Otoriterizmin Odağındaki MHP

Çağla Oflas

 

Devlet Bahçeli, iktidarın çoklu baro düzenlemesine, bunun savunma hakkını ortadan kaldırmak istediğini vurgulayarak karşı çıkan Baroları tehdit etti. Türk Tabipleri Birliği “pandemi sürecini yönetemiyorsunuz, ölüyoruz” dediğinde Bahçeli, TTB’nin kapatılmasını, yöneticileri hakkında da adli işlem yapılmasını istedi. En son, Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin sona erdirilmesi, HDP’nin kapatılması çağrısını yaptı. 

Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliği düşürüldü ve tutuklandı. HDP’nin kapatılması, 687 HDP’linin 5 yıl siyasi yasaklı olmasıyla ilgili Yargıtay soruşturma başlattı. Yargıtay iddianamesi Anayasa Mahkemesi tarafından usulden reddedildi. Bahçeli, Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını istedi. Defalarca hukuksuzluğa çağrı yapan MHP’nin meclisin de kapısına sonsuza kadar kilit vurmak istediğinden kimse şüphe etmemeli. 

 

Demokratik alanlar tehdit altında

AKP’yle birlikte desteğinin erimesi MHP için bir sorun değil. İktidar partisiymiş gibi, muhalefete yönelik tüm saldırıların başlatıcısı ve yönlendiricisi pozisyonunda. Muhalefeti sindirmek için yapılan manevralar iktidar üzerinde de basınç oluşturmayı hedefliyor. Bahçeli her konuşmasında MHP’nin politikalarının iktidar için de bağlayıcı olması için özel bir çaba gösteriyor. Erdoğan’ın, Berat Albayrak’ın istifasının ardından ekonomiden demokrasiye tüm alanlarda “seferberlik” vaat etmesi üzerine, infaz yasasıyla tahliye edilen Alaattin Çakıcı’nın, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na tehdit ve hakaretler içeren bir mektup yollaması örneğinde olduğu gibi. Ardından Bahçeli, Çakıcı’ya “dava arkadaşımdır” diyerek sahip çıkmıştı, hepimizin hatırlayacağı üzere… Bahçeli, MHP grup toplantısında da Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala’yı hedef gösterdi. Bahçeli sadece muhalefete değil iktidara da gözdağı vermişti. MHP’nin stratejisi, muhalefetin korkutulması üzerine kurulu. Bu nedenle hedefinde sadece HDP ve sol yok. CHP’ye hatta AKP içinde çıkan muhalefete dahi gözdağı veriyor. 

Çakıcı, Kemal Kılıçdaroğlu’nu tehdit etti. Gelecek Partisi Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ’a saldırıldı. Gazeteci Levent Gültekin MHP’liler tarafından linç edildi. Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör atanmasına karşı protestoları da Bahçeli hedef gösterirken, Alaattin Çakıcı kayyum rektör Melih Bulu’yu vazgeçmemesi için tehdit etti. MHP’nin iktidarı bu denli yoğun domine etmesi ve yukarıdan aşağıya tüm siyasal alanları kuşatma çabası, toplumsal yaşamın lümpenleşmesine, iç bunaltıcı bir hale gelmesine yol açıyor. Bahçelievler katliamcılarından Haluk Kırcı bir TV programına çıkabiliyor örneğin. Bu türden gelişmelerin bu isimleri meşrulaştırma çabasının bir sonucudur ve bu yönde atılan her bir adım başka cinayetlere de kapı aralar. 

Siyasal ortamdan güç alan lümpen bir güruh, kadınlara, işçilere, göçmenlere, Kürtlere, LGBTİ+’lara, yaşlılara, hatta giderek tüm canlılara saldırıyor. MHP’li oldukları tescillenen bu faşistler sosyal medyada boy gösteriyor. 

 

İktidar olmadan, iktidar olmak

MHP’nin yarattığı fiili durum 2015 yılında Kürt sorununda çözüm sürecinin sona ermesiyle şekillenmeye başladı. Cumhur ittifakı ve yeni iktidar koalisyonu kurulduktan sonra baskıyla dolu OHAL koşullarında gerçekleşen 2017 referandumu, erken seçim kararı, 2018 seçimlerini Cumhur İttifakı’nın kazanması, Türk usulü başkanlık sisteminin başına Erdoğan’ın geçmesi; tüm bu süreçlerde fitili ateşleyen çoğu kez MHP olmuştu. Bundan sonraki siyasal süreçler de hep Bahçeli’nin istediği şekilde biçimlendi. MHP, iktidar olmadan iktidar olmanın avantajını kullanıyor. 24 Haziran 2018 seçimlerinde İYİ Parti’nin götürdüğü oylara rağmen yüzde 11 seviyesinde oy aldı. 

Yine de 2019 yerel seçimlerinde aldığı sonuçlar Cumhur İttifakı’nın çözülmesinin başlangıcı oldu. Bundan sonra bu iki parti birbirini sürekli dibe çeken, ama birbirlerinin yörüngesinden çıkamayan bir ilişki içinde oldular. Nitekim Erdoğan’ın 2023 iktidar stratejinde MHP’nin içinde olmadığı hiçbir başlık ve süreç yoktur. Seçim Kanunu ve Siyasi Partiler Yasası’yla ilgili düzenlemelerden Yeni Anayasa oluşum sürecine kadar tüm süreçlerde MHP’nin etkisini görmek mümkün. 

Cumhur İttifakı’nın omurgasını oluşturan MHP, aynı zamanda “devlete sahip çıkma” misyonu gereği iktidar ortaklığını bırakmıyor. Cumhur İttifakı’nın ortağı olmak MHP açısından hâlâ avantajlı. Bu avantajın başında 15 Temmuz darbe girişiminden sonra boşalan devlet kadrolarının MHP tarafından doldurulması geliyor. Mustafa Balbay 18 Mart 2021 tarihli yazısında devlet, polis, bekçi, güvenlik kadrolarına 30 bin MHP’li yerleştirildiğini yazdı. Güvenlik güçleri dışında, yargı dâhil devlet bürokrasisi içinde de ağırlığının arttığı dikkatlerden kaçmıyor. 

Ancak MHP’nin gücünün asıl kaynağını sokakları tahkim edebilmesi oluşturuyor. İşsizlik rakamlarının artması, enflasyon karşısında hızla eriyen ücretler, Covid-19’un işçi hastalığı haline gelmesi, esnaf kepenk açamazken, iktidarın kongreleri, düğünleri, cenazeleri, lebalep doldurması, gelir dağılımındaki eşitsizlik, hukuk ve adalet kavramının yok hükmünde olması; tüm bunlar emekçi kitlelerin öfkelenmesine yol açmakta. Çakıcı’nın serbest bırakılması da bu yönde yapılmış bir hazırlık olarak değerlendirilmelidir. 

TÜSİAD Genel Kurulu’nda iktidarın ekonomik yönetiminin yükselen işsizlik, gelir dağılımındaki eşitsizlik gibi temel sorunları çözemediğinin altı çizildi. Sendikalaştıkları için “Kod 29”la işten atılan Migros işçilerinin TÜSİAD Genel Başkanı Tuncay Özilhan’ın evinin önünden yaka paça götürüldüklerini biliyoruz. TÜSİAD’ın çıkışı, sermayenin geniş emekçi kitlelerdeki mayalanan öfkeden kaygı duymakta olduğunu gösteriyor.

MHP’nin “vatan nöbeti” dediği Cumhur İttifakı’nı bu kadar sahiplenmesinin ardında iktidara yönelik güç tahkimi yatıyor. Erdoğan’ın “Rabiya” hattından “kızıl elma” çizgisine gelmesinde de MHP’nin etkisini görmek gerekir. Beka davasından yerli ve milli hamasete, iktidarın ideolojik bagajı MHP’nin katkılarıyla doldurulmaktadır. 

Dış siyasette ise Azerbaycan, Doğu Akdeniz, Ege, Libya, “Türkiye’nin güvenliği karasuların ötesini sağlama almaktan geçer” şeklindeki Mavi Vatan teziyle, militarist yaklaşımlara muhatap olan bölgeler ve ülkeler arasında. Bu, MHP ve ulusalcıların iktidarla ortaklaşa geliştirdikleri bir perspektif. Bu tezlerin gerçek hayatta karşılığı olmasa da iç siyasete yansıması açısından “küresel güçlerle bağlantılı iç düşman” üzerinden geliştirilen iddialar muhalefeti düşmanlaştıran bir işleve sahip. 

TÜSİAD’dan önce MÜSİAD da “Tek yol devrim” diye bir açıklama yaparak, ihracata dayalı ekonomi için sanayinin düşük faizli ve uzun vadeli krediye ihtiyacı olduğunu belirtti. Bu açıklamaların ardından 103 emekli amiral “muhtıracık” yayınladı. 

Egemen sınıflar içindeki çatlakların krizli bir hal aldığını görmek gerekiyor. Ekonomik ve siyasal krizin şekillendirildiği bu sert iklim MHP’nin kendini zinde tutması için fırsat yaratıyor. 

 

Faşizm geldi mi?

Meclisin zayıflatılıp, yürütmenin güçlendirildiği, Türk usulü başkanlık sistemine geçildiğinde “faşizmin geldiği” anlatıldı. AKP faşist parti ilan edilirken, MHP ıskalandı. Her türlü baskının faşist olarak nitelendirilmesi, faşizmin sivil, sömürge tipi gibi türlü hallerinin bolca analiz öğesi olarak kullanılması teorik bir tartışma yapmayı zorlaştırıyor, malum. Bu tezler otoriterleşmenin dinamiklerini anlamamızı sağlamadığı gibi, işçi sınıfı ve ezilenler açısından gerçek bir tehdit olan MHP’ye karşı mücadelenin elini de zayıflatmakta. 

Kapitalizmin tarihi pek çok siyasal afetlerden oluşan, otoriter ve totaliter yönetimlerle dolu. Örneğin Türkiye’de darbeler işçi sınıfı örgütlerini tahrip etti ama tamamen ortadan kaldıramadı. Stalin Rusya’sındaki totaliter rejim işçi sınıfının tüm demokratik kazanımlarını ortadan kaldırmasına rağmen, meşruiyetini yüzde 98, yüzde 100’e varan seçmen desteğine sahip olduğu yalanlarına dayandırmaktaydı. Bugün de Belarus’ta Lukaşenko’nun liderliğini yaptığı otoriter rejim meşruiyetini hileli seçimlerden sağlıyor. Faşist hareket parlamenter sistemi, seçimleri kullanmakla birlikte seçim ve meclis gibi yapıları sonsuza kadar ortadan kaldırmak ister. 

Troçki’nin çok açık bir biçimde ifade ettiği, faşizmin benzersiz özelliğini asla aklımızdan çıkarmamız gerekir: Faşizm, ‘güçlü yürütmenin’ ve ‘diktatörlüğün’ özel biçimidir; özelliği bütün işçi örgütlerinin hiç kuşkusuz sosyal demokratlar da dahil en ılımlı olanlarının bile tamamen yıkılmasıdır. Faşizm işçileri bütünüyle ayrıştırıp, parçalayarak, işçilerin her türlü örgütlü sınıf mücadelesi, öz savunma biçimlerini engelleme girişimidir.”

Faşist hareket, ekonomik ve siyasal kriz koşullarında küçük burjuva ve orta sınıfların tepkilerini örgütler. Sermayenin işçi sınıfı üzerindeki egemenliğini sınırsızca kullanmasına olanak sağlamak için, siyasal alana şiddetle müdahale eder. Bu nedenle faşizme karşı mücadele antikapitalist bir mücadele olmalıdır. Faşist hareketin doğasındaki bu gerilim sermaye açısından da riskli bir seçenek haline gelmesine yol açar. Ancak sermayenin bu karta hiçbir zaman oynamayacağı anlamına gelmez. Dünya ekonomisinin derin bir ekonomik, pandemik ve ekolojik kriz yaşadığı, buna siyasal krizlerin de eşlik ettiği koşullarda bu riski göze alamayız. 

Türkiye’de faşist hareket dünyadaki benzerleri gibi ekonomik, siyasal ve jeopolitik krizlerin yaşandığı iki dünya savaşı sonrasında şekillenmeye başladı. İmparatorluğun dağıldığı, yeni bir ulus kimlik inşasıyla eş zamanlı gelişen süreç Türkiye’deki faşist hareketin fikirsel yapılanmasının da temellerini oluşturdu. Baştan söylemek gerekirse; MHP, Avrupa’daki faşist hareketten farklı olarak, başından itibaren devletle iç içe gelişti. “Devletin bekası” üzerinden şekillenen Türk milli kimliği inşası faşist hareketin “devleti kurtarma refleksi” üzerinden kitle seferberliği geliştirmesine olanak sağladı. Devlet ne zaman ihtiyaç duysa MHP tüm güçlerini “devlete sahip” çıkma misyonuyla seferber etti. 1970’lerde komünizme karşı, 1990’larda ve sonrasında, özellikle 2015 yılından sonra bölünme tehdidine karşı devlete sahip çıktı. Bu dönemlerin her biri ekonomik ve siyasal krizlerin yaşandığı, MHP’nin sermaye ve devlet tarafından palazlandırıldığı yıllardı. 

Türkiye’nin çok partili siyasal yaşama geçtiği dönemlerden itibaren bu parti ana akım siyasetin içinde yer aldı. Avrupa’nın en büyük faşist partisi MHP, aynı zamanda en köklü geleneğe sahip olanıdır da, ve Türkiye’deki aşırı sağcı hareketin en güçlü adresidir. 

 

Turan’dan Nazizm’e faşist hareketin kökenleri

Türkiye’de faşist hareket İtalya ve Almanya’da faşizmin iktidara geldiği İkinci Dünya Savaşı koşullarında şekillendi. Hareketin düşünsel yapısı, İtalya’dan etkilenmekle birlikte, Turancılık, Türkçülük ve Alman Nazizm’iyle şekillendi. Ancak yine de hareketin izlerini sürmek için biraz daha geriye; Osmanlı İmparatorluğu’nun dağıldığı, yeni bir devletin ortaya çıktığı Türk milli kimliğinin inşa sürecine bakmakta yarar var. 

Türkçülük ve Turan ülküsü çeşitli ulusları bünyesinde barındıran Osmanlı İmparatorluğu’nun bileşimini etkileyen siyasal gelişmeler sonucunda ortaya çıktı. İmparatorluğun son otuz-kırk yılında meydana gelen savaşlar, toprak kayıpları, Türkçü fikirlerin gelişmesinde etkili oldu. 1877-78 Türk-Rus savaşından sonra Balkanlar’da kaybedilen topraklar sonucunda Osmanlı devleti kısmen Arap halklarından şekillenen bir Müslüman çoğunlukla baş başa kaldı. Bu dönemde Avrupa devletlerinin farklı çıkarları karşısında Osmanlı devletinin ayakta kalması için Pan İslamcı politikalar uygulandı. 1908 yılında İkinci Meşrutiyetin ilanıyla birlikte farklı uluslara parlamenter temsil hakkının verilmesi Osmanlıcılığın canlanmasına yol açtı. Ancak Arnavutluk İsyanı ve Balkan Savaşları sonucunda meydana gelen büyük nüfus hareketleri, Osmanlıcılığı ve Pan İslamcılığı bir seçenek olmaktan çıkardı. “Turancılık” adı verilen akım esas olarak yıkılmakta olan Osmanlı devletinin beka kaygısının bir uzantısı olarak, “devleti kurtarma “ refleksiyle Türk ırkına dayalı bir devlet kurma fikriyle şekillendi. Çarlık Rusya’sında yaşayan Yusuf Akçura, Gaspıralı İsmail, Ahmet Ağaoğlu gibi Türkçülüğün temsilcileri, Çarlık Rusya’sı hegemonyasında bulunan tüm Türklerin ve toprakların tek bir Türk devleti altında birleştirilmesini savundular. 1912 sonrasında Türk Birliği Derneği, Türk Yurdu, Türk Ocağı ve Türk Gücü gibi dernekler kuruldu. Bu dernekler Türkleştirmeyi hızlandırmak amacıyla örgütlendiler. Örneğin Türk Gücü, ırkçı ve saldırgan bir dille derneğin amacını şöyle ifade ediyordu: 

Türk Gücü ta Karakurum’da fışkırıp taşan, coşkun akınlarıyla bütün dünyayı kaplayan, bükemedik bilek, kırmadık kılıç, vurmadık kale bırakmayan, fakat bugün düşkün dağınık Türk kuvvetini yeniden var edecek, yaşatacak, Türk’ün o açık alnını yeniden yükseltecek, o yılmaz keskin gözünü yine parlatacak, o geniş göğsünü yeniden kabartacak.

Bu ırkçı ve yayılmacı fikirlerin, dönemin iktidarı İttihat ve Terakki Partisi tarafından sahiplenilmesiyle, Turancılık resmi devlet politikası haline geldi. Partinin siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısının, çeşitli alanlarda yürürlüğe koyduğu merkezileştirme politikasının temelini de bu fikirler oluşturdu. Balkan savaşlarında kaybedilen topraklardan sonra parti hızla Osmanlıcılık fikrinden uzaklaşarak Türkçülüğe, oradan da Pan Türkizme doğru ilerledi. Birinci Dünya Savaşı İttihatçılara, Anadolu’yu Türkleştirmek için önemli bir fırsat verdi. Anadolu’da yaşayan Rumlar sürgün edildi, Ermeniler yok edildi. Birinci Dünya Savaşı’nda alınan yenilgi ve İttihat ve Terakki Partisi’nin gözden düşmesiyle birlikte Turancı fikirler sönümlendi. 

Kurtuluş Savaşı sonrasında Anadolu’da kurulan Cumhuriyet Türkiye’sinde de İslam büyük oranda birleştirici bir denklem olmaktan çıkarılarak, yerini Türk milliyetçiliğine bıraktı. Ancak, Pan Türkçülük fikri Anadolu’yla sınırlanan otoriter bir milli kimlikti. Farklı uluslar ya Türklüğe gönüllü katılıp eriyecekler ya da gerçekten yok olacaklardı. 

Yeni Türkiye inşası yukarıdan aşağıya zorla gerçekleşti. Sosyal Darwinizm, demokratik olmayan elitist karar süreçleri ve lider kültünün kullanılmasına eşlik eden otoriter bir milliyetçilik; bütün bu bileşenler faşist bir yapılanmayı teşvik etmesi açısından yeterliydi. Faşist hareket resmi devlet çizgisine itiraz olarak ortaya çıktıysa da karşılıklı birbirini besleyen bir durum söz konusuydu. 

 

Elverişli koşullar

1930’lu yıllarda faşizmin yükselişiyle birlikte Turancı fikirler Alman Nazizmi ile harmanlanarak Türkiye’deki faşist hareketin düşünsel temelini oluşturdu. Uluslararası düzeyde ve Türkiye açısından faşist hareketin gelişmesi için son derece elverişli bir ortam vardı. 1930’da Kürt isyanı ve Menemen olayları, rejimin otoriterleşmesi için fırsat yarattı. Muhalefet partisi Serbest Fırka kapatıldı. CHP’nin iktidar olduğu, tek parti diktatörlüğünün de başlangıcı olan bu dönemde, devletin milletle bütünleşmesi ve siyasal tüm alanları zapt etmesi gerektiği fikri hayat buldu. 

1936’da CHP Genel Başkan Vekili İsmet İnönü tarafından yayınlanan genelgeyle parti, devlet ve hükümet bütünleşmesi gerçekleşti. Genelgeye göre, partinin genel sekreteri İç İşleri Bakanı, il başkanları da vali olarak atandı. Sınıfsal çatışmaları önlemek amacıyla, korporatist yapılar kuruldu. Toplumsal farklılıkları göz ardı eden bütünleştirici, tek tip dayanışmanın ön planda olduğu ve toplumun tüm bileşenlerini “yeniden şekillendiren” politikalar hayata geçirildi. Korporatizmle birleşen devletçilik, bürokratik muhafazakârlık, resmi devlet anlayışının faşizmden ne denli etkilendiğinin göstergesiydi. 

 

Nazi etkisi

İkinci Dünya Savaşı esnasında ulusal ve uluslararası rüzgârların aşırı sağdan estiği koşullarda, başta Nihal Atsız olmak üzere, Reha Oğuz Türkkan, Rıza Nur, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, General Emir Erkilet gibi kadrolar, Bozkurt, Gök-Börü, Çınaraltı ve Ergenekon gibi yayınlar etrafında faaliyet sürdürmekteydiler. Bu isimler içinde Nihal Atsız’a faşist geleneğin Türkiye’deki kurucusu ve ideoloğu olarak özel vurgu yapmak gerekir. Irkçı olmayacak kadar “Türkçü” olduğunu iddia eden Atsız’ın fikirleri Nazilerin toplum modeliyle tamamen örtüşmekteydi. Kafasındaki temsil sistemi ırkçı seçkinci olduğu için demokrasiye düşmandı. Aslında ne Atsız ne de diğerleri parlamenter sistemi desteklediler. Militarist eğilimleri olan Atsız, tıpkı Nazilerin Lebensraum’u gibi, “Pan Türk Birliği”nin sınırları içerisinde kalan Akdeniz’den Pasifik Okyanusu’na kadar geniş bir coğrafyaya yayılma özlemini dile getirdi. 

Atsız dışındaki diğer kadrolar da ırkçı propaganda yapıp, Turan ülküsünü dile getiren yayınlar yaptılar. Örneğin, Ergenekon dergisinin künyesinde “Türk ırkı bütün ırklardan üstündür” ibaresi bulunuyordu. Dönemin en aktif isimlerinden Reha Türkkan’ın fikirleri – ki kendisi Nihal Atsız’ın da öğrencisiydi – Nazizm’in etkisini göstermesi açısından çok çarpıcıdır: “Irkların birbirine karışması ve yabancı kan tarafından yönetilme, milletin yıkılmasına yol açan etkenlerden yalnızca ikisiydi. Öbür etkenler ise; aşırı bireycilik, kozmopolitizm, barışseverlik, toplumun siyasal partilere bölünmesiydi.” 

Bu kadrolar 1940 yılına gelindiğinde hükümeti ve bürokrasiyi, Nazilerin yanında savaşa girilmesi, böylece Rusya’daki Türki devletleri üzerinde hegemonya kurulması yönünde baskı altına almaya başladılar. Türk dış politikası tarafsız görünmeye özen göstermekle birlikte Nazi Almanyası ile siyasal ve ticari ilişkilerini her düzeyde geliştirdi. 

Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesinden sonra Türkiye’de de bir Nazi propagandası başladı. Alman Büyük Elçisi Von Papen dış işlerine bağlı propaganda dairesinin ayırdığı önemli miktardaki fonu kullanarak, başta basın yayın olmak üzere, faşistleri siyasi ve mali yönden destekledi. Faşistlerin devlet içinde etkisinin artması için özel çaba gösterdi. 

Ordu içinde Nazilerin önemli bir etkisi vardı. Ordu üst düzey komutanları ateşli Nazi hayranıydılar. Von Papen ile hükümet temsilcileri görüşüyor; Rusya’nın durdurulması için Türki bölgelerle görüşebileceklerini söylüyorlardı. Hükümette ve üst düzey bürokratlar arasında pek çok kişi Nazi yanlısıydı. Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu, Mareşal Fevzi Çakmak, General Hüsni Erkilet gibi isimler Turancı ve ırkçı temelde Nazi propagandası yaptılar. Saraçoğlu; “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız” diyordu. Cumhuriyet, Tasvir ve Vakit gibi pek çok gazete Nazi propagandası yapmaktaydılar. 

Irkçı, faşist atmosfer Nazilerin yenilgisinin kesinleşmesiyle dağılmaya başladı. 1944 yılında “Turancılık Davası” olarak anılan davada Alparslan Türkeş’in de içinde bulunduğu isimler yargılandı. Uluslararası konjonktür değiştiğinde, 1947 yılında faşistlere itibarları iade edildi. Bu kadrolar önce Fevzi Çakmak’ın Millet Partisi’nde, daha sonra Osman Bölükbaşı’nın 1954’te kurduğu Cumhuriyetçi Millet Partisi’nde, sonra da Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi(CKMP) etrafında toplandılar.

 

İşçi sınıfı karşında reaksiyoner bir odak: MHP

Türkiye’de faşist hareketin önde gelen ismi Alpaslan Türkeş’in, nam-ı diğer “başbuğ”un adı ilk kez Turan Davası’nda duyuldu. Daha sonra 1960 Askeri Darbesi’yle tanınan biri haline geldi. Türkeş, hareketi, devlete baskı yapmaya yönelik kampanyalar inşa eden aksiyoner bir hareket olmaktan çıkarıp İtalya ve Almanya’daki faşist partilere benzer reaksiyoner bir nitelik kazandırdı. 1960’lı yıllarda ekonomide ithal ikameci sanayileşme politikasına dayalı sanayileşme hamlesi, kırsal alanların çözülüp kentlerde işçi kitlelerin yoğunlaşmasına yol açarken, zanaatkâr ve küçük esnaflar da çözülüp mülksüzleşme tehdidiyle yüz yüzeydi. MHP, özellikle bu dönemde korporatist ve kalkınmacı bir söylemle, hem küçük burjuvazinin hem de büyük toprak sahiplerinin desteğini aldı. Bu dönemde sanayileşme dalgasıyla kente akan orta sınıf muhafazakâr kesimlerin desteğini almak için, Türkçülüğün yanına İslamcılığı da ilave etti. Müslümanlığı, Türk tarihinin ayrılmaz bir parçası olarak tanımlamaya başladı. 

ABD ve Rusya arasındaki hegemonya mücadelesinin yol açtığı “soğuk savaş” koşullarında anti-komünizmin ağırlık kazanması da faşist hareketin örgütlenmesi açısından elverişli bir ortam yarattı. 1960 sonrasında TİP’in kurulması, işçi hareketinin ve solun yükselmesi karşısında, kırsal ve kentsel orta sınıfların tepkileri “anti-komünist” mecraya akıtılıyordu. Anti-komünizmin hem hükümeti hem de partileri aşan resmi bir desteği vardı. Soğuk Savaş doktriniyle uyumlu devlet bünyesinde “iç harp aygıtı” oluştu. Bu aygıt işçi hareketine ve sola karşı MHP’yi teşvik etti, askeri, maddi ve lojistik destek verdi. MHP’nin bağlı örgütü Ülkü Ocakları, taşradan gelmiş, kentin periferisinde yaşayan işsiz, güçsüz lümpen gençler arasında örgütlendi. MHP bu kesimlere “Kahrolsun düzen, yaşasın devlet” diye seslendi. Ancak onun “antikapitalizmi” özünde yabancı düşmanlığı üzerinden örgütlenen, batı karşıtı bir anti-emperyalizmdi. Liberalizm ve komünizm aynı kefeye konularak, batıdan geldiği ve Türk-İslam kimliğine yabancı olduğu için düşmanlaştırıldı. 

 

Küçük burjuvazi ve faşizm

Gramsci faşist hareket için küçük burjuvazinin desteğini kazanmanın kritik önemde olduğunu anlatırken; küçük burjuvazinin kapitalizmin çelişkilerinin ve sınıf karşıtlıklarının farkında olmadığını söyler. Küçük burjuvazi, sınıf mücadelesinin komünistlerle sosyalistlerin şeytansı bir buluşu olduğunu düşünmektedir. Gramsci, “Faşizmin hiyerarşik anlayışı tamamen küçük burjuvaziyle uyuşmaktadır. Faşist seçkinlerin denetimi altında örgütlenmiş küçük korporasyonlardan oluşan, küçük burjuva ideolojisinin önyargıları, hevesleriyle uyuşmaktadır,” der. 

MHP de toplumu yeniden korporatif tarzda yukarıdan aşağıya doğru örgütlemek suretiyle, totaliter bir rejim kurmak istiyordu. Bunun için hem sokakta yükselen solu ve işçi hareketini durdurarak sermayenin güvenini kazanacak hem de devletle iyi ilişkiler geliştirecek hamleler yaptı. Devleti “komünizm tehdidine karşı” koruyacaktı. Solun ve işçi hareketinin önünü kesmek için komandolardan oluşan sokak güçleri oluşturdu. 1960 darbesi içinde yer almış ve Özel Harp Dairesine bağlı askerler komando kamplarında eğitim verdiler. Bu güçler üniversitelere taşlı, sopalı, bıçaklı, zincirli saldırılar düzenledi. Suikastlar düzenleyip, devrimcilerin toplantılarını bastılar. Tüm bunlar devlet tarafından da desteklendi. CHP’li İsmet İnönü’nün Ülkü Ocaklarının terörüne dikkat çekmesi üzerine, dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın “canım, onlar komünizme karşı mücadele eden çocuklar” sözleri, MHP’nin devlet katındaki itibarını göstermesi açısından çok çarpıcıdır. 

MHP’nin başlattığı iktidar yürüyüşü 12 Mart Muhtırasıyla yarım kaldı. Darbeyle sokağın kontrolünü ele alan ordu Ülkü Ocaklarını kapatarak MHP’ye sınırlarını gösterdi. 

 

Faşist terör tırmanışa geçti

1970’lerin özellikle ikinci yarısı Türkiye’nin derin ekonomik ve siyasal krizler yaşadığı yıllardı. İşçi sınıfı örgütlenme düzeyi bakımından ve siyasal açıdan güçlüydü. MHP, işçi hareketi ve solun yükseldiği, ekonomik ve siyasal bir krizin yaşandığı bu dönemde stratejisini sokak hâkimiyeti üzerine kurdu. Mussolini’nin İtalya’daki “büyük yürüyüşü” benzeri sokak şiddetiyle iktidarı kuşatıp, sağ siyaset içinde de önderliği kazanarak iktidar yolunu açabilecekti. Adalet Partisi (AP) Başkanı Süleyman Demirel’in öncülüğünde, işçi sınıfına savaş açıldı. 1975 ve 1977 yılında iki kez Milliyetçi Cephe (MC) hükümetleri kuruldu. Türkeş, her iki hükümette devlet bakanı ve başbakan yardımcılığı görevi yaptı. MHP ilkinde iki, ikincisinde beş bakanlıkla temsil edildi. Böylece devlet aygıtı içinde kadrolaşmaya başladı. Sağ seçmen üzerindeki meşruiyetini kullanarak şiddetin dozunu arttırdı. AP Başkanı Süleyman Demirel MHP’ye arka çıkıyor, “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtmezsiniz” diyordu. 

MHP tüm toplumu şiddetle sindirmek istiyordu. Saldırılar devrimcilerin dışında, çok daha ılımlı, reformist kanatlara, demokratlara, aydınlara, farklı mezheplere; toplumun hemen tüm kesimlerine yönelikti. 1977 yılında CHP’nin seçim konvoylarına saldırıldı. Bu konvoylardan birinin içinde dönemin CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit de vardı. Gayri nizami güçlerle iç içe geçmiş vaziyette, 1 Mayıs 1977 katliamı, 1978’de 16 Mart İstanbul Üniversitesi’ne bombalı saldırı, Ankara Bahçelievler’de yedi TİP üyesi gencin öldürülmesi, Balgat’ta bir kahvenin taranması gibi pek çok katliam gerçekleştirildi. 

İşçi hareketini paralize edip durdurmak için grevlere, sendika binalarına saldırılar düzenlediler. İşçilerin bindiği servis otobüsleri otomatik silahlarla tarandı. Vehbi Koç, Halit Narin, Sakıp Sabancı gibi büyük sermaye sahipleri bizzat bu saldırılara parasal destek verdiler. DİSK’e bağlı işyerleri; İsdemir, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, Tariş, Ataş, Aliağa rafinerileri, Erdemir ve Ant Birlik gibi yerlerde saldırılar yaşandı. 

 

Özel harp mekanizması olarak 

MHP devlet gücünün sert biçimde kullanılmasının kendisini güçlendireceğini düşündü. Hem ordu içindeki güçlerin desteğiyle birleşerek işçi sınıfı ve solu ezmeyi hem de olası yeni bir iktidar bloğunun omurgasını oluşturacağını düşündü. Bu hedefle cinayetlerin sayısını arttırdı. Bir yandan da sıkıyönetim çağrıları yaptı. 

MHP’yi terör dalgasının zirvesine yerleştiren eylem, Maraş katliamı oldu. 200’e yakın insanın hayatını kaybettiği bu saldırı sonucunda 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi. MHP amacına ulaştı. Ama elverişli siyasal ortam beklentisi suya düştü. Katliam sermaye kesimlerinde tedirginlik yarattı. Nitekim 1979 yılında kurulan AP azınlık hükümetinde MHP yer bulamadı ve meşruiyetini kaybederek umudunu askeri darbeye bağladı. MHP’nin saldırıları karşısında gelişen anti-faşist direnişin ortaya çıkardığı “iç savaş” tablosu, darbeye zemin hazırlayacak “otorite boşluğu” görüntüsünü tamamladı. Bu, kriz içindeki sermayenin istediği şekliyle, darbe için gerekli ortamı hazırladı. 

 

“Kendi hapiste, fikirleri iktidarda”

12 Eylül 1980 darbesi işçi sınıfının üzerinden silindir gibi geçti. İşçi sınıfının örgütleri kapatıldı. Hareketin önderleri tutuklandı, işkenceden geçirildi. 1960-80 arasındaki tüm kazanımları budandı. Tüm bu saldırgan koşulların gerçekleşmesinde merkezi rol oynadı. Ama MHP sürecin dışında bırakıldı. Türkeş dahil, lider kadroları idamla yargılandı. İşkenceden geçirildi, bazı militanları idam edildi. Onların deyimiyle “Türk’ün Türk düşmanlarıyla aynı zincirlere vurulması” MHP kadrolarında hayal kırıklığına yol açtı. Kenan Evren “tarafsız” olduğu iddiasıyla “bir sağdan, bir soldan” söylemini dillendirse de faşist kadrolara yapılan işkence ve baskılar sola yapılanın yanında devede kulak kalmıştı. MHP’lilerin büyükçe bir kısmının “adli suçlu” olarak yargılanarak daha az ceza alması sağlandı. Hakkında idam hükmü verilen pek çok ülkücü de askeri Yargıtay tarafından serbest bırakıldı. 

Devlet bürokrasisi içindeki MHP’li kadrolara dokunulmadı. MHP liderliği hem yeni döneme uyum sağlamak hem de parti tabanındaki dağınıklığı önlemek için “kendi hapiste fikirleri iktidarda” söylemini geliştirdi. Yaptıklarını “devlete ve bayrağa yapılan saldırılara direnen ülkücülerin milli refleksi” olarak tanımlayıp, darbe rejiminin kendilerine vereceği yeni görevlere talip oldular. 

Siyasi olarak yasaklı olan Türkeş “partiler üstü bir milliyetçilik geliştirmeyi” istiyordu. 1970 yılında kurulan Aydınlar Ocağı’nın “Türk-İslam Sentezi”nden oluşan toplum tasavvurunu “Türk milli kültürü” oluşturuyordu. Bu yapı 1980’li yıllarda çok iş gördü. “Türk-İslam sentezi” düşüncesi mevcut ve gelecekte kurulacak tüm sağ siyasi partilerin ideolojik repertuvarını oluşturdu. 12 Eylül darbe anayasasının taslağını da yine bu çerçeve hazırladı. Sonraki dönemler, Türkeş’in “partiler üstü milliyetçilik” anlayışının sağ partiler dışında merkez solda da hâkim olduğunu gösterecekti. 

 

Mafya, devlet, sermaye

Darbe sonrasında, MHP, 1990’lı yıllara kadar toparlanamadı. MHP’nin üst düzey kadrolarının bir kısmı 1983 seçimleri öncesinde kurulan ANAP’a girdi. 1993 yılına kadar iç çekişmelerle uğraşan Türkeş, muhalefeti temizleyerek MHP adını aldı. 

MHP üst yönetim ve devlet kadrolarında yer alamayan eski kadrolar mafya babalarının yerlerini aldılar. 1970’li yıllarda harekete cephane, lojistik destek, zaman zaman yurtdışına çıkışlarda destek almak için oluşturulan mafyatik ilişkiler, 12 Eylül sonrasında ülkücü mafyanın temelini oluşturdu. Alaattin Çakıcı gibi isimler bu çetelerin başına geçtiler. Bu çeteler yasal yolla tahsil edilemeyen çek, senet işlerinde kullanıldılar. 

Papa suikastı, Bülent Ersoy’un sahnede kurşunlatılması, Turgut Özal’a yapılan suikast ve gazete kurşunlama olaylarında boy gösterdiler. Bu kadrolar 1990’lı yıllarda Kürt sorununun çatışma yöntemiyle çözülme sürecinde aktif bir biçimde kullanıldı. Kürt bölgelerinde özel timci olarak görev alan ülkücüler uyuşturucu trafiğinin kontrolünü de ele aldılar. Nitekim 1997 yılında Susurluk’ta meydana gelen bir trafik kazasında mafya, devlet, siyaset üçgeninde kurulan bu ilişkiler açığa çıktı. 

 

‘Ya devlet ülkücüleşecek, ya da ülkücüler devletleşecek’

Faşist hareketin temelini iktidar ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi oluşturur. Yeni bir medeniyet, yeni bir insan tipi ve yepyeni bir yaşam yaratma hedefiyle yola çıkan karşı devrimci hareket; devlet müdahalesinde olmayan bağımsız bir alan bırakmamak ister. Musolini’nin “Bir diğer ifadeyle, biz doğadaki aktif güçleri kontrol eden bir devletiz. Siyasal güçleri, ahlaki güçleri, ekonomik güçleri kontrol etmekteyiz” sözleri de faşizmin benzersiz özünü çok iyi ifade etmektedir. 

Faşizm, işçi sınıfının örgütlenmelerini, parlamento dâhil, geri dönüşümsüz olarak ortadan kaldırmayı hedefler. Esas olarak küçük burjuvazi ve orta sınıf hareketi olan faşist hareket, devleti fethetme kudretine sahip olmadığından, işçi hareketini sokak terörüyle paralize ederek, sermaye sınıfına güven tesis eder. Bu şekilde iktidara gelerek, devletin toplumun tüm hücrelerine kadar girdiği totaliter bir rejim inşa eder. 

MHP, İtalya ve Almanya’daki faşizmden farklı olarak “devleti fethetme” yerine “kutsal devlete” sahip çıkan bir pozisyon aldı. Türk devletinin merkezi, güçlü ve ordu-millet vasfını yansıtan bir devlet olduğunu anlatan Türkçü ideolojiden aldığı motivasyonla, devlet mitine sarıldı. Devlet ve Kuzgun adlı kitabının sunuşunda “ya devlet başa ya kuzgun leşe” deyimini MHP’nin sıklıkla kullandığı anlatılır. Gerçekten de MHP’nin 1970-90 arasındaki kitle seferberliği, devletle kuzgun seçenekleri arasındaki gerilimli bir hatta oluştu. Politikaları 1970’lerde kuzguna, 1990’larda devlete yöneldi. Her faşist parti gibi MHP de “iç düşman” tehdidine karşı hamasi bir gerilimden beslendi. 

 

Yükselen yeni milliyetçilik ve MHP

1990’lar MHP’nin devletle ilişkilerini onardığı, kitleselleşme olanaklarını yakaladığı yıllar oldu. 1991 seçimlerinde ittifakla Meclise girdi. Sonra da DYP-SHP ve DYP-CHP koalisyonlarının “gizli ortağı” oldu. Dönemin özellikleri kitleselleşmek için avantajlıydı. Neo-liberal politikaların etkisiyle, 1980’li yıllarda ekonomi göreceli olarak gelişti. Çeşitli sermaye kesimleri ekonominin uluslararası piyasalara açılmasından nemalandı. 1990’ların ikinci yarısından sonra yaşanan krizler büyük sermaye dışında kalan sermaye gruplarının çözülmesine yol açtı. Ekonomik ve sosyal pozisyonlarını kaybetme kaygısı yaşayan bu kesimler refahlarını güvenceye almaya yönelik yeni tür milliyetçiliği çözüm olarak görmeye başladılar. Yeni milliyetçilik denilen şey, tüketim alışkanlıkları ve batılı yaşam tarzının, popüler milliyetçi ikonlarla birleştiği, Müslümanların, Kürtlerin, işçilerin, yoksulların dışlandığı, Kemalizmin neo-liberal bir versiyonuydu. “Refah şovenizminden” oluşan milliyetçi etkenler MHP’nin batıda kentli orta sınıflar içinde popülerleşmesi için uygun bir fırsat yarattı. Periferide, sistemin en ucunda yaşayan gençlik kesimlerinin tepkisi, ülkücü lümpenleşen alt-kültürde cisimleşti. MHP alt sınıf kesimlerin reaksiyoner saiklerine hitap etti. 

1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi’nin başarısıyla başlayan laik-antilaik kutuplaşmasında MHP, geleneksel seçmen profilini Refah Partisi’ne kaptırması nedeniyle, orta sınıflar içinde büyümek için laik kutupta yer aldı. MHP’nin kitleselleşmesinde asıl faktör Kürt bölgelerindeki sıcak çatışmalar oldu. Ve MHP’nin devlet nezdindeki yıldızı tekrar parladı. 28 Şubat darbesi karşısında tavırsız kaldı. Özellikle Susurluk olayı sonrasında gerçekleşen darbede açıklanan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde ırkçılığın “milli tehdit” olarak yer alması, MHP’ye yapılan bir uyarı niteliğindeydi. Alparslan Türkeş’in ölümünden sonra partinin kavgalı gürültülü liderlik mücadelesini Devlet Bahçeli kazandı. 

15 Şubat 1999’da Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla ortaya çıkan milliyetçi histeri dalgasından MHP çok iyi yararlandı. Kürtlere yönelik saldırıları ve linç girişimlerini örgütledi. MHP, Kürt hareketine karşı kazanılan bu zaferin asıl olarak kendi eseri olduğu propagandasını yaptı. Nitekim Nisan ayında yapılan erken seçimlerde yüzde 18 oy aldı. 129 milletvekiliyle DSP’den sonra mecliste en fazla sandalyeye sahip parti olarak DSP ve ANAP’tan oluşan koalisyonun ortağı oldu. MHP’nin koalisyon ortaklığı, umduğu gibi başarı getirmedi. 1999 depremi ve ardından yaşanan 2001 krizinin yarattığı toplumsal öfke ve arayışlar, DSP ve ANAP’ı siyasetten silerken MHP de inişe geçti. 

 

“Normalleşmedi, normalleştirildi”

MHP’nin Kürt Sorununda oynadığı özel rol İslamcı oyların mas edilmesine vesile oldu. Bu durum sermayenin ilgisine yol açtı. Sermaye MHP’yi “merkez sağda” konumlandırmaya, “normalleştirmeye” dönük özel çaba gösterdi. Ana akım medyada MHP’nin değiştiğine ilişkin yazılar yayınlanmaya başlandı. MHP dönemin milliyetçiliğinin yarattığı kitle dinamizmine uyum sağlarken, sermayeye değiştiğine, sokaklardan çekildiğine ilişkin güven telkin eden mesajlar verdi. Alparslan Türkeş, “gençleri sokaktan çekmek, ellerine silah sopa yerine kitap vermek” gerektiğini söylemişti. İslam ve Kürt hareketinin yükselişinin devlet nezdinde yarattığı kaygılar Türkeş’in söylediği “partiler üstü milliyetçilik” hedefinin vücut bulmasına yol açtı. MHP devlet bürokrasisinde ve siyasal alanın sağından soluna tüm yelpazelerinde teveccüh görmeye başladı. 

Bugün Ekrem İmamoğlu’nun Türkeş’i saygıyla anması, sol mecralarda ünlenen Canan Kaftancıoğlu’nun içinde yer aldığı bir grup CHP’linin Seval Türkeş’e ziyareti de böyle bir kökene sahip. “Değişti” denilen MHP’nin değişmeyen görevlerinin partiler üstü prestiji karanlık bir maziye dayanır. 

Kuşkusuz MHP’nin değiştiğine ilişkin vizyonun sunumunda en etkili rolü ana akım medya oynadı. Özellikle Hürriyet gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök’ün çabaları takdire şayandır. Ertuğrul Özkök 1990’lardan itibaren, “bir medeniyet, toplumsal kültürel bir refleks” haline gelen milliyetçiliğin MHP’nin aşırılıklarını törpülediğini anlattı. Ertuğrul Özkök’ün 15 Mayıs 1994 yılında Hürriyet’te çıkan yazısı MHP’nin “normalleştirilmesine” dönük halkla ilişkiler performansını göstermesi açısından önemli bir örnektir: 

 

Neredeyse her ilinde, her ilçesinde haftada bir iki şehit cenazesi kaldırılan beldeleri seyrediyorum. Bir zamanlar Hitler’in Türk versiyonu olarak kabul edilen bir lider için bulunmaz bir fırsat tarlası görüyorum. (…) Böyle bir millî kasırgada, Türkeş gibi bir liderin istese ülkeyi bir anda yangına çevirebileceğini tahmin ediyorum. Miloseviç’in Yugoslavya’yı ne hale getirdiğini düşünerek, sorumsuz bir milliyetçi liderin Türkiye’yi nasıl bir felâkete götüreceğini kendim kadar biliyorum. (…) ‘Haydi’ dese milliyetçilik bir anda ırkçılık haline dönüşecek ve belki de Türkiye bir Saint Bartelemeo gecesi yaşayacak. 

 

16. Yüzyıl Fransa’sında, Saint Bartelemeo gecesinde birkaç gün içinde on binlerce Protestan’ın öldürüldüğü bir kıyımın yaşandığını düşünürsek, bu yazının anlamını okuyucuya bırakıyorum. 

Dönemin SHP Lideri Murat Karayalçın da MHP’ye bir iç savaş ortamını engellediği için minnettarlığını sunmuştu. MHP’nin Kürt Savaşı’nda oynadığı özel rolü düşünürsek, “minnet” duygusunun MHP’nin sokaklardan çekilmesiyle ilgisi olmadığı da açıktır. 

 

Değişmeyenler

“Değişti” söylemlerinin aksine MHP’nin ne yapısal özellikleri ne de refleksleri değişti. Bilakis, savaşın yarattığı göç ve ekonomik sorunların yarattığı ırkçı dalga MHP’nin saldırganlığını besledi. MHP’nin değiştiğine ilişkin kalemler oynatılırken, ülkücüler batıda, sahil şeritlerinde Kürtlere yönelik linç girişimlerinde boy gösterdiler. Taşra üniversitelerinde, Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, Hacettepe, Marmara Üniversitesi’nde solcu öğrencilere satırlarla, sopalarla saldırdılar, bunların çok az kısmı medyaya yansıtıldı. Ayrıca solcu etkinlikleri baltalamak için “karşı eylem” düzenlediler. Samsun’da Sivas’ta yine solculara yönelik linç girişimlerinde bulundular. Bolu’da, Küçükçekmece’de ya da Seyrantepe’de bir konfeksiyon işçisinin öldürülmesi gibi pek çok saldırının ardında Ülkü Ocakları vardı. Bu saldırılar, 2000’li yılların tamamında gerçekleşti.

Madımak Katliamı, İHD Başkanı Akın Birdal’a (1998) suikast, İHD Yöneticilerinin (2005) Evrensel Gazetesi’nin (2001-2005), Agos Gazetesi’nin (2007) tehdit edilmeleri, Baskın Oran’ın (2008) ölümle tehdit edilmesi, Diyarbakır’da 10 kişinin ölümüne yol açan bombalama (2006) olaylarını üstlenen Türk İntikam Tugayı (TİT) adlı paravan örgütün arasında ülkücüler yer alıyordu. Bu cinayet şebekesinin bir de Facebook sayfasının olması, devlet yetkililerini hiç rahatsız etmiyor. 

Sokaklardan çekilme iddiası tamamen bir efsane. Gerçekte düzeyi düşük olan sokak faaliyetleri görmezden gelindi. Kuşkusuz bunun en önemli nedeni 2003’te AKP’nin yüzde 34 oy alarak seçimi kazanması oldu. “İslamcı” bir partinin iktidara gelmesi, sermaye ve devletin tüm kesimlerinde alarm zillerinin çalmasına neden oldu. Bu, yaşam tarzlarının tehdit altında olduğunu düşünen orta sınıflarda karşılık buldu. MHP, AKP’ye karşı kurulan ittifak bloğunun bir parçası olarak görüldü. Bu ittifaka neo-liberal bir burjuva partisi olan AKP’nin 2001 krizinde yoksullaşan işçilerin ve kent yoksullarının “değişim” özlemlerini politize ettiğini görmek yerine, Ortaçağ’a özgü gerici bir parti olarak gören solun büyük kesimleri de eklemlendi. Bu yanlış görüşler açısından faşist odak AKP oluyordu. “İslamcı faşist partiye” karşı burjuvazinin farklı fraksiyonlarıyla aynı cephede y

er alıp, gerçek faşistlerle aynı adayı desteklemekte bir sakınca görülmedi. 2014 seçimlerinde CHP’nin belediye başkan adayı eski MHP’li Mansur Yavaş’a oy çağrısı yapıldı. 2014 yılında yine CHP ve MHP’nin ortak adayı olan MHP’li Ekmeleddin İhsanoğlu desteklendi. AKP’nin gerilediği 2015 seçimleri sonucunda sermayenin MHP-CHP koalisyonu hükümeti çağrıları bu mecralar tarafından destek buldu. 

Son yıllarda Cumhur ittifakına karşı MHP’den ayrılan İYİ Parti ittifak ortağı olarak görülmeye başlandı. İYİP’teki göçmen düşmanlığı, Talat Paşa seviciliği bu kesimleri rahatsız etmiyor ne yazık ki. MHP eleştirilerinin temelinde, Cumhur İttifakı’nın ortağı olması yatıyor. 

 

Beka meselesi olarak Kürt Sorunu ve MHP 

Türkiye’de milliyetçiliğin inşasında “beka kaygısı” çok temel bir rol oynadı. Sürekli geleceğinden, yok olmaktan, parçalanmaktan korkan bu gerilimli milliyetçiliğin oluşmasında, dağılmakta olan imparatorluk sürecinde başta Hristiyan topluluklar olmak üzere farklı toplulukların demokratik taleplerinin düşmanlaştırılması da temel bir rol oynadı. Cumhuriyet Türkiyesi’nin inşasında da “beka kaygısı” etkili oldu. Hristiyan topluluklara karşı nefret sürmekle birlikte, Müslüman bir topluluk olan Kürtler asimile edilmek istendi. 1925-30 arasındaki Kürt isyanlarını imha ve inkâr politikaları izledi. Kürtlerin varlıklarının inkâr edildiği, asimilasyon politikalarıyla MHP’nin bir “iç tehdit” karşında devletin bekasını temin etmek isteyen reaksiyoner gücü her iki kesimin ortak noktasını oluşturdu. 

MHP varlığını ve meşruiyetini Kürt Sorunuyla ilişkilendirdi. MHP Kürtlerin varlığının inkarına ilişkin, resmi devlet çizgisini izlemekle birlikte, Kürtlere yönelik ırkçı bir tutum da izledi. MHP’li akademisyenler Kürtlerin aslında Türklerin alt kültürü olduğunu ispatlamaya çalıştı. Kürt sorununun çözümüne ilişkin, MHP’li Semih Yalçın’ın “HDP/PKK kamilen itlafı gereken bir siyasi haşere sürüsüdür” sözleri, MHP’nin Kürt Soruna nasıl baktığının özetidir. 

1992 yılında Körfez Savaşı sonrasında Kuzey Irak’ta Bölgesel Kürt yönetiminin oluşması, devlette “bölünme” kaygısını güncelledi. Kürtleri “düşman” olarak kodlayan MHP ile devletin yolları bu dönemde yeniden birleşti. 1970’lerde sola ve işçi sınıfına yönelmiş olan terör bu kez Kürtlere yöneldi. 

MHP, Kürtlere yönelik savaşın yol açtığı milliyetçi atmosferde en çok öne çıkan parti oldu. Asker cenazelerinin karşılanmasından resmi kutlamalara, spor karşılamalarına her türlü olay MHP’nin gövde gösterisine dönüştü. MHP “milli refleks” söylemiyle, demokratik ve siyasi çözüm isteyen herkesi “vatan haini” ilan etti, devlet içinde yeniden kadrolaşma fırsatı yakaladı. Kürtlere karşı “gayri nizami harp” yöntemlerinde görev aldı. Bölgede kurulan Özel Harekât Dairesi’ne bağlı özel tim de ülkücülerden oluşturulmuştu. 1990’ların sonunda özel timin neredeyse tamamına yakını MHP referanslıydı. 

Ayrıca bazı batı kentlerinde de Kürtlere yönelik saldırıları organize ettiler. Abdullah Öcalan’ın yakalanıp getirilmesinin yol açtığı milliyetçi histeriden en fazla “bırakın kellesini getireyim” diyen MHP faydalandı. Öcalan yakalanmadan önce, MHP idamı en hararetli biçimde savunuyordu. İktidar ortağı olduğu dönemde idam cezası kaldırıldı. MHP’nin bu konudaki tutumu, devlet kurumlarıyla uyumlu ilişkiler kurma konusundaki özenini de göstermesi açısından önemli bir örnektir.

 

Çözüm sürecinin tam karşısında

MHP’nin Kürt sorunu karşısındaki güvenlikçi tutumu, 2002 sonrasında kurulan AKP iktidarına karşı muhalefetinin de temelini oluşturdu. AKP iktidarının ilk yıllarında ordu, yargı ve bürokrasinin AKP’nin karşısında yer alması, AKP’nin AB ve ABD ile iyi ilişkiler içinde olması, MHP’nin AKP karşıtı cephede yer almasında etkili oldu. Ancak, MHP’nin AKP karşıtı muhalefetinde, hükümetin 2009 sonrasında Kürt sorununda müzakereci bir yöntem izlemiş olması merkezi rol oynuyordu. Devlet Bahçeli’nin “yoktur” dediği çözüm süreciyle ilgili “bin yıllık kardeşliği ortadan kaldıran, devlet ve milleti bölen bir yıkım ve ihanet projesi” olarak değerlendiren sözleri, çözüm sürecinin MHP açısından varoluşsal bir problematik haline geldiğinin en açık göstergesidir. 

2009 ile 2015 arasında sürecin her kritik aşamasında süreci sabote etmeye yönelik linç eylemlerinin örgütleyicisi, faşist hareket oldu. Mevsimlik Kürt tarım işçilerine, Kürtlere ait işyerlerine, evlerinin yakılıp yıkılmasına, inşaat işçilerine, üniversitelerde Kürt öğrencilere, Taksim’de poşu taktığı için boğazı kesilen genç örneğindeki gibi pek çok saldırılar gerçekleştirildi. Faşistlerin hedefinde sadece Kürtler değil, işçiler, Aleviler, Müslüman olmayan haklar ve translar da vardı. 2015 yılında gerçekleşen Dolmabahçe Mutabakatını, Sevr anlaşmasına benzetip, “Türkiye Cumhuriyeti’nin çöküş belgesi, varoluşunu inkar beyannamesidir” sözleriyle AKP’ye en ağır biçimde saldırdı. Çözüm sürecinin AKP tarafından buzdolabına kaldırıp, sonra da tamamen ortadan kaldırıldığı andan itibaren, AKP ve MHP yan yana gelmeye başladı.

Müzakerelerin bitişiyle, 2015 seçimlerinde HDP binalarına, seçim mitinglerine, seçim bürolarına, adaylarına, silahlı, sopalı, saldırılar, kundaklama olayları örgütlenirken, kamu görevlileri saldırılara “demokratik tepki” diyerek göz yumuyordu. 2015 Haziran seçimleri sonrası AKP’nin oy kaybıyla ortaya çıkan ittifak senaryoları karşısında MHP, HDP’yi flu gördüğünü söyledi. MHP’nin hem devletle hem de AKP’yle yollarının kesişmesine yol açan, bu flulaşma süreciydi. 

2011 yılında, Suriye devrimi sonrasında yaşanan iç savaş Türkiye sınırı boyunca yaşayan Kürtlerin siyasal bir statüye kavuşmasıyla Türkiye açısından başka bir boyuta evrildi. Bölgedeki Kürt örgütlenmesinin İŞİD ile mücadelede ABD ile müttefik haline gelmesi, uluslararası alanda da meşruiyet sağlamalarına yol açtı. 

7 Haziran seçimlerinde oyların yüzde 13,2’sini kazanan HDP 80 milletvekili kazandı. Kürt sorununun devletin varlığına tehdit olarak hissedildiği aşamada Türkiye devleti hem uluslararası ilişkilerini ve ittifaklarını hem de iç siyasetteki ittifaklarını yeniden tanımladı. Erdoğan’ın “yerli ve milli koalisyon” olarak adlandırdığı bu koalisyon 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında “demokrasi şölenleri” eşliğinde Yenikapı’da inşa edildi. Sonrasında bugünkü siyasal iklimin köşe taşlarını oluşturan OHAL ilan edildi. OHAL döneminde HDP’ye yönelik kapsamlı saldırılar gerçekleştirildi. 

Çözüm sürecinin sona erdiği, Kürtlerin seçme ve seçilme dâhil, tüm haklarının ortadan kaldırıldığı siyasal atmosfer, MHP’nin yeniden sahnelere dönmesine yol açtı. Üstelik bu sefer, hiç olmadığı kadar elverişli bir pozisyon elde etti. MHP OHAL’i destekleyen bir parti olmanın dışında OHAL koşullarını da oluşturan parti olarak, Türk usulü başkanlık rejiminde temel bileşen olarak kazanan durumuna geldi. 

MHP, Kürtlere siyasal tüm alanların kapatıldığı çözümsüzlük aşamasında elde ettiği kudretin mevcut durumun sürmesine bağlı olduğunun bilincinde. Ve iktidarı bu alandan kuşatmaya yönelik hamleler yapıyor. Nitekim Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi ve HDP’nin kapatılması çağrısını da Bahçeli yaptı. Hemen sonra yargı kararıyla Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliği düşürüldü ve Gergerlioğlu tutuklandı. Yargıtay HDP’nin kapatılması, 687 HDP’li ile ilgili 5 yıl siyasi yasaklı olmaları için soruşturma başlattı. MHP bu hamlesiyle Kürt sorununa da kilit vurmak istediğini gösterdi.

 

Kaynakça

Akçam, Taner, 1992, Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu, Su Yayınları, İstanbul.

Atalay, Onur, 2018, Türk’e Tapmak Seküler Din ve İki Savaş Arası Kemalizm, İletişim Yayınları, İstanbul. 

Balbay, Mustafa, 2021, “MHP Kongresi, Milliyetçilik mi, iktidar mı?”, Cumhuriyet, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/mustafa-balbay/mhp-kongresi-milliyetcilik-mi-iktidar-mi-1821358)

Bora, Tanıl, 2000, “Neo-faşizmin yükselişi… Antifaşizmin krizi… MHP tartışmaları”, https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-138-ekim-2000/2330/neo-fasizmin-yukselisi-anti-fasizmin-krizi-mhp-tartismalari/2524

Bora, Tanıl ve Can, Kemal, 2011, Devlet ve Kuzgun, İletişim Yayınları, İstanbul. 

Bora, Tanıl ve Can, Kemal, 2009, Devlet Ocak Dergah, İletişim Yayınları, İstanbul.

Demirhan, Fahri Erdem, 2015, “Antonio Gramsci’nin Kuramında Faşizm Çözümlemeleri”, Akademik Bakış, Cilt 9, Sayı: 17, https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/798157

Karakaş, Şenol, 2019, “AKP Çözülürken”, Enternasyonal Sosyalizm, Sayı:5, S.5- 9

Koçak, Cemil, 2009, Geçmişiniz İtinayla Temizlenir, İletişim Yayınları, İstanbul. 

Mart 2015 https://onedio.com/haber/-akp-pkk-ya-ruhunu-kaptirmistir–463873,3 

Oral, Meltem, 2016, “MHP değişti mi? Kuzu postunda kurt”, Altüst, http://www.altust.org/2016/01/mhp-degisti-mi-kuzu-postunda-kurt-meltem-oral/ )

Özçelik, M. Hakan, 2015, “Yusuf Akçura’nın Üç Tarzı Siyaset Üzerine düşünceler, ABMYO Dergisi, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/750198)

 Özdal Hakkı, 2021, “Türkiye kapitalizmini kim nasıl yönetecek?”, Gazete Duvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/kavga-turkiye-kapitalizmini-kim-nasil-yonetecek-makale-1517988

Özdoğan, Günay Göksu, 2015, Turan’dan Bozkurt’a Tek Parti Döneminde Türkçülük, İletişim Yayınları. 

Sternhell, Zeev, 2015, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, Der. Constantin Nordachi, Çev. İsmail Ilgar, İletişim Yayınları.

Troçki, Lev, 1993, Faşizme Karşı Mücadele, Çev. Orhan Koçak, Orhan Dilber, Yazın Yayıncılık, İstanbul S.27

 

Balbay, Mustafa, 2021.

https://www.dw.com/tr/berlin-mhpnin-devlette-kadrola%C5%9Fmas%C4%B1-konusunda-bilgi-sahibi/a-56960303)

Özdal, Hakkı, 2021, Türkiye Kapitalizmini kim nasıl yönetecek? Gazete Duvar

Karakaş, Şenol, 2019, S.5-9 Şenol Karakaş MHP, AKP ortaklığı kurulduktan itibaren neo-liberal bir parti olan AKP’nin otoriterleşme süreciyle birlikte demokratik tüm yapıları tahrip etmesine siyasal alanlardan oy temelli meşruiyet sağladığını, MHP’nin iktidar tarafından aşındırılan siyasal alanları tamamen ortadan kaldırmak isteyen bir parti olduğunu anlattı.

 

  1. Troçki, Leon, 1993, S.27
  2. Özçelik, M. Hakan, 2015.
  3. Akçam, Taner, 1992, S.58
  4. Atala, Onur, 2018, S.181
  5. Koçak, Cemil, 2009, S.111
  6. Özdoğan, Günay Göksu, 2015, S.213
  7. A.g.e, S.146
  8. A.g.e, S.95
  9. Demirhan, Fahri Erdem, 2015, S.17
  10. Bora, Tanıl, Can, Kemal, 2009, S:46
  11. A.g.e, S.68-69
  12. A.g.e, S.76
  13. Sternhell, Zeev, 2015, S.103
  14. Bora, Tanıl, Can,Kemal, 2011, s.12
  15. https://tr.wikipedia.org/wiki/1999_T%C3%BCrkiye_genel_se%C3%A7
  16. Bora, Tanıl, 2000.
  17. Akçam, Taner, 1992, S.78
  18. Bora, Tanıl, Can, Kemal, 2011, S.93
  19. Oral, Meltem, 2016, MHP değişti mi kuzu postunda kurt, Altüst
  20. 2015, https://onedio.com/haber/-akp-pkk-ya-ruhunu-kaptirmistir–463873,3

23 Mart 2015 – 19 Mayıs 2015 Tarihleri Arasında Milletvekili Seçimi Çalışmaları Sırasında Siyasi Partilere Yönelik İhlaller

Enternasyonal Sosyalizm