AKP dönemindeki işçi sınıfı eylemleri ve siyasete etkisi

Faruk Sevim

Türkiye’de kimlik eksenli olarak süren siyasette işçi sınıfının ve onun mücadelesinin ne kadar gündemi kapladığını, ne kadar etkili olduğunu her zaman göremiyor olabiliriz. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren topluma dayatılan

İşçi sınıfı, Türkiye’de siyasetin her zaman ana gündemini belirleyemese de, kendi talepleri doğrultusundaki mücadelesine sürekli devam etmiştir.

Dönem dönem kimlik eksenli siyasal gelişmelerin öne çıkması ile işçi sınıfı talepleri daha az görünür olmak zorunda kalmış olsa da, AKP döneminde de, hükümetler işçi sınıfının talepleri ile sürekli karşılaşmıştır.

İşçi sınıfı, AKP hükümetlerine karşı, kendi talepleri ile ilgili pek çok eylem, direniş, grev gerçekleştirmiş, bu mücadelesinde zaman zaman başarılı olmuş, hükümetlere geri adım attırmış, önemli kazanımlar sağlamıştır.

AKP döneminde işçi sınıfının ve emekçilerin eylemleri sonucu somut başarıların elde edildiği bazı hususları şöyle sıralayabiliriz:

  • Metal işçilerinin direnişi sonucu ücretlere zam alınması
  • Taksim Gezi parkına kışla yapılmasının engellenmesi
  • Soma katliamı sonrası işçiler için daha güvenli çalışma koşulları sağlayan bir maden yasasının çıkarılması
  • Zonguldak madenlerinin satışının durdurulması
  • Saya işçilerinin ücretlerine zam alması
  • Kamuda taşeron sisteminin kaldırılmasına yönelik adımların atılmaya başlanması

Bütün bu başarılar hem işçilerin kararlı mücadelesi, hem de kutuplaşmaların bir ölçüde aşılmış olması ile sağlandı.

Ama bazen de, örneğin 2005-2008 yılları arasında yapılan, sağlık sisteminin paralı hale gelmesine, emeklilik yaşının yükseltilmesine, emekli maaşlarının düşürülmesine karşı çıkan işçi ve emekçilerin “GSS’ye hayır” eylemleri, siyasal olarak başka bir gündemin içinde kaybolmak durumunda kalmıştır. GSS’ye hayır eylemleri, 2007 yılında AKP’ye kapatma davası açılması ve e-muhtıra olaylarından sonra gündemden düşmüş, eylemlerin yürütücüsü olan Emek Platfomu dağılmış, hükümet de 2008 yılında GSS yasasını rahatlıkla çıkarmıştır.

Yine eğitimin paralı hale getirilmesine karşı yapılan eylemler, “laik eğitim istiyoruz” sloganında kavramsallaşan, dindar-seküler kutuplaşmasına çarpmış, sonuç başarısızlık olmuştur.

Bazen de işçilerin talepleri, eylemleri hangi bir kutuplaşmaya veya gündemdeki sıkıntılı siyasal süreçlere rastlamamış olsa da, başarısızlıkla sonuçlanabilmektedir. Örneğin Tekel direnişi, işçilerin yoğun katılımına, Türkiye toplumunun aktif desteğine rağmen başarıya ulaşamamış, özelleştirme engellenememiştir.

Türkiye’de işçi sınıfının önemli bir kesimi AKP’ye oy vermektedir. Dolayısıyla işçi sınıfı açısından olumlu da olsa, kutuplaştırıcı her hangi bir talep ve bu talep için mücadele, sınıf içinde yeterince destek bulamadığından, başarılı olamamaktadır.

İşçi sınıfının bu tutumu, yani kutuplaştırıcı eylem ve etkinliklerden uzak durması, kutuplaşma siyasetine takılmadan yürütülen eylem ve etkinliklere destek vermesi, AKP’li yıllarda da sürmüştür ve sürmeye devam etmektedir.

Türkiye işçi sınıfının sendikalarla ilişkisi de bu şekildedir. Kimlik siyasetine dayanan, etnik dini vb. sendikal yapılardan uzak durmuş, kapsayıcı, işçilerin mücadelesini öne çıkaran sendikal yapılara daha yakın olmuştur.

İçinden geçtiğimiz “yerli milli dönem” ise ayrıca analizi hak etmektedir. Bu dönemin işçi hareketi ve sendikal yapıları, OHAL ortamında, adaletin olmadığı koşullarda varlıklarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Bu koşullarda işçi sınıfı dahil herhangi bir toplumsal kesimin özgür iradesi ile tercihlerde bulunması, örgütlenmesi, talepleri için mücadele etmesi kolay olmamaktadır. O yüzden özellikle sendikal alandaki değişimleri, bazı sendikaların suni olarak büyümesini, işçilerin doğal tercihi olarak görmemek gerekir.

Ama OHAL koşullarında bile direnen, hakkını arayan, mücadele eden sendikalı veya sendikasız işçiler sonunda haklarını kazanabilmekteler. Memleketin bu karamsar ortamında bu gerçeği de görmemiz gerekir.

 

İşçi sınıfı ve talepleri

İşçi sınıfının talepleri için sürdürdüğü mücadele, bazen sendikal önderlikler altında olmakta, bazen ise tamamen işyerlerindeki işçilerin kendi öz örgütlenmeleri ile gerçekleşmektedir. Her gün irili ufaklı pek çok işçi eyleminin haberini alıyoruz. Bu eylemlerin bir kısmı sendikalarda örgütlü işçiler tarafından gerçekleştirilirken, bir kısmı sendikasız işçiler tarafından gerçekleştiriliyor. Hatta bazı eylemler sendikalara rağmen yapılıyor. Emek Çalışmaları Topluluğunun yaptığı araştırmalara göre, 201 6 yılında işçi eylemlerinin yüzde 47’si işçi sendikaları, yüzde 23’ü memur sendikaları tarafından, yüzde 30’u işyerindeki örgütsüz işçiler tarafından yapıldı.

AKP döneminde işçi sınıfının mücadelesinde en etkili olan konular şunlar oldu:

  • Genel sağlık sigortası sistemi kurarak, sağlığın paralı hale getirilmesi, emeklilik yaşının yükseltilmesi, emeklilik maaşının düşürülmesi.
  • Doğa talanına yol açan uygulamalar, parkların, ortak kamusal mekânların imara açılması, HES, Termik santral inşaatları, tarım alanlarının yok edilmesi.
  • Kültürel alanların yok edilmesi, AKM’nin yıkılması, Hasankeyf, Allianoi tarihi alanlara baraj yapılması.
  • Ücretlerdeki yetersizliklere rağmen, hükümet tarafından asgari ücrete, emekli maaşlarına ve kamu çalışanlarına enflasyonun çok altında zam yapılması
  • Taşeron sisteminin kaldırılması için sözler verilmesine rağmen, taşeron sisteminin sürekli genişletilmesi. Kıdem tazminatını ortadan kaldırmaya yönelik girişimler,
  • İş cinayetlerinin önlenmesi için yeterli tedbirler alınmaması, madenlerde ve inşaatlarda artan iş cinayetleri
  • Enflasyon sonucu artan pahalılık ve düşen alım gücüne rağmen imzalanan düşük ücretli toplu sözleşmeler, grev yasakları ile sendikaların gücünü kırma girişimleri.
  • Özelleştirmeler sonucu hem kamu kaynaklarının talan edilmesi, hem de bu işletmelerde çalışan binlerce işçinin işsiz kalması.

 

İşçi eylemlerinin yaygınlığı

Bütün bu taleplerle işçi sınıfı AKP iktidarı döneminde de her gün irili ufaklı pek çok eylem yaptı ve yapmaya devam ediyor. İşçi sınıfı zaman zaman büyük eylemler yapar, ama küçük eylemleri her gün yapar. Fabrikalarda, işyerlerinde pek çok grev, yemek boykotu, basın açıklaması, yürüyüş, çadır kurma, işyeri işgali vb. eylemler gerçekleşir.

2016 yılındaki işçi eylemlerinin yüzde 70’i sendikalı, yüzde 30’u ise sendikasız iş yerlerinde gerçekleşmiştir. Sendikalaşmanın kayıtlı işçiler arasında (memurlar dahil) yüzde 20, kayıtsızları dahil ettiğimizde yüzde 15 olduğunu göz önüne alırsak eylemlerde sendikal örgütlenmenin önemi ortaya çıkmaktadır. Pek çok eylem sendikalı işçiler tarafından yapılmaktadır.

Ama sendikasız işyerlerinde de eylemler olabilmektedir. Örneğin sendikalaşma oranının çok düşük, kayıt dışı çalışmanın yaygın olduğu inşaat sektöründe pek çok işçi eylemi gerçekleşmektedir. Bu da örgütsüz bile olsa, işçi sınıfının eylem kapasitesinin ne kadar yüksek olduğunu göstermektedir.

Türkiye’de işçi eylemlerinin bölgesel dağılımına baktığımızda en fazla eylem Marmara bölgesinde olmaktadır. Ama tüm Anadolu’da pek çok ilde işçi eylemleri gerçekleşmektedir.

Türkiye’de son yıllarda özellikle grev yasakları nedeniyle greve çıkamayan işçiler, haklarını alabilmek için işyerlerinde üretimi aksatan direniş ve eylemler yapmaktadırlar. Eylemler Saya işçileri örneğinde olduğu gibi bazen bütün sektörü kapsamakta ve pek çok ilde olmaktadır.

Sendikaların bölünmüşlüğü veya örgütlenmedeki yetersizlikleri nedeniyle bu eylemlerin birlikteliğini sağlamak bugün için zor olsa da, küçük işçi eylemleri daha büyük işçi eylemlerinin örgütlenmesi için çok önemli adımlardır.

 

2005-2008 döneminde Genel Sağlık Sigortası eylemleri: Sağğımızı korumak için yürüyoruz

AKP Hükümeti’nin gerçek yüzünü gösteren saldırılardan en önemlisi 2006 yılında gündeme getirdiği Genel Sağlık Sigortası (GSS) ve Aile Hekimliği uygulamasıdır.

Her fırsatta AKP Hükümeti’ne saldıran büyük basın, GSS ve Aile Hekimliği konusunda suskun kalmıştır. Aslında zaten burjuvazi genel olarak bu uygulamayı destekliyordu.

Genel Sağlık Sigortası Yasası; SSK, Emekli Sandığı ve Bağ Kur’u birleştiriyor ve tek bir kurum haline getiriyordu. Ama burada durmuyordu. GSS ile birlikte çalışan herkes çok daha fazla prim vermeye başlıyor, katkı payı adı altında devlet kişilerden tamamen keyfi olarak belirlenen miktarlarda para almayı öngörüyordu.

İlk başladığında her bir aile için katkı payı 64 TL’ydi, bugün bu miktar 220 TL’ye yükselmiş durumda. Bu primi ödemeyenler hiçbir biçimde sağlık hizmetlerinden yararlanamayacaktı. Ama sorun burada bitmiyordu. Prim ödeseniz bile gene de bazı sağlık hizmetlerinden yararlanabilmeniz için ayrıca katkı payı ödemeniz gerekiyordu.

Ayrıca, eğer bazı hastalıklardan tedavi görürseniz, ertesi yıl o hastalıklardan tedavi görebilmeniz için daha fazla prim ödemeniz gerekiyordu.

GSS ile birlikte emeklilik de tam anlamı ile mezarda emeklilik haline geliyordu. Emeklilik için gerekli olan gün sayısı arttırılıyor ve 9000 gün oluyor, emekli olma yaşı 65’e yükseltiliyor. Emekli maaşları düşürülüyor, emekli ikramiyeleri taksitle ödenebilir hale getiriliyordu.

GSS için emek örgütlerinin birliği olan Emek Platformu öncülüğünde Türkiye’nin pek çok ilinde eylemler yapıldı, bu eylemlere yüz binlerce kişi katıldı. Emek Platformunun aldığı karar sonucu 30 Mayıs 2006’da bütün Türkiye’de bir saatlik iş bırakma eylemi gerçekleştirildi. Bu eylemler 2006 ve 2007 yılları boyunca devam etti. Ama eylemler 2007’de laik-seküler kamplaşmasına, Cumhuriyet mitinglerine, 28 Nisan e-muhtırasına takıldı. Hükümet de cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle meşgul olduğundan GSS yasasını meclisten geçirmeye çalışmadı. Ama 2008 Mart ayında AKP için kapatma davası açılınca, kapatma davasına bakış konusu, Emek Platformunda bölünmeye yol açtı. GSS ile ilgili eylemler giderek zayıflamaya başladı. Hükümetin de baskısıyla bazı bileşenler Emek Platformundan ayrıldı.

Sonunda Temmuz 2008’de Anayasa Mahkemesinden “AKP kapatılmasın” kararı çıktı, ama GSS mücadelesi de kesintiye uğramış oldu. Hükümet Ekim 2008’de GSS Yasasını meclisten geçirdi.

 

2000li yıllarda iklim değişikliğine, HES’lere, termik ve nükleer santrallere karşı eylemler, çevre konulu eylemler

İklim değişimine karşı Türkiye’de ilk kitlesel miting, Küresel Eylem Grubu tarafından 2005 yılında örgütlendi. Sosyal Forumlar sürecinde bir araya gelen aktivistler 3 Aralık 2005’te iklim değişimine karşı dünya çapında bir eylem yapılması kararını aldılar. Türkiye’de İstanbul Sosyal Forumunun kurulmasına katkıda bulunarak, sosyal forumlar sürecinin başlamasına öncülük eden aktivistler, Karakedi Kültür Merkezi’nde yapılan bir toplantıda onlarca kurumla bir araya gelerek iklim değişimine karşı ilk mitingi organize ettiler. Böylece Türkiye’de sokakta örgütlenen bir iklim aktivizmi başladı.

KEG, onlarca basın açıklaması, etkinlik, forum, lise toplantılarıyla küresel ısınmaya, nükleer santrallere karşı mücadelenin merkezi oldu. Özellikle Kyoto Protokolü’nün imzalatılması sürecinde binlerce insanı harekete geçiren Küresel Eylem Grubu, militarizme, küresel ısınmanın sorumlusu olan büyük şirket politikalarına doğrudan karşı çıkan antikapitalist bir platform olarak mücadelesine devam etti.

AKP hükümetlerinin enerji üretimini özelleştirme politikaları sonucu, hem küresel ısınmaya katkı sağlayan termik santrallerin, hem de Hidro Elektrik Santrallerinin yapılmasının önü 2000’li yıllarda iyice açıldı. Doğa tahribatına yol açabileceği konusunda hiçbir endişe duyulmaksızın, tarımsal alanlara termik santral, akarsulara HES yapımına başlandı.

Karadeniz vadilerinde, özellikle Loç Vadisinde, Loç Vadisini Koruma Platformu tarafından, bölgelerini tehdit eden hidroelektrik santrallere, HES’lere karşı eylemler düzenlendi. HES karşıtı eylemlere Karadeniz İsyandadır Platformu (KİP), Munzur Koruma Kurulu, Su Platformu, Derelerin Kardeşliği Platformu, İzmir Allianoi Girişimi ve Hasankeyf`i Yaşatma Girişimi de katıldı.

Karadeniz vadilerinde yapımı devam eden hidroelektrik santraller (HES), konuyla ilgilenen uzmanların daha önce de açıkça dile getirdiği gibi bölgedeki doğal ve kültürel yaşamı bir bütün olarak yok ediyordu. Özellikle Rize’nin Senoz Vadisi’nde verilen hukuk mücadelesiyle 2009’un Mart ayında yürütmeyi durdurma kararı alınmış olmasına rağmen şirketlerin faaliyetleri ara vermeksizin devam ediyor. Sadece Senoz’da değil, İkizdere, Fındıklı, Fırtına, Papart, Yusufeli, Şavşat, Maçahel, bütün Karadeniz vadileri, nehirleri, Munzur, Muğla, Allianoi, Hasankeyf, Türkiye’nin tüm su havzaları, insanları tehdit altında bulunuyor. Ama halkın ve çevre örgütlerinin hem hukuk alanında, hem de sokakta mücadeleleri de sürüyor.

HES, Termik ve nükleer santrallere karşı yapılan eylemler, kutuplaşmaları aşabildiği ölçüde toplumsal vicdanda karşılık buldu, eylem ve etkinliklere yoğun katılımlar oldu. Halen de AKP hükümetinin en çok zorlandığı, “ben yaparım olur” diyemediği konuların başında işçilerin, köylülerin, emekçilerin hep birlikte düzenlediği çevre eylemleri gelmektedir.

 

Özelleştirmelere karşı başarılı olamayan direnişler: Türk Telekom, Tekel

Özelleştirildiği için işten çıkarılan Türk Telekom ve Tekel işçileri çeşitli direnişler yaptılar. Telekom işçileri günlerce yürüyüşler düzenlediler, iş bırakmalar gerçekleştirdiler, ancak Telekom’un 2005 yılında özelleştirilmesini engelleyemediler.

Tekel işçileri ise eylemlerini Ankara’ya taşıdı, 22 Şubat 2010’da on binlerce işçi Kızılay’da eylemdeydi. Tekel direnişi, işçi sınıfının direnme yeteneğini tüm topluma bir kez daha gösterdiği, işçi sınıfının tek gücünün kolektif eylem ve kolektif direniş olduğunu tüm işçi örgütlerine bir kez daha hatırlattığı bir eylem oldu.

Tekel direnişi, bir kez daha, dayanışma duygusunun önemini, işçi sınıfının en önemli silahının dayanışma olduğunu gösterdi. Milyonlarca oy alan bir parti tarafından kurulan hükümetin kapitalist sınıf adına bu ilk uygulaması değildi. İlk olan, AKP döneminde tekel işçilerinin haklarını almak için gündemi  belirleme

yeteneği taşıyan kararlı bir direniş örgütlemeleriydi.

İşçilerin kararlılığı, konfederasyonları da harekete geçirdi. Tekel işçilerinin kararlılığının ve kamuoyu desteğinin yarattığı basınçla Türk-İş, genel grev kararı aldı, ama 26 Mayıs 2010’da yapacağını açıkladığı genel greve, son anda katılmaktan vazgeçti, genel greve KESK ve Kamu-Sen katıldı, grev çok etkili olmadı.

Sonuçta tekel işletmeleri bir Amerikan-İngiliz şirketine satıldı, AKP tekel işçilerinin taleplerini görmezden geldi. Başbakan işçileri azarladı. AKP Hükümeti bu tutumuyla, kapitalist sınıfın hizmetinde olduğunu bir kez daha kanıtladı.

 

Gezi direnişi: Bir başarı hikâyesi

Gezi’de AKP’nin neo-liberal tek parti iktidarının güçlü olduğu bir zamanda, milyonlarca insan sokaklara radikal bir şekilde döküldü. Aleviler, dışlananlar, Kemalistler, cumhuriyetçiler, gençler, laikler, orta-sınıflar, profesyoneller, işçi sınıfının bir kısmı Gezi direnişinde vardı.

Gezi direnişine katılımlar çok farklılıklar gösteriyordu, zira farklı işçileşme süreçleri ve bunları şekillendiren kültürel öğeler, işçi sınıfı içinde önemli farklılaşmaları da beraberinde getirmişti. İşçi sınıfının belli bir kesimi, çok belli bir sınıf kültürüne sahip işçiler, geleceksizleştirilen gençler, işçileşme ve ezilme süreçlerini dini kimlikleriyle bir arada yaşayan Aleviler, dışlanmış ve seküler kadınlar Gezi’yi yarattı. Gezi Direnişi, geleneksel pek çok siyaset yapma biçimini, kalıpları vb. sorguladı. Asık suratlılık, kaslı ve erkek işçi figürleri günü açıklamadığı gibi artık pek bir şey de ifade etmiyordu.

Gezi direnişine işçi sınıfının özellikle beyaz yakalı dediğimiz, plazalarda, bürolarda çalışan, nispeten eğitimli kesimleri daha fazla oranda katıldı. Bu kesimlerin Türkiye işçi sınıfı içinde sayıca artmakta oldukları bir süreden beri gözlemleniyordu, ama işçi hareketi içinde nasıl yer alacakları merak konusuydu. Gezi sürecinde beyaz yakalı kesimin eylem tarzı “gündüz iş, gece direniş” şeklinde oldu. Yani üretimden gelen gücün kullanımından ziyade, işçi sınıfının aktivist yönünü geliştiren bir eylem tarzı gündeme geldi. Gezi direnişi kazanan, başarılı olan bir direniş olması yönüyle, kendisinden önceki dönemlerde AKP hükümetine yönelik yapılan işçi eylemlerinden farklılık gösterir.

Gezi parkı eylemlerinin ve katılımcıların bir yönüyle kutuplaşmaları körükleyen tarafları vardı, sloganların bir kısmı ayrıştırıcı, kutuplaştırıcıydı, ama bir yönüyle de sorunun Gezi Parkı olduğunu, amacın Gezi Parkının halkın kullanımında kalmasını sağlamak olduğunu söyleyen kesimler de vardı. Sonuçta eylem Gezi Parkının imara açılmasını engelleyerek başarıya ulaştı.

Bu başarının altında yatan önemli nedenlerinden birisi olarak, Kürt sorununda 40 yıldır devam eden çatışma döneminin sona ermesini, Çözüm Sürecinin başlamış olmasını gözden kaçırmamak gerekir.

 

2014-2015 yıllarında işçi eylemleri, Soma, cam işçileri, metal işçileri

AKP döneminde işçi hareketinin yükseldiği önemli dönüm noktalarından birisi de kuşkusuz 13 Mayıs 2014’te Soma’da maden işçilerinin katledilmesine karşı başlayan işçi eylemleridir. 301 işçinin ölümüne yol açan bu iş cinayeti, son yılların en büyük işçi eylemlerini başlattı, işçiler sokaklara çıktı, çeşitli gösteriler düzenledi. İşçiler için reva görülen yoksulluk ve ölüm, Soma’da tüm işçilerin yüzüne tokat gibi çarptı, işçileri kendisine getirdi. Birkaç ay sonra gerçekleşen Torunlar ve Ermenek iş cinayetleri işçi sınıfını daha da öfkelendirdi ve bilinçlendirdi. İşçiler, bir yanda patronların, diğer yanda işçilerin var olduğunu, bu iki sınıfın çıkarlarının birbiriyle karşıt olduğunu, hükümetlerin patronlardan yana olduğu gerçeğini anladı ve bu duruma isyan etti.

İşçilerin öfke ve eylemlerini yükselten diğer bir konu, hayat pahalılığına karşı yeterli ücreti alamamaları, giderek yoksullaşmalarıydı. 2014 yılının sonuna doğru patronların toplu sözleşme görüşmelerinde yükselen enflasyona karşı gerekli zamları vermek istememesi üzerine çeşitli işyerlerinde grevler başladı.

Cam işçileri greve gitti, hükümet grevi yasakladı. Ocak 2015’te Birleşik Metal-İş üyesi 15 bin işçi greve başladı, onların da grevi yasaklandı. Metal sektöründe 25 yıl sonra ilk defa bu kapsamda bir grev gerçekleşiyordu. Ama sendikalar, işçilerde birikmekte olan öfkeyi yeterince anlayamadıkları için bu yasaklara karşı ciddi bir direniş sergileyemedi. Oysa hızla artan enflasyon rakamları, özellikle gıda enflasyonunun yüzde 20’lere dayanması, toplu sözleşmelerde sağlanan yüzde 5 veya 7’lik zamları çoktan eritmişti. Patronların toplu sözleşmelerde yükselen enflasyona karşı düşük ücret dayatmaları, işçilerin iş cinayetlerinde biriken öfkesini daha da artırıyordu ve bu tepki 2015’in başında her an patlamaya hazırdı. 2015 yılı başında hükümetin emekli maaşlarına yaptığı yüzde 2,3’lük komik zam öfkeyi biraz daha yükseltti.

 

Boydaş işçilerinin direnişi

İşçi sınıfına 2001 krizinden beri patronlar “grev yaparsanız, direniş yaparsanız fabrika ile birlikte siz de batarsınız, o halde mevcut koşullara boyun eğin, daha fazla ücret istemeyin” telkininde bulunuyor, işsizliği işçilerin üzerinde bir tehdit unsuru olarak kullanıyordu. Bu baskı elbette iktidardaki AKP hükümeti tarafından da benimseniyor, emekli maaşlarına, asgari ücrete, kamu çalışanlarının ücretlerine zam talepleri, “sıkı para politikası uyguluyoruz” denerek reddediliyordu. İşçiler bütün bu uygulamalara rıza gösterir gibi davranıyor,

sendikalar enflasyon oranının altında zam öngören üç yıllık toplu sözleşmeler imzalıyordu.

Bu sisteme ilk darbe Şubat 2015’te Kayseri’de Boydaş işçilerinden geldi. Üyesi oldukları sendikanın zam oranını ve üç yıllık sözleşme dayatmasını protesto için işçiler eylemlere başladı. AKP’ye oy vermiş olma ihtimali çok yüksek olan işçilerin bu eylemi patronlarda ve hükümette şaşkınlık yarattı, istisnaî bir durum zannedildi. Ama benzer ücret zammı ve üç yıllık toplu sözleşme karşıtı eylemler başka iş yerlerine de yayılıyordu. Eylemlerde patronlar ve patron yanlısı sendikalar işçilerin öfkesinin hedefi oluyordu.

 

Metal fırtınası, metal işçilerinin mücadelesinden çıkarılacak dersler

Benzer bir ücret eylemi Mayıs ayında Bursa’da yaşandı. Metal işçileri Nisan 2015’te daha iyi bir ücret talebi ile üyesi oldukları Türk Metal’i sıkıştırmaya başladılar. Türk Metal sendikası işçilerin taleplerini göz ardı edince doğrudan çalıştıkları fabrikalarda eylemlere başladılar, aynı zamanda üyesi oldukları Türk Metal sendikasından istifa ettiler. İşçi eylemleri önce Bursa’daki büyük otomotiv fabrikaları Tofaş ve Renault’ta başladı, sonra başka iş kollarına ve illere yayıldı. Hareket sadece metal sektörüyle sınırlı kalmadı, petro-kimyadan cam sektörüne ve hatta otomotivle ilişkili tekstil sektörüne kadar genişledi.

İşçilerin eylemleri patronlarda büyük korku yarattı, ihracat rakamları düştü, patronlar üretim ve gelir kayıpları yaşadılar. Bursa’daki metal fabrikalarında kurulan fabrikalar arası kurul, direnişin başlamasında ve yaygınlaşmasında çok büyük rolü oynadı. İşçiler, hem hakları için mücadelede hem de sendika bürokrasisine karşı mücadelede sahip oldukları yaratıcılığı bir kez daha gösterdiler.

İşçiler başlangıçta öfkelerini işbirlikçi Türk Metal sendikasına yönelttiler, patronlara karşı daha toleranslı davrandılar, onların verdiği sözlere, imzaladığı protokollere inandılar. Ama süreç içinde patron kesiminin verdiği hiçbir sözü tutmaması, aksine işten çıkarmaların başlaması işçilerdeki bu yanlış algıyı düzeltti. İşçi sınıfına asıl düşmanın patronlar olduğunu bir kez daha gösterdi.

30 binden fazla işçiyi kapsayan bu büyük mücadele sonucunda, birçok işyerinde Türk Metal sendikası ortadan kalktı. Mücadele süreci 7 Haziran seçimlerine kadar sürdü, sonrasında siyasette yaşanan gelişmeler mücadelenin geri çekilmesine yol açtı. Bu süreçte 10 bin işçi Türk Metal sendikasından ayrıldı, bunların önemli bir kısmı Birleşik Metal-İş sendikasına, küçük bir kısmı Çelik-İş sendikasına üye oldu, önemli bir kısmı ise bir süre herhangi bir sendikaya üye olmadı.

Erdoğan’ın Türk Metal Kongresi’nde metal işçilerinin direnişini eleştirmesi, bu mücadelenin farkında olduğumuzdan daha da etkili olduğunu kanıtlıyordu. Bir cumhurbaşkanının toplumu kutuplaştırma siyaseti zaten garipti ama sendikalar arasında takım tutar gibi taraf tutması, işçi hareketini bölmek için ne kadar kararlı olduğunu gösteriyordu. Metal işçilerinin mücadelesi bizlere göstermiştir ki, fabrikalarda ne kadar çok sınıf bilinçli ve örgütlü işçi olursa mücadelenin kazanması o kadar mümkün olacaktır.

 

Sendikaların 10 Ekim Mitingi ve yaşanan katliam

10 Ekim 2015’te Ankara garı önünde gerçekleşen katliam, sadece HDP kortejine değil, aynı zamanda işçi sınıfına da yönelikti. Katliamı düzenleyenler işçilerin kitlesel miting yapma yeteneğine saldırıda bulunmuş oldular.

Mitingin çağrıcısı dört emek örgütü DİSK, KESK, TMMOB ve TTB şimdiye kadar pek çok kritik dönüm noktasında işçi sınıfının önünü açan eylemlere önderlik ettiler, o eylemlerin çağırıcısı oldular. Memurlara sendika hakkı için mücadelede, sağlıkta özelleştirmelere karşı eylemlerde, Taksim’in 1 Mayıs kutlamalarına açılması için verilen mücadelede, 2003 yılında Irak’ta Savaşa Hayır demek için düzenlenen gösterilerde, iş cinayetlerine karşı mücadelelerde hep bu dört örgütün öncülüğü söz konusu oldu.

7 Haziran seçimleri sonrası burjuvazi bir hükümet oluşturamadığı için aslında beş ay işçi sınıfı görece rahat bir dönem geçirdi, örneğin parlamentodan işçi sınıfı aleyhine hiçbir yasa çıkaramadılar. Yeni bir seçim yapmak zorunda kaldıkları için tüm burjuva partiler emekçi kesimlere bazı sözler vermek zorunda kalıyorlardı. Mesela asgari ücreti yükseltme konusu hepsinin ortak söylemi oldu. Taşeron sisteminin kaldırılması ile ilgili sözler verilmeye devam ediliyordu. Ayrıca emekli maaşlarını iyileştirmek ve banka faizlerinin yükünü azaltacak öneriler sunmakta adeta yarışıyorlardı. Patronlar ise burjuva partilerin bu seçim vaatleri yarışına müdahil olmuyorlardı. Ama 1 Kasım seçimlerinden sonra eğer bir hükümet kurabilirlerse, siyasetçisi ve patronu ile tüm burjuva kesim bütün bu seçim vaatlerinin etkisini yok edecek yeni bir saldırı programını yürürlüğe koyacaklardı. Bütün bu nedenlerle işçi sınıfı seçim sonrası ekonomik, demokratik hakları için zorlu bir mücadeleye hazır olmak zorundaydı. Nitekim 1 Kasım seçimleri sonrası emekçi sınıfları zorlu bir dönem karşıladı. Tek başına iktidar olan AKP, asgari ücretin yükseltilmesi dışında işçilerle ilgili verdiği hiçbir sözü tutmadı. 2016 yılı boyunca ekonomik istikrarsızlık ve işçilerin ücret talepleri için mücadeleleri devam etti.

 

OHAL, KHK’lar ve KESK eylemleri

15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası OHAL KHK’ları ile on binlerce kamu emekçisi, savunma hakkı bile tanınmadan ihraç edildi. Çıkarılan KHK’ler ile anayasa ayaklar altına alındı, OHAL’in gerekçesi olan darbe girişimiyle ilgisi olmayan düzenlemeler yapıldı. Sendikal hak ve özgürlükler ortadan kaldırıldı. Ekonomik kriz tüm ağırlığı ile emekçi sınıfların üzerine çökmeye, zamlar yağmur gibi yağmaya başladı.

KESK kamu emekçilerine yönelik ihraçlara ve yaşanan hukuksuz uygulamalara karşı çeşitli eylemler gerçekleştirmeye karar verdi. Mersin, Samsun, Van’da, İstanbul ve İzmir’de “Haklar, OHAL ve KHK’lerinizden önce gelir: İhraçlarınıza, açığa almalarınıza, sürgün ve cezalarınıza teslim olmayacağız” sloganı ile bölge mitingleri düzenlenmesi, 15 Aralık’ta 2017 bütçesine karşı tüm illerde basın açıklaması yapılması planlandı

20 Aralık’ta ‘İşimi ekmeğimi geri istiyorum’ sloganı ile İstanbul’dan Ankara’ya ihraç edilen üyelerin en önde olacağı araçsız ‘Emekçi Yürüyüşü’ düzenlenecek ve Ankara’da merkezi bir eylem ile yürüyüş sonlandırılacaktı. KESK’in 10-11 Aralık 2016 tarihinde yapacağı mitingler ilgili valilikler tarafından OHAL gerekçe gösterilerek yasaklandı. Böylece hükümetin en yetkili ağızları tarafından defalarca ifade edilen “Biz OHAL’i kendimize ilan ediyoruz, vatandaşa değil” sözlerinin gerçeği yansıtmadığı bir kez daha anlaşıldı. Ama 20 Aralık yürüyüşü gerçekleştirildi. Kortej 24 Aralık’ta Ankara’ya vardı.

15 Temmuz darbecileri ile mücadele için ilan edildiği söylenen OHAL ve buna dayalı olarak çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler, siyasal iktidar tarafından, kendisiyle aynı görüşü paylaşmayan geniş bir kesimin bastırılması için kullanılmaya devam ediyor. 11.329’u KESK’e bağlı sendikaların yönetici ve üyesi, toplam 116.296 kamu emekçisi, KHK’larla sorgusuz sualsiz, keyfi olarak memuriyetten atıldı.

Kamuda siyasi fişlemeler ve ihbarlar üzerinden başlatılan soruşturma süreçleri, hukuksuz ihraçlar ve açığa alma uygulamaları sonucu aileleri ile birlikte 1,5 milyon insan doğrudan mağdur edilmiş durumda. İhraç edilen, açığa alınan kamu emekçileri açlığa hatta intiharlara sürükleniyor. Bu koşullarda kamu düzenini, genel sağlığı kimin bozduğunu anlamak zor değil.

 

2017 Ekim’inde Türkiyeli ve Suriyeli saya işçileri ortak eylemler yaptı

Saya işçilerinin çalıştığı ortamlar günümüzdeki en sağlıksız iş yerleri. İlkel çalışma koşulları, sefalet ve amansız bir sömürü çarkı var. Meslek hastalıkları çok yaygın. Parça başı ücret alıyorlar. Haftalık 500 TL alabilmek için günde 14-15 saat çalışıyorlar. Hemen her atölyede çocuk işçi çalıştırılıyor. Sigortasız ve sendikasızlar.

Bütün bu zorlu koşullara karşı saya işçileri Ekim 2017’de önce Adana’da daha sonra İstanbul, Gaziantep, Konya, İzmir, Manisa, Hatay ve Bursa’da eyleme başladılar. Talepleri netti; ücretlerine yüzde 25 zam. Başlangıçta saya işçilerinin eylemi OHAL yasağına takıldı, ama geri adım atmadılar, eyleme devam ettiler. İki gün süren iş bırakma eylemine Türkler, Kürtler, Araplar tüm saya işçileri katıldı. Ama daha da önemlisi Suriyeli işçiler de Türkiyeli işçilerle birlikte iş bıraktı. Ve sonuçta saya işçileri ücretlerine yüzde 21 zam aldılar.

Irkçı milliyetçi dalga, Türkiye’de yaşanan pek çok sorunun faturasını sokaktaki Suriyelilere kesmeye pek bir heveslidir. İşsizliğin, düşük ücretlerin, yüksek ev kiralarının sorumlusu olarak hep Suriyeliler gösterilir. Şimdiye kadar daha çok Suriyeli işçilerin suçlandığı, hedef gösterildiği, ırkçı saldırılara maruz kaldığı haberlere alışmıştık. Saya işçilerinin eylemi ise bize Türkiyeli ve Suriyeli işçilerin birlikte kazanabileceklerini ve ırkçılığı yenebileceklerini gösterdi.

Türkiyeli işçilerle Suriyeli işçiler daha önce İstanbul Çağlayan’da tekstil, Bağcılar’da ise nakış işçileri arasında ortak eylem yapmıştı. Ama bunlar birkaç atölye ile sınırlıydı ve saya işçilerinin eylemi kadar etkili değildi.

Adana’da başlayıp pek çok ile yayılan saya işçileri direnişi bu açıdan önemli bir ön yargıyı kırdı. Milliyetçilik ve ırkçılığın böldüğü işçiler, patronlara karşı yapılan eylemde bir araya geldiler. Saya işçileri sınıf kardeşliğinin ve ırkçılığa karşı mücadelenin güzel bir örneğini sergilediler.

 

2017 Ekim’inde Zonguldak’ta madenciler kazandı

Ekim 2017’de Zonguldak’ta, Taşkömürü Kurumu’nda (TTK) çalışan yaklaşık 3 bin maden işçisi, kurumun özelleştirilmesinin önünü açan torba yasa tasarısını protesto etmek için kendilerini madenlere kapatarak direnişe geçtiler ve 24 saat madenlerden çıkmadılar.

İşçilerin ‘Maden ocağından çıkmama’ eylemi, Türk-İş ve Genel Maden İşçileri Sendikası başkanlarının, “TTK iş yerleri özelleştirilmeyecek, bu konuda hükümetten güvence aldık” sözleri ile sona erdirildi. İşçiler, verilen sözler tutulmaz ve gerekli adımlar atılmazsa direnişe kaldıkları yerden devam edeceklerini sendika başkanlarına söylediler. Madenci direnişi, 2015 Metal eylemlerinden sonra son yıllarda “işyerinden topluca çıkmama” şeklinde yapılan en etkili işçi eylemi oldu.

İşyeri işgali, kazanana kadar mücadele gibi kavramlar giderek gündemimizde daha fazla yer işgal etmeye başladı. İşçi sınıfının tüm kesimlerinin, diğer bütün işçi kesimlerinin eylemlerinden öğrendiğini ve bu deneyimi kendi mücadelesine aktarmakta çok maharetli olduğunu unutmamak gerekir.

İşçi sınıfının bir zaferi:

Kamuda taşeron sistemi kaldırılıyor

Aralık 2017’de kamuda taşeron sistemine son verileceğinin açıklanması işçi sınıfının bir zaferidir. AKP, ilk olarak Mart 2015’te “bütün taşeron işçiler kadroya alınacak” sözünü vermişti. Gelinen nokta taleplerimizde ısrarcı olmanın, taleplerimiz için kitlesel eylemler yapabilmemizin bir sonucudur, bu sonuç geniş kitlelerin sahip çıktığı talepleri kazanmanın mümkün olduğunu bizlere bir kez daha gösterdi. Bu mücadelede çıkan ses, tepkilerin yaygınlığı hükümeti adım atmaya zorladı.

AKP’nin 16 yıllık hükümet döneminde yaygınlaşan taşeron sisteminde bugün kamuda 1 milyon, özel sektörde 2 milyon, toplamda 3 milyon taşeron işçi çalışıyor.

Taşeron sistemi iş kazalarının, iş cinayetlerinin ana nedeni oldu. İşçi sınıfının yüzde 15’ini oluşturdukları halde, iş kazalarında ölen işçilerin yüzde 50’sinin taşeron işçisi olması tesadüf değildir. Taşeron sisteminde işçiler yıllık izin, mazeret izni, kıdem tazminatı, sosyal yardımlar gibi pek çok yasal hakkını alamadı, alamıyor. Taşeron sistemi patronlar için ucuz emek temininin en önemli aracı haline geldi. İşte bu gerçekler doğrultusunda taşeron sisteminin kaldırılması için yıllardır eylem yapan işçi sınıfı, sendikalar, taşeron işçi dernekleri hükümeti adım atmaya mecbur bıraktı.

Sendikalar, taşeron işçi dernekleri ve tüm emekçiler “taşeron işçiye kadro” sözünün hangi kurallar çerçevesinde gerçekleştirileceğini dikkatle izleyecektir.

İşçi sınıfı mücadele sonucunda bir takım kazanımlar elde ediyor, ama kazanımlar bazen gerçek anlamda işçilerin lehine sonuçlanmayabiliyor. Kazanımların yarım kalmasının nedeni sınıfın tepkisinin sürekliliğinin ve örgütlülüğünün sağlanamaması, sendikaların işçi sınıfına yeterince güven vermemesidir. Bu güvenin sağlanması için sendikalar çaba göstermelidir.

 

Metal işçileri grev yasağına rağmen 2018’de de kazandı

Metal işçilerinin toplu sözleşme zaferi 2017 yılı başında Birleşik Metal-İş’in imzaladığı, 2 yıllık ve yüzde 19’luk toplu sözleşme ile başladı. Ardından 2018 Ocak ayındaki metal toplu sözleşmesinde de önemli kazanımlar elde edildi. İşçilerin kazanmasını sağlayan en önemli etken, grev yasağına rağmen fiilen grev yapmaya başlamaları ve bu grevi sürdüreceklerine dair tüm kamuoyunda ve özellikle patronlarda uyandırdıkları kararlı tutum oldu.

Metal işçilerinin grevleri Bakanlar Kurulu kararı ile yasaklanmıştı. Neredeyse rutin bir uygulama haline gelen ve işçilerin grev hakkını tamamen hükümetlerin iznine bağlayan bu uygulamaya karşı işçiler mücadeleye devam kararı aldı. 2015 yılında Türk Metal’in sözleşme imzalamış olmasına rağmen işçiler fiilen greve çıkmıştı.

Bu yıl da işçilerin fiilen greve çıkabileceği, en azından üretimi yavaşlatmaya başladıklarını gören işverenler geri adım atmak zorunda kaldılar.

İmzalanan toplu sözleşme grev yasaklandığında gelinen noktadan çok daha ileri kazanımlar içeriyor. Varılan anlaşmayla işçilerin elde ettiği kazanımların bir bölümü şöyle:

  • Ücretlerde ortalamada 600 lira net artış sağlandı.
  • Toplu sözleşme yürürlüğü iki yıl olarak belirlendi.
  • Sosyal yardımlardaki artış yüzde 23
  • Kıdem zammı her yıl için 30 lira

Bu kazanımların yanı sıra grev yasağına karşı verilen mücadelenin elde ettiği kazanım son derece önemlidir. Grev yasağı metal işçileri tarafından fiilen ortadan kaldırılmış oldu.

Grev hakkına sahip çıkan işçiler, onlara destek olan diğer işyerlerindeki işçiler, ilk günden itibaren bu mücadelede metal işçilerinin yanında olan emek dostları elbette bu mücadelenin kazanmasını sağlayan asli unsurlardır.

 

Türkiye işçi sınıfı ve sendikaların durumu

Bugün Türkiye’de toplam 31,7 milyon çalışabilir insan içinde, 0,9 milyon işveren, 22,4 milyon işçi, 4,5 milyon köylü, 3,9 milyon da kendi işini yapan emekçi var. Yani Türkiye’de 900 bin patrona karşılık, 30,8 milyon işçi, köylü, emekçi var. İşçilerin yarısı asgari ücrete mahkûm. Köylülerin ve kendi işini yapan emekçilerin de gelir durumları işçilerden farklı değil. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırını aşması için gereken gelir, asgari ücretin dört katına yakın. Bu olumsuzlukları bir parça da olsa gidermek için, diğer emekçi sınıflardan farklı olarak işçi sınıfının elinde önemli bir silah var: Sendikalaşmak. Sendikalı işçi patronların kendisine karşı yaptığı haksızlıklara karşı daha güçlüdür, daha güvenlidir. Gerektiğinde sendika grev yapar. Patronlar sendikal örgütlenmelerden korkar, iş yerlerinde istemezler, bu da işçiler için sendikaların ne kadar önemli olduğunu gösterir.

Temmuz 2017’de yayınlanan son istatistiklere göre Türkiye’de kamu çalışanları dahil sendikaların üye sayısı 3,4 milyon. Yani toplam 22,5 milyon işçi içinde sendikalı işçilerin oranı yüzde 15. Bu üyelik oranının düşüklüğünden daha da olumsuz olanı ise, 3,4 milyon sendikalı işçinin Türk-İş (925 bin), Hak-İş (615 bin), DİSK (150 bin), Memur-Sen (997 bin), KESK (167 bin), Türkiye Kamu-Sen (395 bin) ve Birleşik Kamu-İş (65 bin) gibi başlıca yedi farklı konfederasyona dağılmış olması. Sendikal alandaki bu bölünme işçi sınıfının gücünü zayıflatıyor, mücadelenin etkisini azaltıyor.

Memur olarak tanımlanan kamu kesimi emekçilerinde sendikalaşma oranı yüzde 67. Sendika üyesi olma hakkı olan 2,5 milyon memurun 1,7 milyonu sendika üyesi. Bu oran 2016 yılında yüzde 70 idi. Yani memur kesiminde sendikalaşma düzeyi bir önceki yıla göre ilk defa düştü. Bunun nedeni de kamu çalışanlarından 117 bin kişinin KHK’larla işten çıkarılması ve kamu kesiminde KESK üyelerine karşı uygulanan baskı ve sindirme politikaları. KESK üye sayısı bu baskılar sonucu 2016 Temmuz’unda 221 bin iken, 2017 Temmuz’unda 167 bine kadar düştü.

Kamu ve özel sektördeki işçilerin sendikalaşma oranı ise yüzde 12 olarak açıklandı. 13,8 milyon kayıtlı işçinin sadece 1,7 milyonu sendika üyesi. Bu oran işçi sınıfının en örgütsüz bulunduğu yıl olan 2010 yılında yüzde 9 idi. Sendika üyeliğinde son 7 yılda giderek bir yükselme oldu. Ancak geçmiş işçi hareketlerinin özellikle 1980’lerin sonuna doğru yakalanan yüzde 50’lik sendikalaşma oranının halen çok uzağındayız. 1987 yılında 2,9 milyon kayıtlı işçinin 1,5 milyonu sendika üyesiydi. O zamandan günümüze yapılan özelleştirmeler, taşeronlaştırma uygulamaları sendika üyeliği oranlarını yüzde 9’lara kadar geriletti. Ancak 2010 sonrası kapitalizmin krizine karşı işçi mücadelelerinin artması üyelik oranının tekrar yükselmesini sağladı.

Kadınların sendika üyeliklerini tercihi erkeklere göre daha az olmakta. Erkek işçilerin sendikalaşma oranı yüzde 13 iken kadın işçilerin sendika üyesi olma oranı yüzde 6. Sendikaların kadın işçilerin örgütlenmesine özel bir önem vermesi gerekir.

Sendikalaşmanın en zayıf olduğu işkolları inşaat, büro ve ticaret, eğlence ve otel, basın işkolları. İnşaat işkolunda çalışan kayıtlı 1,8 milyon işçinin yüzde 3’ü; büro ve ticaret iş kolunda çalışan 3,5 milyon işçinin yüzde 5’i, eğlence ve otel işkolunda çalışan 860 bin işçinin yüzde 4’ü, basın işkolunda çalışan 92 bin işçinin yüzde 6,5’i sendikalı.

1,1 milyon işçinin çalıştığı belediye iş kolu 380 bin sendika üyesi ile en fazla sendikalı işçinin çalıştığı iş kolu oldu. İki yıl önce sendikalaşma oranında lider konumdaki metal işkolunda bugün 1,6 milyon işçi çalışıyor, bunların 280 bini sendika üyesi. Bu sayı ile metal işkolu en fazla ikinci sendikalı işçinin çalıştığı işkolu oldu.

Bugün Türkiye işçi sınıfının yapısal özelliği ile ilgili önemli bir nokta Anadolu’da pek çok işçi kentinin ortaya çıkmasıdır. Bu kentlerde yakın zamana kadar kırsal ağırlıklı iş ilişkileri egemen iken son 15 yılda sanayiler gelişmiş ve güçlü işçi toplulukları ortaya çıkmıştır. İşçiler geleneksel olarak yoğun oldukları büyük kentlerden İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Kocaeli’nden diğer kentlere yayılmış bulunmaktadırlar. Birkaç örnek verirsek Kayseri (220 bin), Gaziantep (320 bin), Antalya (520 bin), Tekirdağ (260 bin), Konya (270 bin) Manisa (230 bin) çok sayıda işçi barındırmaktadır ve bu kentlerde genellikle sendikalaşma oranları ortalamanın altında bulunmaktadır. Sendikaların örgütlenmek için pek çok kentte önlerinde önemli fırsatlar vardır.

İşçi sınıfının yapısı, iş gücüne katılım oranları

İşgücüne katılım olarak bilinen çalışabilir nüfusun, çalışmaya hazır nüfusa oranı 2010 yılında yüzde 48 iken, 2017 yılında yüzde 52,8 oldu. Yani Türkiye’de 31,6 milyon insan çalışmak için hazır olduğunu beyan etti. Özellikle kadınların işgücüne katılımının artması bu oranı yukarı taşımaktadır. Kentleşmenin artması sonucu kırda çalışırken, kentte çalışma yaşamına girmekten çekinen kadınların işgücüne katılımı 2004 yılında en düşük düzeyine, yüzde 23’e kadar inmişti, sonra giderek artmaya başladı.

Bugün kadınlarda işgücüne katılım oranı yüzde 33,6 oldu. Yani çalışabilir yaştaki 30,2 milyon kadının 10,2 milyonu çalışmaya hazır olduğunu beyan etti.

İşgücüne katılım oranı erkeklerde yüzde 72,5 oldu. Yani çalışabilir yaşta 29,7 milyon erkeğin, 21,5 milyonu çalışmaya hazır durumda.

Avrupa’da kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 60’lara ulaşıyor, Türkiye’de ise kadınların işgücüne katılım oranı hala düşük.

 

İşsizlikte bölgesel adaletsizlikler artmış durumda

İşsizlik oranlarına baktığımızda ortalama işsizlik yüzde 10,9 oldu. Bu oran en düşük Doğu Karadeniz bölgesinde gerçekleşti, Doğu Karadeniz bölgesinde işsizlik yüzde 3,6 oldu. En yüksek ise Mardin, Batman, Şırnak, Siirt illerini kapsayan bölgede oldu, yüzde 26,9 olarak ortaya çıktı. Bu işsizlik rakamları bölgeler arası adaletsizliğin nasıl korkunç boyutlara ulaştığının da bir göstergesi. Çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı bölgelere devletin veya

 

Temel işgücü göstergeleri, 2016, 2017

Toplam                    Erkek                      Kadın

2016 2017 2016 2017 2016 2017
15 ve daha yukarı yaştakiler (Bin)
Nüfus 58.720 59.894 29.031 29.649 29,689 30.244
İşgücü 30.535 31.643 20.899 21.484 9.637 10.159
İstihdam 27.205 28.189 18.893 19.460 8.312 8.729
Tarım 5.305 5.464 2.920 2.993 2.384 2.471
Tarım Dışı 21.901 22.724 19.973 16.467 5.928 6.258
İşsiz 3.330 3.454 2.006 2.024 1.324 1.431
(%)
İşgücüne katılma oranı 52,0 52,8 72,0 72,5 32,5 33,6
İstihdam oranı 46,3 47,1 65,1 65,6 28,0 28,9
İşsizlik oranı 10,9 10,9 9,6 9,4 13,7 14,1
Tanım dışı işsizlik oranı 13,0 13,0 10,9 10,7 18,1 18,5
15-64 yaş grubu
İşgücüne katılma oranı 57,0 58,0 77,6 78,2 36,2 37,6
İstihdam oranı 50,6 51,5 70,0 70,7 31,2 32,2
İşsizlik oranı 11,1 11,1 9,8 9,6 14,0 14,4
Tanım dışı işsizlik oranı 13,0 13,1 10,9 10,8 18,2 18,6
Genç nüfus (15-24 yaş)
İşsizlik oranı 19,6 20,8 17,4 17,8 23,7 26,1
Ne eğitimde ne istihdamda olanların oranı(1) 24,0 24,2 14,6 14,6 33,5 34,0

Tablodaki rakamlar yuvarlamadan dolayı toplamı vermeyebilir.

(1) Çalışmayan ve eğitimde (örgün ve yaygın) olmayan gençlerin, toplam genç nüfus içindeki oranıdır.

 

İşsizlik oranı (%), 2017

özel sektörün her hangi bir yatırım yapmadığı, bu bölgelerde iş olanağı yaratmadığı açıkça ortada.

Kürtlerin çoğunlukta olduğu bu bölgede üstelik iş gücüne katılım da Türkiye’deki en düşük oran, yüzde 38,6. Yani hem bölgede çalışabileceğini beyan eden nüfus sayısı diğer bölgelere göre oransal olarak daha az, hem de bu insanlara sunulan iş imkanları daha az.

 

İşçi eylemlerinin durumu

2016 yılında 608 işçi eylemi tespit edildi. Bunların 420’si işyeri temelli, 177’si genel eylem, 11’i dayanışma eylemi. 2015 yılı ilk yarısında aylık 105 olan iş yeri temelli eylem sayısı, ikinci yarıda ayda 47’ye düştü. 2016’nın ilk yarısında ayda 53 olan eylem sayısı, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ayda 34 oldu. Bu azalmaların öne çıkan sebepleri olarak çözüm sürecinin bitmesi, bombalı saldırıların başlaması ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL’i saymak gerekir.

2016 yılında işyeri temelli eylemlere 46 bin işçi katıldı. Bunların yüzde 39’u özel sektördeki kadrolu işçiler, yüzde 15’i özel sektördeki taşeron işçiler, yüzde 26’sı memurlar, yüzde 15’i kamudaki taşeron işçiler. İşyeri temelli eylemlerin yüzde 52’si basın açıklaması, yüzde 19’u grev, yüzde 11’i direniş olarak gerçekleşti. İşyeri temelli eylemlerin yüzde 30’u üretimi durduran veya yavaşlatan eylemler.

İş yeri temelli eylemlerin yarısı basın açıklaması, diğer yarısı ise fiili grev, direniş vb. türden. Eylem sebepleri ise ağırlıklı olarak işten çıkarma, ücret gasbı, mobbing, sendikalaşma, toplu sözleşme görüşmesinde tıkanma, KHK ile işten atma ve sürgün oldu. Eylemlerin yüzde 60’ı bir gün veya daha az sürdü. Ortalama eylem süresi 2015’de 20 gün iken, 2016’da 10 güne düştü. 2016’da 84 adet resmi veya fiili grev yapıldı, resmi grevlerin ortalama süresi 36,5 gün, fiili grevlerin süresi 3,4 gün oldu. Eylemlerin yüzde 70’i İstanbul, İzmir, Ankara ve Kocaeli’de gerçekleşti.

2016 yılında 2954 işçi, sendikalaşma veya başka işçi eylemlerine katılım gerekçesi ile işten atıldı. İşçi eylemleri ağırlıklı olarak inşaat, metal ve kamu çalışanları tarafından gerçekleştirildi. Eylemlerin yüzde 47’si işçi sendikaları, yüzde 23’ü memur sendikaları tarafından, yüzde 30’u işyerindeki örgütsüz işçiler tarafından yapıldı. Örgütsüz işçiler tarafından yapılan eylemlerde 2016 yılında yüzde 9 azalma görülmekte. Sendikaların örgütlediği eylemlerde öne çıkan kurumlar; Eğitim-Sen, İnşaat-İş, Genel-İş ve Birleşik Metal-İş oldu.

 

Sonuç:

7 Haziran 2015 seçimleri işçiler, emekçiler, yoksullar, ezilenler için önemli bir kazanç oldu. Artan yoksulluk, düşen büyüme hızı, yükselen enflasyon, gelir dağılımındaki adaletsizlikler AKP’nin çoğunluğu kazanmasını engelledi, siyasal istikrarsızlık dönemi başladı. Elbette AKP’nin iktidarı kaybetmesinin pek çok sebebi vardı, ama yaşanan siyasal istikrarsızlığın kökeninde ekonomik krizin etkileri önemli bir yer kaplıyordu. Bu yaşananların egemen sınıf açısından daha da ciddi bir sonucu ise, AKP iktidarının yerine koyacakları güçlü bir alternatifin olmamasıydı. Türkiye kapitalizmi tam bir siyasî istikrarsızlık ortamına girdi.

Bütün bu gelişmelerin işçi sınıfı üzerinde etkileri oldu. Enflasyon ve pahalılık arttı, ücretler eridi, ücretlerin artırılması talepleri, daha sık dillendirildi, ama patronlar tarafından çoğu zaman yerine getirilmedi. Bu durum işçi sınıfı tarafından sabırla karşılanmadı, iş yeri temelli küçük eylemlerden, sendikaların örgütlediği pek çok büyük eyleme tepkiyle karşılandı, ama yine de reel ücretler 2015’ten bugüne yüzde 20 azaldı, özellikle döviz kurlarında yaşanan sıkıntılardan sonra Türkiye’de işçi ücretleri, dünyada en düşük işçi ücreti olan Çin’e yaklaştı.

Haziran 2015’ten itibaren siyasal alanda istikrarsız, ekonomik alanda sıkışık bir döneme girmiş bulunuyoruz. Kayıt dışı çalışanlar ve işsizler de hesaba katıldığında Türkiye’de toplam 22,5 milyon işçi ve memurun 3,4 milyonu yani yüzde 15’i sendika üyesi. Geçen aylarda yayınlanan DİSK’in işçiler arasında yaptığı bir araştırmaya göre, işçilerin dörtte biri yüksek okul mezunu. Ankete katılanların sendikalaşma oranı ortalama yüzde 15 iken, ankete katılan yüksek okul mezunlarında sendikalaşma oranı yüzde 20.

Bugün Türkiye’de yüksek okulların yer aldığı örgün eğitimde 4 milyon öğrenci, açık ve uzaktan eğitimde 3,5 milyon öğrenci var. Bunların çok büyük çoğunluğu sonuçta işyerlerinde, fabrikalarda işçi olarak çalışıyorlar veya okul bitince çalışacaklar. Haklarına ve sendikalarına daha fazla sahip çıkacak yeni bir genç işçi kuşağı hızla yetişiyor.

2000’lerde küresel işçi hareketi umudun sesiydi, bizler işçi sınıfının güçlenmesi için çalışıyorduk, Sosyal Forumları, savaş karşıtı hareketleri örgütlüyorduk. Şimdi biraz daha geriden ama daha tecrübeli olarak yeniden başlıyoruz.

DİSK’in işçi araştırmasına göre, kararsızlar ve cevap vermeyenler hariç tutulduğunda ankete katılan işçilerin yüzde 73’ü sendikalara olumlu bakıyor. Yüzde 50’den fazlası aldığı ücretin, yaptığı işe göre az olduğunu düşünüyor, yüzde 18’i sigortasız çalıştığını, yüzde 87’si herhangi bir sendikaya üye olmadığını, yine yüzde 54’ü ay sonunu getirmede çok zorlandığını söylüyor. Ankete katılan sendikalı işçilerin ücret düzeyi, sendikasızlara göre yüzde 18 daha yüksek. Yani işçileri sendikalara üye olmaya teşvik etmek için oldukça elverişli bir dönemde bulunuyoruz.

Önümüzdeki dönemde asgari ücret, kıdem tazminatı, toplu sözleşmeler, taşeron uygulamaları, iş cinayetleri vb. işçi sınıfının önemli mücadele alanları olacaktır. Enflasyonun ve işsizliğin hızla yüzde 15’lere doğru yükselmesi, işçi sınıfını birlikte mücadele konusunda daha da kararlı hale getiriyor. Enflasyon nedeniyle şimdiden ücretlerde önemli erimeler meydana geldi. Türk-İş Mart 2018’de 4 kişilik ailenin açlık sınırını 1663 lira, yoksulluk sınırını 5416 lira olarak açıkladı. Asgari ücret 1600 TL, toplu sözleşme imzalanan işyerlerinde işçi ücretleri ortalama 2000-2500 TL bandında.

Bir yıllık süreçte enflasyonun yüzde 20’ye ulaşması mümkün, bu nedenle sendikaların toplu sözleşmelerde ücretlere en az yüzde 25 zam istemesi gerekiyor. Patronlar ise ekonomik durgunluk nedeniyle ve OHAL koşullarına da güvenerek ücretlere zam yapmaya yanaşmıyorlar. Daha fazla demokrasi, daha fazla ücret, daha fazla özgürlük için mücadele etmek gerek. İşçilerin birleşik mücadelesi için koşullar hızla olgunlaşıyor, sendikal örgütlenmeleri ve birleşik mücadeleyi güçlendirmeliyiz.

İşçi sınıfı bir yandan artan enflasyon karşısında ücretlerini korumaya çalışıyor, diğer yandan iş cinayetleri, mobbing, işten çıkarma gibi saldırılara karşı direniyor. Ve bütün bunları doğru dürüst bir örgütlenmesi, sendikası olmadan yapmaya çalışıyor. Sendikaların bu süreçte uzlaşmadan mı, mücadeleden mi yana olacakları çok önemli. Son yıllarda sendikaların, işçilere göre çok geri noktalarda olduklarını, patronlarla veya hükümetle uzlaşmak için ne kadar çabaladıklarını görüyoruz.

Ama çeşitli örneklerde, maden işçilerinin, metal işçilerinin, mobilya işçilerinin, Saya işçilerinin, inşaat işçilerinin direnişlerinde, işçi sınıfının hakları için mücadeleye hazır olduğunu görüyoruz. İşçiler, ücretlerin eridiğinin farkında, iş cinayetlerinde öldürüldüğünün farkında, sendikaların önemli olmasına rağmen kendisini yeterince savunmadığının da farkında. İşçi sınıfı haklarını almak için mücadelesini her zaman sürdürüyor.

Irkçılığa ve milliyetçiliğe karşı mücadeleyi, göçmenlerle dayanışmayı, her türlü ayırımcılığa karşı mücadeleyi, işçi sınıfının enternasyonal dayanışmasını, işçi sınıfının haklarını savunmayı öne çıkararak, bu konularda gösteriler örgütleyerek tekrar güçlenebiliriz.

İşçi sınıfını mücadelesinin hiçbir zaman bitmeyeceğine inanmalıyız, güvenmeliyiz.

 

Kaynaklar:

Emek Çalışmaları Topluluğu, 2017-6 Ay İşçi Sınıfı Eylemleri

Raporu, 18 Kasım 2017

Emek Çalışmaları Topluluğu, 2016 İşçi Sınıfı Eylemleri Raporu, Haziran 2017

TÜİK İş Gücü Raporu, Mart 2018

Çalışma Bakanlığı işçi ve Sendika İstatistikleri, Ocak 2018 Çalışma Bakanlığı Kamu Görevlileri Sendikaları İstatistikleri Temmuz 2017

KESK e-bülteni, Kasım 2016

DİSK-AR İşsizlik ve İstihdam Raporu, 15 Ocak 2018 DİSK-AR Türkiye işçi sınıfı gerçeği Raporu, Şubat 2018 YÖK, Yüksek Öğretim İstatistikleri, Mayıs 2017

Enternasyonal Sosyalizm