etkili hareketlerden ya da Arap Baharı’yla dayanışma örmek için gösterilen etkin çabalardan ve başta Suriyeli göçmenler olmak üzere göçmenlerle dayanışma için yapılan politik kampanyalardan söz edilebilirdi. Kuşkusuz bu konularda kampanyalar yine olabilirdi ama antikapitalist bir temelde sürdürülen kampanyalar hemen hemen imkânsız olurdu. Bunu yaparken, Doğan Tarkan gibi, Roni Margulies gibi geleneğin ilk adımlarını atan devrimcilerin yazdıklarından ve daha önce yayınlanmış bir dizi makaleden doğrudan faydalanacağım.

Popülizm ve ikamecilikle mücadele

Türkiye solu 1970’lerde sol popülist ve ikameci geleneğin derin etkisi altındaydı. Popülist gelenek ise Türkiye’ye özgü bir siyasi akım değil en etkin temsilcilerini 1800’lü yılların sonunda Rusya’da bulan bir hareketti.

Sosyalizm mücadelesi, ezilenlerin hareketi içindeki bir dizi farklı geleneğin de mücadelesidir. Popülist akım bu geleneklerin önde gelenlerindendir.

Popülizm mi Marksizm mi?

Popülizmin ilk sorunu, kapitalist sistemin nasıl işlediği konusundaki kavrayış yetersizliği nedeniyle, kapitalizme karşı romantik bir tepkisel hareket olmasıdır. Kapitalizm, küresel bir sistem olarak doğmuş ve tüm dünya üzerinde egemenliğini kurarken hem birleşik hem de eşitsiz bir gelişim seyri izlemiştir.

Bu, farklı ülkelerde kapitalizmin farklı gelişim seyri izlemesi demekti. 19. yüzyılın sonunda kapitalizmin İngiltere’deki gelişimiyle Rusya’daki gelişimi birbirinden çok farklı yanlara sahipti. İngiltere’de kapitalizmin iki temel sınıfı, patronlar ve burjuvalar arasındaki çelişki çok daha açık ve keskinken, Rusya’da Çarlık otokrasisi altında burjuvazi kendine güvensiz bir sınıf olarak şekillendi. İşçi sınıfı ise milyonlarca köylünün yanında sayıca daha küçük bir toplumsal sınıf olarak şekillenmeye başladı.

Halkı kurtarma çabası

Rusya’da acılara, yoksulluğa karşı öfkeyle başlayan ilk devrimci mücadeleler2, bu yüzden önce Çarlık rejimine ama aynı zamanda kapitalizme de bir tepki hareketi olarak doğdu. Bu tepkide bir dizi sorun vardı. Bu, kapitalizmin Rusya’da gelişmediğini, daha da önemlisi gelişmemesi gerektiğini iddia eden ve toplumsal kurtuluşu köylülüğün hareketinde gören bir tepkisellikti.

Çernişevski’nin düşüncesinin içindeki popülist öğeler, köy komünü ve kapitalist olmayan gelişme yolunu savunmasıydı. Popülizmin sonraki savunucularından farklı olarak Çernişevski ‘avam halkın doğal ekonomisi’ni ya da halkın eski geleneksel ‘yerli’ davranışlarını romantikleştirmedi. (…) Çernişevski ile popülistler arasında (…) daha birçok farklılıklar bulunabilir. Bu farklılıklar daha çok ‘burjuva’ reformları davasına bağlanmış 1860’lı yıllar ile, kapitalist gelişme sürecinin içinde trajik çelişkilerin yattığının gittikçe daha çok farkına varıldığı 1870’li yıllar arasındaki farkı yansıtır.3

Popülist hareketler, ortaya çıktıkları andan itibaren, kapitalizme tepki duyan romantik bir hareket olmanın yanı sıra, en başından itibaren ülkesini, köylülüğünü, halkını yücelten milliyetçi bir öze de sahiptir. Yabancı, halkın değerlerini yozlaştıran, dışarıdan gelen sermaye ve onun yarattığı ilişkiler egemenliğini kurmadan, hızla yıkılmalıdır.

Bu hıza uyum sağlamak için, toplumsal özgürlük mücadelesi de köylülerin eyleminin ürünü olarak görüldüğü için popülistler Rusya’da, daha sonra benzeri geleneklerin hemen her ülkede sırasıyla ve değişik biçimler altında tekrarlayacakları bir adım attılar. Okumuş gençler, aydınlar ve devrimciler, köylüleri bilinçlendirmek üzere köylere akın ettiler. Köylülerle karşılaşan şehirliler, ilk büyük karamsarlığı, köylerde bekledikleri ilgiyi göremediklerinde yaşadılar. Köylüler tarafından karakollara şikâyet edildiler. Köylülerin en yakında açılan fabrikalarda işe girmek için can attığını gördüler. Anlattıkları fikirlerle ilgilenmediklerini anladıklarında ise Rusya’da 1800’lerin sonunda halkına yardım etmek için köylere akın eden binlerce şehirli aydını büyük bir umutsuzluk duygusu kapladı.4

Umutsuzluktan ikameciliğe

Bu umutsuzluk, “halkı, köylülüğü bilinçlendirme” hamlesinin başarısızlığı, hızla popülistlerin, köylülerin hareketi yerine kendilerinin köylülüğün yerine harekete geçmesi, köylüleri içinde bulundukları gaflet uykusundan kurtaracak keskin, bireysel, belki kahramanca ama yığınların uzaktan ve korkarak izledikleri devletle devrimcilerin düellosu şeklinde sürüp giden bir mücadele anlayışına bıraktı.

Popülist hareketin kopmaz bir parçası, ulusal değerlerin korunması, halkın masum değerlerinin savunulması maskesi altında gizlenen milliyetçilikse, bir diğer kopmaz özelliği de kitle hareketleri yerine kurtarıcıların, devrimci örgütlerin, liderlerin, kahramanların eylemlerinin ikame edilmesidir.

Nevzat Selanikli, popülist gelenekle mücadelede Lenin’in belli başlı varsayımlarını şöyle özetlemişti:

Lenin öncelikle şöyle bir tespitle işe başlıyor: ‘Sosyalist devrimci diye bilinen bu akım aslında bugün var olan devrimci sosyalizmin biricik uluslararası teorisinden, yani Marksizm’den kopmaktadır ve hatta çoktan kopmuştur’. Bu kopmanın kaynaklarında Lenin’e göre şunlar vardır:

a) ‘tek gerçekten devrimci ilkeyi, yani sınıf mücadelesi ilkesini anlamamak ya da tanımamak’; b) Ancak, ‘Rus işçi sınıfı hareketi ile sosyalizmi iç içe sokan’ bir partinin gerçekten devrimci ve gerçekten sosyalist olabileceğini anlamamak; c) ‘işçi sınıfı hareketine karşı yarı gönüllü davranmak’ ve hem aydınlara, hem köylülere, hem de proletaryaya birden dayanmaya çalışmak; d) Sosyalist ideolojiye karşı kibirli bir tavır içinde olmak, yani önemini küçümsemek, pratiği öne çıkarmak; e) Sosyalizmin uluslararası sorunlarına (çeşitli kamplaşmalarına vb..) ilgisizlik; f) işçi sınıfı içinde (Sosyalist Devrimciler söz konusu olduğunda kitleler içinde) çalışmak yerine bireysel terörizmi geçerli bir çalışma metodu olarak programına almak; g) toplumun incelenmesinde yüzey biçimlerine saplanarak, muhtevayı anlamayan ve toplu bölüşüm ilişkileri etrafın da analiz etmeye çalışan, Marx’ın tabiri ile ‘bayağı sosyalizm’ anlayışına sahip olmak.5

Bu eğilime sahip olan devrimciler, Rusya’da kapitalizmin gelişimini kavramakta büyük bir probleme sahipti. Oysa Rusya’da, kapitalizm eşitsiz de olsa aynı zamanda birleşik bir karakterle gelişmekteydi ve dünya kapitalizminin önüne geçilemez bir eğilimi olarak 1800’lerin ortalarından itibaren sanayi, sanayiye bağlı olarak da işçi sınıfı şekillenmekteydi. Dünyada kapitalizm egemen bir üretim biçimi olarak yaygınlaşırken, Rusya’da kapitalizm egemen üretim biçimi olmuştu. Bu nedenle popülizm, ikamecilik biçimini alırken, kitlelerin eylemi yerine kahramanların ve örgütün eylemini ikame ederken, sadece kapitalizme karşı bir tepkiyi değil, aynı zamanda Marksizm’e karşı bir tepkiyi de ifade ediyordu.

Troçki, Lenin adlı eserinde, efsanevi bir devrimci olan Vera Zasuliç’le bir konuşmasını aktarır. Bu konuşma, artık kitlesel bir işçi partisinin örgütlenmesi için yayınlanan Marksist bir gazetenin çekirdek kadrosu içinde yer alan bir devrimcinin üzerinde önceki kuşakların etkisini gösteriyor:

Yakın dostları ile beraberken, Marksizm’in bazı kurallarına ve ispatlamalarına dudak büktüğü oluyordu. ‘Devrimci’ kelimesinin, onun gözünde, sınıf bilincinden bağımsız, özel bir anlamı vardı. Burjuva çevrelerdeki devrimciler konusunda onunla yaptığım bir konuşmayı hatırlıyorum. Burjuva-demokrat devrimciler deyimini kullanmıştım.

— Olmaz öyle şey, diye cevap vermişti Vera İvanova, gücenmişcesine, daha doğrusu, hüzünlü bir sesle; ne burjuva, ne de proleter, sadece devrimciler. Eğer, başka hiçbir yere sokulamayacak her şey küçük burjuvazi içine sokuşturulacak olursa, şüphesiz, küçük burjuva devrimciler denilebilir, diye ekledi.6

Marksizm ve işçi sınıfı

Marksizm, “Batının”, tüm yaldızlarıyla gelişen kapitalizmin beşiğinde doğan bir gelenek olarak görülüyordu. Üstelik Marksizm, sosyalizmi işçi sınıfının kendi eylemi olarak görüyordu. Karl Marx daha ilk yazılarında işçi sınıfının kurtarıcılardan kurtarılması gerektiğini, emekçi sınıfların kurtuluşunun emekçi sınıfların kendi eseri olacağını anlatıyordu. Bu yaklaşım, mücadele ettiği ülkede işçi sınıfını görmekten yoksun olan devrimciler açısından kabul edilemezdi.

Rusya’da popülist geleneğin önemli isimleri tarihte bireyin rolü hakkında bütünüyle yanlış fikirlere sahipti:

Tarihsel ilerlemenin motoru, ‘ileri biçimde düşünen kişiler’di. Halk ise tarihsel bir güç olarak Lavrov’un düşünce sisteminde ‘eğitilmesi gereken’ ve bu ‘ileri insanların istediği biçimde yönlendirdiği insanlar topluluğu idi. Lavrov’un ‘öznel metot’ ve ‘ileri insanlar’ teorisine paralel olarak, Mihaylovski de ‘kurtarıcılar’ ve ‘kitleler’ teorisini geliştirmişti. Bu teoriye göre ‘düşünen kişiler düşünceleriyle ve duygularıyla tarihin yapıcısıydılar’ ve insanlığın gelişimini tanıyabilen sadece bir azınlıktı ve işte bu azınlık tarihi de yapmaktaydı. (Buna) göre, ‘insanları doğru ve yanlış şeyler için coşturabilen bir insan’ kahramandı ve ‘kitleler yüksek veya düşük düzeyde coşturulabilenlerdi.7

Popülist gelenek Rusya’da 1917 yılında gerçekleşen sosyalist Ekim devrimine kadar varlığını çeşitli şekillerde sürdürdü. Ekim devrimi, popülist geleneğin de sönümlenmesine yol açtı. Ama bu, nihai bir son olmadı. 1900’lerin başından itibaren, Marksizm’in bir diğer önemli vurgusu, tarihin sürükleyici gücünün sınıflar mücadelesi olduğu tezi, Rusya’da da doğrulandı. Rus işçi sınıfı şekillenmesini, mücadele düzeyini her düzeyde güçlendirdi. İşyeri direnişleri, kitlesel grevler, genel grevlerle, kitlesel devrimci hareketlenmelerle, 1905 devriminde olduğu gibi, Çarlık rejimine ve patronlara karşı sokak mücadeleleriyle tarihin motoru olduğunu kanıtladı.

Bireysel kahramanlık destanları yerine, polisle devrimcilerin düellosu yerine, en büyük kahramanlığın sıradan milyonlarca işçinin kendi eylemi olduğunu gösterdi. İşçi hareketi, işçi sınıfının kendisine özgü mücadele yöntemleri, toplumsal özgürlük mücadelesinin öncülüğünü yapacak bir toplumsal güç olduğunu kanıtlarken, toplumun ezilen diğer tüm kesimlerinin de sözcülüğünü yaparak, milyonlarca köylünün ezilmişliğine son verecek yanıtları üreterek, ezilen ulusların haklarını savunabileceğini göstererek, bireylerin, dinlerin, kimliklerin her düzeydeki özgürlüğünü savunabilecek ve garanti altına alabilecek bir toplumsal örgütlenmeyi kurabilecek tek toplumsal güç olduğunu da doğrulamış oldu.

Stalinizmin ikameciliği

“Halk”, “halkın kutsal değerleri”, “halka gitmek”, “köylülüğün gücü”, “az gelişmiş kapitalizm”, “Afrika türü sosyalizm”, “vatan cephesi”, “çarpık kapitalizm”, “halk cephesi”, “emperyalizme karşı kurtuluş cephesi”, “faşizme karşı halk cephesi” gibi birbirine benzeyen tespit ve mücadele önerisi popülist geleneğin vazgeçilmez özellikleri arasında ilk sıradadır. Bunun nedeni, Stalinizm’in dünya solu üzerindeki etkisinde yatar.

Stalinizm’in yükselişi

Ekim devrimi, aşağıdan sosyalizm geleneğinin en önemli halkasıdır. Bu devrim aşağıdan bir hareketin ürünüdür, işçi sınıfının doğrudan eylemleriyle Çarlık rejimini ve burjuvaziyi devirdiği toplumsal bir patlamadır.8

İşçiler grev komiteleriyle, fabrika direniş komiteleriyle, bu komitelerin birleşmesinden doğan “sovyet”9 adını alan örgütlenmeleriyle köylülüğün, askerlerin ve tüm ezilenlerin sözcüsü durumuna geldi. Bu örgütlenmeler doğrudan demokrasi üzerinde yükseldi.

Ekim devriminin önemli bir özelliği de enternasyonalist karakteridir. Bu yüzden Ekim devrimi dünya işçi sınıfına o günlerde en büyük ilhamı vermiş ve arka arkaya Avrupa’da bir dizi işçi devrimi patlak vermiştir. Birinci Dünya Savaşı, Ekim devrimi ve hemen ardından gerçekleşen Alman devrimi sayesinde sona erdi. Rusya’da işçi devrimine önderlik eden Bolşevik Partisi Rusya’daki devrimi hiçbir şekilde Rusya’da sosyalizmin kurulması olarak görmedi. Sosyalizmin tek bir ülkede kurulamayacağını bilen Bolşevikler, Ekim devrimini dünya devriminin başlangıcı olarak gördü. Devrimin bir dünya devrimine dönüşememesi durumunda eski pisliğin, yoksulluğun ve yokluğun yaygınlaşacağı Bolşevikler açısından marksizmin en temel tespitlerinden birisi olarak görülüyordu.

Ne yazık ki Ekim devrimi yalnız kaldı.

Yalnız kalan devrim hemen tüm emperyalist ülkelerin saldırısına maruz kaldı. Korkunç bir iç savaş yaşandı. İç savaşı Bolşevikler kazandı, ama ödenen bedel çok büyüktü. Devrimi yapan işçi sınıfı, devrimini korumak için verdiği mücadelenin sonunda tüm şekillenmesini yitirdi. Dünya devrimi imdada gelmedi. Sanayi çöktü. Ekim devriminin ruhuna uygun olmayan Kızıl Ordu, alışkanlıklarıyla, bürokratik ilişkileri güçlendirmesiyle ayrıcalıklı bir kast olarak varlığını sürdürdü.

Rusya’da 1920’lerden 1930’lara kadar sınıf mücadelesi değişik bir biçim alarak sürdü. Parti üyesi olmaktan, fabrika yöneticisi olmaktan, Kızıl ordu üyesi olmaktan, kısacası bürokrasinin bir parçası olmaktan doğan ayrıcalıklarını korumak isteyenlerle, işçiler ve köylüler arasında yaşanan sınıf mücadelesini sert bir karşı devrimle bürokrasi kazandı.

Fabrika komiteleri ve işçilerin doğrudan demokrasisi gibi mekanizmaların yerine 1930’larda fabrikalarda tek kişi yönetimine geçildi. 1937 yılında Sovyet İktisadi Yasa kitabı şöyle yazıyordu: “Tek kişi yönetimi sosyalist ekonominin en önemli örgütlenme ilkesidir.”

Bu, işçilerin elinden tüm haklarının alınması ve Ekim devriminin kazanımlarından, hem siyasal hem de sanayi alanında tek bir hakkın bile kalmaması anlamına geliyordu.

Stalinizm Komünist Enternasyonal’i teslim aldı

Stalin ve bürokrasi bu koşulların üzerinde egemen oldu. Stalinist bürokrasi, işçi sınıfının kazanımlarını boğarken, bu adımların tümünü sosyalizm adına attıklarını anlattı.10 Sosyalizmi boğazlarken, bunun sosyalizm adına yapılabileceği iddiası, stalinist uygulamaları sosyalist olarak gören tüm dünyadaki sosyalistler açısından popülizm ve ikameciliğin yeniden moda haline gelmesine neden oldu.

Rusya’da işçi sınıfını baskı altına alan, sömüren bir egemen sınıf olan bürokrasi her adımını sosyalizm teorisi içinde tanımladıkça, Rusya’yı sosyalist olarak gören başka ülkelerin sosyalistleri, en başta, sosyalizmi işçi sınıfının değil, işçi sınıfı adına bir eylem olarak görmeye başladı. Rus Komünist Partisi Rus işçilerini ezerken, Fransız Komünist Partisi Fransız işçileri adına davranmaya başladı. Komünist partiler işçilerin eylemi yerine kendi eylemlerini geçirdi.

Rus bürokrasisi, kapitalizmin vahşetinin birer göstergesi olan uygulamaları Rusya’da gerçekleşen tek ülkede sosyalizmin doğal sonucu olarak anlattıkça, tek ülkede sosyalizmin gerçekleşebileceği gerici ve milliyetçi fikri dünya komünistleri üzerinde egemenlik kurdu. Rus devriminin liderlerinden Lenin, 1918 yılında, “Tek bir ülkede, bir ülkede sosyalist devrimin tam zaferi düşünülemez bile; bunun için en azından birçok ileri ülkenin en etkin iş birliği zorunludur, ki Rusya bu ülkeler arasında sayılmaz” diyordu. Stalinizm ise Rusların gücünün tek bir ülkede tek başına sosyalizmi kurmaya yeteceğini savunuyordu. Böylece Stalinizmle birlikte, milliyetçilik sosyalizmin doğal bir uzantısıymış gibi algılanmaya başladı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Rusya’daki rejimin yaygınlaşması, Doğu Bloku’nda Rus bürokrasisinin uydu rejimlerinin kurulması, bir emperyalist blok olarak SSCB’nin Batı emperyalizmiyle denge ilişkileri kurmasına yol açtı.

Stalinizm bunu, “sosyalizm ve kapitalizmin barış içinde bir arada yaşaması” olarak adlandırdı ve teorize etti.

Stalinizm emperyalizmle barış içinde bir arada yaşamayı savunmaya, Stalinist komünist partiler de koyu bir milliyetçilikle kendi egemen sınıflarıyla uzlaşmaya başlamışken, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Latin Amerika’dan Afrika’ya, Ortadoğu’dan Asya’ya kadar ulusal kurtuluş hareketleri, sömürgeciliğe karşı kurtuluş mücadeleleri patlak verdi.

Bu mücadeleler bir yandan Stalinizm’de uzlaşmacılık, donukluk ve emperyalist bir yan görürken, bir yandan da popülist ve ikameci bir geleneğe dört elle sarıldılar. Stalinizm’in faşizme karşı Alman işçi sınıfının ağır mağlubiyet almasına neden olan teorileri, “faşizme karşı halk cephesi” tezi, ulusal kurtuluş hareketlerinin “emperyalizme karşı halk cephesi” teorisine neden oldu.

“Bize özgü kapitalizm” analizleri

Buraya kadar olan bölüm, Türkiye’de işçi sınıfının içinde gelişen sosyalist bir örgütün inşa edilmesinde apaçık bir engel olan ve kabaca “yukarıdan sosyalizm” anlayışına bağlı popülist, radikal siyasi geleneklerin ağırlığı nedeniyle bir önem arz ediyor. Bu gelenekler, gökten bir anda kendi kendilerine belirmediler. “Az gelişmiş ülkelerde devrimin taktikleri” saçma sapan “teoriler” ise, sömürge olmayan ülkelerde de sömürge ülkelerdeki yanlış mücadele taktiklerini tetikledi.

Türkiye’de de “bağımlılık”, “azgelişmişlik”, “sömürge tipi devrim”, “faşizme karşı halk cephesi” gibi “teoriler”, esas olarak Rus popülistlerinin geleneğinin yeniden hortlaması anlamına geldi.

“Suni denge” teorilerinden “halka gitme” taktiklerine, halkın ayaklarına gelen devrimcilere aldırmaması sonucunda “halkı uyandırmak” için halk adına girişilen bireysel silahlı eylemlere kadar, popülizmin bir dizi kopmaz öğesi Türk solunda hâkim oldu. Popülist geleneğin en sivri yanlarından ve milliyetçi “bize özgülük” teorisi de Türk solunda rağbet gördü. Buna göre, “bizim ülke özel bir ülkedir, başkasına benzemez, bize özgü yollar vardır, bu yollarla kapitalizmin başka ülkelerde yarattığı kaderi atlatabiliriz, kapitalizm dışsal bir olgudur, bizim ülkede tam gelişemez.” Kır gerillacılığından şehir gerillacılığına kadar, Türkiye’de 1970’ler boyunca egemen olan sol anlayış, esas olarak işçi sınıfını görmeyen, işçi sınıfının eylemini görmeyen, onun yerine kendi eylemini ikame eden bir hareketçilik olarak gelişti.

Stalinizm’den etkilenen, sosyalist değil popülist olan, aşağıdan sosyalizmi değil ikameciliği savunan, işçiler adına davranan, enternasyonalist değil yurtsever ya da milliyetçi olan bir gelenek biricik devrimci alternatif olarak yaygınlaştı.

Bugün bile sendikalar yerine yeni türden işçi örgütlenmeleri peşinde koşturan, yeni toplumsal hareketlenmelerin gücünün sendikalı işçilerin gücünün yerine geçtiğini savunan, sık sık mahalle meclisleri kuran, Latin Amerika’daki kırsal hareketlerden sosyalizm dersleri çıkartan, örgütlü işçi sınıfının gücünü sürekli küçümseyen, pandemi günlerinde de yine ev içi emeğin önemini ele alan teoriler geliştirmeye çalışan ama mutlaka ve mutlaka her seferinde işçi sınıfının kolektif gücünün, işyerlerinde filizlenen gücünün eriyip artık işlevsiz hale geldiğini anlatan bir sol gelenek ne yazık ki sendikalarda, emek örgütlerinde ve entelektüel tartışmalarda zaman zaman hakimiyet kuruyor.

Bu yüzden sendikalar dernek gibi çalışıyor. Bu yüzden sendikalar işçi sınıfının mücadele ve savunma örgütü olarak görülmüyor. Çünkü Stalinizm’le beslenen popülist ve ikameci gelenek, sosyalizmi, işçi sınıfının kendi eylemi, kendi hareketinin maddi birliği olarak göremiyor.

Sosyalist işçilerin örgütünün inşası, bu temel eğilimle sürekli bir tartışma içinde şekillendi.

Sosyalist İşçi örgütünün doğuşu

Doğan Tarkan 1997 yılında yaptığı bir röportajda şöyle diyor:

Bugün, DSİP etrafında örgütlü olan kadrolar 1980’lerin başında Kurtuluş grubundan koparak bir araya geldiler. O günlerde Kurtuluş’tan ayrılma biçimimiz son derece önemli bir tartışmaydı, bugün ise artık anlamsız bir tartışma.

Bizi Kurtuluş’tan ayıran temel fark, bizim işçi sınıfını teorimizin ve pratiğimizin merkezine koymamızdı. Biz ‘işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır’ diyorduk ve bu bakış açısı ile hem kopmakta olduğumuz Kurtuluş’u, hem de solun geri kalanını eleştiriyorduk. Bir başka tartışmamız ise örgüt içi demokrasi idi. Bu örgüt içi demokrasi tartışması kısa zamanda bizi Stalinizm ile karşı karşıya getirdi. Bir süre sonra işçi sınıfını merkeze koyan teorik kavrayışımızın bir sonucu olarak da Stalinizm ile karşı karşıya geldik.

İlk yayın Nisan 1984’te çıktı. Alt başlığında ‘İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır’ yazıyordu. Bu yayın, Sosyalist İşçi, bazı küçük aksaklıklarla Haziran 1988’e kadar sürdü. Daha sonra iki sayı daha yayınlandı ve Şubat 1989’da yayına son verdi. Yurtdışında yayınlanan bu gazetenin dikkatli bir analizi hareketimizin gelişimini çok iyi gösterir. Baştan işçi sınıfını teorinin ve pratiğin merkezine koyan anlayış kendisini oldukça dar bir şekilde ifade ederken, giderek çok daha net bir çizgiye ulaşılmakta. Yayının son bir iki yılında ise uluslararası hareketin geleneğine sahip çıkılmakta. Uluslararası hareketin tarihine ilişkin yazılarda Tony Cliff’in devlet kapitalizmi teorisi açıkça yol gösterici durumda. Bu ilk yayında çok sayıda işçi haberi de yer almakta. İşçi hareketinin çok cılız olduğu bir dönemde Sosyalist İşçi’nin sayfalarının önemli bir kısmının işçi haberleri ile dolu olması onun son derece önemli bir yanını oluşturmaktadır.”11

Bu röportajda anlatılanlar, aynı zamanda Sosyalist İşçi örgütünün şekillenmesinde belirleyici olan ve 1970’lerin sonlarından başlayarak sürdürülen bir tartışmanın ulaştığı sonuçların kısa bir tarihidir. Bu tarih, özetle, devrimci Marksizm’in Türkiye’de Stalinizm ve ikamecilikten koparak şekillendiğini de vurguluyor.

Bu kopuş süreci, Kemalizm’in solun çeşitli kesimlerini çeşitli tarihsel uğraklarda etkisi altına alması anlaşılmadan kavranamaz.

İşçi sınıfını merkeze almak

Doğu Bloku rejimlerinin 1989-1991 yıllarında arka arkaya yıkılması Doğan Tarkan’ın açıkladığı durumun çok yıkıcı bir şekilde yaşanmasına neden oldu. Dönemin sosyalistleri, sosyalizmin kalelerinin yıkılması karşısında çaresiz kaldı. Stalinist rejimler yıkılırken, o günlerin Stalinistleri de ideolojik, psikolojik ve örgütsel yıkımlarla yüzleşti. Teorik olarak o rejimlerin neden çökmek zorunda olduğunu bilen, yıllar önce bu analizleri Marksist geleneğin anahtar kavramlarıyla yapmayı başaranlar, sadece yaşanmakta olanları açıklamakla kalmayıp mücadelenin önünde hangi sorunların belireceğini öngörmek açısından da avantaj elde etmiş olacaklardı.

Stalinizm’in pratik çöküntüsü onun sosyalizmin fikri zenginliğinin kapısına vurduğu kilidi de kırdı. Sosyalizm düşüncesinin yeniden kök salmasının koşulları genişlemektedir. Bu dönem devrimci Marksist sosyalizmin analiz gücü hem tarihin gerçek gelişimin açıklamak hem de işçi sınıfının devrimci politikasının üzerine basılarak inşa edileceği net ve açıklayıcı bir teorik zemine kesin ihtiyaç olduğu için çok önemlidir.12

Sosyalistler açısından ‘yıkılan rejimlerin karakteri’ tartışması basit bir rejim adlandırması, saf bir teorik tartışma değildi. Üzerinde kıyametlerin koptuğu konu, gerçekten de zincirin zayıf halkasıydı. Bu tartışmanın sonucu, enkazın altında kalıp kalmamak anlamına geliyordu. İşte Tony Cliff’in yıllar önce geliştirdiği ve Stalinist rejimlerin analizinde kilidi açan tek anahtar olarak kullandığımız “Rusya’da bürokratik devlet kapitalizmi” teorisi sosyalistlere hayatta kalmak için fikri üstünlüğü sağlıyordu. ‘Komünizmin kapitalizmden kapitalizme geçiş aşaması’ olduğu şakaları sağcı hegemonyanın ve kibrin göstergesiydi. Oysa Cliff’in teorisi, komünizmden bir yere geçilmediğini, sosyalist devrimin Rusya’da 1920’lerin sonunda bir karşı devrimin sonucunda yenildiğini ve yerine kurulan rejimin kapitalizmin bir biçimi olduğunu anlatıyordu. Fakat anlattığı sadece devlet kapitalisti bir rejimin işleyiş mekanizmaları değildi; Cliff’in teorisinin önemi Rusya’yı açıklarken kullandığı yöntemin merkezine işçi sınıfını konumlandırarak gerçek Marksist geleneği güncellemesindeydi aynı zamanda.

Cliff’in teorisine bugün hala ihtiyacımız var. Toplumsal ilerleme adına Stalinist modele yapışanlar, başlıca Batı ülkelerinde artık gerileyen bir güç durumundalar. Fakat halen devrimci sosyalizm ile Stalinizm’i özdeş gören —ve her ikisinin de reddedilmesi gerektiği sonucunu çıkaran— pek çok kimse var. Devrimin her zaman zorbalığa yol açtığına, öte yandan engelsiz pazar mekanizmasının esas olarak bilinçli üretim planlamasından daha üstün olduğuna inanıyorlar.13

Stalinizm, Marksist teoriye yönelik çok yönlü bir saldırıydı. Marksist devlet teorisi, Marksist enternasyonalizm anlayışı, dünya devrimi ve tek ülkede sosyalizm tartışmaları, sosyalizm, demokrasi ve özgürlükler arasındaki bağlantı ve kadınların, LGBTİ+’ların özgürlüğü, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve belki de en önemlisi, egemen sınıf milliyetçiliğine yaklaşımda, devrim sonrası Rusya’sının analizi belirleyiciydi. Cliff’in altını çizdiği gibi,

Rusya’nın çalışma kamplarında çocukların, annelerin, gebe kadınların, yaşlı kadın ve erkeklerin bulunduğunun açık kanıtı 27 Mart 1953 tarihli af yasasıdır. Bu yasa, ‘10 yaşından küçük çocuğu olan kadınları, 55 yaşın üstündeki erkekleri ve 50 yaşın üstündeki kadınları ve aynı zamanda ağır, çaresiz hastalığı olan mahkûmları’ hapishanelerden ve çalışma kamplarından salıvermektedir.14

1990’larda, geleceğe bakmak isteyenlerin önünde aşılması gereken dev bir tartışma vardı: Ezilenlerin her düzeydeki mücadelesini desteklemek için, Rusya’nın tüm işçilerini, kadınlarını, Rus olmayan halklarını dev bir şiddet aracıyla ezen mekanizmanın sosyalist olmadığını, işçi sınıfının merkezinde yer aldığı bir teoriyle açıklamak gerekiyordu. Türkiyeli bir grup sosyalistin 12 Eylül askeri darbesinin ardından sürdürdükleri teorik tartışmalar, merkezinde işçi sınıfının sınıf şekillenmesinin olduğu bir teorik gelenekle tanışarak, sürgün döneminde çok önemli bir politik sıçrama yaşanmasına neden oldu. Öte yandan sosyalizmi işçi sınıfı eyleminin kendisi olarak gören bir devrimci pratik hem enternasyonalist ilişkilerin kurulması anlamında hem de özellikle 1990’larda Türkiye’de gerçek Marksist geleneğin inşa edilmesi açısından çabaları yoğunlaştırdı.

Siyasal çabalarda merkezi bir rol oynayan kadrolar, daha askeri darbe öncesinde 1970’ler boyunca Türk milliyetçiliğine mesafe koymuş durumdaydı. Bu, devlet ideolojisinden, milliyetçiliğin her görünümünden uzak durmakta ve özellikle egemen sınıf milliyetçiliğine hiçbir koşulda taviz verilmemesinde belirleyici olmakla kalmadı sadece. İngiltere’de şekillenen, büyüyen ve onlarca ülkede örgütlenen uluslararası sosyalistlerle hiçbir “milli” takıntı olmaksızın ilişki kurulmasını kolaylaştırdı.

2020’li yıllarda çok önemli tartışmalar olarak görülmeyen “tek ülkede sosyalizm”15, “devrimin sürekliliği”16, “aşamalı devrim”17, “burjuvazinin çeşitli kesimleriyle ittifaklar” ve özellikle “antiemperyalist ama milliyetçi olanlarla ittifaklar” gibi tartışmalar sosyalizm mücadelesine atılan her genç aktivistin karşılaşmak zorunda olduğu sol içinde ağırlıklı tartışma başlıklarıydı.

O dönemin Sosyalist İşçi aktivistleri, tüm bu Marksist mirası güçlendirmenin politik adımlarından birisi olarak milliyetçiliğe tavizsiz bir karşı koyuşla ve işçi sınıfı ve tüm ezilenlerin gündelik mücadelesinde, hareketin pratik bir parçası olmak yönünde hamle yaptı.

Kemalizm ve milliyetçilik

Kemalizm, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Cumhuriyet’in kuruluşu yıllarında, yeni bir burjuva devlet yaratma sürecinin ideolojisidir. Tek ve temel anlamı ve işlevi budur. Bu ideoloji, yerli ve Müslüman ticaret burjuvazisinin kendisini egemen sınıf olarak oluşturmak ve pekiştirmek için gerekli gördüğü her şeyi teorize etmiş; ulus bilinci olmayan yerde ulus, sınır olmayan yerde millî sınırlar ve yerel bir pazar yaratmıştır. Bu arada, ülkede yabancı işgal güçleri olduğundan ve bunların olduğu yerde ulus devlet yaratılamayacağından, bir de anti-emperyalizmi andıran bir dil tutturmuştur.18

Bu, Kemalizm tartışmasında kurulması gereken ilk cümle. Kemalizm’i ilerici bir gelişme olarak görenlerin temel sorunu, cumhuriyetin üzerinde yükseldiği kan nehrini görmemeleri. Burjuvazinin ilericiliği, herhangi bir burjuva devriminin ilk günü sona erer. Bir devrimin sürekliliğinin önemi, burjuvazinin bu gericiliğinde gizlidir. En ilerici olduğu gün, sınıf çıkarları için tüm yoksulların hakları üzerinden buldozerle geçmekte bir sakınca görmeyen patronlar sınıfının siyasal eyleminden bu kadar umutvar olmak geleneksel Türk solunun bir kesimine özgü.

Marksistlerin ise burjuva devrimlerine bir günlük bir hadise olarak baktıkları çok açık. Marx’ın Avrupa’da 1848’de patlayan devrimci fırtına hakkındaki sözlerini Cliff şöyle aktarır:

Demokratik küçük-burjuvazi mümkün olduğu kadar çabuk bir şekilde devrimi sona erdirmek umudunda olsa bile … bizim çıkarlarımız ve görevimiz devrimi sürekli kılmaktır – bütün az veya çok varlıklı sınıflar iktidardan düşürülünceye, proletarya devlet iktidarını ele geçirinceye ve proletaryanın birliği, sadece tek bir ülkede değil, dünyanın tüm hakim ülkelerinde proleterler arası rekabetin tükenmesi ve en azından önemli üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmasıyla sağlanıncaya değin.” Bu söylevini Marx şu sözlerle bitirmiştir: “Onların (işçilerin) savaş narası sürekli devrim olmalıdır!19

İşçilerin ve yoksul köylülerin gücüne ihtiyaç duyan burjuvazinin, devrimin birinci günü kendi devlet aygıtını mükemmelleştirmek ve iktidarını sağlama almak için yoksullara saldırmasının bir tarih yasası olmasının asli nedeni, mücadelede birliğini geliştiren yoksulların ellerinde tuttukları silahları kendisine doğrultmasından ödü patlamasıdır. Türk solunda Kürt sorununa bakışta oluşan farklılıklar, genellikle Kemalizm’in ilericiliği konusunda alınan tutumların farklılığıyla paralellikler taşır. Bu paralelliklerin temelinde ise Stalinizm’in Türk solu üzerindeki etkisinin yattığını Roni Margulies şöyle açıklıyor:

Cevap, Stalinist bürokrasinin 1920’lerin sonlarından, 1930’ların başlarından itibaren kendi çıkarları doğrultusunda yeniden formüle etmeye başladığı ‘Marksizm’de yatar. Bürokrasi, iktidarını pekiştirme sürecinde, önce ‘gerçekçileşerek’ dünya devriminden vazgeçmiş ve tek ülkede ‘sosyalizm’i inşa etme yöntemi olarak ulusal kalkınma ve sanayileşme hedefini öne çıkarmıştır. Ardından ve buna uygun olarak, milliyetçiliği Marksizm’in içsel ve doğal bir unsuru olarak teorize etmiştir. Marksist literatüre, bu tarihten itibaren, on yıl öncesinde hiçbir Marksist’in tanıyamayacağı, 70 yıl öncesinde ‘İşçi sınıfının vatanı yoktur’ diyen Marx’ın kendisini dehşet içinde bırakacak bir ‘vatan, millet’ söylemi girmiştir.20

Bu tartışma, işçi sınıfı saflarında sosyalizm için mücadele edecek ve örgütlenmeye çalışacak olanların sol milliyetçilikle neden hesaplaşmak zorunda olduğunu da gösteriyor. Bu yüzden 1990’lı yılların ortalarında, hem egemen sınıf milliyetçiliğine hem de sol içindeki milliyetçiliğe karşı (özellikle bu ikincisi egemen sınıfın “milli” çıkarlarını işçi sınıfı açısından kabul edilebilir hale getirdiği için) keskin bir tartışma yürütmek zorundaydık.

Marksizm ve milliyetçilik

Milliyetçilik, yurtseverlik Marx ve Engels açısından işçi sınıfının düşmanı fikirlerdi. Engels’in 1845 yılında Marx ve kendisi adına kaleme aldığı “Londra’da Uluslar Şenliği” başlıklı makalede yapılan “Bütün ülkelerin proleterlerinin çıkarları aynı ve düşmanları ortaktır… bir bütün olarak proleterlerin gelişmesi ve bütün eylemleri özünde insancıl ve anti milliyetçidir” vurgusu, Marksizm’in daha doğuş günlerinde milliyetçilikten tiksindiğini gösterir. Marx ve Engels, günün modası öyle diye değil, enternasyonalizm devrimci fikirlerinin temel özelliği olduğu için ilk parti örgütlenmesini İngiltere, Almanya ve Fransa’daki işçi liderleriyle görüşerek, birlikte örgütlenmeye çalışarak Avrupa çapında etkili bir siyasi gelenek yaratma yoluna gittiler. Marx, “milliyetin sınırlarını parçalamak” için enternasyonalist bir örgütlenmenin zorunlu olduğunu daha 1846 yılının başlarında söylüyordu.

Fransa’da 1848-1850 yıllarında sınıf savaşlarını incelediği broşüründe Marx, “Yeni Fransız devrimi, derhal ulusal alandan ayrılmak ve 19. yüzyılın toplumsal devriminin üstün gelebileceği tek alanı, Avrupa alanını ele geçirmek zorunda olacaktır” diyordu.21

Solun geniş kesimlerinin Türkiye’de milli bir sosyalizm olabileceğini düşünmelerinin nedeni, kendi egemenliğini, zorbalığını, şiddetini kullanarak kapitalist üretimi yeniden örgütleyen Stalinist bürokrasinin “milliyetçi sosyalizm” teorisini savunmalarıydı.

Oysa, tek bir ülkede sosyalizmin kurulmayacağı, ütopik, maceracı ve entelektüellerin uydurması değil, bilimsel sosyalizmin vaz geçilmez bir öğesidir. 1917 devriminin gerçekleşmesine yardımcı olan Bolşevik Partisi’nin tüm üyeleri için, sosyalist devrimin ancak dünya çapında zafere ulaşabileceği ve tek bir ülkede devrimin yaşaması için özelikle ekonomisi gelişkin kapitalist ülkelerin işçi sınıfının bu devrimi tamamlaması gerekliliği kesin bir koşuldu.

Stalinizm’in ve Kemalizm’in, ikincisine vehmedilen “antiemperyalist özelliklere” de karşı çıkarak farklı egemen sınıfların ezilenler üzerindeki baskıyı kurumsallaştırmak için devreye sokulmuş fikri gelenekler olduğunu vurgulamak işçi hareketi içerisinde milliyetçiliğin hiçbir türüne taviz vermeyen bir sosyalist geleneğin inşa edilmesinde belirleyici bir role sahiptir.

Ermeni soykırımı

Geleceğe daha bütünlüklü bakabilmek için tarihi gerçekleri yaşandığı gibi kavramak çok önemliydi ve 1915 Ermeni Soykırımı tartışmaları bu açıdan çok belirleyiciydi. Henüz 1985 yılında gizlilik koşullarında yayınlanan Sosyalist İşçi gazetesinde o zamanlar Recep Gökırmak adıyla yazan Doğan Tarkan şu gerçekleri tüm cesaretiyle açıklıyordu:

Birinci emperyalist paylaşım savaşı Ermeni katliamı için siyasal koşulları pekiştirdi. O yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nda iktidar olan İttihat ve Terakki ırkçı bir milliyetçilik politikasına sahipti. Bu ırkçı politikaların başlıca hedeflerinden biri de ulusal uyanışın en güçlü olduğu Ermenilerdi. İlk iş olarak 250 bin Ermeni genci zorla askere alındı ama ellerine silah verilmeyerek Çalışma Taburları’na yollandılar. Ardından 24 Nisan 1915’te 254 Ermeni aydını İstanbul’da tutuklanarak Ayaş ve Çankırı’ya gönderildiler ve topluca katledildiler. Böylece Ermeni halkı ileri, aydın unsurlarından mahrum bırakıldı. Ardından Osmanlı askeri birlikleri yoğun bir Ermeni katliamına giriştiler. Katledilen Ermenilerin sayısı üzerine çeşitli iddialar var. Her ne kadar bu sayının kesin olarak saptanması olanaklı değilse de ortaya atılan en küçük sayılar bile katliamın boyutlarının ciddiyetini göstermektedir. Yüz binlerce Ermeni 1915 katliamında hayatlarını kaybetti. Basılan, yağmalanan köylerde erkek nüfus derhal imha ediliyor, toplanan yaşlılar, kadınlar ve çocuklar ise korunmasız olarak güneye, Suriye’deki toplama kampı Deir ez Zor’a yollanıyordu. Bu uzun ve çileli yürüyüş boyunca da katliam sürdü. Anadolu yolları aylar boyunca katledilen Ermenilerin cesetleri ve iskeletleri ile doldu.22

Bu yaklaşım, neden 25 sene sonra sadece Sosyalist İşçi etrafında örgütlenen üyelerin birçok demokratik aktivist ve sosyalistle birlikte Taksim Meydanı’ndaki Ermeni soykırımı anmalarını düzenlemek için çaba gösterdiğini de açıklıyor. 1915’te yaşananlar, İttihat ve Terakki’ye bakış, cumhuriyet tarihinin tüm dinamiklerini anlatmakla kalmıyor, o süreci kimin nasıl ele aldığını, kendi egemen sınıfıyla nasıl bir ilişki kurduğunu ve devlet sorununu nasıl ele aldığını da gösteriyor. Devletten, devletin ideolojisinden, tüm cumhuriyet tarihinde neredeyse sınırsız bir şekilde palazlanan Türk burjuvazisinden bağımsız bir siyasal bir tutum alabilmenin şartı, 1915 tartışmalarında bu tutumu almaktan geçer.

Roni Margulies, bir yazısında Baskın Oran’dan yaptığı alıntıda bu soruna yaklaşımın önemini vurguluyordu:

Ulus denilen şey iki türlü inşa edilir: Kan esası, toprak esası. Eğer ülkede çok sayıda etnik/dinsel grup varsa, ki Türkiye böyledir, ikincisinden başka çare yoktur. Bu durumda, ülkenin üst-kimliğinin (devlet tarafından vatandaşa biçilen kimliğin) adı, bütün bu alt-kimlikleri (vatandaşın kendine biçtiği kimliği) kucaklayabilmek için, bütün bunların adlarından farklı bir ad olarak seçilir. Yoksa, bunlardan üstün olanının adı üst-kimlik ilan edilip sonra da ‘Bu ad herkesi temsil ediyor’ denemez.

Ama Türkiye’de deniyor!23

Türk milliyetçiliği ve Kürt sorunu

Kürt sorunu 1990’larda artık devlet tarafından da “bir avuç terörist” açıklamasının tatmin edici görülmediği bir noktaya gelmişti. Milyonlarca insanı ilgilendiren bir sorun haline gelmişti Kürt sorunu ve Kürtlerin demokratik alanda mücadele eden örgütlenmeleri azımsanmayacak bir etki alanına ulaşmıştı. Onlarca gazete, dergi, dernek ve kitlesel seçmen ve aktivist gücüyle Kürtlerin mücadelesi çok yönlü, çok bileşenli bir nitelik kazanmıştı.

Sosyalistlerin Kürt sorununa bakışı, en başından itibaren problemli bir yöne sahipti. Sol milliyetçiliğin güçlenmesinde belirleyici olan Stalinizm’in ulusal sorunlara yaklaşımındaki Rus sosyal şovenizmi tarafından tayin edilen kabalık, solun Kürt sorununa bakışındaki Türk milliyetçiliği efektini güçlendiriyordu.

2000’li yılların sonunda o dönemin legal Kürt Partisi olan DTP’den milletvekili seçilen Sırrı Sakık Cumhuriyeti yönetenlerin Çanakkale savaşında ölenlere ihanet ettiğini açıklamıştı. Bu, Kemalist aydınlanmacı solcuların Kürtleri Cumhuriyet değerlerine davet etmesi için müthiş bir fırsat sunmuştu. Millî bir anti emperyalizm sosuna bulanmış, ilerici cumhuriyetin değerlerini vurgulayan, Kürtleri ortak vatan seviyesine geldiği için alkışlarken birlikte yaşam yönünde yaptıkları değinmelere sevinen önerilerde bulunmaya başlamışlardı. Tartışma Kürt sorununa geldiğinde Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin içeriğinden habersiz bütün Türk solcularının yaptığı gibi, Kürtlere akıl vermeye başlamışlardı.

Türkiye’de 1980’lerin başında mücadeleye başlayan Kürtler, 1990’ların ortalarından itibaren uzun süredir ‘birlikte yaşamaktan’ söz ediyordu.

Kürtler 1999 yılından beri net bir biçimde birlikte yaşamak, bağımsız bir Kürt devleti yerine eşit haklara sahip bir halk olarak yaşamak istiyor. Bunu her fırsatta, her düzeyde dile getiriyorlar. Birlikte yaşama vurgusuna rağmen Kürt siyasetçiler üzerinde dönem dönem uygulanan ağır baskı politikaları baskı altındaki her halkın doğal, bir halk olarak varoluşundan kaynaklanan ayrılma hakkını dile getirseler hangi biçimleri alabilir, tahmin etmek zor değil.

Türkiye’de demokratik muhalefetin önde gelen çok sayıda kanaat önderi ‘ezen ulusun sosyalisti’ tanımına yabancıdır. Ezen ulusun sosyalistiyseniz, en başta bir şeyi yapamazsınız: Ezilen halkın nasıl yaşamak istediğine karışamazsınız.

Karışabileceğiniz tek şey, ezilen halkın kaderini ve nasıl yaşamak istiyorsa öyle yaşayabileceği koşulları gasp eden devlet mekanizmasıdır.

Kürt halkı nasıl yaşamak istediğine özgürce karar verebileceği koşullarda mıdır?

Hayır!

Milletvekilleri, liderleri, hareketi ve dili hâlâ açık bir biçimde tehdit altında. Kürt siyasetçiler özgürlük talep ettiğinde, devlet yetkilileri sık sık “Üniter devletin çivisini oynatırsanız, çivinizi çıkartırım” yanıtını veriyor.

Ezen ulusun sosyalistleri Kürt muhaliflerin önüne “ABD’nin gerici operasyonlarına ortaklık adına eklemlenmeme” şartını koymakla meşgul. Oysa, ezen ulusun sosyalistleri, ezen devlet aygıtıyla, ezen ulus milliyetçiliğiyle, ırkçılıkla, Kürtlerin barış talebine çivici yanıtlar verenlerin teşhir edilmesiyle uğraşmalıdır.

Ezen ulusun ezilenleri kendi egemen sınıf milliyetçiliğine ne kadar güçlü bir yanıt verebilirse, Kürt halkı ve halklar arasındaki kardeşlik duygusu o kadar avantajlı çıkar.

Karl Marx, İrlanda özgür olmadan İngiliz işçi sınıfının özgür olamayacağını söylerken, ezen ulusun işçilerini egemen sınıfa ve devlete karşı mücadelede halsiz düşüren, çaresizliğe iten gerçek belanın gündelik yaşamda alıcı bulan ve yukardan aşağı sistematik bir biçimde pompalanan ezen ulus milliyetçiliği olduğunu anlatmak istemişti.

Kürtleri hiç mi eleştirmeyeceğiz? Tabii ki desteğimiz koşulsuz ama eleştirel olmalı. Bu eleştirinin başında, Kürt hareketinin Türk milliyetçiliğinin kanlı sırlarını örtmesine yardımcı olan fikirleri geliyor. Bu, meşhur “kurucu ortaklık” fikri. Türkler ve Kürtler kurucu ortaklar.

Gerçekten özgürlükten yana olanların tartışması gereken temel sorun “1915’te ne oldu?” sorusu olmalı.

Ezilen ulusun halk hareketinin ve liderliğinin, sosyalistlik iddiaları ve özellikle bu konuda tekel oldukları yönündeki varsayımları, bir başka tartışma konusudur. Ezilen halka, eleştirel ama koşulsuz destek vermek24, sosyalistlerin öncelikli politik yaklaşımı olmalıdır. Ne yazık ki Stalinizm ve Kemalizm’in solculuk sosuna bulanmasıyla açığa çıkan sosyal şovenist yaklaşıma sahip olanlar, Kürt sorununda “koşulsuz eleştiri, arada sırada destek” tutumunu benimsedi. Bu tutum da esas olarak daima seçim zamanlarında Kürtlerin aldığı yüksek oy oranları nedeniyle gündeme geldi.

Türkiye işçi sınıfının temel haklar ve özgürlük mücadelesinde ittifak kuracağı en önemli gücün Kürt halkı ve özgürlükleri için direnen ezilen halklar olduğu fikri, 1990’lar boyunca siyasal alandaki her gelişmede yol gösteren temel perspektif oldu.

Bizim hareketimiz mücadelesinin her bir evresinde Kürt halkının temel haklarının her düzeyde tanınması için çaba göstermiş, açıktan dayanışmıştır. Bu, 1990’larda Sosyalist İşçi saflarında mücadele eden aktivistlerin egemen ulus milliyetçiliğiyle her düzeyde hesaplaşmasını sağlamış ve sınıf mücadelesinin önemli dönemeçleri karşısında donanımlı kılmıştır.

Abdullah Öcalan’ın yakalandığı karamsar politik koşullarda idama karşı kampanyalar düzenleyen, Kürt halkının haklı talepleri için ses çıkartmaya devam eden az sayıda sosyalist örgüt arasında yer almak çok önemliydi.25

1990’lar ve KESK: “Hak verilmez alınır!”

Neo-liberalizmin yarattığı yıkıma karşı küresel mücadelenin yavaş yavaş başlaması, küresel kapitalizmin krizinin daha derinden hissedilmesi, Türkiye’de de buna bağlı olarak derinleşen ekonomik kriz, krizin Türk egemen sınıfı saflarında yarattığı büyük çatlak ve bir yandan Kürt halkının bir yandan batıda özellikle kamu emekçilerinin mücadelesi 1990’lı yılları belirledi.

Türkiye kapitalizmi 2020’li yıllarda hacmi çok daha genişleyerek de olsa 1990’lı yıllardaki aynı dertten mustarip: Kaynak krizi!

Sosyalist İşçi’nin 1993 yılında yayınlanan 6. sayısında, kaynak krizi şöyle ele alınmıştı:

Milli gelir içinde genel olarak sermayenin payı olarak düşünebileceğimiz faiz, kâr ve kira gelirlerinin payı 1980 yılında yüzde 49,97 iken 1990’da yüzde 70,9’a çıkmıştır. Aynı dönemde ücretlerin ve maaşların payı ise yüzde 26,6’dan yüzde 13,9’a düşmüştür. Bu genel manzara, yıllık GSMH büyüme oranlarındaki istikrar ve süreklilik görüntüsüne rağmen bize 1950-70 dönemiyle 1970-90 dönemi arasında çarpıcı bir fark olduğunu göstermektedir.

1970-80 arasında büyüme oranları dışındaki genel ekonomik göstergelerde büyük sıçramalar olmuştur. İç ve dış açıklar ve borçlar alabildiğince büyümüştür. Fiyatlar hızla artmaya başlamış, TL’nin dolar karşısındaki değeri hızla düşmüş, bu arada emek gelirlerinin toplam gelirler içindeki oranı da hızla düşmüştür.26

Kaynak krizi, borçlanmayla sürdürülebilir olan bir ekonominin borçlanma yeteneğinin ortadan kalkması olarak ele alınabilir. Özellikle dış kaynak akışının, dövizin kesintiye uğraması, sanayinin örgütlenmesinde emek yoğun sermaye birikim rejimiyle birlikte düşünüldüğünde ekonominin bu krizle baş etmesi mümkün değildi. Türkiye kapitalizmi geleneksel devlet yapısındaki tıkanmalarla birlikte derin bir depresyona girdi ve sürekli tetiklenen ekonomik sarsıntılara siyasal sarsıntılar da eşlik etti. Daralan kaynaklar, devlet etrafında konuşlanıp bu kaynakları tüketen odakların, çetelerin, siyasetçilerin yolsuzluk, devlet şiddeti, çete faaliyetleri, binlerce faili meçhul, darbe girişimleri gibi bir dizi gelişmenin aynı anda yaşanmasına neden oldu. Diğer yandan, kaynak krizinin çözüm yolu olarak, sermayenin kaynaklarını değil devletin kaynaklarını tarumar etmek ve personel giderlerini hızla kısıtlamak öne sürüldü. Siyasal iktidar kamu çalışanlarına açıktan saldırı başlattı. Ücretleri enflasyon karşısında eriyen kamu çalışanlarının örgütlenmesinin önüne de dev gibi engeller dikildi.

Bu, Türkiye’de sınıf mücadelesi tarihinin en destansı mücadelelerinden birinin başlamasına neden oldu. Bu mücadele darbe sonrası işçi mücadelesinin mirasını devraldı.

1989 Bahar Eylemleri:
Özgürlük işçilerle gelecek!

Bir önceki dönemin hareketi anlaşılmadan kamu çalışanlarının hareketliliği anlaşılamaz.

12 Eylül her alanda bir karabasan gibi çöktü toplumun üzerine: Fakirlik, demokrasinin askıya alınması, idamlar, işkenceler, tutuklamalar, düşünce, gösteri ve örgütlenme özgürlüğünün askıya alınması gibi hamlelerle Türkiye’de sermaye sınıfının bir dediğini iki etmeyen bir rejim inşa edildi. Darbeden sonraki altı yıl işçilerin alım gücü 1980 öncesine göre gerilemiş olmasına rağmen grev yapmak, eylem örgütlemek işçi sınıfının gündeminde değilmiş gibi görünüyordu.

İşte 1986 Netaş grevi böyle bir ortamda cesaretin, kararlılığın ve sınıfa güvenin eylemi olarak gündeme geldi. İşçi sınıfı daha önce Kavel’de grev yasağını grev yaparak aşmıştı. Bu kez de grev silahını etkinleştiren metal işçileri harekete geçmişti. Bağımsız Otomobil-İş çatısı altında toplanan Maden-İş üyesi Netaş işçileri İstanbul Ümraniye’de kurulu ve 2.650 işçinin çalıştığı fabrikada 18 Kasım 1986’da greve başladı. İşçiler greve çıkmış, yasanın ancak dört işçinin grev gözcüsü olarak fabrika önünde kalacağını belirtmesine karşın yüzlerce işçi fiilen grev gözcüsü olarak görev yapmış, bine yakın işçi grevde aktif olarak faaliyet yürütmüştü.

Türk-İş 1989 yılında 600 bin kamu işçisinin toplu iş sözleşmelerinin yenilenmesinin gündeme gelmesi üzerine, sözleşme görüşmelerini ortaklaşa yürütmek ve ortak tutum almak için kamu kesiminde örgütlü olan 26 üye sendikanın içinde olduğu bir Koordinasyon Kurulu oluşturdu. Patron sendikaları Netaş grevinin ardından başlayan değişimi, yoksulların hayatının derinlerinde biriken öfkeyi ve değişim isteğini kavrayamadığı için görüşmelerde sendikalara teklif dahi vermedi. Darbe günlerinin ilk yıllarının keyfini sürmeye niyetliydiler. Öfkesi burnunda yüz binlerce işçi 1989 yılının Mart ayında gösterilere başladı. Dipten gelen dalga açığa çıktı ve hem sağcı hükümeti hem de sağcı ya da bürokratik sendika liderliklerini silip süpürdü.

İşçi sınıfının kazanımları

Eylem alışkanlığını eylem içinde kazanmak üzere işçiler bir dizi ilginç eylem yaptı: İşi durdurma, işi yavaşlatma, toplu yürüyüşler, trafiği kapatma, işyeri işgali, işbaşında oturma, işe gitmeme, fazla mesaiye kalmama, servis araçlarına binmeme, yemek ve sakal boykotu, çocuklarını evlatlık verme, toplu boşanma davası açma, çıplak ayakla yürüyüş, açlık grevi, vezne önünde bekleme, vizite eylemi, siyah çelenk bırakma, basın bildirisi, ücret almama, alkışlı protesto, fabrika önünde soğan ekmek yeme, bordroları postalama, bordroları balona bağlayıp uçurma, tüm ailenin katıldığı yürüyüş başlıca eylem türleriydi.

Ama 1989 1 Mayıs’ını Mecidiyeköy’de bütün polis şiddetine karşı kutlamak ya da grev gibi hareketlerle işçi sınıfı bir dizi kazanım elde etti. Bunlardan biri, ANAP’ın 1989 Mart yerel seçimlerinde yüzde 35’ten yüzde 22’ye oy kaybıydı. Ve 1991 genel seçimlerinde ANAP yenilecekti.

Bir başka kazanım, işçilerin bütçeden aldığı payın artmış olmasıydı. 1989 bahar eylemleri döneminde işçi ve memurlara bütçeden ayrılan pay yüzde 37.5’e çıktı. Bu pay, 1980 öncesinden bile fazlaydı. 1975-1980 döneminde bu pay yüzde 35.4’tü. 12 Eylül askeri darbesini takip eden 1981-1983 döneminde ise çalışanlara bütçeden ayrılan pay yüzde 26.5’e gerilemişti. Bahar eylemleri Türk burjuvazisinin çanına ot tıkayan bir süreci başlattı.

1989’un başka kazanımları da oldu. Türk-İş sendikalarının içinde solcu aktivistlerin işyeri temsilcisi seçilmesi, sola daha yakın isimlerin sendika yönetimlerinde çoğunluğu sağlamasının yanı sıra özellikle kamu çalışanlarının Türkiye’yi hop oturtup hop kaldıran eylem silsilesi de 1989 mücadelelerinden ilham almıştı. 1991 yılında büyük madenci yürüyüşü, 1995 yılında Türk-İş’in Tansu Çiller hükümetini düşüren büyük eylemleri 12 Eylül rejimine ve bu rejimin üzerinde yükselen neo-liberal hükümetlere meydan okumalardı.

Bahar eylemleri aynı zamanda demokrasi mücadelesi, özgürlükler mücadelesi, Kürt halkının mücadelesinin tanınması, darbecilikle yüzleşme gibi bir dizi mücadele alanının daha kapısının aralanmasına yardımcı oldu.

Hem Kürtler hem işçiler

Bu açılan kapıdan kamu çalışanları cesurca girdi. Kaynak krizinin faturasını kendisine kesmek isteyen iktidarlara karşı kamu çalışanlarının verdiği mücadele, grevler, Ankara yürüyüşleri, kapısına mühür vurulan sendikaların açılması için Kızılay Meydanı’nda yüz binlerce kamu çalışanının buluşması, yedi kamu çalışanı sendikasının birleşerek KÇSKK’yı (Kamu Çalışanları Sendikaları Koordinasyon Kurulu) kurması27, devletin uyguladığı şiddete ve yıldırma çabalarına rağmen geri adım atmayan bir hareketi inşa etmesi, kamu çalışanlarını mücadele eden tüm kesimlerin bir adım önüne çıkartıyordu.

Kaynak krizi, hızla kamunun özelleştirilmesi ve “devlet memurlarına” saldırı politikasıyla giderilmeye çalışılır ve saldırı sürdürülürken kamu çalışanlarının direnişi de büyüdü. Özelleştirme, egemen sınıfın 1990’lı yıllardaki vahşi saldırısının simgesi oldu. Özelleştirme politikalarını savunan bütün hükümetler, aynı anda üç işlevi görmeye çalıştı: Birincisi, küresel kapitalizmle uyum, IMF politikalarını harfiyen uygulamak, yani kamusal tüm zenginliğin özel sermayeye aktarılması. İkincisi, kaynak krizine yanıt bulmak ve üçüncüsü, işçi sınıfının örgütlenmesini zayıflatmak ve başarabilirse işlevsiz kılmak. 1990’lı yılların “küreselleşmeyle yatıp küreselleşmeyle kalkan” “teorisyenleri”, sendikaların ömrünü doldurduğunu, işçi sınıfının gücünü yitirdiğini savunan bütün tırnak içinde muhaliflerle beraber, dünya hükümetlerinin dünya sermaye sınıfı adına dünya emekçilerine saldırı hamlesinin bir ve aynı şekilde tekrarı anlamına gelen bu özelleştirme furyasının işçi sınıfı hareketinde yaratacağı tahribatın derinliğini göremediler.

Kamu çalışanları mücadelesinin en önünde duran öncü işçiler ise gördüler. Bu mücadele, dönemleri birbirine bağlayan bir yapıya sahipti. O dönemin öncü işçileri, bir dönemin mücadelesinin derslerini sonraki dönemin mücadelelerine aktarmayı, hareketin hafızası olmayı başarıyordu. Böylece, yenilgi yaşanan günlerde, işçi hareketinin zafer kazanan deneyimlerinin gücüyle moral bozukluğuna meydan okunabiliyordu.

Üstelik bu hareket sadece kamu çalışanlarının bütününü harekete geçirmekle kalmıyor, işçi sınıfının bütününü ileri çekiyor, mücadele içinde birlik eğilimlerini teşvik ediyor ve birleşik mücadele zeminlerinin yaratılmasında belirleyici oluyordu.

Emek Platformu’nun örgütlenmesi, Emek Platformu’nun işçi sınıfının bütününü harekete geçirme yeteneği taşıması, bu birleşik özelliğinin tek tek sendika konfederasyonlarına daha da büyük bir güç vermesi 1990’lı yılların kısa özeti gibidir.

Kamu çalışanlarının mücadelesinin işçi sınıfının bütününü etkilemesine bir örnek, 1994 yılında patlayan ekonomik krizin yükünü tıpkı bugün olduğu gibi işçilere ve yoksullara yüklemeye çalışan Tansu Çiller hükümetine karşı Türk-İş’in hızla harekete geçmesidir. Türk İş’in ilk eylemleri 20 Temmuz ve 26 Kasım 1994 Ankara mitingleriyle oldu. Özellikle 26 Kasım Tandoğan mitinginde 1995 yılı bütçesi protesto edildi. Hükümet işçilerin kazanılmış haklarına saldırdı, toplu sözleşmede “sıfır zam” anlamına gelen bir öneri yaptı. 5 Ağustos günü Ankara’da Emeğe Saygı Yürüyüşü ve Mitingi yapıldı. 200 bini aşkın işçi yola çıktı ve mitinglere resmen kapalı olan Kızılay meydanını doldurdu.

Bu dev miting, önceki iki merkezi mitingin gücüyle gerçekleşmişti ve mitingin gücü işçi sınıfına daha güçlü harekete geçmek, işyerlerinde grev silahını kullanmaktan gelen gücünü göstermek için büyük bir özgüven verdi.

8 Ağustos’ta bir günlük grevin ardından, 8 Eylül’de genel grev başladı. Greve 160 bin işçi katıldı. Bütün toplumda hava işçi sınıfından yana esmeye başladı, işçiler CHP’yi zorlayarak koalisyon hükümetinden ayrılmasını sağladı. Çiller azınlık hükümeti kurmak için harekete geçti. Bazı sendikaların grevini yasaklamaya çabaladı. İşçilerin buna yanıtı, 15 Ekim günü Kızılay medyanına akmak oldu. On binlerce işçi barikatları aşarak meydanları doldurdu. O zamanki Türk-İş Başkanı Bayram Meral’le mecliste görüşmek isteyen hükümet yetkilileri avuçlarını yalayacaktı, zira işçiler Bayram Meral’in içinde olduğu arabayı çevirmiş Başbakanla görüşmesine izin vermemişti.

Çiller güvenoyu almayı başaramadı. İşçi sınıfının bir yıllık eylem zinciri hükümeti düşürmeye yetmişti.

Devrimci Marksistler, hem kamu çalışanlarının her bir eyleminde hareketin en ön saflarında yer aldı hem de geniş ve birleşik işçi mitinglerinin örgütlenmesinde rol aldı. Kamu çalışanları hareketinin en önünde duran işçilerle mücadele içinde kader birliği yapmayı ve hareketin kopmaz bir parçası olmayı başarmıştık.

Kamu çalışanları hareketinin bir büyük başarısı daha vardı: Kadın işçiler mücadele içinde bir anda en öne fırladılar, eylemlerin sürükleyici ve cesaret verici kesimini oluşturdular. Mücadelenin içinde kurulan bir sendikal konfederasyon olarak KESK’in Genel Sekreterleri daima kadınlardan seçildi.

Sınıf hareketinin yanı sıra, süregiden Kürt mücadelesi, Newrozların kitleselleşmeye başlaması, seçimlerde Kürtlerin giderek etkili bir güç haline gelmesi, Kürt adayların seçilmesi ve parlamentoya girmeleri ve milletvekilliği yemin töreninde Leyla Zana’nın tutumu, ardından devletin Kürt vekillere yönelik baskı politikası ve Orhan Doğan ve arkadaşlarının tutuklanması, 1990’larda bir yandan işçi hareketinin mücadelesinin öte yandan Kürtlerin mücadelesinin, zaman zaman yan yana gelerek, KESK’te olduğu gibi bu yan yana gelişleri organik bir biçimde devam ettirerek dönemin temel dinamikleri oldular.

Sosyalistler bu iki gerçek toplumsal gücün yan yana gelmesinin öneminin propagandasını yaptılar.

Kamu çalışanları hareketi içinde ve genel olarak işçi sınıfı hareketi içinde, kamu çalışanlarının işçi sınıfının kopmaz bir parçası olduğunu savunarak bir yanılsamayla ısrarlı bir tartışma sürdürdük. Bu yanılsamanın sahipleri kamu çalışanlarını işçi sınıfının bir parçası olarak görmüyordu.28 Konu etrafında bin bir tartışma sürdürmek zorunda kalıyor, zaman zaman kamu emekçileri sendikaları bürolarında sendika yöneticilerinin kamu çalışanlarının küçük burjuva olduğu yönündeki eleştirilerini göğüsleyip, kendilerinin işçi sınıfının hem de en aktif parçası oldukları konusunda ikna etmeye çalışıyorduk. Kuşkusuz bu sadece Türkiye’ye özgür bir tartışma değildi. İşçi sınıfının değişen yapısı tartışmalarına katkı olması için yayına hazırladığımız bir kitapta yoldaşlarımızın İngiltere’den aktardıkları tartışmalar küresel bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyordu.29

Her bir işçi eyleminde, biz sosyalistler bir dizi tartışmayı yapmak zorunda kalıyorduk. Bir yandan eylemlerde, grev çadırlarında işçilerle bir arada olmaya, polis barikatlarına birlikte yüklenmeye çalışırken, aynı anda kadınlar özgür olmadan ne demokrasinin ne işçi haklarının kazanılmasının ne de sosyalizmin mümkün olabileceğini tartışıyorduk. Her işçi direnişi, LGBTİ+’ların özgürlükleri hakkında, ırkçılıkla mücadele hakkında30, milliyetçiliğin ezilenleri egemen sınıfla uzlaştırdığı hakkında, idama “ama”sız karşı çıkmak zorunda olduğumuz hakkında, Kürt halkının haklarının tanınması konusunda, işçi sınıfının düşmanlarının başka ülkelerde değil, Misak-ı Milli sınırları içinde sefa süren patronlar olduğu konusunda, tüm dünyadaki işçi eylemlerinin Türkiye’deki işçi hareketinin en büyük destekçisi olduğu konusunda, işçi sınıfının gücünün birliğinden geldiği ve her eylemin en geniş işçi kitlelerinin safında birlik duygusunu güçlendirmek için kullanılması gerektiği hakkında, memur-işçi ayrımının yapay, işçi sınıfının bölmeyi amaçlayan bir yasal bir zorlama olduğu hakkında, bütün iktidarların patronların hizmetçisi olduğu ve işçi sınıfının kendi alternatifini yaratması gerektiği konularında sayısız tartışma yapıyorduk. Benim kuşağımın sosyalist aktivistleri işçi eylemleri, öğrenci eylemleri ve genel özgürlük mücadelesinin içinde bu tartışmaları yaparak şekilleniyordu.

Bu arada dünyada ve Türkiye’de politik iklimin radikal bir şekilde değişeceği belli oluyordu.

Siyasal İslam, darbeler ve yeni bir mücadele dönemi

1994 yerel seçimlerinde alınan sonuçlar Türkiye siyasetinde yeni bir döneme girildiğini de gösteriyordu. Derinleşen krizin yılı olan 1994 aynı zamanda yerel seçimlerin de yılıydı ve Refah Partisi seçimlerde 19 milyondan fazla oy alarak ikinci parti oldu. Şok etkisi yaratan, siyasal İslamcı RP’nin Ankara ve İstanbul belediyelerini kazanmasıydı.

İngiliz devrimci Marksist Chris Harman 1980’lerden sonra sadece Türkiye’de değil Ortadoğu’da bir bütün olarak ve İran’da şahın devrilmesi hareketinin de tetiklemesiyle gelişen siyasal İslamcı geleneğin hangi küresel iklimde güçlendiğini şöyle anlatıyor:

Dünya ekonomisinin son 20 yıldır artan krizi, tüm bu koşulları daha da ağırlaştırdı. Modern sanayi kuruluşları ulusal ekonomiyi etkin olarak faaliyet göstermek açısından küçük, dünya ekonomisini ise devlet koruması olmaksızın ayakta durmaları mümkün olmayacak kadar rekabetçi buldular. Geleneksel sanayiler genel olarak devlet desteği olmadan modernleşemediler ve durmadan çoğalan kent nüfusuna iş olanakları sunmakta yetersiz kalan modern sanayinin açtığı boşluğu kapatamadılar. Fakat birkaç sektör uluslararası sermaye ile kendi bağlarını oluşturmayı başardı ve devletin ekonomi üzerindeki egemenliğine artan biçimde karşı çıkmaya başladı. Kent zenginleri elde edebildikleri lüks malları hızla tüketmeye başladılar, bu da vasıfsız işçiler ve işsizler arasında giderek büyüyen bir hoşnutsuzluk yarattı.31

Benzer bir hoşnutsuzluk Türkiye’de de gelişiyordu ve ne Murat Karayalçın’ın temsil ettiği parti ne de radikal sol gelişen bu hoşnutsuzluğa yanıt verebilecek durumdaydı. Askeri darbenin fiziksel zorbalığı ve Doğu Bloku’nun çöküşünün yarattığı ideolojik mağlubiyet hissi, sol değerlerin etkin olduğu bir değişimin mümkün olmadığı fikriyle el ele gitti.

1995 genel seçimlerinde iki büyükşehir belediyesini alarak psikolojik bir eşiği atlayan Refah Partisi birinci parti oldu ve 158 milletvekili çıkardı. İşte, ne olduysa bundan sonra oldu! Türkiye’de yıllardır siyaset sahnesinde belirleyici olan bölünmelerden birisi gündeme tüm ağırlığıyla oturdu. İşçi sınıfıyla egemen sınıf arasındaki bölünme, Kürt sorunu etrafında yaşanan bölünme ve laik-dindar bölünmesi. Bu üç bölünme ya da moda tabirle üç fay hattı, zaman zaman iç içe geçerek, birbirini etkileyerek, zaman zaman birisi diğerlerini gölgede bırakarak dünyadaki ekonomik ve siyasal gelişmelere bağlı olarak şekillenen Türkiye’nin sınıf mücadelesinde toplumsal güçlerin konumlanmasını ve ittifaklarını belirliyor.32

Böylece, bir yandan Türkiye’yi etkisi altına alan darbeler ve darbe girişimleri silsilesi başlamıştı ve bu silsilenin politik etkileriyle mücadele etmek zorundaydık, öte yandan sonucu AKP iktidarlarına varan Refah Partisi iktidarı sırasında yaşanan krizler ve işçilere yönelik hak kayıplarıyla mücadele etmek zorundaydık.

İslamcı hareketin iktidara gelmesiyle başlayan sadece darbe girişimlerinin tetiklenmesi olmadı, bir kavram karmaşası siyasal ortama saçıldı ve İslamcılıkla faşizm kavramları yan yana, zaman zaman da bir ve aynı anlama gelircesine kullanılmaya başlandı.

İlk askeri darbe 28 Şubat’ta gerçekleşti. Susurluk’ta açığa çıkan devlet-mafya-faşistler ve siyaset ilişkisini sorgulayan hareketin yerine, ordu kısa sürede kendisini ikame etti. Refah Partisi’nin hükümetten çekilmesi, parti hakkında kapatma davasının açılması, hükümetin düşürülmesi, hükümet kurma görevinin TBMM’de çoğunluğu olan DYP lideri Çiller’e değil ANAP lideri Mesut Yılmaz’a verilmesi, başörtüsü takan on binlerce kadının üniversitelerden tasfiye edilmesi gibi olaylar arka arkaya yaşandı. Şeriatçı olduğu iddiasıyla onlarca dernek kapatıldı, birçok insan hapis cezası aldı, işinden oldu.

Bizler ise bir yandan Susurluk’ta açığa çıkan derin devlet örgütlenmesine karşı mücadele eder, milyonlarca insanın katıldığı ‘Sürekli Aydınlık için 1 Dakika Karanlık’ eylemlerinin sokağa taşması için çabalarken, kısa sürede kendimizi bir askeri darbe girişimiyle yüzleşirken bulmuştuk.

28 Şubat darbesine tepkimiz, bizi tüm soldan ayıran devrimci bir politikaydı. 1997 yılının 12 Şubat tarihinde yayınladığımız Sosyalist İşçi gazetesinde manşetten “Refahyol sendika hakkımızı çalmak istiyor” duyurusunu yaparken ikinci manşette, “Darbeye hayır/Tanklar kışlaya!” demiş ve Erbakan iktidarına karşı mücadele çağrısı yaparken darbecilerin çıkarttıkları gürültüye de papuç bırakmamıştık. Fakat, on gün sonra gelişmelerin seyri değişmişti, 28 Şubat’tan sonra yayınladığımız gazetenin manşetinde “Muhtıra safları belirginleştirdi/ Darbe yanlıları işçi düşmanıdır” sloganıyla ama’sız, fakat’sız ve keskin bir şekilde darbeye karşı tutum almıştık.33

İslamcı hareketin hükümetteki ve yerel yönetimlerdeki uygulamaları iki yüzlülüklerinin bariz bir kanıtıydı. İşçi sınıfına saldırılarda bir azalma olmazken özellikle RP’li belediyelerde muazzam bir işçi kıyımı başladı. 28 Şubat 1997’de ordunun muhtırası devreye girmese yığınsal mücadele İslamcı hareketin ipini çekecekti. 28 Şubat darbesinin önemli bir dönemeç olduğunu söyleyebiliriz. Prestijini zaten kaybetmiş olan geleneksel sol darbe karşısındaki tutumuyla da karaya oturdu. İllegalinden legaline kadar, darbe karşısında soldaki genel tutum ‘Ne darbe, ne şeriat’ idi. Hatta bu ‘Ne RefahYol ne hazır ol’ denilerek de sloganlaştırılmıştı. Solun bazı kesimleri de daha ileriye giderek (özellikle CHP ve İşçi Partisi) darbeyi şeriata karşı olduğu ve ilerici olduğu gerekçesiyle desteklemişlerdi. ‘Ne darbe ne şeriat’ politikası aslında dolaylı olarak devlete angaje olmaktan başka bir işe yaramadı. Gerçekten de egemen sınıf devlet aracılığıyla İslamcı harekete karşı geniş bir kampanya başlattı. RP kapatıldı ve kadroları siyaseten yasaklandı. Sol, politikasına uygun olarak, bunu izlemekle yetindi.

Darbe karşısındaki orta yolculuk, demokrasi konusundaki tutarsızlığın ve egemen sınıfla bilerek ya da bilmeyerek uzlaşmanın da zirvesiydi. Darbe karşısındaki doğru sosyalist politika darbeye geçit yok demek ve bütün güçleri darbeye karşı direnişe seferber etmekti. Ama ne yazık ki bu politikayı DSİP’ten başka savunan olmadı.34

Darbe, işçi hareketini de çetelere karşı hareketi de kesintiye uğratmıştı. Darbeyle birlikte derin bir istikrarsızlık siyasal alanı belirlemeye başladı.

Burada, siyasal İslam-faşizm tartışması gittikçe daha da önem kazandı. 28 Şubat dönemi devrimci Marksistlerin faşizm tartışmasını güçlü bir şekilde yapmak zorunda olduğu bir dönemdi. Darbe laik-dindar kutuplaşmasını şiddetlendirerek hâkim olduğu için, solun geniş kesimleri faşizmi en hızlı ve kolay bir şekilde Erbakan’ın suretinde buluyordu. Oysa faşizm, sadece siyasal İslam’dan değil, tüm yönetim biçimlerinden köklü bir farklılığa sahipti. Chris Harman’ın Peygamber ve Proletarya kitabında izlediği yolu takip eden Roni Margulies bu tartışmaya dair şunları yazmıştı:

Faşişm örgütlediği kitleleri milliyetçilik, ırkçılık ve militarizm temelinde örgütler ve yarattığı örgütlenmeyi (iktidar olduğu taktirde) işçi sınıfını ezmek için kullanır. Dolayısıyla, faşizme karşı mücadele bu örgütlenmeyi engellemek ve üstelik gerektiğinde kitlesel güç kullanarak, sokağa her çıktıklarında kafalarını ezerek engellemek amacını gütmelidir. Şeriatçı hareket ise örgütlediği kitleleri, yukarıda gördüğümüz gibi, aslen ekonomik özlemler temelinde örgütler. Şeriatçı harekete katılan veya oy veren kitlelerin çok büyük bir kesiminin özlemleri bir gün siyah üniformalar giyip ellerinde Türk bayraktarıyla grev çadırlarına saldırmak veya Orta Asya’yı fethetmek değil, daha adil, daha istikrarlı, daha insancıl bir hayattır. Bu kesimin mevcut düzenle bir sorunu vardır. Bu kesim işçi sınıfının düşmanı değildir. Dolayısıyla, şeriatçı harekete karşı mücadelenin temeli, bu kesime umutlarını yanlış yere bağladıklarını anlatabilmektir. Sıradan bir faşiste Türkeş teşhir edilemez. Sıradan bir Müslüman’a Erbakan teşhir edilebilir. Teşhir etmenin yöntemi ise Refah Partisi’nin sermaye sınıflarının partisi olduğunu göstermektir. Bunu göstermek de, bizzat Refah’ın kendi içindeki çelişkilere işaret ederek mümkündür; bu çelişkiler zaten Refah’ı sürekli teşhir etmektedir. Şunu unutmamak gerekir: sosyalizmin canlı bir alternatif olarak gündeme getirilmediği yerde adalet isteyen, işsizlikten ve varoşlarda yaşamaktan bezen kitlelerin başka çarelere bel bağlamaları doğaldır. Biz bu alternatifi yarattığımız zaman, gözlerini sosyalizme çevirecek kitlelerin önemli bir kısmı bugün Refah’a bakıyor. Bizim işimiz faşistleri ezmek, şeriatçıları ise kazanmak.35

Bu yazıyı kaleme aldığım 2021 yılında, yıllar önce “birisini ezmemiz, diğerinin ise tabanını kazanmamız gerekir” diyerek tarif ettiğimiz iki siyasi geleneğin birleşerek hepimizi ezmeye çalışması, bu görüşlerin değerini azaltmaz. Hem siyasal İslam’ı analiz ettiğimiz, 1990’ların Erbakancı hareketi ve AKP’nin ilk yıllarındaki siyasal İslam’la bugünkü Erdoğan rejiminin hiçbir ilgisi yoktur hem de faşist hareket bugünkü iktidar ittifakında dahi özel bir yer tutan, özel bir hareket olmayı sürdürmektedir.

Faşizm tartışması, çok özel bir tartışma. Sadece Türk solunun bu konuyu kavramaktaki sonu gelmez eksikliği nedeniyle türetilen kavramlar nedeniyle değil üstelik. Bugün otoriter siyasal iktidarlar bu tartışmaya hızla dahil edilip faşizm genel çuvalının içine boca edildiği için de. Türkiye’de mücadele eden sosyalistler olarak yıllardır bu tartışmayı yaparız. Bu yüzden, altını bir kez daha çizmekte fayda var.36

Faşizm, küçük burjuvazinin umutsuzluğunu örgütleyen, aşağıdan yukarı, yığınların paramiliter örgütlenmeleriyle kitlesel bir askeri-sivil örgütlenme haline gelerek, ekonomik, sosyal, politik, ahlakî ve ideolojik krizlerin hepsinin aynı anda devreye girdiği koşullarda, egemen sınıfların başka hiçbir çaresi kalmadığında iktidara çöreklenebilen bir hareket. Troçki Nazileri analiz ederken, “Almanya’da durum büsbütün farklıdır. Burada küçük burjuvazinin umutsuzluğu değdiği yeri yakan bir kor halini almış ve Hitler’le partisini baş döndürücü yüksekliklere çıkarmıştır”37 dediğinde, bu umutsuzluğu örgütleyebilecek bir faşist partinin varlığının yarattığı büyük tehlikeye değinmekle kalmıyordu sadece. Aynı zamanda krizin kritik anında işçi sınıfını asker ve polis gücüyle bastırmanın artık imkânsız hale geldiği koşullarda, başka bir gücün, özgürlük isteyen kitlelerin gücüne karşı özgürlükleri tarih sahnesinden silmek isteyen bir hareketin çıkmasıdır faşist hareketin başardığı. Faşist hareket sokakta her mevzi kazandığında, her linç girişiminde, her greve saldırdığında, kadınları taciz ettiğinde sadece sokakların kontrolünü ele geçirmenin maço hazzını yaşamakla kalmaz, devletin zirvelerine ve en önemlisi büyük burjuvazi ve ordunun üst kademelerine krizi atlatmanın ve işçi sınıfı iktidarını engellemenin ya da krizi atlatmak için gerekli diktatöryal tedbirleri almayı engelleyen demokratik kazanımları ezmenin faşist iktidar dışında bir şansı kalmadığı mesajını verir.

2000’li yıllara sadece bu tartışmaları yaparak girmedik kuşkusuz. Dünyada çoktan başka bir mücadele dalgası başlamıştı.

Fransız işçi sınıfından Seattle’a

1980’lerde hüküm süren ve adına Thatcherizm-Reaganizm denilen neo-liberal ekonomik politikalar küresel sermayenin küresel işçi sınıfına tam çaplı saldırısı anlamına geliyordu. İşçi sınıfının örgütlenmeleri, ücretleri, temel hakları ve on yıllardır sürdürülen mücadelelerin sonucunda elde edilen genel kazanımları sert bir şekilde budandı. Aşırı sağcı iktidarlar, askeri darbeler, neo-liberal politikaları uygulayan sağ sosyal demokrat iktidarlar gezegeni ve tek tek her ülkenin yoksullarını mahveden politikaları fütursuzca uyguladılar.

Bu politikalara 1990’lı yılların ortasında çok sert bir yanıt verildi. 1995 yılında öğrencilerin iktidara karşı üç aydan uzun süren eylemlerinin ardından, işçiler bütçe kesintisine ve sosyal sigortalar konusunda iktidarın atacağı adımlara karşı sokaklara çıktı. O günün Sosyalist İşçi’si Fransa’daki gelişmeleri şöyle özetliyordu: “Demiryolları, Metro ve Otobüs İdaresinde iki haftadır süren grevler hükümeti şiddetle etkiliyor. Polisin sert bir tutum takındığı gösterilerde işçiler polisle çatışmaktan çekinmiyor. Çatışmalar sonucunda onlarca işçi yaralanıp gözaltına alındı.”38 Fransız işçilerinin mücadelesi aylarca sürdü. Hükümet geri adım atmak zorunda kaldı. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren başlayan, işçi sınıfının gücünün azaldığı ve artık toplumsal değişimde merkezi rolü olamayacağı yönündeki eleştiriler, 1990’ların başında Doğu Bloku rejimlerinin çöküşünün solun ve işçi sınıfının mücadele yeteneğinde yaşanan bir çöküş olarak kodlanmasının yarattığı ideolojik mağlubiyet havasına Fransız işçileri sert bir yanıt vermişti. Sokak gösterileri, sokak barikatları ve en önemlisi Fransa’yı dört hafta boyunca felç eden grev hareketi, işçi sınıfının yeteneklerinin yerli yerinde durduğunu kanıtlamıştı. Küresel düzeyde sağcı atmosfere Fransız işçilerinin eylemi tam bir panzehir olmuştu.39

Eylemler 1996 yılının ilk aylarında da devam edecekti. Artık küresel kapitalizmin zafer naraları atması o kadar kolay olmayacaktı.

1999 yılına hem dünyada küresel kapitalizmi sorgulayan hareketlerin yavaş yavaş kıpırdanmasının yarattığı umutla hem de sayısız mücadelenin içinden çıkarken biriktirdiğimiz deneylerle gelmiştik. 1991 büyük madenci yürüyüşü, KESK eylemleri, Türk-İş mitingleri, hükümetleri düşüren işçi hareketi, öte yandan askeri vesayetin ağırlığı, krize solun değil siyasal İslamcıların yanıt vermesi, darbecilerin harekete geçmesi, işçi sınıfının öldüğü tartışmalarını yapanların yarattığı karamsarlığa karşı tartışmalar, ırkçılıkla her düzeyde hesaplaşma çabaları, Kürt halkıyla koşulsuz dayanışma ve aynı anda militan bir eylem çizgisi izleyerek öncü işçilerin ve öğrenci aktivistlerin hareketi içinde yer edinme çabaları, derin devlet odaklarına karşı kampanyalar, enternasyonalist somut dayanışma eylemleri, LGBTİ+ eylemlerinin bir parçası olmak, kadın özgürlüğü hareketinin tartışmalarına ve mücadelesine omuz vermek… bir yandan bu tartışmaları yaparken, aynı anda gerçek Marksist geleneğin fikirlerini savunmak, sol içinde yanlış fikirlerle sürekli bir tartışma içine olmak bizleri hareketli, dinamik bir örgüt haline getirmişti.

Siyasi hattımızın orijinalliği, Türk solunun ortalama mensuplarının en iyi ihtimalle mesafeli baktığı Troçkizm’in, Troçki’yi eleştiren bir yorumunu savunuyor olmamızda açığa çıkıyordu. Teorik sağlamlık, güçlü bir devrimci geleneğin üzerinde yükselmek, günlük politik gelişmelere doğru yanıtlar vermeyi garanti altına almaz. Ama doğru siyasi analizler yapmanın gerekli şartını oluşturur. 1920’lerin ikinci yarısından itibaren Stalinist bir karşı devrimin Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren işçilere ve Marksist geleneğin en temel tezlerine ihanet ettiği gerçeğini savunmak, tarihsel gelişmeyi, sınıflar mücadelesinin her bir evresini ezilenler açısından ele almak için olmazsa olmaz bir adımdı. Ama 1930’larda, Stalinist karşı devrimi doğru değerlendiriyor olmak, darbe, 28 Şubat süreci, siyasal İslam’ın değerlendirilmesi, bağımsız bir devrimci işçi partisinin inşa edilmesi, Kürt sorununa, Ermeni Soykırımı meselesine bakış gibi bir dizi konuda anlaşmak anlamına gelmiyordu. Oysa bu konular, gündelik işçi mücadelesi içerisinde devrimci bir aktivistler ağının şekillendirilmesi için üzerinde anlaşmanın zorunlu olduğu başlıklardı.

Bu, sadece dönemin moda örgütlenmesi ÖDP içerisinde neden yer almadığımızı açıklamakla kalmayan, aynı zamanda neden diğer Troçkist örgütlenmelerden de ayrı örgütlendiğimizi açıklayan bir perspektifti. Bu perspektifi, Sosyalist İşçi’nin ilk 30 sayılık dergi formatının 30. sayısında derli toplu bir şekilde bulmak mümkün.40

Alex Callinicos, Troçkizm’in İkinci Dünya Savaşı sonrası “sol” geleneklerden farkını şöyle anlatır: “Troçkizm bir politik akım olarak kendisini sosyalizmin iki yaygın tanımının, yani Doğu’da Stalinizm’in ve Batı’da sosyal demokrasinin yaptığı tanımların reddi ve işçi konseyleri aracılığıyla demokratik bir biçimde örgütlenmiş devrimci proletaryanın toplumu dönüştürmesi olan Ekim 1917 geleneğinin izleyicisi olarak tanımlar.”41 Bu tanım Türkiye’deki durumu tam olarak ifade etmiyordu. Türkiye’de solun yaygın tanımları arasına Stalinizm ve Ecevitçilik gibi solla çok alakası olmayan sol tarifleri giriyordu. Stalinist örgütlerin çeşitli versiyonları, 1970’lerin kahramanlaştırılan mücadelelerini sahiplenerek tek sol yorum sahipleri gibi davranıyorlardı. Ama Türkiye’de bir de bu yazının en başında altını çizmeye çalıştığım popülist ve ikameci geleneklerin, “hareketçi” olarak nitelenebilecek ve net teorik temellere sahip olmadan faaliyet sürdüren devamcıları vardı. Bu, Troçkizm’in eleştirisi üzerinde yükselen Troçkist bir hareketin işini zorlaştıran bir başka etkendi.

Bütün yeteneklerine rağmen, Troçki’nin bir analizi çok önemli bir yanılgıyı barındırıyordu. Stalinist bürokrasinin ilk Marksist eleştirisini başlatan Troçki oldu. Ne var ki bu eleştiri, Marksizm’in özüne değil biçimine saplanıp kaldığı için, daha sonra Troçki’nin geleneğini izleyenlerin teorik ve politik bunalımlar, sekter iç çatışmalar ve sürekli bölünmelerle karakterize olmasına neden oldu. Troçki’nin, Stalinist karşı devrimin bütünlüklü bir analizini yapamamış olması ve üretim araçları ve dış ticaret üzerindeki bürokratik devlet tekeline dayalı Rusya’yı ‘dejenere’ de olsa bir ‘işçi devleti’ olarak tanımlamaktaki ısrarı, işçi sınıfının üretim araçları üzerindeki kolektif kontrolü ve üretim birimlerinden başlayarak tüm siyasal yapı üzerindeki özyönetim organlarına dayanmak zorunda olan sosyalizm anlayışıyla çelişkiliydi. Sosyalizm ya işçi sınıfının kendi eyleminin doğrudan ürünüdür, yani işçi sınıfının bürokrasi tarafından politik iktidardan uzaklaştırıldığı bir yapı sosyalist olamaz, ya da doğrudan üreticilerin üretim araçlarını kolektif olarak mülkiyetinde tutmadığı, üretim araçlarının bürokratik bir iktidarın kolektif mülkiyetinde bulunduğu bir rejim sosyalisttir. Bu ise, sosyalizmin işçi sınıfına rağmen kurulabileceği anlamına gelir.42

Bu durum, sol içinde gerçek Marksist geleneği savunan aktivistlere uzaylı görmüş muamelesi yapılmasına neden oluyordu. Solun çok çeşitli ve birbirine benzemez kesimleri ÖDP’de buluşmuşken bizim ÖDP’ye katılmamamız, tersine ÖDP’nin sınıf mücadelesinin sert bir virajında ya da Kürt sorununda sert bir gelişmede tuzla buz olacağını iddia etmemiz büyük bir sempati yaratmıyordu. Bu elbette ÖDP’ye sekterce yaklaşmak anlamına gelmiyordu. Tersine, Sosyalist İşçi gazetesi, 8 Nisan 1999 tarihinde yapılan genel seçimlerde, “ÖDP’ye oy ver/Sosyalist Alternatifin İnşasına Katıl!” kampanyası için çağrı yapmıştı. Seçimlerden önce yayınlanan Sosyalist İşçi’de, seçim tutumunu şöyle açıklamıştık:

Devrimci sosyalistler 18 Nisan seçimleri için sol blok önerdiler. Sağın geliştiği koşullarda oluşacak bir sol blok sağın ilerleyişini durdurabilirdi. Ancak artık bu olasılık kaçırıldı. Sekterizm bir mücadele birliğinin önüne geçti. Şimdi görev öncü işçilerin yanında yer almaktır. Bugün Türkiye işçi sınıfının mücadelesinin en önünde KESK’te örgütlü işçiler vardır ve onların öncü kesimi de esas olarak ÖDP’ye oy verme eğilimindedir. Bu nedenle devrimci sosyalistler de ÖDP’ye oy verme eğilimindedirler. Ancak bizim oyumuz eleştirisiz değildir. Devrimci sosyalistler ÖDP’yi işçi hareketinin önünü tıkayan bir örgütlenme olarak tanımlamaktadır. Ayrıca ÖDP son zamanlarda giderek daha yoğun bir biçimde sosyal şovenizme düşmektedir. Bu nedenle de biz devrimci bir partinin inşasının en acil görev olduğunu vurguluyoruz. Bugün görev seçimler için değil, mücadele için örgütlenmektir.43

Yine de gelişmeler görüşlerimizi doğrulamıştı. ÖDP belki daha sakin bir başka ülkede kurulsa, bileşenleri başka bir macera yaşayabilirdi. Ne var ki, ÖDP’nin kurulduğu dönem sınıf mücadelesi çoktan sert bir viraja girmişti: Büyük işçi eylemleri, derin devlet yapılanmalarının teşhiri, bir postmodern askeri darbe, Abdullah Öcalan’ın yakalanması sonrasında oluşan keskin kutuplaşma, F Tipi cezaevlerine karşı ölüm oruçları ve bu eylemlerle dayanışmalar, dünyada Seattle’la birlikte bambaşka bir rüzgârın esmeye başlaması… 1990’ların sonuna gelindiğinde, ÖDP çoktan parçalarına ayrılmıştı, aynı partide ama ayrı duran bileşenler topluluğuna dönüşmüştü. ÖDP’ye tek parça girip de bölünmeyen grup ya da grupçuk kalmamıştı. Bugün sol partilerin birçoğu o günün ÖDP’sinin bileşenleri arasından çıkmıştır.

Uluslararası Sosyalizm Akımı’nın kurucusu ve ‘Rusya’da Bürokratik Devlet kapitalizmi’ teorisini geliştiren Tony Cliff’le o dönem ABD’de örgütlenmeye çalışan Uluslararası Sosyalistler’in önde gelen üyelerinden Ahmed Shawki’nin yaptığı röportajı yayınlamıştık. Cliff bir soruya şu yanıtı veriyordu:

Reformizin krizi ve Stalinizm’in çöküşü devrimci sosyalizmin önünü muazzam ölçüde açtı. Bugün bir devrimci örgüt inşa etmek 20 veya 30 yıl öncesine kıyasla çok daha kolay. O günlerde bir kişi sola kaydığında otomatik olarak ‘Ben komünistim’ derdi ve komünist demek Stalinist demekti. Troçkist olmak son derece zordu. Stalinizm, Troçkizm’i çok etkin bir şekilde marjlara itiyor ve izole ediyordu. Troçkistler genel olarak çok küçük ve çok az nüfuzlu gruplar oluşturuyorlardı. Devrimcilerin bu denli marjinal oldukları bir dönem olmamıştı hiç.44

Bu önemli ölçüde doğruydu. Fakat, Türkiye’de, özellikle popülist, sekter ve çeşitli kesimleri giderek ulusalcılığı sosyalizmle karıştıran solun, Marksistleri marjlara itme çabası sürdü. Örgütlenmenin önceki dönemlere göre daha kolay yanları vardı ama zor yanlar da kendilerini sık sık gösteriyordu. Stalizim’in çökmesi, sosyalizm etrafında şişirilen büyük bir yalanı, bu rejimlerin sosyalist olduğu yalanını teşhir etmeyi kolaylaştırmıştı ama bu sefer de Doğu Bloku’nun yıkılan duvarlarının altında kaldığını açık açık dile getiren sosyalistlerin karamsarlığı bir başka engeldi. İşçi sınıfının daha çok savunmada olduğu, solun küçük taraftar gruplarıyla tartışmak zorunda olduğu, neo-liberal politikalara uygun sağcı ideolojilerin, milliyetçi fikirlerin sol içinde yenilgici bir atmosfere neden olduğu koşulların sonuna gelmiştik. Seattle yaklaşıyor, politik zaman hızlanıyordu. Ve biz, 1990’lar boyunca içinde kolektif olarak şekillendiğimiz mücadeleler ve tartışmalar sayesinde, bu değişime hazırdık. Belki de hazır olan tek siyasi harekettik. Milyonlar kolları sıvamış, kapitalizme meydan okuyordu.

Seattle: yeni bir hareketin doğuşu

IMF’nin yaptığı bir araştırma, 1970 ve 1999 yılları arasında dünyada büyük çaplı 64 banka ve 79 para krizi olduğunu ortaya çıkardı. Bir başka araştırmanın sonuçları, 1980 ile 1995 yılları arasında, Fon’un 181 üye ülkesinden 133’ünde banka sektöründe kriz yaşandığını gösteriyor. Dünya Bankası’nın bir araştırmasında 1974 ile 1994 tarihleri arasında eski Doğu Bloku ülkeleri de dahil, 90 kadar gelişmekte olan ülkede yüzden fazla banka krizinin yaşandığı görülüyor.45 1990’larda meydana gelen banka ve mali krizlerden dolayı, yeni sanayileşmekte olan ülkelerin GSMH’larından toplam 419 milyar dolar uçtu gitmişti.

Neo-liberal ekonomik ve militarist saldırının faturası çok ağır olurken, bedeli ödeyenler bu kez sadece Güney ile sınırlı kalmadı. Kâr uğruna Güney’in yoksul halklarının yanı sıra, bu kez Batı’daki işçiler ağır bedel ödemek zorunda bırakıldı. Batı’da her bir yeni kuşak, eskisinden daha kötü koşullarda yetişmeye başladı. İşçiler, yalnız yaşayan kadınlar, emekliler, göçmenler, öğrenciler… tüm kuşaklar ve sosyal katmanlar yoksullaşıp açlığa mahkum edilirken, çevre tahribatı geriye dönülemez bir şekilde gezegeni felakete sürüklemeye başladı, dünya üzerindeki türler hızla yok olmaya mahkum edildi.46

Seattle’da 1999 yılında tüm dünyada ezilenlere ilham veren hareket patlamadan önce, daha önce anlatmaya çalıştığım gibi 1990’lı yılların ortalarından itibaren küresel sermayenin hegemonyasında sarsılma yaşanmaya başlamıştı. NAFTA’ya karşı 1994’te başlayan Zapatista direnişi tüm dünyanın mazlumlarını derinden etkilemişti. Fransa’da 1995 yılında milyonlarca işçi ve öğrencinin katıldığı eylemlerin ardından Endonezya’da 1998 Mart ayında öğrenci direnişleriyle başlayan eylemler giderek bir halk ayaklanmasına dönüşerek Mayıs ayında 32 yıllık Suharto diktatörlüğünü devirdi. Güney Kore’de işçi isyanları, Filipinler’de rejimi deviren aşağıdan hareketler Seattle öncesi perdeyi hazırlar gibiydi. 30 Kasım 1999’da ise bambaşka bir eylem oldu. Etkileri de benzersizdi. Seattle gösterisi Kuzey Amerika’daki hareketin en büyük başarılarından biri olarak sonraki döneme damgasını vurdu. Seattle’ın en büyük başarısı, genç aktivist kuşakla işçi sınıfının örgütlü güçlerini bir araya getirebilmesiydi kuşkusuz. DTÖ’nün toplantısının sonuçsuz bitmesine neden olması ise bir başka önemli başarısı oldu.

İngiliz sosyalist Charlie Kimber’ın Seattle’ın 20. yılı yazısında hatırlattığı gibi İngiltere’de Sosyalist İşçi Partisi saflarında mücadele eden Chris Harman 30 Kasım eylemlerini şöyle değerlendirmişti:

Bazen bir etkinliğin simgeselliği o etkinliğe doğrudan katılan insan sayısının çok daha ötesinde bir önem kazanmasına yol açar. Gösteriler çok da büyük değildi. Ama çok çok önemli bir şeyin başlangıcı oldular. Neredeyse tam on yıl önce Berlin Duvarı’nın yıkılışı sosyalizmin sonu olarak sunulmuştu, kapitalizm artık insanlık tarihinin geri kalanının tümüne hakim olacaktı. Seattle ise yeni bir mücadelenin doğumunu müjdeledi.47

Gerçekten bir eylem patlaması yaşandı. Seattle’dan 11 Eylül 2001’e kadar geçen sürede küresel sermayenin tüm zirve toplantıları, IMF, Dünya Bankası, G8, Amerikan Serbest Ticaret Bölgesi, Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği, Avrupa Birliği, Dünya Ekonomi Forumu, DTÖ zirveleri sistematik kampanyaların sonucunda kitlesel protestoların hedef tahtasına oturdu. 16 Nisan 2000’de Washington, 30 Haziran’da Millau, 11 Eylül’de Melbourne, 26 Eylül’de Prag, 10 Ekim’de Seul, 6-7 Aralık’ta Nice, 20 Ocak 200l’de Washington, 20-21 Nisan’da Quebec, 14-16 Haziran’da Göteborg dev gösterilere tanık oldu.48

Bu sıra dışı harekete kelimenin tam anlamıyla balıklama daldık. İlk adımımız, Seattle’dan sonra ilk durak olan Prag’la ilgili bir kampanya yapmaktı. Dünya Bankası ve IMF yıllık değerlendirme toplantılarını Prag’da yapacaktı. Seattle’ın yarattığı etkiyi arkamıza alarak Türkiye’de hemen Prag’la ilgili bir kampanya oluşturmak için harekete geçtik. Prag 2000 adlı inisiyatif, Türkiye’den Prag’a bir delegasyonun gönderilmesini üstlendi. 26 Eylül 2000 günü Prag’da 20 bin kişi etkili bir protesto gösterisi gerçekleştirildi. Aynı günlerde Türkiye’de bizler de IMF ve Dünya bankası karşıtı protesto eylemi gerçekleştirdik. İnisiyatif İstanbul, Ankara ve İzmir’de bizim girişimimizle kurulmuştu. Ankara’da ise bir alternatif zirve yapıldı. DSİP’ten Roni Margulies Prag’a giden heyetteydi ve dönüşte çeşitli toplantılarda Prag’da gerçekleşen eylemleri aktardı. İstanbul’daki eylemde KESK Genel Başkanı Sami Evren de konuşmacıydı. Bahariye Caddesi’nden Kadıköy İskelesi’ne bir yürüyüş gerçekleştirmiştik.

Alex Callinicos, aşağıdan küreselleşme olarak da tarif edilen hareketin Prag ayağını şöyle değerlendirmişti: “Prag’daki gösteriler de, daha önce bundan daha büyük ve işçilerin daha geniş katılımla yer aldıkları gösteriler düzenlenmiş olmasına karşın, Seattle gösterileriyle aynı düzeyde olmamakla birlikte, aynı simgesel rolü oynadı. Prag gösterilerinin resimleri, Bolivya’nın önde gelen burjuva gazetelerinde bile kendilerine yer buldu.”49

Küreselleşme karşıtı hareket, Prag 2000 İnisiyatifi’nin eyleminin yarattığı olumlu politik hava, Prag’daki eylemin doğrudan etkisi Türkiye’de işçi hareketini de etkilemişti. KESK, bir ay sonra Türkiye’ye gelecek IMF başkanına karşı eylem programı açıklamıştı ve eyleme yaklaşık 30 bin kamu çalışanı katılmıştı.

Dünyayı kasıp kavuran hareket her ülkede mücadele etmek isteyen aktivistlere ilham veriyordu. Kapitalizm her yönüyle teşhir ediliyordu. Medyada ilk kez 1999 yılında, 18 Haziran’da Londra’da mali kuruluşlara karşı düzenlenen protestolar sırasında kullanılmaya başlanan “antikapitalizm” terimi, artık, onyıllar süren bir sessizlikten sonra, içinde yaşadıkları sistemi reddeden ve sayıları giderek artan insanların, yepyeni bir kuşağın yepyeni eylem biçimleriyle, kampanyalar ve doğrudan eylemle nitelenen küresel hareketini tanımlamakta kullanılan ifadelerden biri olmuştu.

25-30 Ocak 2001 tarihlerinde ‘hareketlerin hareketi’nin ilk adımları atıldı. Davos’ta Dünya Ekonomik Forumu düzenlenirken, ilk Dünya Sosyal Forumu Brezilya’nın Porto Alegre kentinde toplandı. Forum “başlamadan önce Le Monde diplomatique başyazarı Ignacio Ramonet, ‘Porto Alegre’de yeni bir yüzyıl başlıyor’, diye duyuruyor ve ‘Porto Alegre’de toplananlar, neo-liberalizmin ahlakına itiraz etmekle kalmıyor, bir adım daha ileri giderek etkili bir “karşı iktidar” oluşturmanın temellerini atmak için kolları sıvıyor,’ diyordu.’’50

Artık küresel politik iklim değişmiş, küreselleşmenin işçi sınıfının gücünün yitirdiği yönündeki hurafelerinden kimse bahsedemez olmuştu. Zira doğrudan eylem aktivistleri eylemin başarısında önemli bir rol oynadılarsa da, Seattle’ın karakterini değiştiren, sendikaların güçlü katılımı olmuştu. Özellikle nakliyat işçileri sendikası Teamsters ve metal işçileri Seattle’a güçlü katılmıştı. Yıllarca pasif kalmış ve birçok yenilgi yaşamış olan sendikal hareket, bu kez meydanlara çıkmaya ve mücadeleye karar vermişti. Sendikalar konfederasyonu AFL-CIO eylemlere 200’den fazla otobüs kiralayarak gelmiş ve sabah erkenden Memorial Stadyumu’nda toplanmıştı. Yaklaşık 30.000 işçi stadyumu doldurmuştu. Katılanlar arasında 25 eyaletten 50 sendika ve 144 ülkeden temsilci vardı.51

Dünya Sosyal Forumu, yarattığı tartışma zemini, katılımındaki çeşitlilik, birleşik gençlik kampları ve 40 bin kişilik kitlesiyle hareketin moral deposu oldu. Forum, yaklaşık 25 bin kişinin katılım ve tartışmalarının parlaklığı, gerçekçiliği ve sahiciliğiyle Davos’taki zenginler kulübü toplantısını gölgede bırakmıştı. Türkiye’de mücadele eden devrimci Marksistler olarak bu hareketin niteliği konusunda uzun süredir tartışmalar yapmış ve hareketin bir parçası olmayı başarmıştık. İlk eylemimizi yapmış ve hareketin ihtiyacı olan tartışmaları yaygınlaştırmak için daha büyük bir enerjiyle örgütlenmeye başlamıştık.

İlk durak Cenova’ydı.

G8 protestosu

Cenova’da 2001 yılında gerçekleşen G8 toplantısını protesto eylemleri çok önemli bir köşe taşı oldu. İlk gün 60 bin, ikinci gün 50 bin kişinin katıldığı gösterilere, son gün 300 bin kişi katıldı. Polis terör estirmesine rağmen eylemler o kadar kitlesel, coşkulu ve militandı ki Cenova İtalyan solu için neredeyse bir yeniden doğuş anlamına geldi. İtalya’da sosyal forumların sayısı 2003 yılının başında 100’ü aştı.52 Cenova gösterileri hem Dünya Sosyal Forumu örgütlenmelerinin çeşitlenmesini, kıtalara ve bölgelere yayılmasını sağladı hem de eylemler sırasında İtalyan polisinin aktivist Carlo Guliani’yi öldürmesi küresel düzeyde harekete öfkeli bir ivme kattı. İtalya’da G8 toplantısından sonra da Carlo’nun ölümü protesto edildi.

Sosyal Forum süreçlerine katılan DSİP üyelerinin girişimleriyle Türkiye’de, özellikle İstanbul’da küresel hareketle ilişkilenme yönünde güçlü bir eğilim oluştu. İstanbul Sosyal Forumu’nun kurucularından Levent Şensever Dünya Sosyal Forumu’nu ve sosyal ağlar deneyimini anlattığı kitabında, “İstanbul Sosyal Forumu, daha önce İstanbul’da ‘Prag 2000’, ‘Borçlar Silinsin’ ve ‘Cenova 2001’ gibi kampanyaları düzenlemiş olan bir grup insanın inisiyatifiyle 2002 yılının Nisan ayında başladı” dedikten sonra bir dipnotta şunu vurguluyordu:

İçlerinde benim de bulunduğum bu kişilerin hepsi başlangıçta sadece Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) üyeleriyle sınırlıydı. Konuyla ilgili Kadıköy Moda Çay Bahçesi’nde yaptığımız ilk toplantıya şu isimler katılmıştı: Betül Genç, Balam Kenter, Ayça Çubukçu ve F. Levent Şensever. Ancak daha sonra bu grup hızla genişledi. Bu arada bir sosyal forum kurma fikrini, 2002’nin Nisan ayı sonunda İstanbul’da düzenlenen bir toplantıda, Küresel Sermayeye Karşı İzmir Girişimi’nden Erkan Kara ve Mevlüt Ülgen’le konuşmuştuk, bu arkadaşlar konuyla çok ilgilendiler ve daha sonra da İzmir’de bir sosyal forum girişimi başlatılmasında önemli rol oynadılar.53

Tüm gücümüzle bu hareketin inşa edilmesi için mücadele etmeye başlamıştık. Bunun birkaç nedeni vardı.

Antikapitalist hareket üzerine tartışmalar

Türk solunun hemen hemen tüm bileşenleri, bu yeni hareketi kavrama yeteneğini gösteremedi. Biz bu yeni hareketi antikapitalist bir meydan okuma olarak ele aldık. Çeşitli muhalefet unsurlarının birlikte davranmasının, etnik, çevresel veya yerel “dar” alanlarda muhalefet eden kişi ve grupların kapitalizmin başlıca üst kurumlarını hedef almasının mantığında antikapitalist bir öz vardı. Bu öz görülmeden hareketin aktif bir parçası olmak da mümkün değildi, harekete yardımcı olacak tartışmaları yapmak da.

Bir başka tartışma, hareketin Türkiye’de varlığı yokluğu üzerineydi. Cenova’da gerçekleşen G8 zirvesine karşı yaptığımız kampanya sona ermiş, Direnişi Küreselleştir adıyla şirket küreselleşmesine ve IMF politikalarına karşı bir platform kurmuştuk. Bu platformda faaliyetlerimizi dünya hareketinin bir parçası olarak örgütler ve Sosyal Forumların İstanbul ayağını inşa etmeye çalışırken ABD’de büyük saldırılar yaşandığı haberi geldi. 11 Eylül 2001 büyük bir olaydı, beklenmedik bir trajediydi. George W. Bush başkanlığında ABD askeri şov yapmak üzere bir intikam savaşı başlattı ve Afganistan haftalarca bombalandı.

ABD’nin intikam savaşına ilk tepki ABD’de yaşayan işçiler ve savaş karşıtlarından geldi, aktivistler “Benim adıma savaşma” kampanyaları düzenledi. Biz ise şirketlerin küreselleşmesine ve küresel kapitalizmin yarattığı yıkıma karşı örgütlediğimiz kampanyaları hemen savaşa karşı kampanyalara dönüştürdük.

Bu dönüşüm sırasında ilk engel, her zamanki gibi, hayatın tüm sorunlarının milli sınırlar içinde başlayıp yine bu sınırlar içinde çözümlenebileceğini düşünen bazı solculardan geldi. Antikapitalist hareketi, Cenova’daki eylemleri ‘küresel palyaçoluk’la itham edenler, bu hareket dünyada bir şekilde kendini var etse de Türkiye’de olmadığını iddia etmeye başlamışlardı. Bu iddia kurmak istediğimiz savaş karşıtı kampanyanın içeriğine zarar verdiği için tartışmak zorundaydık. Dünyayı yangın yerine çeviren bu hareket, evet, Türkiye’de de vardı. Zira bir hareket aslında fikrin ilk ortaya çıkışından, hazırlık toplantılarına, paneller, tartışma forumlarından işyerleri, mahalle ve okullarda bildiri dağıtmaya, protesto gösterilerinden eylemlerin değerlendirilmesi toplantılarına, ağlar oluşturmaktan sonuç bildirgesi yazmaya kadar tüm adımları kapsayan sürecin adıydı. Bu açıdan, eğer antikapitalist hareket, küresel sermayenin neo-liberal saldırılarına karşı bir patlamaysa, Türkiye’de de dönemin bir dizi eylemi, Mezarda Emeklilik yasasına karşı sokaklara çıkan 300 bin işçiden KESK’in doğrudan IMF karşıtı eylemlerine katılanlara kadar, bu öfkenin bir parçasıydı. Üstelik liberalizmin saldırıları mücadeleyi keskinleştiriyordu ve bu keskinlik kimi zaman, insanların sistemin bütününü görmesini sağlayan bir genelliğe ulaşabiliyordu. Mücadele eden unsurlar bir kez sistemin bütününü görmeye başladıklarında, sisteme muhalefet eden tüm toplumsal kesimlerle birlikte mücadele etmek için daha güçlü bir istek duyarlar. ABD’de sağcılıklarıyla ünlü sendikaların kaplumbağa sevenlerle yan yana gelmeleri, Türkiye’de de gençlik örgütleri, eşcinseller, travestiler, Kürtler, çevre örgütleri, pasifistler, işçi sendikaları, reformistler yan yana gelmeye başlamaları hareketin etkisini ve gücünü gösteriyordu. Beş sene öncesinde böyle bir yan yana geliş olamazdı.

Üstelik bu hareket milyonlarca aktivisti harekete geçirmişti. Hareketin aktivistleri hiyerarşiden nefret ediyor, hareketi sınırsız bir inisiyatifle örüyor, uzun süreli kampanyalar halinde örgütleniyor ve doğrudan eyleme hazırlanıyorlardı. Baskı aygıtlarıyla (polis, asker, atlı polis, gaz bombası, mahkemeler, gözaltılar ve hapishane gibi) göğüs göğüse gelmekten çekinmiyorlar “doğal” bir enternasyonalist anlayışa sahiptiler ve tartışmasız bir şekilde ezilenlerin uluslararası dayanışmasından yanaydılar. Hareket, bürokratik, tutucu, hantal aygıt, fikir ve geleneklerle arasına keskin bir mesafe koyuyordu, aktivistlerinin entelektüel ilgi alanları çok genişti ve mücadele konusu yapmak istedikleri sınırsız sorun tespit ediyorlardı. Aynı zamanda bu, aktivistlerin aşağıdan ve birleşik mücadelenin örülmesi için çabaladığı bir hareketti ve işçi sınıfı bu hareketin içinde çok önemli bir güçtü.54

Sayısız birey ve grupla görüşerek hızla savaşa karşı bir kampanya örgütlemeye başladık.

Savaşa karşı dev eylemler

Kampanya başlangıçta sönük ilerlese de devrimci Marksistlerin kampanyalar içindeki belirleyiciliği hareketin ilk adımlarını atmasında ve uzun süreli olmasında belirleyici oldu. Bir başka etkense, yine küresel hareketti. 11 Eylül sonrasında, savaş rüzgârları esmeye başlarken, antikapitalist hareket belki de hiç fire vermeden, savaş karşıtı harekete dönüştü. Seattle’dan beri yükselen antikapitalist hareketin üzerine oturmuş olması, savaş karşıtı hareketin dinamizmini, çok yönlülüğünü, kalıcılığını sağlama alıyordu. Hareketin büyük bir kesimi belki eylem gününden eylem gününe, ünlü konuşmacıların yer aldığı bir toplantıdan diğerine ortaya çıkıyor, ama yine büyük bir kesimi daha tutarlı, daha geniş bir muhalefet anlayışına sahip olduğu ve ABD’nin intikam savaşı ve Irak işgali planlarıyla emperyalizm arasında, emperyalizm ile neo-liberalizm arasındaki ilişkileri kurabildiği için çok birleştirici ve ilham verici olmuştu.

Türkiye’deki hareket, zorlu dönemlerinde küresel savaş karşıtı hareketin gücüyle ayakta kalmış, kısa sürede ise ileri fırlamıştı. Bir yandan savaş karşıtları olarak küresel eylem ağının içinde yer alıyor, öte yandan da Türkiye’de Filistin halkıyla dayanışmadan Afganistan savaşına karşı çıkmaya kadar çok sayıda savaş karşıtı kampanya örgütlüyordu. Sınırsız bir çeşitliliğe sahipti kampanyalarımız. Kurduğumuz Savaşa Hayır Platformu, (SaHP) hem küresel toplantılar ve şenlikler örgütlüyor hem de merkezi bir eylem planlıyordu. Merkezi eylem duyuldukça, çok sayıda kurum ve birey SaHP’a katılmaya başladı. Birçok şehirde savaş karşıtı platformlar mantar gibi bitmeye başlamıştı. Filistin halkıyla dayanışma eylemleri, devletin yasaklarına rağmen her yanı sarmaya başlamıştı. Fakat küresel hareketi yakından izleyen devrimci Marksistler bu türden dağınık eylemler yerine birleşik ve uzun vadeli bir kampanya ve bu kampanyanın sonucunda örgütlenecek bir miting için hazırlık yapmaya başlamıştı. 1 Mayıs 2002’de Savaşa Hayır Platformu birlikte bir kortej oluşturmuştu. Bu çok olumlu bir deneyimdi. Temmuz ayında yine platform aktivistleri olarak Paşabahçe grevinde işçilerle güçlü bir dayanışma örgütledik. Aynı ay İstanbul’da bir uluslararası savaş karşıtı forum ve konser örgütledik ve bu forumun sonunda 1 Aralık’ta büyük bir miting yapmak için karar aldık. Bu arada, Floransa’da 6-10 Kasım’da Birinci Avrupa Sosyal Forumu gerçekleşecekti. En kalabalık şekilde Floransa’daki forum hareketine ve eylemlere katılmaya karar verdik.

Bir yandan da iç politikada hükümet krizi ve erken seçim gündeme girmişti. Savaş karşıtı hareket, 28 Şubat darbesinin laik-dindar bölünmesini de aşmak açısından güçlü bir ivme oluşturmuş ve aşağıdan birlikte mücadele basıncı, siyasal İslamcı kurumlarla LGBTİ+’ların örgütlerini, sol partilerle sendikaları, çevre örgütlerini bir araya getirmeyi başarmıştı. 1 Aralık 2002’de yapacağımız mitingin örgütlenmesi için çok daha büyük bir hareket inşa etmek için çaba göstermeye başladık. Ekim ayında aynı zamanda DSİP bürosu olan Karakedi Kültür Merkezi’nde yapılan SaHp toplantıları yerine bu sefer TMMOB’nin toplantı salonunda buluştuk.1 Aralık örgütlenme toplantısı gelmiş geçmiş en geniş kapsamlı platformun kuruluşuna şahitlik edecekti. Her biri ayrı kurumları temsil eden 150 kişi katılmıştı toplantıya. Böylece, Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nu kurmuş olduk. 1 Aralık eylemi, katılımı açısından değil ama simgesel açıdan Türkiye’nin Seattle’ı olmayı başarmıştı. 1 Aralık buna rağmen bir dönüm noktası oldu. Bundan önce savaş karşıtı hareket çeşitli grupların zaman zaman yapmaya çalıştıkları içe kapalı küçük eylemlerle sınırlıydı. 1 Aralık her şeyden önce bunun aşılmasını sağladı. Kamuoyunda yarattığı etki, basında yer alış boyutları ile 1 Aralık “Türkiye’de de savaş karşıtı bir hareket var” dedirtti.

Öte yandan, onlarca örgütün bir araya gelmesi, çeşitli sendika, kitle örgütleri ve sol siyasal grupların yanı sıra İslamcı grupların da 1 Aralık’a katılması çok önemli yeni bir adım oldu. Bu, üzerinde savaş karşıtı hareketin çok daha güçlü boyutlarda inşa edilebileceği bir temel oluşturdu. SaHP, 1 Aralık eyleminde konuşmacı olarak İngiltere’den Stop the War Coalition aktivistlerinden, İşçi Partisi sol kanat milletvekillerinden Jeremy Corbyn’in İstanbul’a gelmesini sağlamıştı. Corbyn, mitingin bir başlangıç için çok başarılı olduğunu söylemişti.

Mitingden önce Floransa’da da dev bir gösteriye katılmıştık. Gösteride tahminlere göre 1 milyon kişi vardı. Daha sonra Türkiye’de yıllarca atılacak ve aktivistlerin simgesi haline gelecek “Biz, anti, antikapitalistiz!” sloganı, Floransa’dan dönen tüm aktivistlerin ağzındaydı.

1 Aralık eyleminin ardından Kahire’de Sosyal Forum’a, Ankara’da yeni bir savaş karşıtı mitinge katıldık. 29 Aralık’ta İslami çevrelerin ve insan hakları derneklerinin kurduğu Savaşa ve İşgale Hayır Platformu’nun davetiyle Çağlayan’da bir mitinge katıldık. SaHP’tan ben ve Barış Anneleri kampanyasından bir Kürt anne konuşmacıydı. Çok farklı kesimlerin miting alanında buluşması çok önemli bir adımdı ve hareketin tsunamiyi andıran etkisini gösteriyordu. Bu arada Floransa’da Sosyal Forum’da 15 Şubat 2003’te dünya çapında savaş karşıtı gösterilerin yapılması ve Irak işgalini başlamadan engelleme çabasının örgütlenmesi kararı alınmıştı.

15 Şubat 2003’ten önce, İstanbul’da 26 Ocak’ta Beyazıt Meydanı’nda on binlerce insanın katıldığı bir savaş karşıtı gösteri örgütledik. Çok yönlü bir kampanyayla, toplumun savaşa karşı olan kararlılığının bir ifadesi olmuştuk. Sayısız inisiyatif akla hayale gelmeyecek adımlar atıyordu, bir yandan Meclis etrafında vekiller üzerinde baskı kuruyor, bir yandan ‘100’ler Meclisi’ gibi etkinliklerle kamuoyu oluşturuyor, öte yandan da sokak stantları, basın açıklamalarıyla hareketin sürekliliğini sağlıyorduk. 1 Aralık’tan sonra 26 Ocak mitingini önermiştik. Floransa’daki etkinliğe giden yoldaşlarımız 15 Şubat gösterisinin karara bağlanması için tartışmalara katılmışlardı.

Bu arada 26 Ocak’ta Mersin’de gerçekleşen miting, 30 bin kişilik katılımıyla çok ses getirmişti. Van’da, Kars’ta, Manisa’da, Samsun’da, Kocaeli’de İzmir’de ve birçok başka şehirde binlerce savaş karşıtı sokaklarda sesini yükseltmişti.

DSİP üyelerinin ısrarıyla Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu 1 Mart’ta merkezi bir Ankara mitingi kararı almıştı. 15 Şubat’ta dünyada esen inanılmaz savaş karşıtı rüzgâr, Türkiye’de örgütlenen savaş karşıtı eylemlere müthiş bir güven kazandırmıştı. Atlantik’ten İzlanda’ya kadar yayılan 15 Şubat gösterileri dünyanın 600 kentinde birden gerçekleşti. Hareketi özetlemeye çalıştığım kitapta, 15 Şubat’ı şöyle özetlemiştim:

Dünya çapında 20 milyon kişinin gösterilere katıldığı söyleniyordu. Aynı sloganlarla, aynı taleplerle, aynı pankartlarla, aynı kararlılık ve aynı kızgınlıkla dünyanın 600 kentinde milyonlarca insanın antiemperyalist bir gösteriye çıkması, yepyeni bir durumdu. Bu, sadece, Bush’un kimseyi kandıramadığını, savaş yalanlarının ipliğinin küresel ölçekte pazara çıktığını göstermekle kalmıyordu. Savaş karşıtı hareket, savaş başlamadan Bush’u siyasal olarak mağlup etmişti. New York Times gazetesi, artık dünyada iki süpergücün olduğunu, ABD’nin gücünün karşısında küreselleşme karşıtlarının gücünün dikildiğini anlatmak zorunda kalıyordu. Seattle’dan beri atılan hiçbir adım boşa gitmemişti, milyonlarca afiş, her ülkede aktivistlerin yaptığı irili ufaklı on binlerce toplantı, gösteriler, teşhirler, film gösterileri, tartışmalar, yazılan kitaplar, radyo konuşmaları, işyeri toplantıları, kurulan yerel platformlar, uluslararası toplantılar … tek bir adım bile boşa atılmamıştı işte!55

15 Şubat’ın Türkiye’deki savaş karşıtları açısından başka bir süreçle çakışmış olması İstanbul’daki eyleme şiddetli bir polis müdahalesi yaşanmasına neden olmuştu. 15 Şubat’ta kampanyamızın çok sayıda temsilcisi, aktivisti gözaltına alınmış olsa da küresel savaş karşıtı hareketin gücü morallerimizi toparlamaya yetmişti. Sırada 1 Mart eylemi vardı.

1 Mart’ta Ankara’da dev bir miting gerçekleşti. Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nun çağrısıyla, toplumun savaşa karşı olduğu kesin olan milyonlarcası adına, onları temsilen mitinge katılma şansını bulabilenler, Sıhhiye Meydanı’nda “Savaşa hayır!” oyunu kullandılar. Meclis’e sunulan tezkere, Türkiye’de Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez kapsamlı yabancı asker konuşlanmasına olanak tanıyordu. Tezkerenin TBMM’de kabulü durumunda, Türkiye’nin limanları, havaalanları, demiryolları, hava sahası ve toprakları ABD askerinin kullanımına açılacaktı. Yurtdışına gönderilecek Türk askerinin sayısının belirtilmediği tezkereye göre, en fazla 62 bin ABD askeri, 65 helikopter ve 255 uçak altı ay süreyle Türkiye’de bulundurulabilecekti. Meclis’te neler olabileceğini kimse kestiremiyordu, ama halkın meclisi, savaş istemeyen %90’lık büyük çoğunluk adına Ankara’da Sıhhiye Meydanı’nda bir araya gelen 100 bin kişi kararını açıklamış, tezkereye hayır oyu vermiş, Meclis’te tezkereye hayır oyu vermek isteyen milletvekillerinin elini güçlendirmiş, hükümete tezkereyi meclisten geçirirse nasıl bir toplumsal güçle karşı karşıya kalacağını göstermişti.

Ve tezkere meclisten geçmedi!

1 Mart’ın küresel hareketin siyasal zaferi oldu. 1 Mart’ta bazı arkadaşlarımız da Londra’da savaş karşıtları konferansında buluşmuşlardı ve tezkerenin geçmemesi haberinin nasıl coşkuyla karşılandığını dönüşte anlatmışlardı.

Türkiye’de örgütlenen devrimci Marksistlerin, abartılamayacak kadar küçük güçlerle inşa ettiği hareketin dev boyutları, elde ettiği siyasal zafer ve AKP’ye yıllar sonra gerçekleşecek Gezi direnişinden önce tattırdığı ilk büyük yenilgi olarak mücadeleye katılan, savaşa karşı çıkan tüm birey ve kurumların moralini yükseltmişti.

Savaş karşıtı koordinasyon çeşitli eylemlerle devam etti. 6 Nisan’da Çağlayan Meydanı’nda büyük bir miting gerçekleşti. Ardından Koordinasyon içinde yaşanan tartışmalar çözümsüz bir evreye ulaştığında, Koordinasyon içinde yer alan bir dizi örgüt ve bütün sendikal konfederasyonlarla birlikte dünya çapında imzaya açılan bir metni imzalayan birey ve kurumlarla birlikte Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’nu kurduk. Küresel BAK’la, yoğun savaş karşıtı kampanyaları örgütlemeye devam ettik. Irak işgalini sürekli teşhir eden etkinlikler, basın açıklamaları, imza kampanyaları yapmayı sürdürdük, merkezi gösteriler inşa ettik. Küresel savaş karşıtı hareket de durulmamıştı. 2004 yılı da savaşa ve neo-liberalizme karşı hareketin dev adımlar attığı bir yıl oldu. 20 Mart’ta sadece ABD’de 250’den fazla şehir ve kasabada gösteriler yapıldı. En büyük bölgesel gösteriler 50 bin kişiyle San Francisco’da, 20 bin kişiyle Los Angeles’ta ve 10 bin kişiyle Chicago’da gerçekleştirildi. 20 Mart 2004’te 50 ülkede savaş karşıtı gösteriler düzenlendi. 19 Mart 2005 ise çok daha yaygın eylemlere sahne olacaktı. Sadece ABD’de 1 milyon kişi işgale karşı 700 bölgede eylem yaptı. Türkiye’de ise İstanbul’da düzenlenecek NATO zirvesine karşı “Gelme Bush” kampanyası ve merkezi mitinginin örgütlenmesinden, 2003 yılında ilk düzenlenmeye başlayan Barışarock festivallerine kadar sürekli kampanyalar örgütledik. İkinci Barışarock’a 6 bin kişi katılmışken, 2006 yılında 80 bin kişinin katıldığı Barışarock tam bir antikapitalist festival ve meydan okuma haline gelmişti. İstanbul Kadıköy’de savaş karşıtı kampanya, konserlerle, eylemlerle, düzenli toplantılarla devam etmişti. Önemli bir etkinlik olarak, Barış Panayırı yapmaya başlamıştık. Kadıköy’ün ortasına dev bir panayır çadırı dikerek içinde kapitalizmi her düzeyde teşhir eden etkinlikleri üç yıl arka arkaya sürdürmüştük.56

Dünya savaş karşıtlarının Bush ve tüm savaş suçlularını yargılayacağı Irak Dünya Mahkemesi’nin örgütlenme çabalarına omuz vermiştik.57

Bu hareket, sadece savaş karşıtı hareketin örgütlenmesini değil, bir dizi hareket arasındaki etkileşimi teşvik etmişti.

Küresel Eylem Grubu’nun doğuşu58

2009 yılında Radikal gazetesinde şöyle bir yazım çıkmıştı:

‘… Shell ve Exxon Mobil rüzgâr ve güneş enerjisi şirketleri olmalarını sağlayacak sıçramayı yapamıyorlar. Küçük yan şirketleri satın alıp işletebilirler. Ama küresel pozisyonları politikacıların, hükümetlerin ve orduların kurulu düzenlerine dayanıyor. Bunu rüzgâra çeviremezler. İklim değişimini durdurmak için girişilecek her adıma karşı mücadele ettiler. Son yıllara kadar bu konuda çok açık davrandılar. Şimdi biraz daha sinsiler, arkadan dolap çeviriyorlar. Ama kendiliğinden gitmeyecekler.’

Yukarıdaki satırlar Jonathan Neale’e ait. (Küresel ısınmayı durduralım, dünyayı değiştirelim!, 2009, Yordam Yayınları) Kitap çok değerli bilgileri içeriyor. Bu bilgilerin en önemli yanı ise küresel ısınmanın bir orta sınıf fantezisi olmadığını bir kez daha göstermesi. İklim değişimi, sulandırılamayacak, arada sırada gündeme alıp üzerine bir iki çift laf edilip geçilemeyecek kadar ciddi bir olay.59

İlk iklim eyleminden dört yıl sonra yeni bir eylem için çağrı yazısıydı bu. Türkiye’de ilk iklim aktivizmini örgütleyen kampanyanın kuruluşu 2005 yılında Jonathan Neale’in İstanbul’da konuşmacı olduğu bir toplantıyla başladı. 3 Aralık 2005’te Türkiye’de gerçekleşen ilk iklim mitinginin başlangıcı da bu toplantı olmuştu. İstanbul Sosyal Forumu kapsamında konuşmacı olarak toplantıya katılan Neale’le yaptığımız tartışmalarda, dünyanın her yerinde alarm zilleri çalacak bir iklim kampanyasını inşa etmenin acil olduğu fikrinde anlaşmıştık. Bu toplantının ardından aktivistlere yaptığımız çağrıyla yaklaşık 50 kişilik bir toplantıda yeni kampanyayı belirlemiştik. 3 Aralık 2005’te iklim krizinin tahribatlarına karşı küresel eylem günü ilan edilmişti. Mitinge 3 bin kişi katıldı.60

Mitingin ardından aktivistler daha kalıcı, “savaşlara, militarizme ve çokuluslu şirketlerin dünya çapında tahribatlarına karşı” bireylerin bir araya gelmesiyle ama konuya duyarlı tüm kurum ve kitlesel örgütlerin desteğini de alarak hareket edecek bir kampanya birliği kurdular. Kampanya birliğinin adı Küresel Eylem Grubu oldu. Yeşillerden aktivistler ve Greenpeace’in oldukça sol bir aktivist kuşağıyla birlikte, esas olarak DSİP’lilerin inşa ettiği bir kampanya birliği olarak, ses getiren kampanyalar inşa ettik. Kuşkusuz, her şey başlamadan önce iklim krizi konusunu sürekli gündemde tutan Açık Radyo’nun kurucularından Ömer Madra ve diğer arkadaşlarımızın katkısını hatırlatmaya gerek yok.

Kampanyanın politik çerçevesini çok özet bir biçimde belirledik ve sokakta yaptığımız sayısız kampanyanın ürünü olarak KEG’in ses çıkartacağı, karşısında mücadele edeceği güçleri şöyle tarif ettik: “İklim değişikliğine, nükleer santrallara, baraj ve HES’lere karşı küresel kampanya, mücadele ve eylem birliği.” Bu kampanyayı inşa eden tüm aktivistler hem sosyal forumlarda hem savaş karşıtı mücadele içinde tanıştığı için, benzer bir politik duyarlılık taşıyordu. Bu yüzden KEG içinde ırkçılık ve milliyetçilik gibi konularda da bir netlik vardı, DSİP’lilerin içinde yer aldığı hiçbir kampanyada ırkçı ve milliyetçi öğelerin tartışılmasına taviz verilemez.

KEG, 2005 yılından başlayarak, birçok şehirde arka arkaya kampanyalar örgütledi. 26 Nisan 2006’da “Sinop Çernobil olmayacak!” eylemi yapma kararı aldık. Çernobil’de yaşanan nükleer santral faciasının yıldönümü olduğu için, dört aylık bir kampanya ile, ulaşabildiğimiz tüm şehirlerde aynı gün nükleer santrallere karşı insan zinciri kurmayı kararlaştırdık. 29 Nisan’da ise Sinop’ta örgütlenen mitinge destek olmayı hedefledik. Tıpkı 3 Aralık mitingi gibi, nükleer santrallere karşı insan zinciri de İzmir, Bursa, Ankara ve İstanbul’da örgütlendi. İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde çok etkin bir insan zinciri örgütlendi. Memet Ali Alabora KEG adına basın açıklaması yaptı. Bir saatten daha uzun bir süre elele tutuşarak caddede sloganlar attık. “Sinop Çernobil olmayacak!”, “Çernobil’i unutma unutturma!”, “Nükleer santral istemiyoruz!”

Sinop’ta gerçekleşen miting de binlerce insanın katılımıyla çok büyük bir etki yarattı.

4 Kasım 2006’da Bali’de yapılan iklim zirvesi sırasında iklim değişikliğine karşı küresel protesto dalgasının ikincisi gerçekleşecekti. KEG Türkiye çapında bir kampanya başlattı. 4 Kasım 2006’da 100’e yakın ülkede irili ufaklı eylemler gerçekleşti. İstanbul’da o kışın en soğuk gününe rastlayan bu küresel eylem gününde KEG aktivistleri de Kadıköy Meydanı’nda sloganlar atarak bir yürüyüş gerçekleştirdi.

Ama KEG’in o güne kadarki en büyük kampanyası, 28 Nisan 2007’de Kadıköy’de büyük bir mitingle tamamlanacak olan “Başka bir enerji mümkün/Türkiye Kyoto’yu imzala!” kampanyasıydı.

Basında yer alma gücüyle, televizyonlarda gündem olmayı başarabilmesiyle, aydınlar ve sanatçılar arasında bulduğu destekle, çok sayıda kitle örgütünün aktif katılımıyla, internet üzerinden yapılan imza kampanyalarıyla, liselerde, üniversitelerde yapılan toplantılarıyla, sokaklarda dağıtılan on binlerce bildiriyle 28 Nisan kampanyası dev bir mitingle sonuçlandı ve pratik olarak da büyük bir başarı kazandı. 28 Nisan mitingi hem dünyadaki iklim hareketlerine moral verdi, hem hükümet üzerinde Kyoto Protokolü’nü onaylaması yönünde büyük bir basınç yarattı, hem de çeşitli şehirlerdeki yerel kampanyaları tek bir kampanyanın aktif bileşeni haline getirerek tüm mücadelelere kazanma umudu aşıladı. Aynı dönemde “Türkiye Kyoto’yu İmzala” başlığıyla düzenlenen bir imza kampanyasında 170 bin kişi Kyoto Protokolü’nün imzalanması için imza vermişti. Bir süre sonra hükümet Kyoto Protokolü’ne taraf olmak zorunda kaldı.

Fakat bu büyük eylemin gerçekleştiği tarih, Türkiye’de mücadelenin önünde bekleyen sert dönemeçleri gösteriyordu. Yılın başında, 19 Ocak’ta Hrant Dink öldürülmüştü. Bizim Kadıköy’de iklim krizine karşı miting yaptığımız gün Genelkurmay bildirisi yayınlanmış ve ordu hükümete e-muhtıra vermişti. Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından başlayan bir başka türden mücadele, muhtırayla beraber yeni bir ivme kazanmıştı.

İklim eylemlerinin savaş karşıtı eylemlerin içinden, savaş karşıtı hareketin ise ilk antikapitalist aktivizm patlamasının içinden çıkması, Uluslararası Sosyalistler’in hem tek tek hareketlerin içinde yaşanan tartışmalarda doğru politikaların kazanması hem de hareketlerin birbiriyle bağ kurmasının sağlanması için elzem olduğunu gösteriyordu. Bizim Türkiye’de 1 Mart’ta yaptığımızı, yani küçük güçlerle dev bir hareketi inşa etme görevinin altından kalkmayı, İngiltere’de yoldaşlarımız da başarmış ve 15 Şubat 2003’te dünya çapındaki en güçlü savaş karşıtı gösteri 2 milyonluk katılımla Londra’da gerçekleşmişti.61

Devrimci örgütlerin hareket içindeki, söz konusu kampanyalarda DSİP’in hareket içindeki önemi, iklim hareketi içindeki tartışmalarda çok daha net görülüyordu.

Biz, iklim krizinin kapitalizmin ürünü olduğunu, kapitalizm altında iklim krizinin tahribatlarını yavaşlatmak için mücadele etmek bir zorunluluk olsa da devletlerin ve şirketlerin geri adım atmaya ikna edilmesinin hemen hemen mümkün olmadığını savunuyorduk. Tıpkı savaş karşıtı mücadelede olduğu gibi, iklim krizine karşı hareketin kazanması için örgütlü işçi sınıfını harekete kazanmak gerektiği ise bir başka tartışma konumuzdu. Eğer Türkiye’de 1 Mart 2003’te savaş karşıtı bir zafer kazanıldıysa, bunun nedeni istisnasız tüm emek örgütlerinin harekete çekilmesiydi. Bu süreçte izlediğimiz taktikleri, sadece işçi sınıfının toplumun biricik devrimci potansiyeli olarak gören bir teorik ve siyasal yaklaşıma sahip olan sosyalistlerin başarması mümkündü.

İklim hareketinde, tek tek bireylerin karbon ayak izinin önemsiz bir tartışma olduğu ama şirketlerin karbon ayak izlerinin iklim krizinin başat sorumlusu olduğu tartışması önemli bir diğer başlıktı.

Bütün bu tartışmaları yaparken, bir yandan da etkili eylemler örgütlemek için sürekli bir faaliyet halinde olmak Sosyalist İşçi geleneğinin içinde yer alan aktivistlerinin sıradan görevi gibiydi.

İklim eylemlerini aralıksız örgütlemeye, kampanyayı daha da genişletmeye devam ettik.62 26 Nisan 2008’de İstanbul’da doğrudan nükleer santrallara karşı ilk mitingi örgütledik. Polonya’da yapılan hükümetler arası iklim zirvesini protesto etmek için 6 Aralık 2008’de İzmir, Kocaeli, Bursa, Ankara ve İstanbul’da eş zamanlı basın açıklamaları ve eylemler düzenledik. Küresel hareketin sloganlarına sahip çıktık. İstanbul’daki basın açıklamasını Mor ve Ötesi grubundan aktivistler KEG adına okudu. Basın açıklamasının ardından onlarca kurumun katıldığı alternatif iklim zirvesi düzenledik.

Bu kampanyanın ardından başladığımız yeni kampanya 25 Nisan’da Kadıköy’de gerçekleşen büyük bir mitingle sona erdi. “Güneş, rüzgâr, bize yeter!” sloganının sık sık atıldığı mitinge çok sayıda kurum ve sanatçı destek verdi.

2009 yılında 24 Ekim günü “350, Hemen Şimdi” kampanyası çok ses getirdi.63 “ppm”, milyonda bir parçacık anlamına gelen bir ifade. Eylemleri yaptığımız dönemde atmosferdeki karbondioksit oranı her bir milyon molekülün sadece 387’si ya da milyonda 387 parça düzeyinde bulunmakta. O zaman oranın 350’ye inmesi için çabalıyorduk ama bugün hedefin çok gerisindeyiz.

İklim krizine karşı hareket içinde binlerce aktivistle birlikte defalarca eylemler örgütledik.

Yıllar sonra, 2019 yılının Eylül ayında, Greta Thunberg’in başlattığı hareketin küresel eylem haftasına milyonlarca insan katıldı. Kadıköy’de hafta kapsamında yapılan yürüyüşe yaklaşık 5 bin kişi katıldı ve katılanların yüzde 90’ı genç, çok genç öğrencilerdi. 2019’un Şubat ayında iklim için okul grevleri 30’dan fazla ülkede yapıldı. 2019’un Mart’ında dünya genelinde 2 milyon öğrenci sokaklara çıktı ve aynı yıl Eylül ayında 169 ülkede, 6100 noktada, 73 sendika, 820 sivil toplum örgütünün destek verdiği, 7 milyon kişinin katıldığı muazzam bir küresel harekete dönüşüp bir isyan dalgası haline geldi.

Bu gelişme, Greta Thunberg’in keskin antikapitalist yol haritası, bugünün iklim aktivizminin hem dünkü hareketin bir devamı ama hem de çok daha gelişkin yeni bir evresi olduğunu gösteriyor.

Bu hareketin ve hareketin tartışmalarının parçası olmayı hâlâ sürdürüyoruz. 2009’dan sonra etkin kampanyalar yapmayı sürdürdük.64 Fakat aynı zamanda iki yıldır, askeri darbeler, Hrant Dink cinayetinin aydınlatılması gibi politik sorunlar etrafında da kampanya yapıyorduk.

“Hepimiz Ermeni’yiz!”

Bugün, Hrant Dink’in neden ve nasıl öldürüldüğünü hepimiz biliyoruz. 19 Ocak 2007’de kurucusu olduğu Agos gazetesinin önünde ırkçı bir katil tarafından vuruldu. Hrant Dink’in öldürülmesinde sorumluluğu bulunan kamu görevlilerinin 130 duruşmada yargılandığı mahkeme sürecinin karar aşamasında Dink’in avukatları şöyle bir açıklama yaptı:

Hrant Dink öldürülmeden bir hafta önce, 12 Ocak 2007 tarihinde ise ‘Niçin Hedef Seçildim’ başlığını taşıyan bir yazı kalem almış, bu yazısında, Genelkurmay Başkanlığı’nın 21 Şubat 2004 tarihli basın açıklamasını, bu açıklamanın ardından İstanbul Valiliğine çağrılmasını ve 24 Şubat 2004 tarihinde İstanbul Valiliğinde yapılan görüşmeyi, Agos Gazetesi önünde yapılan eylemleri ve bu süreçlerde hissettiklerini anlatmış ve yazısının sonlarında da ‘artık hedefte’ olduğunu belirtmiş, “Ve işte yine uçurumun kıyısındaydım. Peşimde tekrar birileri vardı. Onları seziyordum. Ve onların Kerinçsiz ekibiyle sınırlı ve salt onlardan oluşacak denli sıradan ve görünür olmadıklarını çok iyi biliyordum.” demek sureti ile yazısını sonlandırmıştır.

(…)

  1. Cinayete giden süreçte yaşananlar ve Hrant Dink’e yönelik linç sürecini örgütleyenler hakkında etkili bir soruşturma yürütülmedi ve cinayete giden süreçte yer alan kişilerin cinayet ile bağlarını açığa çıkarmaya yönelik soruşturma derinleştirilmedi. Oysaki cinayete giden süreçte yaşananlar ile cinayet arasında doğrudan bir bağ bulunmakta idi. Şüpheli sıfatı ile ifadeleri alınan Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz ile Oktay Yıldırım hakkında kovuşturmasızlık kararı oluşturuldu.
  2. Cinayette sorumluluğu olan veya sorumluluğu tartışılan kurumların vermiş oldukları yanıtlar ile yetinildi ve kurum arşivlerinde inceleme yapılmadı [Cinayette sorumluluğu olan Devlet görevlilerinin bir kısmı, hatta önemli bir bölümü cinayete dair soruşturmanın yürütümünde görev aldılar, yanı sıra soruşturma ve dava dosyalarına bilgi ve belge gönderdiler ve beyanlarda bulundular].
  3. Cinayette sorumluluğu olan İstanbul Valilik görevlileri ile İstanbul ve Trabzon MİT Bölge Başkanlığı görevlilerini soruşturulmadı [yalnızca 2004 yılında İstanbul Valiliğinde Hrant Dink ile görüşmeye katılan vali yardımcısı Ergun Güngör ile MİT İstanbul Bölge Başkanlığı görevlisi Özel Yılmaz’ın şüpheli sıfatı ile ifadesini aldı ve E.Güngör ile Ö.Yılmaz hakkında ‘kovuşturmasızlık’ kararı oluşturuldu].
  4. Cinayette sorumluluğu bulunan İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü ile Emniyet Genel Müdürlüğünün bir kısım görevlisi hakkında iddianame düzenlenmedi.
  5. Elbette en önemlisi de somut olarak cinayetin kim veya kimler tarafından ve hangi süreçlerden geçirilerek karara bağlandığı açığa çıkarılamadı.65

Hrant Dink’i öldüren tetikçi ve etrafı, cinayette parmağı olanlar ve en sonunda kamu görevlileri yargılandı. Ama mahkemelerin verdiği karar, hiçbir şekilde bu cinayetin arkasındaki gerçeği bütün açıklığıyla ortaya sermedi. Hrant Dink, Ermeni bir sosyalist olduğu için öldürüldü. Bu cinayetin arkasında devletin içindeki tüm derin yapılanmalar, bürokraside yer alan çok sayıda isim, güvenlik görevlisi, polis-jandarma-MİT’ten yöneticiler yer alıyor. Mahkemeler ise devletin o günkü ihtiyaçlarına göre bir suçlu belirliyor. 2021 yılındaki son mahkeme de özellikle bitmesine yakın gösterdiği performansla tam bir hayal kırıklığıydı. Mahkeme bittiğinde çoğumuz şöyle bir kızgınlık içindeydik: Açıklanan karar karar değil. Resmi tarih inşa ediliyor. Hrant Dink Ermeni ve sosyalist bir gazeteci olduğu için öldürüldü ve bu cinayetin sadece devlet içindeki bir kanada yıkılması imkânsız. Irkçı ulusalcı bir linç kampanyasının adım adım inşa edilmesi sonucunda katledildi Hrant Dink. Bu davanın bitmesini isterdik gerçekten, ama böyle bitemez. 14 yıl geçti aradan. Ama bu cinayete bulaşan herkes en ağır cezayı almadan bu dava bitmeyeceği için de aslında bir başlangıçtı.

Dava, sanki Genelkurmay Hrant Dink’i hedef göstermemiş gibi, sanki ulusalcılar, ırkçılar ve faşistler açıktan tehdit etmemiş gibi, mahkemelerde linç girişimleri yaşanmamış gibi tamamlandı.

Mahkeme nasıl tamamlanırsa tamamlansın, Hrant Dink’in ölümünün ardından şişeden çıkan cini yeniden şişeye sokma olanağına sahip değil hiç kimse.

Hrant Dink’in arkasından yüz binler yürüdü. Ağladı. O gündür bugündür gözü yaşlı, öfkeli ve kararlı bir şekilde mücadele ediyoruz. Hrant Dink’in ardından bir solcunun ya da bir sol grubun yaptığı bir işle övünmesi izah edilebilir durum değildir. Övünülecek tek bir olay olurdu, cinayeti engellemek. Ondan sonrası, hesap sorma mücadelesine yapılan katkılardır.

Fakat “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz!” sloganı konusunda bir tartışma gerekli. Çünkü bu slogan, bazı kurum temsilcilerinin kendi aralarında yaptıkları görüşmelerde tespit edilmiş gibi anlatılıyor. Oysa bu slogan, Hrant Dink’in cansız bedeni ambulansa kaldırıldıktan hemen sonra ne yapacağını bilemeyen öfkeli Ermeni ve diğer halklardan 100 kadar sosyalistin haykırdığı bir isyan, çığlık, öfke, gözyaşı ifadesiydi. Agos’un önünden hemen Taksim’e yürüyüşe geçmiştik ve ısrarla “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz!” diye bağırıyorduk. Taksim tramvay durağına kadar böyle yürüdük. Tramvay durağında kalabalık birikmeye başladı. Kalabalığın birikmesiyle başka sol gruplar da meydana gelmeye başladılar ve ne yazık ki, “Türk, Kürt, Ermeni, yaşasın halkların kardeşliği” gibi bir sloganla Hrant Dink cinayetinin bağlamını kaydırmaya çalıştılar. Fakat hem o meydanda, hem akşam yapılan ve cenazenin örgütlenme toplantısında, hem de toplantıda sonra akşam saatlerinde, karanlıkta Agos’un önüne yapılan ve binlerce insanın katıldığı yürüyüşte “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz!” sloganı yankılandı, herkesi sardı, yakın tarihin en büyük cenaze törenlerinden birisinde binlerce lolipopun üzerine yazıldı.66

Hrant Dink’in arkasından bu kadar büyük bir kalabalığın, üstelik “Hepimiz Ermeni’yiz!” diyerek yürüyebilmesinin asli nedeni, Hrant Dink’in kendisidir. Sürdürdüğü ısrarlı mücadeledir. Sorunu, herkesin beynine ve kalbine aynı anda dokunarak anlatma yeteneğidir. Düşmanlarını çaresiz bırakan hikâye anlatma ustalığıdır. Kendi hayatının tüm deneylerini, 1915’te kaybettiğimiz atalarının hikayelerinin içinden süzüp çıkartabilmesidir.

Hrant Dink’i öldürenlerin amacı ne olursa olsun, cenazesi, ırkçılığa ve milliyetçiliğe, güncel ve tarihsel sert bir yanıt oldu. Cenaze yürüyüşü boyunca tek bir slogan atılmadı ama o sessizliğin sesi o kadar sarsıcıydı ki!

19 Ocak’tan birkaç ay sonra, AKP iktidarının cumhurbaşkanı seçtirmesini engellemek için devreye sokulan bayrak mitingleri ve 367 uyanıklığı67 seçimlerin gündeme gelmesine neden oldu. İstanbul’un her iki yakasında öne çıkan bağımsız adaylar Ufuk Uras ve Baskın Oran’ın seçim kampanyaları, başından sonuna kadar, “Hepimiz Ermeni’yiz!” kampanyaları olarak da örgütlendi. her iki adayın etrafında ırkçılığa, milliyetçiliğe ve darbe girişimlerine karşı kitlesel, binlerce aktivist birikmişti.

Dink cinayetinden kısa bir süre sonra, “Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe” adında bir inisiyatif kurmuştuk. Bu inisiyatif hem seçim kampanyalarında şekillenmiş, hem de giderek ırkçılığın her görünümüyle yüzleşme konusunda eşi benzeri olmayan adımlar atmıştı.68

Türkiye’nin tek din, tek milletleştirilmesi sürecinde yaşanan tüm acılarla yüzleşme mücadelesinde DurDe Platformu çok önemli bir misyon üstlendi. Irkçı baskılara, ırkçı söylemlere, nefret söylemine karşı kampanyalarla direndi. Hrant Dink’in yargılandığı 301. Madde’nin kaldırılması için kampanyalar yaptı.

Devrimci bir örgütün bütün bu kampanyaları inşa etmesindeki önem şu örnekte çok belirginleşiyor. 2007 yılında yapılan antikapitalist savaş karşıtı festival Barışarock’ta, Ufuk Uras ve Baskın Oran seçim kampanyalarının ardından yeni ve kitlesel bir solun inşa edilmesi için stantlar açmıştık. Aynı zamanda Filistin’in İsrail tarafından işgaline, iklim değişiminin durdurulması için ve ırkçılığa karşı stantlar açmıştık. DurDe Platformu, “301. Madde’ye hayır” kampanyasını Barışarock alanında binlerce insana duyurmuştu. Devrimci Marksistler için bütün bu kampanyaların birbirine bağlanması, savaşın, Türkiye’nin kuruluş sürecindeki acıların, askeri darbelerin ve darbe girişimlerinin, iklim krizinin, ırkçı ve milliyetçi linç girişimlerinin, kadınların ezilmesinin, LGBTİ+’lar üzerindeki baskıların, dindar kitleler üzerindeki devlet zorbalığının, Kürt halkının ezilmişliğinin birbiriyle ve kapitalizmin genel işleyişiyle bağlantısını kurmak çok önemliydi. Bunu yaparken, kitlesel bir sol alternatifin yaratılmasının, devrimci bir partinin inşa edilmesinin neden gerekli olduğunu tartışmak da eşit derecede belirleyici bir tartışmaydı.

Kitleler arasında, kitlelerden öğrenip kitleleri yönlendirecek vasıfta aktivistler 1980’li yılların sonuyla 1990’lı yılların sonları arasındaki süreçte şekillendi. 2000’lerin ilk on yılı, belirleyici bir dizi hareketin bütün düzeylerde inşasında olmazsa olmaz bir rol oynadık. Yıllar sonra Joseph Choonara’nın vurgulayacağı nokta, o zaman da açıktı:

Bu, yüzyılın başından bu yana yaşanan mücadelenin üçüncü dalgası. Önce 1990’ların sonundan 2000’lerin ortalarına dek neoliberal küreselleşme karşıtı hareketlerin geliştiğine tanık olduk. Bunlar bilhassa Dünya Ticaret Örgütü, G8, IMF, Dünya Bankası gibi kurumlara muhalif hareketlerdi ve Avrupa Sosyal Forumu ile Dünya Sosyal Forumları’nda gerçekleştirilen toplantılarda görünür hale geldiler. Ancak mücadelenin yükseldiği yer, ayaklanmaların hükümetleri iktidardan ardı ardına süpürdüğü Latin Amerika oldu. Bu kıtasal mücadele, Venezuela’da Hugo Chavez, Bolivya’da Evo Morales, Ekvator’da Rafael Correa’nın kurduğu veya Brezilya’da (Luiz Inácio Lula da Silva) daha ılımlı bir modeline tanık olduğumuz, sola dönüş hükümetleri (Pink Tide) olarak bilinen milliyetçi sol rejimlerin ortaya çıkmasıyla sonuçlandı.69

Choonara’nın mücadelenin birinci dalgası dediği döneme çok iyi hazırlandık ve bu dönemi yakaladık. Bu mücadele içinde sayısız deneyim biriktirdik. Sonra, daha çok kitaplardan okuduğumuz politik devrim dalgalarıyla sonuçlanan ikinci mücadele dalgasının muazzam deneylerini de yaşadık. Arap Baharı’nda halk isyanlarıyla diktatörlerin devrilişine tanık olduk, dayanışma eylemleri örgütledik. Türkiye’de bu süreci, özellikle 2007’den sonra, hem askeri darbe girişimlerine, tüm vesayet odaklarına karşı mücadelenin inşasında aktif rol alarak hem de AKP’nin uyguladığı neo-liberal politikalara karşı antikapitalist bir alternatifi inşa etmek üzere işçi sınıfı içerisinde örgütlenmeye çalışarak, tartışarak ve mücadele ederek yaşadık. Ezen ezilen ilişkisinde daima, hiçbir koşul koymadan ezilenden yana tutum almak, kendi egemen sınıfından bağımsız bir siyasal odak inşa etmek ve işçi sınıfı hareketinin tüm ezilenlerin politik kürsüsü olmayı başardığı takdirde kendi kurtuluşu için radikal bir hamle yapacağını bilerek sosyalizm mücadelesi veren bir devrimci örgütü inşa etme çabası, başarıyı garanti edecek kestirme hiçbir yolu olmayan bir süreç. Mücadelenin yeni bir dalgasında toplumsal hareketlerin başarılı toplumsal bir devrime evrilmesi için işçi sınıfının bakış açısından örgütlenmeye devam ediyoruz.

Kaynakça

Agos, 2021, “Bütünlüklü bir yargılama olanağı kalmadı”, http://www.agos.com.tr/tr/yazi/25199/butunluklu-bir-yargilama-olanagi-kalmadi

Akyıldırım, Volkan ve Karakaş, Şenol, 2011, Enternasyonal Dünya Devriminin Partisi, Sosyalist İşçi broşür eki.

Başak, Yakup, 1992,  “Yahudilerin 500 Yılı ve Türk şovenizmi”, Sosyalist İşçi, sf. 28.

Beyhan, Berna, 1995, “Reformlar için mücadele gerçek, reformizm ise bir düştür”, Sosyalist İşçi (Ağustos)

Bianet, 2007, “5 Dakika Dur! Küreyi Isıtma!”, https://m.bianet.org/bianet/print/92755-5-dakika-dur-kureyi-isitma

Bulut, Mehmet Ali, 1988, “Bürokrasinin İktidarı”, İşçiler ve Toplum, sf35.

Callinicos, Alex ve Harman, Chris, 1994, Değişen işçi sınıfı/Günümüzde sınıf yapısı üzerine denemeler, Çev. Osman Akınhay, Z Yayınları, İstanbul.

Callinicos, Alex, 1990, Troçkizm, Çev. Mahmut Kurdoğlu, Z Yayınları, İstanbul.

Callinicos, Alex, 2001, Antikapitalist Hareket ve Devrimci Marksistler, Çev. Orhan Bulut, Sosyalist İşçi broşür eki.

Choonara, Joseph, 2019, “Yeni bir isyan dalgası”, https://marksist.org/icerik/Teori/13331/Yeni-bir-isyan-dalgasi

Cliff, Tony,  2018, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, Z yayınları, İstanbul.

Cliff, Tony, 1987, Lenin Cilt I, Partinin İnşası, Çev. Tarık Kaya, Z Yayınları, İstanbul

Cliff, Tony, 1997, “Uluslararası Sosyalizm Akımı’nın 50 Yılı”, Enternasyonal Sosyalizm, sf. 19-20

Cliff, Tony, 2016, Aksayan Sürekli Devrim, Sosyalist İşçi broşür eki, İstanbul.

Çınar, Nihat, 1993, Türkiye Kapitalizminin Krizi (I), Sosyalist İşçi.

Darbeye Hayır!, 1997, Sosyalist İşçi. (12 Mart)

Dönmez, Özden, 1995, Aşağıdan sosyalizm: Gerçek Marksist geleneğin sosyalizm anlayışı, Sosyalist İşçi, sf. 31. (27 Aralık)

Erdoğan, Erkin, 2005,  Neoliberal Hegemonyaya Karşı Gelişen Sosyal Hareketler ve Dünya Sosyal Forumu, İstanbul, sf. 104. http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/48553.pdf

Fırat, Dilek, 1987, “Sovyet Devleti”, İşçiler ve Toplum, sf. 103  

“Fransa’da işçiler mücadeleyle kazandı”, Sosyalist İşçi, 1995 

“Fransız işçiler mücadelede kararlı”, Sosyalist İşçi, 1995.

Genç, Betül, 1994, “Stalinist Siyasetler İran’da İflas Etti”, Sosyalist İşçi.

Gökırmak, Recep, 1985, “Ermeni Katliamı Üzerine”, Sosyalist İşçi s. 13. 

Gür, Yalçın, 1988, “Rus Popülizmi Üzerine Notlar”, İşçiler ve Toplum, sf. 75

Harman, Chris,  Peygamber ve İşçi Sınıfı, Antikapitalist broşürler dizisi, sf16.

Harman, Chris, 2018, Rusya’da devlet Kapitalizmi, Z Yayınları, İstanbul.

Karakaş, Şenol, 1995, “Türk solu ve devrimci sosyalizmin yöntemi” 

Karakaş, Şenol, 2009, “Küre ısınıyor, vakit azalıyor”, Radikal gazetesi, http://www.radikal.com.tr/radikal2/kure-isiniyor-vakit-azaliyor-932014/

Karakaş, Şenol, 2015, Biz Bu Savaşı Durdurabiliriz, Metis Yayınları, İstanbul.

Karakaş, Şenol, 2015, Milli Bir Sosyalizm Mümkün mü?, Sosyalist İşçi  broşür eki, sf4-5.

Karakaş, Şenol, 2018, “Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler?”, Enternasyonal Sosyalizm.

Karakaş, Şenol, “Bir sosyal şovenistle tartışmanın zorluğu ya da Kürdistan bağımsızlık referandumuna dair (I)”, Marksist.org. https://marksist.org/icerik/Yazar/7994/Bir-sosyal-sovenistle-tartismanin-zorlugu-ya-da-Kurdistan-bagimsizlik-referandumuna-dair-I

Kimber, Charlie, 2019, “Yirmi yıl önce”, https://marksist.org/icerik/Teori/13276/Yirmi-yil-once

Lenin, 1982, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, Çev. Muzaffer İlhan Erdost, Sol Yayınları, Ankara.

Margulies, Roni, 1997, “Birini ezmek, birini kazanmak”, Enternasyonal Sosyalizm.

Margulies, Roni, 2007, Türkiye Kimlerindir?, Sosyalist İşçi, sf. 4.

Margulies, Roni, 2014, “Kemalizm, Stalinizm ve Türk Solu”, Sosyalist İşçi broşür eki.

Önen, Yıldız, 2015, “SAVAŞA HAYIR” DEMENİN BİRLEŞTİRİCİ GÜCÜ: “IRAK’TA SAVAŞA HAYIR KOORDİNASYONU” DENEYİMİNİN TÜRKİYE’DEKİ SİYASAL KÜLTÜRE ETKİSİ, https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezDetay.jsp?id=eLLNokEfNH3jznH_4rqwKw&no=jvWPmfIDms-VJh4oNvbB4Q

Özinanır, Can Irmak, 2010,Elitizmin karşıtı aşağıdan sosyalizm”, Sosyalist İşçi.

Selanikli, Nevzat, 1987, “Ortalıkta Dolaşan Hayalet: Popülizm”, İşçiler ve Toplum sayı 1, s.39.

Sosyalist İşçi, 1999, “Oylar ÖDP’ye, (1 Nisan)

Sosyalist İşçi, 2009, s. 360.

Şensever, Levent, 2003, Dünya Sosyal Forumu, Metis Yayınları, İstanbul.

Tarkan, Doğan, 1991, “Geçmişimiz”, Enternasyonal Sosyalizm, sayı 1.

Tarkan, Doğan, 1993, “Aydınlık Yazarının Yahudi Düşmanlığı”, Sosyalist İşçi, sf. 9.

Troçki, Leon, 1975, Lenin, Çev. Orhan Suda, Suda Yayınları, İstanbul.

Walicki, Andrzej, 1987, Rus Düşünce Tarihi, 1760-1900/Aydınlanmadan Marksizme, Çev. Alâeddin Şenel, V Yayınları, Ankara.

Yıldırım, Ahmet, 2002, “Orta yolcu politikalar kaybettiriyor!”, Enternasyonal Sosyalizm.

 

Gezi günlerinde Ankara’da bir gaz fişeğiyle başından vurulduktan 5 yıl sonra beyin kanamasından hayatını kaybeden yoldaşım Seval Duman Erol’un anısına…

Lenin biyografisinde Tony Cliff Lenin’in Ne Yapmalı başlıklı eserinden şu cümleleri alıntılıyor: “Birçokları (Rus sosyalistlerinin-Tony Cliff) devrimci düşüncelerine Narodnaya Volya taraftarı olarak başladılar. Neredeyse hepsi gençliklerinde terörist kahramanlara coşkuyla taptılar.” Cliff, 1987, s. 18.

Walicki, 1987, s. 180.181

Sosyalist İşçi, 2009, 360.

Selanikli, 1987, s. 39. İşçiler ve Toplum’un, 1980’lerin ikinci yarısında yayınlanmaya başlayan bir dergi olarak, Türkiye’de gerçek Marksist geleneğin teorik berraklaşma sürecinde çok önemli bir yeri vardır.

Troçki, 1975, s. 15-16

Gür, 1988, Rus Popülizmi Üzerine Notlar, İşçiler ve Toplum, sf. 75

“Rusya’da yaşanan 1905 ve 1917 devrimleri sıradan insanların iktidarı alabileceğini ve kendi öz iktidar organlarını yaratabileceklerini bir kere daha kanıtladı. Milyonlarca sıradan insan, basit talepler etrafında bir araya geldiler ve hareket dünyanın ilk işçi iktidarı ile sonuçlandı. İşçiler, Sovyet adı verilen konseyler kurdular, kendi temsilcilerini seçtiler ve iktidara doğrudan katıldılar. Lenin, işçi iktidarının mümkün olmadığın söyleyenlere “Bir aşçıya bile devleti yönetmeyi öğreteceğiz” diye cevap veriyordu.” Özinanır, 2010, 399

Fırat, 1987, s. 103. Sovyet ve 1905 ve 1917 devrimleri sırasında önde gelen Rus devrimcilerin Sovyet hakkında nasıl bir tutum aldıklarını toparlayan ve güncelliğini hâlâ koruyan bir yazı.

10 O yıllarda İşçiler ve Toplum dergisinde Mehmet Ali Bulut ismiyle yazılar yazan Doğan Tarkan, derginin 5. sayısında Rusya’da bürokrasinin gelişimi konusunda Lenin’den şu dramatik cümleleri alıntılamıştı: “Biz eski devlet mekanizmasını devraldık, bu bizim talihsizliğimizdir. Sık sık bu mekanizma bize karşı çalışmaktadır. 1917’de iktidarı aldığımızda hükümet memurları bizi sabote ettiler. Bu bizi çok ürküttü ve ‘lütfen geri gelin’ diye yakardık. Hepsi geri geldi, fakat bu da bizim talihsizliğimizdi. Şimdi koskoca bir devlet çalışanları ordumuz var, fakat üzerlerinde kontrolü oluşturacak eğitilmiş güçler yok. Pratikte tepede biz politik iktidarı kullanırken mekanizma nasılsa işliyor; fakat aşağıda hükümet memurları tamamen keyfi bir kontrole sahipler ve sık sık kontrollerini bizim tedbirlerimize karşı kullanıyorlar. Yukarıda, ne kadar olduğunu bilmiyorum, fakat her halükarda, sanırım birkaç bin, dışarıda ise birkaç on bin kendi insanımız var. Aşağıda ise, bazen bilerek ve bazen bilmeden bizim aleyhimize çalışan Çardan ve burjuva toplumundan aldığımız yüz binlerce eski memur var.” Bulut, 1988, Bürokrasinin İktidarı, sf. 35.

11 Tarkan, 1997, s. 1

12 Karakaş, 1995, sf 19.

13 Harman, 1990, sf. 16.

14 Cliff, 2018, sf. 46-47

15 “Stalin’in zaferinden sonra, çizgi bütünüyle değişti. Stalinizm’in sözcüleri “devletin sönmesi” üzerine konuşmaya son verdiler. Öyle ki, “tek ülkede sosyalizm” ve hatta “tek ülkede komünizmin” devletin güçlenmesiyle el ele gelişeceğini öne sürerek gerçekte tam karşı saflara geçtiler.” Cliff, aynı eserin 137-138 sayfalarında.

16 Cliff, “Aksayan Sürekli Devrim” makalesinde, Troçki’nin sürekli devrim tezlerinin doğrulandığını ama “dünya çapında önem taşıyan iki olay(ın), Çin’de Mao’nun ve Küba’da Castro’nun iktidara gelişi(nin), Troçki’nin teorisinin neredeyse tüm varsayımlarına meydan okuyor gibi görünmekte” olduğunu vurguluyor. Cliff, 2018, sf7. Bugün, arada sırada yapılan ve neden yapıldığına akıl sır ermeyen Küba güzellemeleri ve yine arada sırada özellikle antiABD’ciliği antiemperyalist olmakla eş tutanların yaptığı Çin güzellemeleri dışında, işçi sınıfı hareketine doğrudan bağlı olmayan politik devrimlerin akıbeti konusunda sol saflarda genel bir anlaşma olduğunu söyleyebiliriz. Belki bu konu da güncelliğini yitirmiş görünmektedir. Kuşkusuz Arap Baharı’na bir de bu tez açısından yeniden yeniden bakmakta fayda var.

17 Bu hem o dönem güncel bir tartışmaydı hem de bugünün siyasal stratejileri açısından güncelliğini koruyor. Sosyalist devrime bir türlü sıra gelememesi ve mutlaka güncel ve ağırlıklı sorunların çözülmesi yaklaşımından kaçış mümkün olmuyor. O dönemde, İran devrimi tartışmalarında “aşamalı devrim” sorunu sık sık ele alınmak zorundaydı. “TUDEH 1953 darbesi ile yıkılan ulusal cephe hükümetini desteklemişti. Aşamalı devrim teorisini savunuyordu ve 53’teki başarısızlığının nedenini işçi hareketinin bağımsız önderliğini savunmamasında değil burjuva hükümeti yeterince desteklememesinde arıyordu. 1978’de hareket başladığında parti uzun süredir dağınık ve pasif bir grup halindeydi. Tudeh, Şah’ın devrilmesinden sonra kurulan Geçici Hükümet’in anti emperyalist bir niteliğe sahip olduğunu düşünüyordu ve bu temelde hükümeti destekledi. Bu, Stalinizm’in burjuvazi içinde ‘ilerici’ kesimler arama ve ittifak kurma şeklindeki politikasının sonucuydu.” Genç, 1994, sf. 18.

18 Margulies, 2014.

19 Cliff, 1987, sf. 217.

20 Margulies, age.

21 Karakaş, 2015, sf4.

22 Gökırmak, 1985, sf 6-7.

23 Margulies, 2007, sf. 4.

24 Lenin, 1982, sf. 48. Lenin’in ulusal sorun tartışmalarında ezen ulusun sosyalistlerinin ezilen halkın mücadelesine yaklaşımında kullanmak üzere formüle edilen bu tezi, egemen ulus milliyetçiliğinin bütün tezahürleriyle mücadelede çok önemli bir araçtır: “Eğer biz, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi kavramının anlamını, hukuksal tanımlamalarla cambazlıklar yaparak ya da soyut tanımlamalar ‘icat ederek’ değil de, ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi koşullarını inceleyerek öğrenmek istiyorsak, varacağımız sonuç kaçınılmaz olarak ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinin o ulusların yabancı ulusal bütünlerden siyasal bakımdan ayrılma ve bağımsız bir ulusal devlet oluşturmaları anlamına geldiği sonucudur.”

25 Karakaş, 2017. Sadece o günler açısından önemli değildi. Ulusal sorunlar bugünün dünyasında katmerlenerek sürüyor. Üç sene önce Irak Kürdistanı’nda yapılan referanduma da Bask bölgesinde yapılan referanduma da Türkiye’de mücadele eden bazı örgütler karşı çıkma becerisini gösterebilmişti!

26 Çınar, 1993, sf. 13.

27 KÇSKK o dönem işçi hareketinin en dinamik platformu olarak öne çıkmıştı. Müthiş bir mücadele örgütüydü, eğitim-öğretim alanında çalışan işçiler, sağlık çalışanları, belediye, enerji, postane, ev temizlik çalışanları sınıf hareketinin bütününü belirleyen bir hareketlilik içindeydi. Kamu çalışanlarının yoğun eylemlerle aşağıdan yukarıya nasıl bir örgütlenme ve hak kazanma mücadelesi verdiğinin hikayesi KESK’in internet sitesinde ayrıntılı bir şekilde aktarılıyor. 1990’larda yayınlanan Sosyalist İşçi dergi ve gazeteleri de kamu çalışanlarının mücadele haber ve yorumlarıyla doludur. https://kesk.org.tr/2010/03/31/kamu-emekcilerinin-orgutlenme-sureci/

28 En başından itibaren, “Beyaz Yakalılar İşçi mi?” gibi makalelerle bu tartışmalara sürdürüyorduk. Sosyalist İşçi’nin 1993 yılında yayınlanan beşinci sayısında Hazel Croft’tan yaptığımız çeviri çok güçlü argümanlar sunuyordu.

29 Callinicos ve Harman, 1994.

30 Yakup Başak adıyla yazan Roni Margulies, daha Sosyalist İşçi’nin 2. sayısı gibi erken bir sayısında Yahudi düşmanlığını eleştiriyordu: “Biz sosyalistler açısından eleştirilmesi gereken Yahudi cemaatinin tavrı değil. Bir azınlık, devlet ile arasındaki ilişkileri tatlı bir düzeyde tutmak istiyorsa, devletin gönlünü almaya çalışıyorsa, kendisinin devlete ne kadar yararlı olduğunu kanıtlamaya çalışıyorsa, bütün bunlar kendini devlete karşı koruma çabasından başka bir şey değildir.” Doğan Tarkan ise Sosyalist İşçi’nin 11. sayısında “Aydınlık Yazarının Yahudi Düşmanlığı” başlıklı makalesinde şunları yazıyordu: “Türkiye gibi çeşitli halkların ve dinsel görüşlerin yan yana bulunduğu ve bir ulusun ve bir dinin bir mezhebinin, Sünni Türklerin, egemen olduğu bir toplumda bir azınlığa karşı olmak daha da tehlikelidir. Antisemitik olmak anti-Kürt olmaktan farklı değildir. Kategorik olarak Yahudi düşmanı olan Kürt, Arap, Laz, Rum, Hıristiyan, Alevi düşmanıdır da.” Aynı derginin 15. sayısında Ermenilere yönelik ırkçılığı teşhir eden yazı gibi çok sayıda ırkçılık ve milliyetçilik karşıtı yazı dönemin devrimci Marksistlerinin ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı donanması ve işçi hareketi içerisinde bu tartışmaların aralıksız yapılması için çok önemliydi. Enternasyonalizmi soyut bir yaklaşım olmaktan çıkartan, kendi egemen sınıfın milliyetçiliğiyle bir pratik bir kopuş yaşanıp yaşanmadığıdır.

31 Chris Harman, Peygamber ve İşçi Sınıfı, Antikapitalist broşürler dizisi, sf16.

32 1994’ten sonraki gelişmeleri ve sol içinde yaşanan tartışmaları şurada daha ayrıntılı bir şekilde yapmaya çalışmıştım, bkz, Enternasyonal Sosyalizm sayı 2 içinde, Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler?.

33 Sosyalist İşçi’nin 62. sayısı, açıkça 28 Şubat darbesine karşıydı ve darbenin içyüzünü, Susurluk çetesinin üzerini örtmede oynayacağı rolü çok iyi anlatıyordu: Generallerin istekleri iki noktada özetlenebilir. Emekçi halkın muhalefeti durmalıdır. Çete ilişkileri daha fazla kurcalanmamalıdır. Bu iki noktada tüm siyasal partiler aslında anlaşmaktadır. Öyleyse neden muhtıra verilmiştir? Emekçi halka göz dağı vermek için. Ancak, sorunu sadece bu biçimde ele almak da eksik olur. Bugün Refah Partisi’ne oy veren yığınlar açıkça darbeye karşı tutum almışlardır. Refah Partisi liderliğinin generallere kafa tutmaya çalışmasının nedeni tabanından gelen baskıdır.

Sosyalistler bu noktada Refah’ın tabanı ile aynı yerde durmaktan, aynı sloganları atmaktan çekinmemelidir.

Zaten, ancak bu durumda Refah’ın tabanı geri kazanılabilir. Darbeye karşı birlikte olmaktan çekinmeden ama aynı zamanda da Refah’ın “Adil Düzen” safsatası teşhir edilerek, ancak böylelikle Refah geriletilebilir.

Ona oy veren milyonlarca emekçi yeniden sol politikalara kazanılabilir.

34 Yıldırım, 2002, sf. 28. Ahmet Yıldırım bu yazısında, darbe karşısında ortayolcu bir tutum almanın sol reformizmle bağlantısı gösteriyor.

35 Margulies, 1997, sf.7.

36 Okuduğunuz bu sayıda dergimizde faşizm konusunda kapsamlı ve açıklayıcı yazılar yer alıyor.

37 Troçki. 1998. s.298

38 Sosyalist İşçi, 1995.

39 “Fransa, dört hafta boyunca felç oldu. Trenler hareket etmiyordu, mektuplar teslim edilmiyordu, okullar ve hastaneler kapalı kalıyordu. Bütün ülkeye ‘grev var’ sloganı yayıldı. Yüz binlerin katıldığı dev yürüşler Paris’te alışılmış bir olay oldu. 12 Aralık günü tüm Fransa’da 2 milyondan fazla işçi sokağa döküldü.” Sosyalist İşçi, 1995 (27 Aralık).

40 Bu sayıda Berna Beyhan’ın yazısında Rosa Lüxemburg’a referansla yaptığı şu vurgu reformlar için mücadeleyle reformizm arasındaki farkı vurgulaması açısından çok önemliydi: “Devrimci Marksistler, işçi sınıfının daha iyi yaşam koşulları için verdikleri mücadelenin ve reform taleplerinin yanında yer almalıdırlar. Çünkü ancak böylesi mücadelelerin içinde ve böylesi talepler eşliğinde işçi sınıfı kapitalizmin gittikçe artan çelişkileriyle yüzleşecektir. Sosyalizm ancak kapitalist ekonominin gittikçe sivrileşen çelişkilerinden ve işçi sınıfının kendi durumunun ancak sosyal bir devrimle düzeleceğinin zorunluluğu üzerine bilincinden gerçekleşir. Bu yüzden reformlar için mücadele etmek ve sosyalist devrim birbirlerini şart koşarlar.” (Sosyalist İşçi, 1995, sf. 29) Aynı dosyada Özden Dönmez’in aşağıdan sosyalizmi özetlediği makaledeki şu bölüm ise sosyalizm anlayışımızın geri kalan soldan farklılığına bir vurguydu: “…işçi sınıfını sosyalist düşüncenin merkezine oturtan Marx’tı. Aşağıdan sosyalizm ilkesi ile yeni bir sosyalist düşünce ortaya çıkardı. Marx gerçek demokrasi için sınıflı toplumu aşmak gerektiğini, sosyalizmin demokrasinin daha üst basamağı olduğunu gördü. Sosyalizm yeni bir toplum demekti ve bu ancak insanların kendilerini özgürleştirmeleriyle olabilirdi. Bunu onların yerine yapabilecek başka hiçbir tabaka, hiçbir güç yoktu. Marx özgürlüğün çalışan insanlar için ele geçirilip onlara verilemeyeceğini savundu. Çalışanların kendi eylemleriyle toplumda bir dönüşüm sağlanabilirdi ancak. Çünkü sadece işçi sınıfının üretim araçları üzerinde kapitalist özel mülkiyete dayalı sınıflı toplumdan hiçbir çıkarı yoktu ve olamazdı.” Sosyalist İşçi, 1995, sf. 31 (27 Aralık).

41 Callinicos, 1990, sf.10.

42 Akyıldırım ve Karakaş, 2011, sf. 19.

43 Sosyalist İşçi, 1999 (1 Nisan). O dönem, bu yazıdaki ton bazı ÖDP’li arkadaşlarımızı rahatsız etmişti, “keşke hiç oy çağrısı yapmasaymışsınız” diyenler olmuştu.

44 Cliff, 1997, sf. 19-20

45 Şensever, 2003.

46 Şensever, age.

47 Kimber, 2019.

48 Karakaş, 2005, sf. 12.

49 Callinicos, 2001, sf. 6.

50 Karakaş, 2005, sf. 13.

51 Şensever, 2003.

52 age.

53 age.

54 Karakaş, age, sf. 27-28-29.

55 age. sf. 168.

56 Erdoğan, 2005, sf. 104. Aynı zamanda hem savaş karşıtı hareketin aktivistlerinden olan hem de sosyal forumlar sürecinin örgütlenmesine merkezi bir rol oynayan Erkin Erdoğan’ın toparladığı sayı şöyleydi: “Bu çerçevede birçok ilde yerel Küresel BAK inisiyatifleri kurulmaya çalışıldı ve 41 ilde 49’u İstanbul dışı, 8’i İstanbul içi olmak üzere 57 yerel grubu olan bir hareket inşa edildi.”

57 Savaş karşıtı hareketin kapsamlı bir dökümü ve o dönemde hareket içinde rol alan bir dizi aktivistle yapılan röportajlar için şu tez çalışmasına bakılabilir : Önen, 2015. Yıldız Önen ayrıca savaş karşıtı hareketin içinde en başından beri çok merkezi bir rol oynadı.

58 Bu bölümde iklim değişimine karşı mücadele ve kampanyalarda yıllardır sorunları göğüsleyen Nuran Yüce’nin arşivinin katkısı tarif edilemeyecek kadar belirleyici oldu.

59 Karakaş, 2009.

60 Bianet, 2007.

61 Derginin bu sayısının hazırlıkları sırasında Londra’da, bu kez İsrail’in Filistin’de gerçekleştirdiği katliama karşı 100 bin kişilik bir gösterinin bir anda örgütlenmesi, İngiltere’de köklü bir savaş karşıtı hareket ve aynı anda köklü bir devrimci sosyalist işçi partisinin, SWP’nin var olmasından.

62 Küresel Eylem Grubu’nun eylemlerine destek olan, kampanyalarının imzacısı olan isimler ve kurumları, dolayısıyla ne kadar geniş bir çevreyi bir araya getirdiğimizi şöyle anlatmak mümkün: Ahmet İnsel Aysun Sayın (Sogep) Ceren İsat (Sogep) Ceren Şahin (Sogep) Doğan Tarkan Dr. Erkan Kapaklı Erol Katırcıoğlu Erol Kızılelma Fehim Caculi Gencay Gürsoy İpek Çalışlar Kürşat Bumin Müge Sökmen Osman Kavala Roni Margulies Semih Sökmen Şükrü Boyraz Ümit Şahin Veysel Demir Ali Ece Aslı Erdoğan Ayben Aydan Çelik Aylin Aslım Aynur Doğan Bayar Şahin Behiç Ak Beste Bereket Burak Güven Bülent Ortaçgil Bülent Somay Cahit Berkay Cem Özkan Cengiz Sarı Ceza Çağatay Kadı Deniz Türkali Derya Alabora Derya Köroğlu Emrah Karaca Engin Yörükoğlu Erbatur Çavuşoğlu Erdal Erzincan Erdal Güney Erkan Oğur Ezel Akay Feridun Düzağaç Fuat Saka Genco Erkal Gür Akad Görkem Yeltan Hakan Altun Hale Soygazi Hande Yener Harun Tekin Hasan Saltık Hayko Cepkin Hüseyin Yıldız Ilgın Su Işık Yenersu İlkay Akkaya İpek Çalışlar Jale Karabekir Janset Kardeş Türküler Kerem Kabadayı Kerem Özyeğen Kıvırcık Ali Koray Candemir Korhan Özyıldız Lale Mansur Mahir Günşıray Mehmet Güleryüz Mehmet Ali Alabora Mustafa Alabora Müjde Ar Nejat Yavaşoğulları Nezih Ünen Olgun Şimşek Orhan Gencebay Ömer Madra Önder Focan Pelin Batu Pınar Kür Ragıp İncesağır Rauf Kösemen Roni Margulies Şanar Yurdatapan Savaş Çekiç Serap Yağız Serhat Ersöz Sultan Tunç Şebnem Ferah Taner Öngür Tarkan Gözübüyük Tarkan Tevetoğlu Tilbe Saran Tuna Kiremitçi Vedat Sakman Yaşar Kurt Yavuz Bingöl Yetkin Dikinciler Yiğit Özgür Zeynep Casalini Zeynep Eylül Üçer, Zeynep Tanbay. Kurumları ise şöyle sıralayabiliriz: Disk Genel İş İst.Anadolu Yakası Bölge Başkanlığı Eğitim-Sen 2. Nolu Şube Eczacılar Odası Eczacılar Odası( Bursa) Haber-Sen (Genel Merkez) Hava-İş Sendikası (Genel Merkez) İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Diş Hekimleri Odası İstanbul Tabip Odası İstanbul Veteriner Hekimler Odası Kesk Şubeler Platformu Kristal-İş Metaruluji Müh. Odası (G. Merkez) Petrol-İş Sendikası Türk Tabipler Birliği 78’liler Girişimi Altıdan Sonra Tiyatro Ekibi Amargi Arama Kurtarma Araştırma Derneği Barışapedal Barışarock Buğday Eko. Yaşamı Destekleme D. Çevre İçin Hekimler Derneği Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu Doğa Derneği Dsip Dtp Dünya Yalnız Bizim Değil Platformu Düşünce Suçuna Karşı Girişim Ekspres Dergisi Emep Egeçep Fiziksel Engelliler Federasyonu Gdo’ya Hayır Platformu Genç Praksis Genç Siviller Gepgenç Festivali Göç-Der Greenpeace Grup Nena Haydarpaşa Dayanışması Herkes Farklı Herkes Eşit Kampanyası Hey Gidi Karadeniz Irkçılığa Ve Milliyetçiliğe Durde Karadenizin Çocukları Lambda Laz Kültür Derneği Lazuri Lübnan İçin El Ele Mahalle Afet Gönüllüleri Koord. Mayınsız Türkiye Girişimi Mazlum-Der (Genel Merkez) Morel Munzur Derneği Ödp Sdp Sinop Bizim Siyasal Ufuk Hareketi Sodev Sosyal Haklar Derneğii Sosyal Kalkınma Ve Cinsiyet Eşitliği Politikaları Merkezi (Sogep) Şoförler Derneği Tiyatro Boyalı Kuş Tunceli Dernekler Federasyonu Tübider Tüdef (Genel Merkez) Tüketiciler Birliği Tüko-Der Türkiye Sakatlar Derneği (G Merkez) Türkiye Yazarlar Sendikası Vapurumu Vermiyorum İnsiyatifi Yeşiller. 1 Mart savaş karşıtı hareketinde kurumsal ve bireysel katkıların yoğunluğuyla birlikte düşündüğümüzde bütün bu dönemde yüz binlerce aktivistle bir araya geldiğimiz net bir şekilde anlaşılır.

63 Kampanya çağrı metni ve raporu, 350 ppm hareketini şöyle özetlemişti: 200 yıl önce kömür, sonra petrol, sonra da doğal gazın kullanılmaya başlamasıyla, atmosferdeki karbondioksit miktarında artış olmaya başladı. Bugün her yıl, milyonda 3,5 parça karbondioksit atmosfere salınmakta. Bunun 1,4 parçası doğal karbon yutakları (okyanuslar, ormanlar, bitkiler) tarafından emilirken, 2,1 parçası atmosferde kalmakta. Küresel ısınmaya, iklim değişikliğine neden olan miktar, işte atmosferde biriken bu 2,1 ppm’in yarattığı sera etkisi.

64 En önemlilerinden birisi Kopenhag’da dev protestoya katılmamızdı. Kopenhag’da gerçekleşen hükümetler arası iklim zirvesini protesto etmek için örgütlenen iklim hareketinin bir parçası olarak KEG de çeşitli şehirlerde kitlesel yürüyüşler ve basın açıklamaları yaptı. Kopenhag’daki eylemler sadece protesto olmanın ötesine geçti. Karar alıcıları zora sokan sayısız çeşitlilikte eylemler örgütlendi. Hareket fosil yakıt düşkünlerinin ikiyüzlülüğünü teşhir etti. KEG ise hareketin içinde, 12 Aralık’ta düzenlediği eylemlerde 12 somut talep ileri sürdü. KEG aktivistleri bir yandan da ellerinden geldiğince Kopenhag zirvesini protesto eden eylemlerin örgütlenmesine katılmak için Danimarka’ya gittiler.

65 Agos, 2021.

66 Bunda, kafası Ermeni soykırımı konusunda net olan devrimci Marksistlerin meydanda yorulmadan slogan atması ve öfkeyle yürüyüşler yapması kadar, akşam yapılan toplantıyı kolaylaştıran Tayfun Mater, Hakan Tahmaz gibi arkadaşlarımızın da katkısı azımsanamaz.

67 Anayasa’nın 102. maddesine göre cumhurbaşkanı seçilebilmek için ilk iki turda nitelikli çoğunluk (367 oy), sonraki iki turda ise salt çoğunluk (276 oy) aranıyordu. Eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, 26 Aralık 2006’da Cumhuriyet’te yayımlanan yazısında, anayasada belirtilen 367’nin sadece karar yeter sayısı değil, aynı zamanda toplantı yeter sayısı olduğunu ortaya attı. Bu görüşe göre oylamalara en az 367 kişinin katılması gerektiği, aksi halde sonucun geçersiz olacağı iddia edildi. Böylece meclisteki sandalye sayısı 354 olan iktidar partisi, tek başına kendi oylarıyla cumhurbaşkanı seçemeyecekti. Bu baştan sonra vesayetçi, uydurma bir karardı.

68 Bu konularda İnsan Hakları Derneği’nin, özellikle de İstanbul Şubesi Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon’un çabaları çok önemlidir.

69 Choonara, 2019.

Enternasyonal Sosyalizm