Alex Callinicos ile söyleşi: “Marx küresel kapitalizme korku salan bir öcü olarak varlığını sürdürüyor”

DSİP’in İngiltere’deki kardeş örgütü Socialist Workers Party (Sosyalist İşçi Partisi) Merkez Komite üyesi ve King’s College Öğretim Üyesi Alex Callinicos, Enternasyonal Sosyalizm’den Can Irmak Özinanır ve Almanya’daki Marx21 dergisinden Jules El-Khatib ile Marksizmin güncelliği üzerine konuştu.

Söyleşiyi Melih Mol deşifre etti ve Türkçeye çevirdi.

Enternasyonal Sosyalizm: İlk olarak Karl Marxın devrimci fikirleri hakkındaki görüşlerinizi öğrenmek ve bu fikirlerin Marxın doğumundan bu yana geçen 200 yıllık sürenin sonunda hâlen ne kadar güncel olduğunu sormak isteriz? Alex Callinicos: Doğrusu Marx hâlâ çok güncel. Yakın zamanlarda çok ilginç bir olay yaşandı. Birleşmiş Milletler toplantısına katılan bir İngiliz diplomat, Rusya’nın Suriye’de izlediği politikalara atıfta bulunarak “Karl Marx mezarında ters dönüyor” diye bir ifade kullandı. Bu örnek, Marx’a ilişkin yanlış anlamaların şaşılası boyutlara ulaştığını göstermesi bakımından ilginç. Bu aynı zamanda deyim yerindeyse Marx’ın hâlâ hayatta olduğunu gösteriyor. Marx küresel kapitalizme korku salan bir öcü olarak varlığını sürdürüyor.

Fakat Marx’ı dünyayı değiştirmek gibi bir derdi olan insanlar için ilgi çekici kılan başka taraflar vardır. Her şeyden önce bugün yaşadığımız dünyanın, kapitalizmin en ileri gelişmişlik düzeyine tekabül ettiğini söylememiz gerekiyor. Kapitalizmin işleyiş mantığını, kurallarını ortaya ilk koyan da Karl Marx’tı. Marx, kapitalizmin tam da bu rekabeti kutsayan işleyiş yapısından ötürü krizlere eğilimli olduğunu söylemişti. Dolayısıyla bu anlamda Marx’ın hâlen güncelliğini koruduğu söylenebilir. Bugün çok sayıda ana-akım iktisatçı, Marx’ın kapitalizmin iktisadi eleştirisi ile ilgili tespitlerinin günümüze ışık tuttuğunu ifade ediyor.

Fakat Marx’ın güncelliği yalnızca iktisadi çözümlemeleriyle sınırlı değildir. Marx, siyasi olarak da güncelliğini korumaktadır, çünkü yalnızca kapitalizmin işleyişinden ileri gelen sorunları ortaya koymakla kalmamış, bir çıkış yolu da önermiştir. Bu çıkış yolu, kapitalizm altında sömürülen işçilerin örgütlenerek Marx’ın “üreticilerin iktidarı” olarak adlandırdığı yeni toplumsal yapıyı yaratmasıdır. Başka bir ifadeyle çalışan ve bütün malları, hizmetleri, Marx’ın tabiriyle kullanım değerini üreten sınıfın, dünyayı kolektif ve demokratik biçimde yönetmesidir. Dolayısıyla Marx yalnızca kapitalizm eleştirisi yapan bir iktisatçı olarak değil, siyasi bir figür olarak da güncelliğini korumaktadır.

Çok sayıda reformist ve sosyal demokrat, Marx’ın fikirleri ve analizleri kapitalizmi açıklamak için ne kadar aydınlatıcıysa da, onun kapitalist topluma karşı devrimci protesto olarak adlandırdığı eylemliliğin artık güncel olmadığı tezini savunuyor. Siz bu konuda neler demek istersiniz?

Bu fikre çok fazla katılmıyorum. Bana kalırsa Karl Marx’ı eleştiren sosyal demokratlara dönüp aynaya bakmalarını tavsiye etmemiz gerekiyor. Zira bugün Avrupa’da gördüğümüz şey, İngiltere’yi kısmen bir istisna olarak kabul edersek, sosyal demokrat partilere yönelik desteğin ortadan kalkmasıdır. Bunun sebebi de, sosyal demokrat partilerin geçtiğimiz birkaç on yıllık süre zarfında egemenliğini ilan eden neoliberal politikalara destek çıkan partiler olarak görülmeleridir. Örneğin Almanya’da SPD, popülizmin yükselişini dehşetle karşılıyor. Fakat bu aynı zamanda, sosyal demokratların neoliberalizm eleştirisini aşırı sağcı parti ve gruplara devrettiği anlamına geliyor. Sosyal demokratlar en kestirme ifadeyle solun kapitalizmi sorgulama ve eleştirme sorumluluğunu terk etmiştir. Dolayısıyla bana sorarsanız şu an ihtiyacımız olan şey tam da, açıkça devrimci ve sosyalist bir muhalif ses yükseltmektir. Böylesi bir ses, insanlara geleceğe dair umut vaat edebilir ve bugün kapitalizmin kıyıya ittiği, marjinalize ettiği, sömürdüğü, temsil imkânlarını ortadan kaldırdığı tüm o öfkeli insanların sorunlarına yapıcı çözümler getirebilir.

Bugün dünyaya baktığımızda büyük devrimci partiler görmüyoruz. Bu durumda, bahsettiğiniz türden bir sesin yükselmesine öncülük edecek devrimci bir partinin yokluğunda bu fikirleri nasıl savunacağız?

Her şeyden önce devrimi yapanın devrimci partiler olmadığını akılda tutmak gerekiyor. Devrimler geniş kitlelerin, işçilerin, tüm ezilenlerin aşağıdan yükselen sesiyle yapılır. 2011 yılında Arap dünyasında yaşanan devrimler bunu açıkça göstermiştir. Doğrusu 200–250 yıllık bütün bir devrimler tarihi, bu tespitin doğruluğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla devrimci hareketler, adaletsizlik, ayrımcılık ve yoksulluk üzerine inşa edilmiş bu dünyanın ayrılmaz bir parçasını teşkil eder. 2011 yılında çeşitli Arap ülkelerinde gördüğümüz gibi devrimci hareketler bu taleplere cevaplar üretecektir. 2011 yılının gösterdiği bir başka şeyse, bu hareketlerin nihai zafere nasıl taşınacağına dair iyi tanımlanmış bir yaklaşıma sahip devrimci partilerin yokluğunda bu tür ayaklanmaların kötü sonuçlara yol açabileceğidir. Mısır’daki diktatörlük, Suriye’de hâlâ devam etmekte olan dehşet verici iç savaş ve emperyalist müdahaleler buna örnektir. Fakat devrimci örgütlerin neden görece

zayıf konumda olduğunu incelememiz gerekiyor. Bu esas itibariyle Stalinizmin etkilerinden biridir. Başka bir ifadeyle bu, Bolşevik Devrimi’nin dejenerasyonu ve Rus Komünist Partisi gibi bir araç vasıtasıyla sosyalizmin, benim görüşüme göre kapitalizmin bir başka versiyonu olmaktan öteye geçmeyen devlet kapitalizmi ile özdeşleştirilmesidir. Bu elbette insanların sosyalizme dair fikirlerini önemli ölçüde etkilemiştir. Buna ek olarak sosyal demokrasinin de bir takım olumsuz etkileri olmuştur. Dolayısıyla gerçek devrimcilerin önünde, gerçek devrimci sosyalist geleneği yeni baştan inşa etmek şeklinde tanımlayabileceğimiz uzun ve zorlu bir görev duruyor. Bu da sosyalizm üzerine daha fazla konuşmayı, sosyalist fikirleri, özellikle de Marx’ın düşüncelerini anlatmayı ve tartışmayı da gerekli kılıyor. Fakat aynı zamanda bu fikirleri bugünün mücadeleleri ile bağlantılandırmak gerekiyor. Avrupa örneği üzerinden konuşacak olursak [sosyalistlere düşen görev] ırkçı fikirlere, ırkçı ve faşist sağa karşı durmaktır.

Pek çok insan Arap devrimlerinin gerçek anlamda bir devrim olmadığını, bunlar neticesinde sistemin yapısında herhangi bir değişiklik meydana gelmediğini söylüyor. Bu kişilere göre bu toplumlar halen kapitalist toplumlar. Ayrıca Suriye ve Libya gibi yerlerde daha da kötü sonuçlar ortaya çıktı. Bu bağlamda Arap devrimlerini gerçekten Marx’ın sözünü ettiği devrimlere ne kadar benzetebiliriz?

Elbette bunlar gerçek devrimlerdi. Özellikle Tunus ve Mısır’da yaşananlar için bunu söylemek mümkün. Devrimler esas olarak siyasi süreçlerdir. Başka bir deyişle devrimler, Lenin’in meşhur sözünde olduğu gibi “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği” bir durumu temsil eder. Yani mevcut sistemde siyasi bir çözülme vardır. 2011 yılında Arap dünyasında yaşanan tam olarak buydu. Bu ayaklanmalar büyük ölçüde aşağıdan yükselen kitle hareketlerinin basıncıyla şekillenmişti. Mısır’da 25 Ocak 2011’de başlayan ayaklanmayı kimse önceden planlamadı. Dahası bu hareket, başlangıçta çok küçük bir hareket olarak başlamış, eşzamanlı olarak ülkenin geneline yayılmış ve büyük bir kitle hareketine dönüşmüştü.

Devrimler aynı zamanda ucu açık süreçlerdir. Mağlup edilebilirler. Mısır’da ayaklanmanın ardından ortaya çıkan sonuca baktığımda üzüntüyle görüyorum ki bütün bu hareket, çok mütevazı bir takım siyasi başarılardan fazlasını elde edemedi. Tunus’ta da yaşananlar buna benzer. Bu devrimleri biraz da Kasım 1918 Alman Devrimi’ne benzetiyorum. Bu devrim sonucunda Weimar Cumhuriyeti kurulmuştu. Bu tabii ki siyasi bir değişikliğe işaret ediyor. Fakat ayaklanmaların büyüklüğü ve askerlerin, denizcilerin ve işçilerin kitle hareketi, bunların oluşturduğu demokratik konseyler vb. düşünüldüğünde yaşanan tam anlamıyla bir devrim değildir. Bütün devrimler böylesi ileri düzeyde siyasi sonuçlara yol açmayabilir. Fakat kesin olan şu ki devrimler, kitlelerin devletin kontrolünü ele geçirmesine ve siyasi erki toplumu iktisadi olarak dönüştürmek için kullanmalarına imkân sağlar. Maalesef 2011’de böyle olmadı. Fakat devrimci durumlarda bu her zaman hatırı sayılır bir olasılıktır. Bu sebeple de egemen sınıflar devrimden korkarlar.

Karl Marx’ın kapitalizm ve devrime dair analizlerine baktığımızda, bugün için ne tür dersler çıkarabiliriz?

Bence öğrenecek çok şeyimiz var. Avrupa’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde popülist hareketlerin yükselişinin on yıl önce yaşanan ekonomik krizin bir sonucu olduğunu söylemek için Marx olmaya gerek yok. Başka bir ifadeyle, bugün şahit olduğumuz politik kalkışmaların köklerini ekonomik sistemin kendisinde ve kapitalizmin krizin üstünden geçen on yılın ardından halen yüz yüze olduğu derin sorunlarda bulabiliriz. Pek çok insanın paylaştığı bu görüş en etkili şekilde Marksist bir bakış açısıyla ifade edilebilir. Çünkü Marksist perspektifte isyanların ortaya çıkmasına yol açan sorunların çözümü, doğrudan kapitalizmi karşısına alan kitlesel öz örgütlenmelerle, yani kapitalizmin işçiler, ezilenler ve daha genel bir ifadeyle sömürülenler tarafından yıkılması ile mümkündür. Açık ki ırkçı ve faşist sağ hareketler, insanların bu tür rahatsızlıklarına ve ekonomik olarak sömürülmelerine atıfta bulunarak gelişir. Bu hareketler sözünü ettiğimiz rahatsızlık ve öfkeyi yanlış çözümlere kanalize etmektedir. Bu hareketlerin önerdiği çözümler yanlıştır, çünkü bunlar sorunu ortadan kaldırmak yerine, ırk, din vb. temelinde başka insan gruplarını ayrıştırır ve bunlara saldırır. Dolayısıyla Marksist perspektif, yalnızca olan biteni tahlil etmek için değil, aynı zamanda sorunlara doğru çözümler getirebilmek için de işimize yarar.

Avrupa’da böylesi devrimci protestoların ortaya çıkma olasılığı nedir? Biliyorsunuz Yunanistan’da bu fırsatı kaçırdık. Ya da böyle bir şans hiç var mıydı? Avrupa’da önümüzdeki aylarda, yıllarda devrimci hareketler görecek miyiz?

Bana kalırsa Yunanistan’da neoliberalizme ve kemer sıkma politikalarına karşı gerçek bir alternatif geliştirmek için önemli bir şans ele geçmişti. Fakat ne yazık ki sol, büyük ölçüde iktidara geldiği anda böylesi bir alternatif geliştirme misyonunu reddeden ve nihayetinde Eurozone’un dayattığı politikaları benimseyen Syriza’nın egemenliği altındaydı. Öyle ki Syriza, yerini aldığı sağ ve sosyal demokrat hükümetleri de aşacak düzeyde kendi halkını ezen politikalar benimsedi. Siyasetin en zor tarafı tahmin yapmak, hele de bunları belirli bir zaman aralığında yapmaktır. Marx ve Engels’in birbirlerine yolladığı mektupları okursanız, sürekli olarak Avrupa ve dünyadaki siyasi ve ekonomik gelişmeler üzerine uzun uzun tartıştıklarını ve ileride

neler olacağını, özellikle de devrimci hareketlerin nasıl gelişeceğini tahmin etmeye çalıştıklarını görürsünüz. Çoğu durumda Marx da Engels de biraz fazla iyimserdir. Bekledikleri devrim bir türlü olmamış, yaşanan devrimci ayaklanmalar da onların tahmininden farklı biçimler almıştır.

Dolayısıyla önümüzdeki birkaç ay ya da yıl içinde neler yaşanacağı ile ilgili doğru ya da kesin bir tahmin yapmanın mümkün olduğunu düşünmüyorum. Ancak 2007 ve 2008 yıllarında yaşadığımız krizin Avrupa ve dünyanın farklı yerlerinde yaşayan insanların hayatında hatırı sayılır etkilerinin sürdüğünü söyleyebiliriz. Bu da Batılı kapitalist toplumların siyasi idaresini gittikçe zorlaştıran bir duruma tekabül ediyor ki popülist hareketler de bu durumun semptomlarından biridir.

Tabandan yükselecek yeni kitle hareketleri için gerekli koşulların ortaya çıktığını söyleyebiliriz ki bu da ilkesel olarak devrimci olanaklar yaratmaktadır. Fakat az önce de dediğim gibi bu hareketlerin nasıl şekilleneceğine dair kesin tahminlerde bulunmanın imkânı yok.

Peki bu kitlesel hareketlerin, gösteri ve grevlerin [Marx’ın sözünü ettiği] devrimci protesto biçimini alması için gereken nedir?

Gerçek devrimlerin ortaya çıkması için Lenin’in yukarıda atıf yaptığım sözünde ifade ettiği koşulların ortaya çıkması, yani yönetenlerin yönetemez, yönetilenlerin de yönetilemez hâle gelmesi, başka bir ifadeyle mevcut düzenin temelinin sarsılması gerekir. Yöneten sınıfların hâkim konumu, Gramsci’nin ifadesiyle hegemonya ve kitlelerin pasifliği ve hatta bazı durumlarda mevcut sistemi olumlaması –ki Gramsci için bu hegemonyanın olmazsa olmaz bir unsurudur- hegemonyayı oluşturur. Devrimin gerçekleşebilmesi için bu koşulların ortadan kalkması gerekir. Bu da kısmen siyasi sistemin yapısı, farklı siyasi güçler, bu siyasi güçlerin mevcut krize yanıtlar üretme becerisi ve bu çözümlerin üretilmesini sağlayacak maddi koşulların varlığına bağlıdır. Böylesi bir perspektiften durumun pek de iç açıcı olmadığı söylenebilir. Hem Eurozone ülkelerinde hem de ABD’de yönetenlerin sık sık bir “iyileşmeden” bahsettiğini duyuyoruz.

Fakat biraz daha ciddi yorumcuların yazılarını okursanız, bunlar da 2007 – 2008 yıllarında yaşanan krizi bertaraf etmek ve ekonomiyi yeniden rayına oturtmak için aşırı miktarda finansal kaynağın seferber edildiğini ve olası bir yeni kriz durumunda kullanacak kaynak kalmadığını ifade ediyor. Bu da egemen sınıfların manevra alanının giderek daraldığını ve devrimci hareketlerin gelişimi için kritik bir koşulun ortaya çıktığını gösteriyor. Elbette egemenlerin manevra alanının daralmasının otomatik olarak devrimlere yol açacağını ileri sürmüyorum. Ne var ki bunun devrim için gerekli olan koşullardan birini oluşturduğu teslim etmek gerekir.

Şunu da eklememe izin verin. Örgütlü sosyalistler devrim için gerekli olan koşulları kendileri yaratamaz. Bununla birlikte devrimci olanaklar ortaya çıktığında mümkün olduğunca kalabalık, kökleri gerçek anlamda işçi sınıfının ve diğer kitle hareketlerinin içinde yer alan bir hareket inşa etmek için ellerinden geleni yapmalıdır. Dolayısıyla devrimci örgütlerimizi büyütmek için bugün yaptığımız her şey büyük önem taşıyor. Bu kısmen, gerçek hareketlerin, gerçek mücadelelerin parçası olma ihtiyacına da işaret ediyor. Avrupa’nın farklı bölgelerinde gelişmekte olan ırkçılık karşıtı hareketler, bu mücadelelerin başlıca örneklerinden biridir. Fakat buna ek olarak, entelektüel olarak da kendimizi geliştirmemiz gerekiyor. Bu bağlamda Marx’ın sözlerine kulak kabartmak önemli.

İşçi sınıfının değişen yapısı ile ilgili süregelen bir tartışma var. İşçi sınıfının değiştiği ve artık bir devrimin öznesi olamayacağı yönündeki fikirler revaçta. Siz bu konuda neler demek istersiniz? Bana kalırsa bu tür tespitlerin gerçeklikle ilgisi yok. Marx işçi sınıfını yeterli ekonomik bağımsızlıktan yoksun olan ve emeğini kendilerini sömüren bir kapitaliste satmak zorunda kalan insanlar olarak tanımlıyordu. Hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde işçi sınıfının muazzam düzeyde büyüdüğünü görüyoruz. Elbette kapitalizmin yeniden yapılanması sonucunda işçi sınıfının yapısında da değişiklikler olduğu muhakkaktır. Sözgelimi gelişmiş kapitalist ülkelerde imalat sanayiinde çalışan işçilerin sayısında kayda değer bir azalma olduğunu görüyoruz. Emeğin artan üretkenliği ve uluslararası düzeyde kapitalist üretimin yeniden yapılanması ile ilgilidir. Şu anda görmekte olduğumuz şey farklı sektörlerde, sözgelimi hizmet sektöründe, “beyaz yakalı” işlerde, hastane, okul, üniversite gibi kamu hizmeti sunan kuruluşlarda çalışan insanların sayısında bir artış olduğu. Bu çok daha çeşitlenmiş bir işçi sınıfı ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Fakat işçi sınıfının tarihine bakarsak, bu çeşitliliğin her zaman geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin Marx Kapital’i yazdığı sırada ücretli işçiler arasında en büyük grubu ev işlerinde, yani üst ve orta sınıfa mensup kişilerin evlerinde çalışan kişilerin oluşturduğunu söyler. Bu bizim işçi sınıfına dair kavrayışımızdan oldukça farklı bir duruma karşılık geliyor. Özetle işçi sınıfı her zaman çeşitli gruplardan müteşekkil olmuştur. Pek çok durumda işçi sınıfının içindeki yeni kesimler daha ileri düzeyde örgütlenmiş ve geleneksel anlamda örgütlü işçi sınıfının örgütlenme geleneklerini ve militanlığını miras almıştır.

Örneğin ben bir üniversitede çalışıyorum ve yakın zamanlarda İngiltere’de üniversite hocalarının başını çektiği büyük bir grev yapıldı. Bu son derece militan, örgütlü bir hareketti. Hareketin çıkarlarını savunmayan sendika liderlerini reddetti ki bu sendika liderleri bir kez daha hareketi yarı yolda bırakmanın arayışındalar.

Başarılı olup olamayacaklarını göreceğiz. Ama asıl mesele şu: Bundan 20 ya da 30 yıl önce kimse üniversite hocalarının böyle bir eyleme girişeceğini düşünemezdi. Neoliberalizm işverenlere işçileri farklı şekillerde ve aşırı düzeyde sömürmeleri için yeni olanaklar sunuyor. Teknoloji şirketleri ya da teknolojiye son derece bağımlı olan şirketlerde çalışanları düşünelim. Kağıt üzerinde burada çalışan işçiler işçi değil, serbest meslek erbabıdır, kendi hesaplarına çalışırlar vs. Fakat Marx’ı okuduğunuzda, işverenlerin bu tür oyunlara 1860’lı yılların İngiltere’sinde de başvurduğunu görürsünüz. Hâliyle bu yeni bir durum değil ve uzun vadede işçilerin örgütlenmesi önünde bir engel oluşturmuyor. Dolayısıyla bugünkü işçi sınıfının Marx’ın ortaya attığı tanıma uymadığı yönündeki fikir doğru değil.

Marksizmin ekoloji ve cinsiyet körü olduğu yönündeki eleştiriler için ne dersiniz?

Bunlar epey yanlış yorumlar. Marx ve Engels, kadınların yalnızca kapitalizmde değil daha önceki başka sınıflı toplumlarda da daha fazla ezildiğini anlamayı kendilerine dert edinmiştir. Marx öldükten sonra Engels Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni başlıklı çalışmasını yayınlamıştır ki bu kitap büyük ölçüde Marx’ın antropolojik araştırmalarına dayanmaktadır. Bu kitabın temel tezi, sınıflı toplumun ortaya çıkmasının kadınların ezilmesine yol açan koşulları ortaya çıkardığıdır. Yani cinsiyeti görmezden gelmek şöyle dursun, hem Marx hem de Engels kadınların neden ezildiğine dair bir kavrayışı kapitalizme ve daha genel anlamıyla sınıflı toplumlara dair genel çözümlemelerine dâhil etmeyi amaçlamıştır. Elbette bu Marx ve Engels’in kadınların ezilmesine dair her sözlerinin doğru olduğu anlamına gelmiyor, kaldı ki Marx ve Engels’ten sonra da Marksistlerin bu meseleye dair çokça araştırması olmuştur, fakat Marx da Engels de kesinlikle cinsiyet meselesini görmezden gelmemiştir. Benzer bir şekilde Marx’ın Kapital’de üzerinde durduğu en önemli konulardan biri kapitalizmin yalnızca işçileri sömürmediği, aynı zamanda doğayı da talan ettiğidir. Marx özellikle yoğun kapitalist tarım üretimine bakar ve tarımda kimyasal maddelerin kullanımının toprağa nasıl zarar verdiğini anlatır ve bunun insanların doğayla etkileşiminde bir “çatlak” yarattığından bahseder. Yani Marx kapitalizmin doğaya nasıl zarar verdiğini iyi çözümlemiştir. Burada da çok daha geniş çaplı bir tartışmanın ilk nüvelerini görüyoruz. Fakat Marx ve Engels’in cinsiyet ya da ekoloji körü olduğu yönündeki fikirler gerçeği yansıtmıyor.

Elbette şunu söyleyebilirsiniz: Marx’tan sonra yaşamış olan Marksistler, sadece onun yüzünden değil değil ama özellikle Stalinizmin etkisiyle bu konulara yeterince dikkat kesilmemişlerdir. Fakat bu onların Marx ve Engels’in orijinal olarak geliştirmiş olduğu ajandaya bağlı kalmak konusunda hata yaptıklarını gösteriyor.

Bugün ezilen ulusların özgürlük mücadelelerini hatırladığımızda, Marx’ın ulusal sorunla ilgili düşünceleri bize rehberlik edebilir mi?

Bence bu konuda da Marx’ın bize rehberlik edecek çok sayıda fikri var. Marx’ın en ilginç siyasi yazılarının bazıları İrlanda ile ilgilidir. Bildiğiniz gibi İrlanda 19. yüzyılda hâlen İngiltere’nin bir sömürgesiydi; resmi olarak İngiltere’ye bağlı bir bölgeydi. Marx, İrlanda’nın ezilmesinin İngiliz işçiler ile İngiliz egemen sınıfı birbirine yaklaştırdığını söylüyordu. Bunun temel sebebi de “yerli” İngiliz işçilerle “göçmen” İrlandalı işçiler arasındaki rekabettir ve bu rekabet, İngiltere işçi sınıfını bölmektedir. Bu ayrım, ırkçılık şeklinde kurumsallaşmıştır. 19. yüzyıl İngiltere’sinde İrlandalı işçilere ve genel olarak İrlanda halkına karşı ırkçı ve ayrımcı bir dil tutturulduğu görülür. Marx ise, İngiliz işçi sınıfının egemen sınıfın dayattığı ideolojik çerçeveyi aşmasının ve bu ideolojik boyunduruktan kurtulmasının tek yolunun İrlanda halkının ulusal kurtuluş mücadelesini desteklemek olduğunu söylemiştir. Böylece Marx, ulusal sorunla ilgili olarak Lenin’in daha sonra ortaya atacağı fikirlerin de öncülüğünü yapmış oluyordu. Lenin de benzer şekilde, emperyalist ya da baskıcı ülkelerin vatandaşı olan işçilerin, kendi devletleri tarafından ezilmekte olan insanların kendi kaderlerini tayin etme hakkını desteklemesi gerektiğini savunur. Dolayısıyla Marx’ın bu tartışmaya da önemli katkıları olduğunu söyleyebiliriz.

Tony Cliff’in Rusya’da Devlet Kapitalizmi başlıklı kitabı ile ilgili olacak. Bu kitap 27 yıl sonra yeniden Türkçe yayınlandı. Günümüz Marksizminde bu eserin yeri nedir? Bu kitabın bugünün Marksizmine gibi katkıları olmuştur?

Kitabın yeniden Türkçede yayınlanmış olması çok güzel. Bu kitap gerçekten çok önemli. Daha önce de ifade ettiğim gibi Marksistlerin karşısındaki en büyük sorunlardan biri Stalinizmdir. Stalin’in Ekim 1917 Devrimi’nin her tür kazanımını geriye götüren, devrimin ideallerinin tam zıttı yönde bir rejim kurması, bu kapsamda tarımda zorunlu kolektivizasyon, milyonlarca köylünün açlıktan ölmesi ve Stalin tarafından örgütlenen siyasi kıyım sonucunda yaklaşık 1 milyon insanın hayatını kaybetmesi elbette sosyalistler için önemli sorunları beraberinde getiriyor. Her şeyden önce böylesi bir rejim insanlara doğal olarak “sosyalist bir devrimin sonucu bu rejim midir?”, “Sosyalizm böyle olmak zorunda mıdır?” gibi sorular sordurtuyor. Cliff, bu sorulara, entelektüel anlamda çok güçlü bir altyapı sunarak olumsuz yönde cevap verir ve Stalinizmin gerçekte ne yaptığını, etkilerinin neler olduğunu anlatır. Buna göre 1920’lerin sonunda ve 1930’ların başında Rusya’da kapitalizm yeniden tesis edilmiştir. Bu elbette 1917’den önce var olan kapitalizmden farklıdır. Cliff, bu yeni rejimi “bürokratik devlet kapitalizmi” şeklinde adlandırmıştır. Bu rejimde parti devleti bürokrasisi, devlet aygıtı ve iktisadi işleyiş üzerindeki kontrolünü kullanarak işçileri ve köylüleri kolektif olarak sömürmeye devam etmiştir. Bu bakımdan Stalinizmi kapitalist bir karşı devrim hamlesi olarak görmek mümkündür. Cliff bu tezden hareketle Marx’ın işçilerin kurtuluşuna dair tahayyülünün hâlen geçerli olduğunu ve Stalinizm deneyiminin bu idealleri ortadan kaldırmadığını ileri sürer. Bu yaklaşım bugünü anlamak için de önemli anahtarlar sunuyor. Konuşmamızın başında bir İngiliz bürokratın Putin’in Rusya’yı yönetme tarzı ile Marx arasında bir bağlantı kurmasına değinmiştim. Bu tabii ki elle tutulur bir argüman değil zira Putin’in kahramanları, 1917 Ekim Devrimi’nden önce iktidarda bulunan Çarlardır. Bu rejimin 1917 Ekim Devrimi’ne ve dolayısıyla Marx’a karşı son derece hasmane bir tavrı vardır. Fakat burada, Soğuk Savaş mantığının egemenliğini sürdürdüğünü görüyoruz. Bu mantık dünyanın farklı yerlerindeki egemen sınıflar tarafından hayata geçirmek istedikleri farklı projelere meşruiyet sağlamak üzere kullanılmıştır. Soldaki bazı insanların da bu tartışmalarda kaybolması ihtimal dâhilindedir. Rusya’nın ABD’den daha ilerici bir güç olduğu fikri, Suriye’deki rejimin sırf iktidarı elinde bulunduran Baas Partisi’nin adında sosyalist olması sebebiyle sosyalist kabul edilmesi, Suriye rejiminin kendi halkına giriştiği kitlesel katliamlara karşın Ortadoğu’daki diğer rejimlerden daha ilerici addedilmesi gibi hatalı düşünceler bu yanlış bakış açısının sonuçlarıdır. Her ne kadar SSCB artık yıkılmışsa da, Cliff ’in devlet kapitalizmi teorisi, solun bu rejimleri kapitalizmin daha ilerici bir versiyonu olarak görmesine karşı bir tür “aşı” işlevi görmektedir.

Enternasyonal Sosyalizm