Otoriterizm tehlikesi, AKP ve faşizm

Şenol Karakaş

Otoriterleşme gerçekten de bir dalga gibi, dünyayı sarıp sarmalıyor. ABD 329 milyon, Rusya 147 milyon, Macaristan 10 milyon, Hindistan 1 milyar 370 milyon, Brezilya 212 milyon ve Türkiye 83 milyonluk nüfuslarıyla, yaklaşık 7,5 milyar kişilik dünya nüfusunun yedide birini oluşturuyorlar. Bu ülkelerin her biri otoriter siyasetçiler tarafından yönetiliyor. Her bir otoriter liderin bir diğerinden farklı özellikleri var ve kuşkusuz her ülke bir diğerinden farklı bir dizi özelliğe sahip. Toplumsal örgütlenmeleri, sınıfsal çelişkilerin keskinliği, sermaye birikiminin ve devlet yapılanmasının özel yanlarının içinde şekillendiği tarihsel arka plan kuşkusuz her bir ülke açısından farklı özellikler taşıyor. Ama aynı zamanda her bir ülkenin devlet rejimini birbirine benzeten ortak özellikler de söz konusu. Kapitalizm, Leon Troçki’nin uzun yıllar önce başarılı bir şekilde açıkladığı gibi eşitsiz ama birleşik bir şekilde gelişmeye devam ediyor.1

Hindistan devlet başkanı Modi’yle ABD başkanı Trump’ın birbirine hiç benzemediğini düşünebiliriz. Ama kısa bir bakış bile bu liderlerin, Erdoğan’la Putin, Bolsonaro’yla Macaristan başbakanı Victor Orban arasında sayısız benzerlik bulunduğunu, dünya görüşlerinin aynı tornadan çıkmışçasına birbirine benzediğini gösteriyor. Bu siyasal figürler cesaret edip enternasyonal bir parti kursalar her biri bu partinin genel başkanı olacak kadar benzer dünya görüşlerine sahipler. Otoriter bir enternasyonalist partinin kurulmasının önündeki engel ise bu isimlerin sadece demokrasiden hazmetmemekle kalmayıp enternasyonalizme neredeyse düşman olmaları. 

Otoriter yönetimler, başta aydınlar olmak üzere bu yöneticilerin uygulamalarından nefret eden duyan insanlarda tiksintiyle karışık bir karamsarlık yaratıyor:

Atalarımız, yakın dönemlerde bile, geleceği umutlarını yatırmak için en güvenli en vaatkar yer olarak görürdü; oysa biz geleceğe öncelikle korku, endişe ve kaygılarımızı yansıtıyoruz: iş bulmanın gitgide zorlaşacağı, düşen gelirlerin bizim ve çocuklarımızın yaşam fırsatlarını azaltacağı, toplumsal statümüzün iyice kırılganlaşacağı, ömür boyu elde ettiğimiz her şeyin geçici hale geleceği, elimizde bulunan mücadele araçları, kaynakları ve becerilerinin karşımıza çıkan zorlukların ağırlığına kıyasla giderek yetersiz kalacağına dair korku, endişe ve kaygılarımızı…En önemlisi, hayatlarımız üzerindeki kontrolümüzün gitgide azaldığını hissediyoruz.2

Bu ruh hali iki sene önce çıkan bu kitabın yazarlarına özgü değil. Bu bir salgın ve kendisini en iyi otoriter rejimlerin olduğundan daha kötü, olduğundan daha sağda, olduğundan daha güçlü ve olduğundan daha kalıcı gösterildiği “rejim adlandırması analizlerinde” görülüyor. Otoriter popülist rejimlerin bir dizi tarifi ister istemez tarihin belirli anlarına atıfla birlikte yapılıyor. Otoriter liderlerin yansımasında doğrudan Hitler’i görme eğilimi çok yaygın. Her otoriter liderin içindeki faşistten söz etmenin yaygın olması gibi. Tüm otoriter liderler arasında “bu kadarı da olmaz ki” denilecek türden, askeri darbenin ardından yaşanan katliam günlerini özleyerek anan3 konuşmalar yapan Bolsonaro Brezilya’da devlet başkanlığını kazanır kazanmaz, mücadelenin faşizme karşı bir mücadele biçimi alması gerektiği yönünde fikirler de sahneye akın etti elbette bekleneceği gibi.4

Adlandırma meselesi

Bolsonaro’yu adlandırma çabasının ötesine geçip, çağdaş otoriter popülist siyasal iktidarları bu kavramlarla açıklamanın yetersizliği meselesine ise Ahmet İnsel şöyle katkıda bulundu:

Bolsonaro’nun Brezilya’da demokrasi direnişi karşısında tafrası kısa zamanda tükenecek ikinci sınıf bir Caudillo mu, yoksa kısa zamanda bütün Latin Amerika’ya yayılacak bir gerici otoriter restorasyon dalgasının öncüsü mü olacağını göreceğiz. İleride ne olacağından bağımsız olarak, reaksiyoner aşırı sağın bütün özelliklerini eksiksiz ve yüksek dozda içinde barındıran Jair Bolonsaro’nun temsil ettiği siyasal eğilimi, sadece popülizm olarak değil, 21. yüzyıl faşizmlerinin en anlamlı örneklerinden biri olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır.5

Ben sadece Bolsonaro’nun temsilcisi olduğu hareketin değil, diğer otoriter hareketlerin de faşist olduğunu düşünmüyorum. Fakat bu tartışmayı yapmak giderek daha çetrefil bir hal alıyor. Her türde demokratik hakkı tarumar etmeyi bir beceri, varoluş gerekçesi gibi gören ve buna uygun siyasal pratikleri sergileyen liderlerin faşist bir hareketin liderleri olmadığını söylediğimizde, sanki bu partilerin yıkıcı etkisini hafifsiyormuşuz gibi bir suçlamayla karşılaşma ihtimalimiz çok yüksek. Şimdi otoriterizm bağlamında yaşanan bu tartışmayı, bizler, AKP iktidara geldiği günden beri yaşıyoruz. AKP’nin iktidara gelişi ve milyonlarca insandan oy almaya başlamasıyla bu partinin karakteri tartışılmaya başlandı. O zaman bu tartışmalara şöyle yanıt vermeye çalışmıştım:

AKP bir burjuva partisidir. Bu, AKP ile ilgili hem çok şey açıklayan hem de hiçbir şey açıklamayan bir tespit. Bir yandan çok şey açıklıyor: AKP liderliğini nobranlığını, İdris Naim Şahin’i, 2023 projesi süslemesiyle anlatılan büyük sermayenin hedefleri doğrultusunda adım adım ilerleyişin acısını işçi sınıfından çıkartışını, KCK tutuklamalarını, herbiri bir diğerinden iddialı açılımların kofluğunu, askerî harcamalarda dünyanın on beşincisi olmasını, “Afedersiniz Rum” özlü nefret söylemini, umarsız kentsel dönüşüm hırsına eklenmiş benzersiz bir inşaat patlaması faciasını, nükleer santral kurma hırsını, KESK’e yönelik özel gıcığını, hemen tüm akarsuların tepesine hidroelektrik santral kurma tutkusunu… Liste daha da uzatılabilir. İşsizlik eklenebilir, gelir adaletsizliği eklenebilir, yine sermayenin ihtiyaçlarına cevap veren bizzat Başbakan’ın dillendirdiği “üç çocuk” perspektifi eklenebilir (…) Bu kafa karışıklığından kurtulmanın ilk yolu, AKP’ye dair üretilmiş olan tüm çarpıtılmış kodlardan kurtulmak. Bu kodların ortak özelliği, AKP’yi anormal olarak tarif edilmesi. Olağanın dışında bir parti olarak en önemli AKP kodlaması, bu partinin özel bir gündemi olduğu hissini de uyandıran, AKP’nin şeriatçılığı (…) Şeriatçı kodlamasının yetmediği yerde, devreye AKP’nin faşizmi giriyor (…) Yine de AKP’liler sevinmeli bu kodlamalara. Çünkü daha fenası var sırada: AKP’nin emperyalizmin işbirlikçisi olduğunu vurgulayan BOP eşbaşkanlığı ayrı bir tanım. Sırada ise cemaatlerle anormal bir ilişkisi olduğunu da kapsayarak üretilen ‘sivil vesayet’ kurucusu olarak AKP var. Kendi  rejimini kuran AKP, kendi derin devletini kuran AKP, otoriter eğilimlerin yeni kalesi olarak AKP.6 Bu yazıda siyasal kapışmanın o gün yaşana seyrini değerlendirirken, gelişmelerin burjuva normalliğine doğru evrileceğini tahmin etmiştim. Gezi direnişinin ardından yaşanan sert devlet müdahalesiyle girilen yeni yol için söylenecek en son şey normalleşme olabilir. Fakat şimdiki sorunumuz açısında bu tartışmalar daha tali, yine de tarihin başka bir şekilde yaşanamayacağını ve Erdoğan’ın meclise girmesiyle başlayan sürecin otomatik sonuçlarıyla karşı karşıya olduğumuzu düşünenlerin mücadele denilen sınıf dinamiğinden bütünüyle kopuk karanlık bir ruh hali içinde olduklarının altını çizmeliyiz. 

Nasıl ki AKP’nin faşist bir parti olduğu yönündeki fikirlerle tartışırken, AKP’nin faşist değil merkeze yerleşmeye çalışan bir burjuva partisi olduğu fikrini öne sürmek bu partiyi meşrulaştırmak değil, gerçekte nasılsa öyle tanımlamak anlamına geliyorduysa ve yine bu partinin gerçekten olduğu şeyin zaten yeterince berbat bir içeriğe sahip olduğunu görmek bir zorunluluktuysa, bugün de otoriter eğilimlerin faşist olmamasını tartışmakla bu siyasî hareketlerin yıkıcı içeriğini aynı anda tartışmak önemli. Trump’ın faşist olmaması, bir ırkçı olduğu gerçeğini gizlememeli, Bolsonaro iktidarının faşist olmadığı tartışması, Amazon ormanlarının, Brezilya işçi sınıfının ve solunun, LGBTİ+ hareketinin, kadınların ve yerli halkların ne kadar büyük bir saldırıyla yüzyüze olduğu gerçeğini gölgelememeli. Bu yüzden, bu tartışmayı yapmak için otoriter rejimlerin karakteri ve geçiciliği, bu rejimlerin temel tehlikesi ve yarattığı tahribat, bu rejimlerin faşizmden farklılığı ve otoriter yönetimlere karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiği konularının altını hızla çizmek gerekiyor. 

Otoriter delilik bir anda ortaya çıkıp siyaseti domine etmeye başlamadı. “Kapitalizmden söz etmek istemeyen kişi, faşizm kelimesini de ağzına almamalıdır.” sözü otoriterizm için de geçerlidir. Kapitalizmden bağımsız bir otoriter popülist çılgınlık yok ve mevcut kesif sağcı eğilim kapitalizmin 2008’de yaşadığı küresel krizle kopmaz bir ilişki içinde şekillendi.

Chris Harman, 2008 krizi nedeniyle güncellemek zorunda kaldığı kitabında, krizin etkilerinin derinliğini kapitalizmin kontrolsüz bir sistem olduğunu anlatarak açıklıyor ve krize yakalanmadan hemen önce ABD’nin durumunu genel emperyalist hegemenonya çelişkileriyle bağlantılı olarak şöyle vurguluyordu:

Küresel hiyerarşinin tepesindeki ABD için problem ağırdır. Onun pozisyonu bütün sistemin jandarması olmasına bağlıydı, diğer egemen sınıflara mafyavari genel koruma sağlarken, bu pozisyonunu ABD’de üslenmiş sermayelere ayrıcalıklı bir konum kazandırmak için kullanıyordu. Krizler söz konusu sermayeler için ayrıcalıklı konumu eskisinden de elzem hale getirmişti. “Teröre karşı savaş”taki başarısızlıklar, daha 2000’lerin ortalarında diğer devletlerin bu ayrıcalığa meydan okuma gücünü hissetmeleri anlamına geliyordu. Çin’in Afrika’da, Rusya’nın eski SSCB ülkelerinde ve BRICS’in küresel ticaret müzakerelerindeki artan egemenliği bunu gösterdi. Derken, ABD’nin büyük şirketlerinin birçoğu ABD’nin küresel hegemonyasından daha çok medet umarken, bu hegemonyayı sarsacağı tahminleri yapılan 2007’de başlayan kriz çıkageldi.7

Harman, buna, Pentagon’un dünya analizini de ekliyor. Analiz, dünyanın beklenmedik ittifaklara, gelişmelere sahne olma ihtimaline değiniyor. “Gitgide düzensiz ve potansiyel bakımdan şiddet yüklü”8 bir dünyayla karşılaşacağımızı ilk elden, bu şiddet sarmalanın bir numaralı sorumlusunun kurumlarının analiz raporlarından okumak her zaman bir ilginçlik taşıyor. 2008 krizinin ardından, Harman’ın çizdiği şu genel çerçeve bütünüyle doğrulandı:

Bu (düzensizlik ve potansiyel şiddet sarmalı-ŞK) en büyük sekiz devletin diğerlerini hedef alan nükleer silahlara, onlarcasının İkinci Dünya Savaşı’ndakilerden çok daha yıkıcı ve korkunç “konvansiyonel silahlara” sahip olduğu ve hızla çoğalan sivil nükleer enerjinin hedeflerde ölümcül etkisi olan konvansiyonel silahları üretebileceği bir dünyadaki düzensizlik olacak. Yıkıcı periyodik buhranlar ve korkunç savaşlardan daha tehditkâr olan kontrolsüz sistem. Yeryüzündeki insan yaşamının sürüp sürmeyeceğini sorguluyor.9

Kitlelerden antikapitalist bir eleştiri örtüsü altına gizlenen geleneksel merkez kurumların, parlamentonun, seçim sistemlerinin, demokrasinin, bir dizi alandaki hak eşitliklerinin tümünün birden eleştirisi üzerinden oy almayı başaran otoriter popülist hareketler, kontrolsüzlüğün, ekonomik yoksullaşmanın, göçmenlerin, küresel iklim değişikliğinin pekiştirdiği daha bir dizi sorunun yarattığı anaforda öne çıkmaya başladılar. Özellikle göçmenlere yönelik nefret dolu yaklaşım, otoriter popülist hareketlere üzerinde sörf yapabileceği güçlü bir dalga sundu:

Avrupa’da genel olarak sağ siyasî hareketlerde ve gündemde öne çıkan göçmen tartışması, ekonomik bağımsızlık problemlerinin kültürel egemenliğe evrilmesinin çok iyi bir örneği: (…) dünya çapında sağ popülizmlerin artışının bağrında yer alan bir evrilme ve yer değiştirme bu.10

Popülist liderler bu hareketler içinde panik duygusunu en iyi kaşıyan, ekonomik felaketin özellikle dış kaynaklı bir şekilde üzerimize doğru gelmekte olduğunu en iyi anlatan ve “demokrasinin yavaş zamansallığını”na11 tahammül edilemezliğinin altını en iyi çizen siyasî figürler arasından çıkıyor. Appadurai, Narendra Modi’nin kara parayla mücadelesinde Hindistan ekonomisinden 500 rupilik banknotları çekmesinin, Hindistan’da işçilerin günlük tüketiminde bu para büyük önem arz ettiği için oluşan panik duygusunu anlatıyor. Benzer bir panik duygusunun sadece ekonomik gelişmeler öne sürülerek değil politik sert ve korkunç bir gelişme olacak duygusunun sık sık işlendiği Türkiye’de insanların histerik bir şekilde portakal bıçaklamaya, İphonelerını kırmaya başlamaları da başka bir örnek.12

2008 krizinin ana sarsıntısı ve artçı şokları son 10 yılın ilginç bir karakter kazanmasında belirleyici oldu. Bu kriz, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uygulanan kapitalist sermaye birikim modelinden kurtulmak isteyen sermayenin devreye soktuğu ve neoliberal olmakla suçladığımız evresinin bir krizi. Krizin beklenmedik ağırlığı sermaye çevrelerini şoka soksa da 2008’den sonra yapılan büyük patronlar kulübü toplantılarının hiçbirinde kapitalizmin krizine bir çare bulunamadığı, neoliberal modelin olduğu gibi uygulanmak istendiği çok açık. Model çökmüş olmasına rağmen kapitalistler hem çöküşün dinamiklerini kavrayamadıkları için hem de kapitalist çerçevede yeni bir çıkış yolu bulmak hemen hemen imkansız olduğu için, çöken modeli aynen uygulamaya devam ettiler.13

Neoliberal ekonomik modelin krizi, kapitalizmin kaotik yapısı ve kapitalizmin çifte krizi tanımını kullanmamızı sağlayan küresel iklim değişiminin yarattığı yıkımla birleştiğinde artçı şokları daha da şiddetli olmakla kalmadı, krize bir sorumlu bulma arayışlarını da hızlandırdı. Modern otoriter siyasetler, krizin sorumlusunun demokrasi, insan hakları ve özgürlükler olduğu yanıtını verdiler ve bu yanıtı verirken, geçmiş dönemin tüm siyasî uygulamalarını krizin ve çekilen acıların zeminini yaratan hamleler olarak kodladılar. Örneğin Macaristan’da Orban, 2018 yılının Nisan ayında sivil toplumla mücadele etmeye başladı ve bir yasayı gündeme getirdi:

Yasaya gerekçe olarak da, “Yabancı çıkar gruplarının, Macaristan’ın sivil toplum örgütlerini etkileri altına alarak, toplumun yararına olmayan faaliyetleri değil, bu dış grupların kendi bencil çıkarlarına hizmet eden çalışmaları gerçekleştirmesine neden olabileceği” gösteriliyordu. Bu nedenle de, dış kaynak kullanan sivil toplum örgütleri, “Macaristan’ın millî egemenliğini ve ulusal güvenliğini” tehlikeye attığı iddia ediliyordu. Dahası, ülke dışından gelen kaynaklar kullanan sivil toplum örgütlerinin, “karapara aklama ve radikal örgütleri destekleyerek, teröristlere yardım etmek gibi işlere de” bulaşıyor olabileceği öne sürülüyordu. Dahası, yasa tasarısının ilk taslağında, dış kaynak kullanan sivil toplum örgütlerinin üyelerine doğrudan “yabancı ajanlar” yaftası da yapıştırılmaktaydı. Her ne kadar, yasanın bu kısmı, “yabancılar tarafından fonlanmaktadır” diye değiştirildiyse de, kamuoyu geneline, “yerli ve millî olmayan sivil toplumun dış mihraklara hizmet ettiği” mesajı verilmiş oldu.14

Böylece krize karşı eski dönemin demokratik ne kadar kazanımı varsa bu hakların bütününü düşmanlaştırarak tepki gösteren otoriter liderler, neoliberal konsesusun hem gezegeni hem de emekçileri tahrip eden politikalar anlamına gelmesi nedeniyle, kitlelerden destek de bulabildiler.

Belirsizlik içinde milliyetçi yıkım

Bu çelişkili karakteri, bu dönemin bu haliyle geçici olduğunu gösteriyor. Geçicilik, tek başına süreci ne olumlar ne de olumsuzlar. Geçicilik, otoriterizmin ya sert bir diktatörlük rejimine dönüşmek zorunda olduğunu ya da gerçekten demokratik bir mücadele dalgasıyla, bu dalganın siyasal ifadesinin “ne” olacağından bağımsız olarak alaşağı edileceğini anlatmak açısından işlevsel bir kavram.

Otoriter eğilimler bir belirsizlik zamanında ortaya çıktılar, bu belirsizlik, sınıf mücadelesi sarkacının çok hızla bir sağa bir sola salınmasında kendisini gösteriyor. 2017 yılına Trump karşıtı eylemlerle giriş yapmıştık. Milyonlarca kadının liderliğinde ezilenlerin Trump’a verdiği müthiş yanıt, yılın geri kalanının karakterine de bir gönderme olmuştu. Dünyanın askerî ve ekonomik olarak boy ölçüşülemez hegemonik ülkesi konumundaki bir ülkenin tepesinde yönetme yetenekleri ve akıl sağlığı sorgulanan, trilyoner, ırkçı ve cinsiyetçi olduğu su götürmez bir başkanın oturması, kadınların gösterisinin öneminin altını çizmişti. Selefinin siyah bir politikacı olduğunu hatırlayınca gezegenin nereye savrulacağı konusu gerçekten de yaşamsal bir önem arz etmeye başlamıştı.

2018 yılına da gösterilerle girdik. Bu kez önce İran’da bir sosyal patlama yaşanmıştı, hemen ardından Arap Baharı’nın merkez üssü Tunus’ta sert bir mücadele gündeme gelmişti. Ocak ayı bitmeden bu kez Amerika’da 100 bin kadın Trump’a karşı gösteri yaptı. Son iki yılda ırkçılar Avrupa’da yükselişe geçti. Naziler Almanya’da parlamentoya güçlü bir şekilde girdiler. Fransa’da Marine Le Pen’in ırkçı ve faşist yükselişi, sağcı bir merkezî figür olarak Macron’un başkanlığıyla dengelenebildi. Öte yandan Suriye’de iç savaş derinleşti. Avrupa’da milyonlarca Suriyeli, ırkçılar tarafından huzurun bozulmasının sorumlusu olarak ilan edildi. Suriye hemen tüm ülkeler tarafından bombalanmaya, yıkıma uğratılmaya devam etti. 

Cezayir’de milyonlarca insan, Sudan’da kadınların başı çektiği kitle hareketi ile rejimleri altüst ediyor. Bir yanda ırkçılar cirit atarken, diğer yanda ırkçılık karşıtları mücadele ediyor. İngiltere’de faşist bir hareketi kitleselleştirmeye çalışan ırkçı adamın kafasına antifaşistler iki kere üstüste milkshake döktüler.15

Amerikan siyasetinde 1990’lı yılların ortalarından itibaren etkili bir güç olarak öne çıkan neoconlar, Amerika’nın gerileyen gücünün farkında olmakla kalmıyor, yükselen güç Çin’e de dikkat çekiyordu. Neoconlar, bazen George W. Bush döneminde olduğu gibi doğrudan iktidar olarak, zaman zaman da şimdi Trump döneminde olduğu gibi “fikirleri iktidarda” olarak 21. yüzyılın da yine bir Amerikan yüzyılı olarak yaşanması için bir dizi tedbir öneriyordu. Fakat bu tedbirler, önlemek için üretildikleri sorunları daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramadı. 1999 yılında parçalanan Yugoslavya’ya NATO’nun müdahalesi, müdahalenin ardından Bondsteel Üssü’nün kurulması, ABD’nin ana tehdit olarak gördüğü Doğu’ya yaklaşma, askerî varlığını Avrupa-Asya arasında caydırıcı bir güç olarak konuşlandırma hamlesinin başlangıç adımı oldu. Bu askerî üs ve İncirlik gibi üsler, daha sonra ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerinin kolaylaştırıcı merkezleri oldu. Fakat yıllar sonra, 15 yıl önce teklif dahi edilemez askerî gelişmeler, 2017-2018 yıllarında yaşanabiliyor. ABD Suriye’de Rusya’nın gölgesinde kalıyor, ABD’nin askerî üssü konumundaki bir ülke olarak tanımlanan Türkiye bir ölçüde ABD’ye rağmen Suriye’ye müdahale edebiliyor. İran, bölgesel gelişmelerde etkin bir siyasî ve askerî aktör olarak öne çıkıyor. Emperyalist güçler arasındaki çatlakların derinleşmesi, hem bu çatlakları zorlayan daha bölgesel yayılmacı güçleri cesaretlendiriyor, hem de bildiğimiz dünya büyük bir çatırdamayla geride kalıyor. Trump gibi bir adamın başkan olması bu çatırdamanın bir ifadesi. Trump’ın neredeyse bütün kabinesinin bir yıl içinde değişmesi ve seçim kampanyasının liderliğini yapanların başkan aleyhinde ifşa hedefli bir kitap yayınlaması da öyle.

Emperyalist ülkeler arasında ve bölgesel yayılmacı güçler arasında karmaşık askerî, politik ve diplomatik oyun, ulusal sorunu derinleştiriyor, temel sorununu beka sorunu olarak algılayan ülkelerin sayısı artıyor. Sadece Türkiye değil, Amerika’da Trump da bir beka sorunu tarifi yapıyor. Söz konusu Amerika olunca, beka sorununun yanıtı tüm dünya üzerinde askerî gövde gösterisiyle veriliyor. Yeni yüzyılın efendilerinin tayin edileceği süreç, militarizmin her yönden atağa kalktığı, Irak Kürdistan’ı ve Katalonya’da gerçekleşen bağımsızlık referandumlarında olduğu gibi ulusal sorunların derinleşmesine fakat dönemin baskın rüzgârı olarak beka kaygısı etrafında tırmandırılan küresel ve egemen milliyetçi söylemlere kapının aralandığı tehlikeli bir süreç.

Altını bir kez daha çizmek gerekirse, emperyalizmin 1990’larda belirginleşen hegemonya krizinin yanı sıra, 2008 küresel malî krizi başka bir krizin daha tetiklenmesi anlamına geldi. Neoliberal düzen (küresel kapitalizmin kamusal tüm kaynakları özel sermayeye açması, kamuda çalışan işçilerin sendikal örgütlülüğünü ve temel haklarını yıkıma uğratması ve kapitalizmin kâr oranlarındaki düşüşe karşı tedbir almaya çalışması) 2008 kriziyle birlikte açık bir çöküş yaşadı. Neoliberal yöntemin kapitalizmin yapısal krizine bir alternatif değil bu krizi derinleştiren ve hemen yeni bir krizi, iklim krizini tetikleyen unsur olduğunun açığa çıkmasıyla, neoliberal uzlaşma da dağılmış oldu. Bu uzlaşmanın kurumları çözülürken, ideolojisi de zayıfladı. Neoliberal uzlaşma16, küreselleşmenin karşısında duran geleneksel tüm politika, ideoloji ve kurumların gerici olduğunu ilan etmişti. Çöküşü, neoliberal yozlaşmaya tepki duyan kitlelerin radikal arayışlara yönelmesiyle el ele gitti. 

Radikal arayışların bir ucunda duran kitlelerin kızgınlığını milliyetçi bir temelde kendi tabanı olarak konsolide etmek üzere örgütlemek, otoriter liderlerin en belirgin özelliklerinden birisi. Trump, Erdoğan ve Orban gibi siyasetçilerin politik alanda yarattıkları en derin tahribat kitlelere her buldukları fırsatta milliyetçi bir demagojiyle seslenmeleri.

Geçici bir dönem 

Ama otoriter siyasî hareketler, yürüyen çelişkiden ibaretler. Neoliberal kosensus döneminin kurumlarına ve uygulamalarına zaman zaman neredeyse antikapitalist ve antiemperyalist itirazlar yükselterek propaganda yapsalar da ne ekonomi politikaları ne de küresel sermayeyle kurdukları ve kurmak zorunda oldukları ilişki, neoliberal ekonomi-politik alanın sınırlarını aşmalarına izin veriyor. Bir başka çelişkileri ise demokrasi tartışmasında. Demokrasiyi birçok kusurun başı ve sonu gibi görmelerine rağmen, bu liderlerin bir çoğu, temel meşruluklarını eleştiri oklarını yönelttikleri demokrasinin genel seçimlerinde aldıkları oylara dayandırıyorlar. Neoliberalizmi eleştirip neoliberal politikaları iktidar oldukları her yerde uygulamaları, emperyalizmi eleştirir görünüp emperyalist dev blokların şu ya da bu kesimiyle sürekli askerî ve ekonomik işbirliği geliştirmeye çalışmaları, demokrasiyi eleştirip sandıktan çıkmayı meşruluklarının ana kaynağı olarak görmeyi sürdürmeleri otoriterizmin çelişkilerinden bazıları.

Bu çelişkiler bu dönemin neden geçici olduğunu da gösteriyor: kitlelerden aldığı oy desteğiyle kitlelerin temel çıkarlarına da karşı olan iktidar gücünü elinde merkezileştirmesi ve siyasal-hukuksal ve geleneksel kuralları atacağı adımların önünde engel olarak kodlaması sürekli endişe içinde bir rejimin kurulmakta olduğuna işaret eder.17

Otoriter-popülist bir rejim sonsuza kadar aynı dengede var olamaz. Tek bir liderin etrafında kümelenen bir siyasal odak, oy temelli siyasal meşruluğu yani büyük kitleler, sermaye sınıfları, devlet ve küresel sermaye çevreleri tarafından zımni onayı sonsuza kadar sürdüremez. Eğer sürdürmeye çalışırsa, bunu ancak rejimin oy desteğine dayalı otoriter bir rejim olmaktan çıkıp devlet şiddetiyle “toplumun söndürüldüğü” total bir baskı evresine ve sandık meşruiyetini artık önemsemediği yeni bir evreye geçmesiyle yapabilir. Olduğu şey olmaktan çıkıp başka bir şey olmadan olduğu şey olamayan bir yönetim ilişkisi tartıştığımız!

Bu rejimlerin geçiciliğinin bir başka nedeni daha var: Kendilerinden önce emekçi sınıflar açısından pek de matah olmayan siyasal ve hukuksal kuralları darmadağın etmeye başlıyorlar. Bir yandan yıkarken bir yandan da yenisini yapmaya çalışıyorlar. Fakat yapamıyorlar. Bunun nedeni, keyfi bir otoriterliği hala en kenarda köşede de kalmış olsa demokratik bazı kurallara göre inşa etmeye çalışmaları; siyasal ve toplumsal konsensüs aramaları. Tek kişi etrafında örgütlenen antidemokratik bir sistemi bir önceki antidemokratik ama yine de içinde kısmi demokratik öğeler barındıran mimarisi içinde inşa etmeye çalışıyorlar. Seçimlerde verilen oyu yüceltirken, bu oyla oluşan meclisleri küçültmeye, demokrasinin bazı yanlarına zorunlu olarak yaslanırken bazı yanlarını kopartılıp atılması gereken ayak bağı olarak görmeye başlıyorlar. Bu açıdan Erdoğan’ın, AKP’nin evrimi ve özellikle 15 Temmuz darbesinden sonra geçirmekte olduğu değişim çok açıklayıcı bir örnek oluşturuyor.

AKP, iddia edildiği gibi otoriter bir rejim kurmak üzere başlamadı siyasal yaşamına. Bu, olayların başında olayların kötü gelişeceğini iddia edip olaylar kötü geliştiğinde de “ben dememiş miydim?” diyenlerin bir illüzyonu. AKP, rejimin kendisini engellemek isteyen güçleriyle cebelleşmek için geniş bir siyasal uzlaşma yaratmak zorunda kalan ve siyasal yaşamına ilk adımlarını böyle atan bir partidir. Bu uzlaşmayı demokratik olduğu için değil, siyasetin merkez sağ alanına çökebilmek için gerçekleştirdiği gün gibi aşikâr. Siyasal uzlaşma hem işçi sınıfıyla, Türk ve Müslüman olmayanlarla, kadınlarla hem dini cemaatlerle hem de burjuvaziyle kurmaya çalıştığı bir hedefti. AKP liderliği açısından işleri değiştiren bir dizi gelişme yaşandı.

Bu gelişmelerden birisi kendisini devirmeye çalışan güce karşı devlet içindeki kadrolaşması nedeniyle ittifak kurduğu, “ne isteseler verdiği” Fethullahçıların kendisine karşı darbe girişimine başlaması oldu. MİT krizi olarak adlandırılan ve Fethullahçı savcılar tarafından MİT başkanının esas olarak çözüm sürecinde oynadığı rol gereği ifade vermeye çağrılması, AKP liderliğine başka bir oyunu kurmanın zamanının geldiğini düşündürttü. Bu oyunu ise Fethullahçılardan önce kendisini devirmek isteyenlerle ittifak kurarak oynayacağı beklenen bir gelişme değildi. Fethullahçı darbeciler avantajlı pozisyona gelmek için demokratik her hamlenin içine, daha sonra bu hamleleri güdükleştirmek, bozmak için sızarken geleneksel darbeciler Ergenekon davalarında kolu kanadı kırık hale gelmiş olsalar da herhangi bir demokratik hamleye cepheden karşı çıkan bir odağı oluşturuyorlardı.18

AKP’nin otoriterleşme trenine atlamasına neden olan bir başka gerekçeyse, Arap Baharı’nın önce durgunlaşması, ardından Tunus gibi örnekler dışında darbe ve iç savaşa evrilmesiydi. Mısır’da Sisi liderliğinde gerçekleşen askeri darbe Mursi rejimini devirirken AKP liderliğinin zaten Gezi direnişiyle yaşadığı paniği derinleştirdi ve daha da sağa, sağ güçlerle daha kalıcı ittifaklara yöneldi. Arap Baharı’nın maruz kaldığı şiddet sadece “İslami reformizm” umutlarını değil AKP’nin Arap halklarının isyanını kendi egemenliğini pekiştirmenin meşru zeminlerinden birisi olarak anlatma ihtimalini de sona erdirdi. Mısır’da gerçekleşen darbeyle Gezi direnişinin aynı dönemde cereyan etmesi, 17-25 Aralık yolsuzluk dosyalarının Fethullahçı darbeciler tarafından sondan bir önceki önemli girişim olarak gündeme getirilmesi ve hemen bir sene sonra Kobanê olayları, AKP liderliğinin aklına gelişmeleri devlet çıkarları açısından tayin etmek ve yeni ittifak arayışlarına ideolojik bir karakter vermek için “beka kaygısı temelinde yerli-milli” bir yeni politik ekseni öne sürmeyi getirdi. Erdoğan bu stratejinin ilk adımını, Gezi direnişinin ilk günlerinde yaptığı yurtdışı ziyaretinden dönüşte attı. Durumu sakinleştirmek yerine, aktivistlere meydan okuyan bir yaklaşımı tercih etti. “Üst akıl”, “küresel fazi lobisi” gibi, direnişçilerinin kökünün dışarda olduğunu ima eden düşmanlaştırma girişimlerine başladı ve bu düşmanlaştırma çabası aralıksız devam etti. Amerikan, Alman, İngiliz ve İran ajanlarının kaderini belirlediği bir Türkiye anlatımı, AKP liderliğinin daha sonra “millî olan-olmayan” ayrımını yapmak ve bu ayrım üzerinden yeniden saflaşmak için kullandığı politikanın ham haliydi. 

Askerî vesayetin İslamcı mağdurlarının temsilcileri, askerî vesayetin yürütücüleriyle “millî bir cephe” kurmaya başladı. Önce Ergenekon ve Balyozcular salıverildi. Sonra Genelkurmay, CHP’nin ulusalcı kanadı ve MHP’yle, Suriye politikasındaki değişikliğe bağlı olan yeni bir uzlaşma ilan edildi.

Ardından çözüm süreci sabote edildi. Böylece ardından devletin millî ve yerli çıkarlarına karşı olduğu için bir dizi eylem, hareket ve mücadelenin baskı altına alınmaya başlamasına tanık olduk. Barış imzacılarına yönelik baskıyla bütünüyle görünür olan süreç “millî ve yerli olmayan” seslere tahammülsüzlüğün göstergesiydi.

AKP’nin otoriterleşme trenine atlamasını hızlandıran bir diğer gelişme ise 15 Temmuz darbe girişimi oldu. Hükümet 15 Temmuz’dan beri yeni bir strateji izliyor. Bu strateji, yeni bir devlet ittifakının ilanı ve devlet ittifakının ürünü oldu. Bu ittifakın bir ucunda AKP liderliği ve kitleleri harekete geçirme yeteneğine sahip olan Erdoğan, diğer ucunda MHP ve Devlet Bahçeli yer alıyor. Kuşku yok ki ittifakın bu ucu sadece MHP ve liderinden ibaret değil. 15 Temmuz’dan sonra MHP kişiliğini ve özerkliğini feda ederek güç ve nüfuz kazandı. Devlet bürokrasisinin belli bir kesimiyle iç içe girmiş olan ittifakın MHP kanadı Erdoğan’la bir uzlaşmaya girdi. Bu uzlaşma aynı anda iki alanda kendini gösterdi.

Bu alanlardan biri, yerli-millî ittifakla ifade edilen alan oldu: 15 Temmuz darbesinin ardından, darbeyi püskürten toplumsal hareketten yola çıkarak demokrasi ve çözüm sürecinin yeniden inşası yönünde bir hamle yapmaya değil, demokratik bütün kazanımları askıya alan, yok eden, devletin bekası sorununu gidermeyi merkeze koyan politikalar. 

Yerli-millî uzlaşmanın kendisini gösterdiği diğer alan ise, yine beka sorununa çözüm üretmek için topluma önerildiği iddia edilen ‘süper başkanlık’ modeli üzerinde sağlanan uzlaşmaydı.

AKP’nin otoriterleşme trenine atlamasına neden olan bir diğer etken de ekonomik krizin derinliği. 2008 krizinin Türkiye’yi teğet geçeceğini ilan eden Erdoğan, başlangıçta haklı gibi görünse de özellikle son bir yıldır Türkiye’nin krizin cenderesinde ağır yara alması “teğet geçme” teorisini tarihin çöplüğüne yolladı. Krizin sosyal sınıflar üzerindeki etkisiyle beka sorunu olarak kodlanan gelişmelerin etkisi Erdoğan tarafından krizden çıkışın yolunun otoriterleşmeden geçtiği fikrini işleyeceği mümbit bir toprak yarattı. 1 Mayıs 2019’da işçi sendikaları mitingler düzenler ve krizin faturasının işçi sınıfına yüklenmesine itirazlarını on binlerce işçi alanlarda protesto ederken, TÜSİAD Erdoğan’ı ziyaret etti. Kriz, 2018 yılı içinde işçi sınıfının ve yoksulların yüzde 50 oranında fakirleşmesine neden oldu. Bunun yaratacağı tepkinin derecesini bilemesek de, tepkinin derinlerde kaynamaya başladığı ortada.

AKP, siyasal ve bölgesel gelişmelerin etkisiyle otoriterleşme trenine hızla atlarken, otoriterleşmenin geçici karakteri nedeniyle, hızla bir sonraki evreye geçmeye başladı.

31 Mart seçimleri: Seçimlere önem veren otoriterizmden demokrasinin söndürüldüğü totaliterizme mi?

15 Temmuz darbe girişiminin püskürtülmesinin ardından demokrasi mitingleri düzenlendi. Kitleler seferber edilip demokrasi mitingleri düzenlenirken, devlet koalisyonunun, darbe karşıtı hareketin otoriter bir rejimin inşası yolunda nasıl değerlendirileceğini planlamakta olduğunu kısa sürede anlayacaktık. OHAL ilan edildi ve siyasal alanda demokrasinin nimeti olarak görülecek bir dizi alışkanlık, kurum, gelenek, örgüt ve birey kelimenin tam anlamıyla sosyal dokudan kazınmaya çalışıldı.19 Sadece şu sayı bile tek başına korkunç: OHAL döneminde 130 binden fazla kişi KHK’larla ihraç edildi. On binlerce insan tutuklandı.

15 Temmuz gibi şiddetli bir darbe girişiminin püskürtülmesinin ardından devletin bir karşı refleks geliştirmesi bir dereceye kadar kavranabilir, ama bu refleksin demokratik alanı bütünüyle tarumar ederek yakından ilintili.

OHAL koşulları “Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi” denilen süper başkanlık rejiminin yollarını döşemek için açık bir şekilde değerlendirildi. AKP liderliğinin Gezi direnişinden sonra gizlenemez bir şekilde açığa çıkan otoriter eğilimleri, OHAL koşullarında içinde şekillenip kendisini en net şekilde açığa vuracağı tünelleri bulmuş oldu.

Hukuk alanında yaşanan erozyon, diğer alanlarda yaşanan yıkımın hem göstergesi hem de hızlandırıcısı oldu. Garip iddianameler, iddianamelere yine garip bir şekilde sanıklardan önce ulaşan medya, çok sayıda gazete tarafından atılan benzer manşetlerle dava süreçlerinin yönlendirilmesi, tahminlerin, ideolojik görüşlerin ve siyasal aidiyetlerin delil yerine kullanılıp suçlama makinesine dönüşmesi, kanıtlanmamış suçların kanıtlanmış gibi ele alınması20, gizli tanıklıklar, bir buçuk yıl boyunca neyle suçlandığını bilmeden hapis yatan insan hakları aktivistleri, insanların önce tutuklanıp, tutuklanırken en ağır hakaretlerle gazete manşetlerinden suçlanıp cezaevine atılmalarının ardından işledikleri suçların kanıtlanmaya çalışılması gibi sayısız gelişme hukuk alanında hükümet çevrelerinde bile “yargı reformundan” söz edilmesine neden oldu. Fakat yıkım sadece hukuk alanında yaşanmadı.

İhbarcılık, birbirini suçlama, gıcık olduğun insanları terörist diye polise şikâyet etme, bir insanın aynı anda FETÖ-PKK-DHKP-C üyeliğinden yargılanması ve “kokteyl terör” kavramının ortaya çıkması, bazı gazetecilerin göz altına alınması gereken isim listeleri yayınlamaya başlaması, bazı gazetecilerin başka gazetelerin, kanalların kapatılmasını, yasaklanmasını talep etmesi, benzersiz bir lümpenleşmenin siyasal ve toplumsal dokuyu sarıp sarmalamasıyla sonuçlandı.

Bu dönem yukarıda sözünü etmeye çalıştığım MHP etkenin devreye tüm ağırlığıyla girmeye başladığı süreç aynı zamanda. Bu süreç, MHP’nin AKP için bir dizi taktik önermeye başlaması, etle tırnak gibi bir görünüm arz etmeleri, AKP ve Erdoğan’ın otoriterleşme adımlarına ivme kazandırmakla kalmadı, otoriter eğilimlerden daha baskıcı, totaliter bir yönetime doğru hareketlenmesinde, en azından bu yöne doğru bir adım atıp durmasında ve bunu çok kısa süre içinde tekrar tekrar yapmasında da belirleyici oldu.21

31 Mart seçim süreci, sadece Türkiye’de değil muhtemelen dünyada gelmiş geçmiş en sağcı seçim dönemi olarak tarihe yazılacak. İçinden geçtiğimiz seçim döneminin bu kadar sağcı, kutuplaştırıcı, düzeysiz ve hamaset yüklü olmasının ilk sorumlusu, başta AKP-MHP liderliği olmak üzere bu partilerin her düzeyde yöneticileridir. Hükümet ve Erdoğan, sürekli bir korku atmosferi yaratmaya çalışıyor. Korku büyüdükçe, korkuya karşı tedbirler ve gerçek sorunların ertelenmesine sessizce onay verme eğilimi güçlenir. Önce korkutup, sonra bir beka sorunu anlatısı geliştirip, en sonunda beka sorunuyla baş etmenin yolunun AKP iktidarını güçlendirmek olduğunu anlatmanın yolu, öfke, hamaset, sağcılık ve tehdit dolu bir seçim kampanyası türetmekti. 

Kemal Can yazdığı bir makalesinde seçim süresince bu iki partinin inanılmaz hamlelerini özetliyor: Basitçe YSK İmamoğlu’nun yarışı önde bitirdiğini açıklamadan önceki sürece bir bakalım: Olağanüstü hal şartlarında yapılmış referandum sürecinde kitabına uydurma gereği bile duyulmadan yapılan haksız, hukuksuz seçim uygulamaları, daha sonra düzeltilmek yerine yasalar değiştirilerek kalıcı hale getirildi. İktidar talimatlarına göre hareket eden YSK üyelerinin görev süreleri yasaya aykırı biçimde uzatıldı, seçim sürecinde etkili ve artık taraflı idari görevlilerin etki imkanları genişletildi, seçim kurulu ve sandık görevlileri üzerinde yönetimin baskısı artırıldı, sandıklar taşındı, seçmenler kaydırıldı. Defalarca çok ciddi seçim yolsuzluğu iddialarıyla seçim kazanmış iktidar, bu tür itirazların hepsine alaycı cevaplar vermeye devam etti ve son seçimden önce de çeşitli sözcüleri aracılığıyla dünyadaki en güvenli seçim atmosferine sahip olunduğu iddia edildi. Seçim ve sayım devam ederken iktidar partisinin yerel ve merkez yöneticilerinden hiçbiri ve iktidara yakın medya herhangi bir usulsüzlük iddiasını, hatta şüphesini bile gündeme getirmedi. Bu konudaki muhalefet iddiaları yine alaya alındı. Şimdi anlaşıldığı üzere, sandık başındaki iktidar partisi temsilcileri de bu yönde itirazlarda bulunmadı. 31 Mart gecesi 11:15’de AA tarafından veri akışı durdurulduktan sonra kazandığını açıklayan Binali Yıldırım ve aynı gece iki kere konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın böyle bir ihtimali düşündürecek ifadeleri olmadı. Normal ve doğal biçimde, haksız biçimde bütün kontrolleri ele geçirmiş ve denetim alanlarını tıkamış iktidar, seçimde bir sorun yok havası verdi. Ama yine de olmadı.22

Bu yazının yeniden okunması sırasında YSK hala kararını açıklamamıştı ve hem Erdoğan hem de Bahçeli YSK üzerinde basınç kurmakla meşguldü. YSK üzerinde basınç kurmak için yapılan her bir konuşmanın her bir kelimesi, AKP liderliğinin ve Erdoğan’ın demokrasiyi genel olarak küçümserken sandıktan çıkan sonucu anti demokratik de olsa siyasal manevraların ve siyasal konumunun asli meşruiyet kaynağı olarak görmesi arasındaki çelişkiyi kalın bir baskı rejiminin inşa edilmesi lehine çözdüğüne işaret ediyor. “YSK kararlarına saygı duyacağız” dedikten önce ve sonra YSK’ya yönelik o kadar ağır sözler söylüyorlar ki, Belediye Başkanı seçilen İmamoğlu’nun seçilmiş olmasına rağmen başkanlık yapmasına tahammül edemeyeceklerini göstererek sistemli bir siyasal baskı örgütlüyorlar. Bütün iktidar gücüne rağmen belli başlı birçok büyükşehir belediye başkanlığını kaybetmiş olmaları ve bu kaybı kabullenmeyip İstanbul’u geri almak için haftalardır yapmadıklarını bırakmamaları Erdoğan’ın ve bu gelişmelere onay veren AKP liderliğinin (YSK ne karar verirse versin) geri dönüşü olmayan bir yola giren en önemli adımı attıklarını gösteriyor: Seçimlerle meşruluk elde etmekten seçimleri gayri meşru ilan etmeye!

Erdoğan rejimi23: Özgün bir otoriterizm

Erdoğan’ın “atı alan Üsküdar’ı geçti” diyerek başladığı aşamanın ürünü olan başkanlık sistemi, gündeme geliş tarzından referanduma sunuluş tarzına, referandum sürecindeki ağır baskı koşullarından referandumun sonuçlarının ele alınışına kadar, OHAL dönemini kavramak isteyenler için hazırlanmış küçük bir rehber gibiydi. 24 Haziran seçim süreci aynı rehberin yeni baskısı olarak görülebilir. AKP liderliği en başından beri otoriter bir yönetim kurmak için yola çıkmış olmasa da devlet-MHP-AKP koalisyonu, otoriter bir siyasal eksende bir araya gelebilirdi ancak ve böyle de oldu. Bu bir araya gelişin en önemli unsurlarını şöyle sıralayabiliriz:

Kürt sorununda çözüm sürecinin hatıralarından bile kurtulmak, beka kaygısına çözüm üretmek, Suriye politikasında hızla makas değişikliğine gitmek, Fethullahçı darbecilerin devlette yarattığı krizi çözmek, emperyalist rekabetin tetiklediği bölgesel rekabette güçlü bir müdahaleci dış politika izlemek, ekonomik krizi en az hasarla atlatmak ve faşist partiyi sürekli olarak tatmin etmek.

Bu unsurların birçoğuna yazı boyunca değindiğim için, giderek daha sağa kaymakta olan rejimi belirleyen bu unsurlar içinde öne çıkan ikisine değinmeye çalışacağım. 

Kürt sorununda 2013-2015 yılları arasında yaşanan barış süreci geleneksel devlet aygıtının tüm ezberlerini bozan bir özellik taşıyordu. Üç buçuk sene önce bu toplumun yaptığı temel tartışmalar ve soluduğumuz havayla bugünkü tartışmalar ve soluduğumuz hava arasında uçurum var. Türkiye’nin dış politikası açısından da aynı uçurum söz konusu. Hem içeride hem dışarıda yaşadıklarımızın kökeninde, Çözüm Süreci’nin sonlanması yatıyor. Yarım kalmış devrimlerin karşı devrimlerin kalkış noktası olması gibi, çözümü yarım kalmış ulusal sorun süreçleri de çözüm sürecinde elde edilen tüm kazanımların ve özgürlüklerin ilgasına ve çözüm süreci başlamadan önceki koşullardan daha karanlık koşulların hegemonya kurmasına yol açıyor. Devlet içinde Çözüm Süreci’ne karşı olan, egemen sınıf saflarında sürecin hemen sonlanması gerektiğini düşünen, siyasî partiler arasında Çözüm Süreci’nin akamete uğraması için varını yoğunu ortaya koyan güçler, süreç akamete uğradıktan sonra hem sürecin bir daha gündeme gelmemesi hem de süreç günlerinde biriken öfkelerini boşaltmak için sürece dair, süreci hatırlatan tüm öğeleri gündem dışına itmeye çalışıyorlar.

Üç buçuk sene önce sonlanan süreç, beka kaygısı gerekçesiyle özgürlüklerin yerine güvenlik eksenli politikaların, yarım yamalak demokrasi yerine başkanlığa dayalı yukarıdan aşağıya devlet gücünün merkezîleştirilmesinin ve dostluk temelli dış politika yerine sınır ötesi askerî müdahalelere bağlı güce dayalı politikanın hayata geçmesini kolaylaştırdı.24

Bugün ölüm perendesi atmaya meyleden devlet koalisyonunun kuruluşunda Kürt sorununda diyalog yöntemi dışında yöntemlerin devreye girmesi esas belirleyicilerdendir. 

Bir diğer belirleyici etken ise, bizzat MHP’dir. MHP, şu anda dünyadaki en deneyimli ve kitlesel faşist partilerden biridir. Türkiye’de otoriter yönelimin  hızla daha da tehlikeli maceralara doğru yönelmesinde, diğer bir deyişle Türkiye’deki siyasal yapının özgünlüğünde en önemli etken, iktidarı liderinin ellerinde merkezîleştiren merkez sağ bir partinin koalisyon ortağı faşist parti tarafından şekillendirilmeye başlaması. Kendi başına asla cüret edemeyeceği yöne doğru sınırlarını zorlayarak ilerlemesinde MHP’nin yönlendirmesi, cesaretlendirmesi ve bütün bu adımların atılmasında devletin gelişmelere müdahil olmayacağının güvencesini vermesi, bu güvenceyi verebilecek bir asli iktidar pozisyonunu sık sık öne sürmesi yaşanan değişimin neden göründüğünden daha tehlikeli olduğunu gösteriyor. Bu tehlike Türk usulü otoriterizmin Türk usulü faşizmden aldığı destekte düğümleniyor. 

Otoriter popülist sağcılık milliyetçiliği kullanarak oy deposu, devlet içinde pazarlık gücü ve meşruluk kaynağı gördüğü kitleleri hamaset yüklü bir propagandayla tarihi bütünüyle bir kurgu haline getirip gerçek olmayan bir tarih anlatısıyla biçimlendirmeye çalışıyor. Lanetledikleri geçmiş dönemin bir dizi kurumunu yıkar ya da yıkmaya çalışırken ezilenler ve ekosistem açısından ağır sonuçları olan müdahaleleri örgütlüyorlar. İstisnasız tüm otoriter partiler kadın haklarına göz dikmiş durumda.25 Hepsi kadın haklarının budanmasından yana, hepsi iklim değişimiyle mücadeleyi gereksiz görüyor, hepsi ülke ekonomilerinin gelişmesini engelleyecek çevre anlaşmalarına karşı.

Ama bu tehlikeli ortak özellikler yetmezmiş gibi, hepsi kendi ülkelerini eski kudretli günlerine döndüreceğini vaat ediyor. Erdoğan “Büyük Türkiye’yi, güçlü Türkiye’yi inşa etmek için gençlerimize her zamankinden daha çok ihtiyacımız var” tweetini atarken, Bolsonaro Brezilya’nın özlemle andığı güçlü dönemi olarak cunta dönemini gösteriyor. Trump’ın 2018 G20 zirvesinin ardından milliyetçi bakış açısını bir gazete şöyle değerlendiriyor:

Zirvenin en moral bozucu sonucu, nahoş konuların ele alınmamış olmasıydı. ABD ortak bildirinin uluslararası işbirliğini konu alan bölümünden ‘çok taraflı’ kavramını çıkarttırmayı başardı. Önemsiz gibi görünüyor ama son derece rahatsız edici bir durum: En büyük süper güç açık pazarlar anlamına gelen çok taraflılığı ret ediyorsa, kötü günler yakında demektir. ABD Başkanı Donald Trump, 20’inci yüzyılın kalıntısı sanılan milliyetçiliği her derde deva olarak dünya gündemine sokmayı başardı. 26

Bu çift başlı eğilim (hem her türden özgürlük alanını kısıtlamayı amaçlayıp hem de milliyetçiliği güçlendirmeleri) otoriter siyasetleri sadece bugün son derece tahripkâr yapmakla kalmıyor, ayrıca kapı araladıkları başka bir tehlikenin de varlığını gösteriyor: Otoriter popülist siyaset, faşizme serpilip gelişmesi için arayıp da bulamadığı fırsatı sunuyor. Bu iki siyasî eğilimin bir ve aynı şey olmadığını ama ayrı ayrı öneme sahip çok tehlikeli siyasî hareketler, programlar ve örgütlenmeler olduğunu kavramanın zorunlu olduğunu gösteriyor.

Göçmen düşmanlığı bu açıdan çok açıklayıcı bir gelişme. Türkiye’de iktidarı saymazsak, bu liderlerin hepsi göçmen düşmanı. Trump ve Orban’ın sicilleri bu açıdan çok kirli. Trump düpedüz bir ırkçı ve iktidara geldiği günden beri Meksikalıların ABD’ye geçişini önlemek için duvar öreceğini söyleyip duruyor. Bu, ABD’de kötü giden her şeyin göçmenlerin suçu olduğunu anlatmanın başka bir yolu. Macaristan’da ise Avrupa’nın en az Suriyeli göçmen alan ülkesi olmasına rağmen göçmen akınını engellemek için ülkenin tellerle çevrileceğinin açıklanması, Orban’ı en tehlikeli göçmen düşmanlarından birisi yapıyor. İşte burada otoriter liderlerin göçmen düşmanlığını bir ajitasyon ve propaganda malzemesi olmaktan çıkartan tehlikeli bir faşist akım üzerine tepinebileceği, sörf yapabileceği bir fırsat buluyor. Hem aşağıda, sokakta, “milliyetçi duyarlılık” açık bir göçmen düşmanı ırkçı faşist saldırganlığa dönüşüyor hem de yukarıdan aşağıya aşağıdan yukarıya örgütlenen faşist hareketler daha cüretkar oluyor. Ana akım siyaset haline gelen otoriter iktidarların ırkçı, ayrımcı ve milliyetçi söylemleri politikanın günlük kuralları haline getirmeleri, ırkçılığı reaksiyoner bir örgütlenme aparatı olarak ele alan faşistler için çok geniş bir hareket alanı açıyor.

Faşizm, küçük burjuvazinin umutsuzluğunu örgütleyen, aşağıdan yukarı, yığınların paramiliter örgütlenmeleriyle kitlesel bir askeri-sivil örgütlenme haline gelerek, ekonomik, sosyal, politik, ahlakî ve ideolojik krizlerin hepsinin aynı anda devreye girdiği koşullarda, egemen sınıfların başka hiçbir çaresi kalmadığında iktidara çöreklenebilen bir hareket. Troçki Nazileri analiz ederken, “Almanya’da durum büsbütün farklıdır. Burada küçük burjuvazinin umutsuzluğu değdiği yeri yakan bir kor halini alınış ve Hitler’le partisini baş döndürücü yüksekliklere çıkarmıştır”27 dediğinde, bu umutsuzluğu örgütleyebilecek bir faşist partinin varlığının yarattığı büyük tehlikeye değinmekle kalmıyordu sadece. Aynı zamanda krizin kritik anında işçi sınıfını asker ve polis gücüyle bastırmanın artık imkânsız hale geldiği koşullarda, başka bir gücün, özgürlük isteyen kitlelerin gücüne karşı özgürlükleri tarih sahnesinden silmek isteyen bir hareketin çıkmasıdır faşist hareketin başardığı. Faşist hareket sokakta her mevzi kazandığında, her linç girişiminde, her greve saldırdığında, kadınları taciz ettiğinde sadece sokakların kontrolünü ele geçirmenin maço hazzını yaşamakla kalmaz, devletin zirvelerine ve en önemlisi büyük burjuvazi ve ordunun üst kademelerine krizi atlatmanın ve işçi sınıfı iktidarını engellemenin ya da krizi atlatmak için gerekli diktatöryal tedbirleri almayı engelleyen demokratik kazanımları ezmenin iktidarı dışında bir şansı kalmadığı mesajını verir.

Troçki durumun ciddiyetini tüm çıplaklığıyla anlatmak için adeta çığlık atıyordu:

Almanya bugün en büyük tarihi saatlerinden birini yaşıyor; Alınan halkının kaderi, Avrupa’nın ve hatta gelecek on yıllar için bütün insanlığın kaderi buna bağlı. Bir piramidin tepesine küçük bir top yerleştirildiğinde küçük bir itiş topun sağa veya sola yuvarlanmasına yeter. Almanya’nın her an yaklaşmakta olduğu durum da işte böyle bir durum. Bazı güçler topun sağa yuvarlanıp işçi sınıfının belkemiğini kınnasım istiyorlar. Bazıları da topun piramidin tepesinde kalmasını sağlamaya çabalıyorlar. Bu bir ütopya; top piramidin tepesinde kalamaz. Komünistler topun sola yuvarlanıp kapitalizmin belkemiğini kırmasını isterler.28

Troçki, “belkemiği” ve “kırmak” gibi sözcükleri tesadüfen seçmiyordu. Faşist hareket, örgütlenmesi, programı, eyleme geçme tarzı açısından bir sınıfın, burjuvazinin adına kitlelerin tehdidini kullanarak başka bir sınıfın, işçi sınıfının belkemiğini kırması hareketidir. Kırmak için, devlet gücünün ellerinde aşırı bir şekilde merkezîleşmiş olması gerekir. Bunun, kitlelerden aldığı oy desteğiyle ve devletle uzlaşı içinde demokratik hakları budamaya hedefleyen otoriter hareketlerden, bu hareketlerin liderlerinin faşist bir dünya görüşüne yatkın olup olmadıklarından bağımsız olarak, keskin bir farkı vardır. Troçki yine bir örnek veriyor:

Anlamayanlar için bir örnek daha verelim. Düşmanlarımdan biri beni her gün zayıf zehir dozlarıyla zehirlemek istiyor, bir diğeri ise arkamdan bana ateş etmek istiyorsa, önce ikinci düşmanımın elinden tabancasını alırım, böylece de birincinin işini görmem mümkün olur. Fakat bu, zehirin tabancaya oranla bir “ehveni şer” olduğu anlamına gelmez.29

Modern otoriter partilerin bir yandan her gün zehirlerken aynı anda arkadan tabancayla işimizi görme ihtimalleri çok yüksek olsa da, Troçki’nin başka bir bağlamda verdiği bu örnekler, otoriter iktidarlarla faşist iktidarlar arasındaki temel ayrımın devlet iktidarının faşist örgütlenmesinin tamamlanmış olup olmadığında ve işçi sınıfının omurgasının, işçi basınıyla, işçi dernekleri, işçi sendikaları, işçi örgütleri ve işçi partileriyle birlikte ezilip ezilmediğinde yattığını gösterir. Türkiye solu ve demokratik entelektüel dünyası Troçki’nin Bolşeviklerden aldığı mirasın ayırdedici yönünü, açıklama gücünü önemsizleştirdiği için otoriterizmin tehlikelerini görebilse de faşist iktidarın başka bir örgütlenme düzeyini ifade ettiğini anlayamıyor. İktidara geldiği günden beri AKP’nin faşistlikle suçlanması ama AKP’nin otoriter eğilimlerine karşı gerçek faşist partinin cumhurbaşkanı adaylarını ayrı kampanyalar yaparak da olsa desteklemek bu tartışmanın ne kadar tehlikeli bir siyasî pratikle tamamlanabileceğini gösteriyor.

Mevcut sağcı iktidarların insanlığın ve gezegenin başına nasıl bir bela açmakta olduğunu, sadece şimdi yüzyüze kaldığımız otoriter sağ saldırıyla değil, kenarda başını kaldırmayı bekleyen ve son birkaç yıldır göçmenlere karşı horozlanan ırkçı faşist tehlikeye bakarak da kavrayabiliriz:

Bir yandan antisemitizmin, bir yanda islamofobinin arttığı bir dönemdeyiz. Avrupa faşizmi toplumda giderek daha fazla taraftar bulmaya başlamış gibi. Ekim 2018 tarihi itibarı ile Avrupa’da aşırı sağın, ırkçıların ulusal parlamento seçimlerinde aldığı oy oranları dehşet verici.

İsveç’in Demokratları Partisi yüzde 18, Finlandiyalılar Partisi yüzde 18, Danimarka Halkın Partisi yüzde 21, Almanya için Alternatif Partisi yüzde 13, Hollanda Özgürlük Partisi yüzde 13, Fransa’da Ulusal Cephe yüzde 13 oy aldı. Çekoslovakya’da aşırı sağcı Özgürlük ve Doğrudan Demokrasi Partisi var, kelimelerin altını boşaltmaya başladığınız, istediğiniz yere çekmeye başladığınız anda toplumda dayanışma hissiyatı uyandıran anlam ve değerler giderek ortadan kayboluyor, bu partinin ismi iyi bir örnek.

Avusturya Özgürlük Partisi yüzde 26, İsviçre Halkın Partisi yüzde 29, İtalya’da LİG partisi yüzde 17, Yunanistan’da Altın Şafak yüzde 7, Kıbrıs’ta ELAM yüzde 4 oy aldı.30

Anlatmaya çalıştığıma son örnek ise Trump’ın otoriter ırkçılığının ırkçı faşistlere verdiği cesaret. Trump’ın iktidara gelmesinin ardından göçmen düşmanı açıklamaları, ABD’ye yönelen büyük göç dalgası karşısındaki vurdum duymaz, aşağılayıcı yaklaşımları, ABD’nin faşist çetelerine cesaret verdi ve göçmenlerin girmesi beklenen sınır hattında ellerinde tüfekleriyle yaklaşmakta olan göçmenleri vuracağını ilan eden siviller beklemeye başladı.31 Bu yüzden önümüzdeki dönemde bu tartışmaları çok daha yoğun bir şekilde yapmalıyız. Faşist tehlikeye kapı araladığı için otoriter popülist iktidarların mevcut tehlikesini görmezden gelmeyip hem kapısı aralanan faşizmin, göçmen ve özgürlük düşmanı diktatörlüğün engellenmesi için en geniş mücadele platformlarını hiç vakit kaybetmeden inşa etmeli, ama aynı zamanda bunun yolunun otoriter iktidarları geriletmekten geçtiğini, bu iktidarların kitle tabanını çözmenin yolunun da hiçbir özgürlük alanından taviz vermeyen kitlesel mücadeleler olduğunu görmek zorundayız. Trump geriletilmeden sınırda ellerinde silah nöbet bekleyen ırkçı faşistlere nihaî darbe indirilemez, ama Trump yönetiminin sınırda bekleyen ırkçı faşistlerin doğrudan iktidarı olmadığı çok açık. Trump’a oy veren milyonlarca yoksulun bir kesiminin, sağdan sola kazanılabileceğini görmemiz gerekir.

Türkiye’de AKP’nin karakteri konusundaki kafa karışıklığının kökeninde faşizm kavramıyla ilgili kafa karışıklığı yatıyor. AKP’nin tüm neoliberal ekonomi politikalarına rağmen Avrupa Birliği uyum sürecinin zorunlu adımları olan demokratik adımları atmasını, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin kazanımları değil doğuştan faşist AKP önderliğinin kendi karanlık iktidarına giden yolları döşeyen hamleler olduğunu iddia etmenin arkasında, sınıf içeriğinden kopuk bir sekülerliğin yattığını da görmek mümkün. Bu yaklaşım, laiklik temelinde buluşmak, AKP’in iktidar uygulamalarının karabasan atmosferinde MHP’nin normalleştiği tezlerinin sık sık dile getirilmesine neden oldu. Oysa faşist hareketlerin esas özelliği anormal olmaları değildir; umutsuzluğu örgütleyen bir hareket de olsalar, soğukkanlı planlar yapan, stratejiler belirleyen bir siyasî organizmadır faşist partiler. Hedefe odaklanmışlardır ve hedef faşist iktidardır; bu iktidara doğru hamle yaparken istikrarsızlık unsuru olarak gözükmek istemedikleri zamanlar olur. İktidara yürüyüşlerine göre idama karşı olur ya da olmazlar, çözüm sürecine büyük bir tepki gösterir ya da sessizce gelişmeleri beklerler.

Bu ince bir ayrım değildir, alabildiğine net bir farklılıktır, ama faşizmin doğuşu itibarıyla otoriter temellere sahip Türkiye’de kökleşmesi, kitleselleşmesi ve kadrolaşması başka hiçbir siyasî partininkine benzemez. Bu farklılık görülemediğinde, örneğin Türkiye’de seçim sonuçlarında olduğu gibi AKP’nin büyük boyutlu oy kaybının temelinde bu partiye oy veren kitlelerin bilinçli olarak siyasal bir tepki gösterdiğini kavramak da mümkün olmaz. Faşizm kavramı muğlaklaştığında AKP kitlesiyle MHP kitlesi, AKP örgütlenmesiyle MHP örgütlenmesi bir ve aynı şey olarak görülür. 

Oysa, hem küresel düzeyde hem de Türkiye’de kanlı ya da otoriter iktidarlar var, ama henüz Avrupa’da da Türkiye’de bu türden bir diktatörlüğe geçilmedi. 

Geçilip geçilmeyeceğini işçi sınıfı belirleyecek. Küçümseyerek, “hangi işçi sınıfı?” diye soranlara sanki “Arap Baharı’nın ne anlamı vardı?” diye soran karamsarlara yanıt verircesine sokaklara çıkan Sudan ve Cezayir’deki kadın ve erkek işçilerin mücadelesine bakmalarını tavsiye edebiliriz. İşte bu işçi sınıfı, dünyada da Türkiye’de de! İşte bu işçi sınıfı, dünyada da Türkiye’de de!

Dipnotlar

1 Troçki’nin eşitsiz ve birleşik gelişme yasasının iyi bir özetini Duncan Hallas şöyle yapıyor: “Hem dünya ölçeğinde kapitalizmin eşitsiz gelişiminin gerçeklikleri, hem de sanayideki gelişmenin gerçek öneminin Marksist analizi temelinde bir çözümdü bu; yani, kendini egemen sınıf düzeyine getirme yeteneğinde olan ve iktidarı sırasında sınıfları, sınıf mücadelesini ve yabancılaşmanın ve baskının bütün biçimlerini kaldıracak olan sömürülen bir sınıfın, proletaryanın, ve ileri sınıfsız toplumun maddi temellerinin bir kerede ve aynı zamanda yaratılması.” Hallas Duncan, 1997, s. 17.

2 Bauman, Zygmunt, 2017, “Nesnesini ve ismini arayan semptomlar”, Büyük Gerileme, Hazırlayan, Heinrich Geiselberg, İstanbul, sf.31.

3 “Diktatörlük daha fazla kişiyi katletseymiş, bugün ülkenin durumu daha iyi olurdu.” https://marksist.org/icerik/Dunya/10707/ Iste-Bolsonaronun-dusundukleri (Erişim tarihi: 29.2. 2019)

4 “Seçimlerin ardından siyasi yorumcular Bolsonaro’yu ve onun politikalarını tarif edecek kelimeleri bulmak için epeyce uğraştılar. Foreign Policy dergisinden Federico Finchelstein ‘Bolsonaro’nun popülizmi Hitler’in zamanını yâd ediyor’ diyordu. Yazısının başlığı ise ‘Jair Bolsonaro’nun modeli Berlusconi değil, Goebbels’ idi. Seçimlerden önce Bolsonaro’nun rakibi olan İşçi Partisi (PT) onu Hitler’le ve Nazilerle karşılaştıran videolar yayınladı. Devrimci soldan bazıları da onu faşist veya yarı-faşist diye adlandırıyor.” Farrow, Alistair, brezilya faşizme yenik mi düştü?, https://marksist. org/icerik/Dunya/10811/Brezilya-fasizme-yenik-mi-dustu? (Erişim tarihi: 12.12.2018)

5 İnsel, Ahmet, 2019, “Popülizm demek yeterli mi?”, Birikim haftalık, https://marksist.org/icerik/Sectiklerimiz/10768/Populizm- demek-yeterli-mi? (Erişim tarihi: 11.11.2018) 6 Karakaş, Şenol, 2012, “AKP’nin iki yüzü”, AltÜst, s.6, sf7.

7 Harman, Chris, 2012, Zombi Kapitalizm: Küresel kriz ve Marx’ın yaklaşımı, çev. Ali Çakıroğlu, Marx-21, s. 296-297

8 a.g.e, s.298.

9 a.g.e, s. 298.

10 Appadurai, Arjun, a.g.e s.27

11 a.g.e. s.25.

12 https://www.haberturk.com/gundem/haber/1423503-hollandayi- portakal-sikarak-protesto-ettiler

13 Akçay, Ümit, 2018, “Kriz ve otoriterizmin yükselişi”, https:// www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/07/10/kriz-ve-otoriterizmin- yukselisi/ Akçay şöyle anlatıyor: “2008 krizi, 1990’lı yıllarda ABD’de oluşan yeni finansal mimarinin çökmesi ile yaşandı. Kriz, özellikle ABD’deki yoksulların konut piyasasına dahil edilmesini mümkün kılan finansal yenilikler ve risk transferi tekniklerinin geliştirilmesi ile olgunlaştı. Borçluların borçlarını ödemesine dayanan yeni finansal mimari, geri ödeme zorlukları oluştuğunda bir anda çöktü. Kriz sonrasında merkez ülkelerde ekonomi politikası tepkisi, neoliberal doğrultuda şekillendi. Bu anlamda 2008 krizi, büyüklüğü ve etkileri anlamında 1929 ve 1970’lerdeki krizlere benzese de, sonuçları itibariyle ekonomi politikasında henüz bir değişim görülmedi.”

14 Öney, Sezin, 2018, “Macaristan’da Sivil Toplum Damgalandı”, http://platform24.org/p24blog/yazi/2275/macaristanda-sivil- toplum-damgalandi

15 https://theworldnews.net/tr-news/asiri-sagci-ingiliz-siyasetciye- milkshakeli-protesto

16 Choonara, Joseph, “Neoliberal Uzlaşının Sonu Mu?”, AltÜst, http://www.altust.org/2017/01/neoliberal-uzlasinin-sonu-mu-joseph- choonara/ Choonara neoliberal uzlaşının çözülmesi karşısında oluşan belirsizliğin içinde üç sorunu çok iyi tespit ediyor: neoliberalizmin arkasında kapitalizmin yapısal krizi yatıyor, ikincisi sol reformist tepkilerinin gelişmeleri göğüslemek için yetersiz kalacağı ve son olarak antikapitalist bir devrimci siyasetin sabırla inşa edilmesinin gerekliliği.

17 Canan Şahin yoldaşım bu yazının çerçevesine yardımcı olduğu notlarında popülist-otoriter hareketlerin, bir geçiş dönemi hareketi olduğunun, bazı sınıf içeriğinden yoksun flu tanımlarla ele alınsa da geçici olan karakterinin kalıcılaşabileceğinin altını çiziyor.

18 Bu “AKP demokratikti, müttefikleri kötüydü” anlamına gelmiyor. AKP’nin sağcılığa çıkan bütün kapıları bu ittifaklarla beraber sonuna kadar açıldı, adeta kapanması imkansız hale geldi.

19 https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-44799489 Bu linkin altında sayılar, OHAL döneminde uygulana baskının boyutlarını sergiliyor.

 20 Bu açıdan gezi iddianamesi çok ilginç bir örnek oluşturuyor. Alper Görmüş iddianameyi şöyle yorumladı: “Fakat bu koşullar gerçekleşmemişse, umulanın, beklenenin tam tersi olur. Yani sürekli tekrarla, duygulara hitapla, hamasetle, medya bombardımanıyla ve tabii baştan beri zikrettiğim ustalıkla ikna edilen kamuoyu, benzer iddiaların mesnetsiz bir hukuki belgesiyle karşı karşıya kalınca, o âna kadar besleyip büyüttüğü inancı hakkında kuşkuya düşmeye başlar. Çünkü artık elde ciddi bir hukuki belge vardır, bu belgenin iktidarın ve iktidar medyasının propaganda dilinin dışında somut delillerle konuşması beklenir. Hukuki belge bu beklentiyi karşılamazsa, işte o zaman iktidarın belgeden beklediği değil, tam tersi gerçekleşir, iktidarın söylemine duyulan inanç törpülenir.” Görmüş, Alper, “Gezi iddianamesi: İktidarın Gezi anlatısını zora sokan bir belge”, https://marksist.org/icerik/Sectiklerimiz/11674/ Gezi-iddianamesi-Iktidarin-Gezi-anlatisini-zora-sokan-bir-belge

 21 31 Mart seçimlerinden sonra anlatmaya çalıştığım da buydu: “Yerli-milli koalisyon, 15 Temmuz darbe girişimine karşı oluşan tepkiyi devletin yeniden organize edilmesi ve tüm demokratik hakların sırayla budanabilmesi ve iç ve dış politikada Kürt sorunuyla ilgili gelişmeleri baskılamak için şekillenen sağcı bir müdahalenin ürünü olduğu için, başlı başına OHAL uygulamalarının tüm sağcılığıyla damgalanmış durumda. MHP, bu koalisyondaki belirleyici varlığıyla, siyasetin, sağa, daha da sağa, ırkçı ve milliyetçi bir temele oturmasında ve AKP’nin zaten gönüllü bir şekilde geldiği bu çizgide sabit kalmasında ve demokratik her kazanımın budanmasında belirleyici bir rol oynuyor. AKP liderliği, kendi elleriyle faşist hareketin inşacılarını, tarihi kadrolarını ve kitlesel hareketini merkeze taşıyor, olağanlaştırıyor ve güçlenmesine, gücünü pekiştirmesine yardımcı oluyor.” http://www.altust. org/2019/04/fasistler-olaganlastirilirken/

22 Can, Kemal, “Zaafın dibinde, kaosun eşiğinde”, Gazete Duvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/04/06/zaafin-dibinde- kaosun-esiginde/

23 Erdoğan reiminden bahsederken, aslında bir Erdoğan-Bahçeli rejiminden bahsettiğimizi bilmemiz gerekiyor.

24 Sosyalist İşçi, 2019, 632.

25 Bolsonaro bir tweetinde “Brezilyalıların parası bu işi özendiren sivil toplum kuruluşlarının finansmanı için kullanılmayacak” derken (https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46013775), Orban üniversitelerde toplumsal cinsiyet çalışmalarını yasakladı (https://m.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/201954-macaristan- da-toplumsal-cinsiyet-calismalari-yasaklandi), Türkiye’de de Erdoğan sürekli olarak kadınların en az üç çocuk doğurması gerektiğini söylüyor.

26 https://www.dw.com/tr/nn-trump-milliyet%C3%A7ili%C4%9 Fi-d%C3%BCnya-g%C3%BCndemine-sokmay%- C4%B1-ba%C5%9Fard%C4%B1/a-46545840 27 Troçki. 1998. s.298 28 Troçki, a.g.e s.146. 29 Troçki, a.g.r. s.151-152. 30 Tüzün, Tolga, “Kapitalizm, krizler üzerinden yürüyen bir sistemdir”, Sosyalist İşçi, 631. 31 “Donald Trump, bir göçmen kafilesinin ABD-Meksika sınırına doğru bir karavan içinde ilerlemesini, “ABD topraklarını istila girişimi” olarak nitelendirmiş, sınırda asker konuşlandırmıştı.” (https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46150737)            

Enternasyonal Sosyalizm