15 Soruda İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) Tarihi

Ayşe Hür

Ne zaman kuruldu?

Osmanlı modernleşmesinin önemli dönüm noktalarını ifade eden 1808 tarihli Sened-i İttifak, 1826 tarihli Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması, 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayunu (Tanzimat Fermanı) ve 1856 tarihli Islahat Fermanı’nın arkasından 23 Aralık 1876’da Meşrutiyet ilan edilmişti. Meşrutiyet, Tanzimat’la birlikte başlayan “Bu devlet nasıl kurtarılabilir?” sorusunun cevabıydı, ancak Osmanlı Devleti’nin hukukî, siyasî ve sosyal altyapısı Meşrutiyet için yeterli değildi. Nitekim II. Abdülhamit 1877- 1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı (“93 Harbi”) bahane ederek, 14 Şubat 1878’de meclisi tatil etmiş ve Kanun-ı Esâsî’yi yürürlükten kaldırarak katı bir istibdada yönelmişti. Bunun üzerine anayasayı tekrar yürürlüğe koymak için ülke içinde ve dışında yoğun bir siyasî muhalefet hareketi başlamıştı. Abdülhamit’i alaşağı etmeye karar veren Müslüman-Türklerin ilk hücresi, İshak Sukuti, Mehmed Reşit, İbrahim Temo, Abdullah Cevded, Hüseyinzade Ali tarafından Fransız Devrimi’nin 100. yıldönümünün kutlandığı 1889 yılının Mayıs ayında İstanbul’da Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye’de kuruldu. İlk adı İttihad-ı Osmanî olan bu gizli cemiyetin hedefi halkın temel hak ve özgürlüklerini gasp eden “istibdat” yönetimini sonlandırmak ve imparatorluğun dağılmasının önüne geçmekti.

İttihad-ı Osmanî ve Avrupa’da faaliyet gösteren diğer muhalifler 1889-1895 arasındaki bir tarihte Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti adı altında birleştiler. Kısa süre içinde Paris, Cenevre, Selanik, Kahire, Londra, Napoli gibi merkezlerde şubeler açan örgüt önceleri Mizan, Meşveret, Osmanlı, Kanun-i Esasi, Basiret’ül-Şark, Hak, İçtihad gibi yayın organları aracılığıyla sadece fikir faaliyetlerinde bulundu. 1902’de Abdülhamid’e muhalif güçlerin Paris’te gerçekleştirdiği Birinci Jön Türk Kongresi’ne tüm Osmanlı halklarını temsilen 60-70 kişi katıldı. İngiliz tipi liberalizme yakın duran Prens Sabahattin kongre başkanı seçildi, Ermeni Ahoranyan ve Rum Satus ise yardımcılıklara getirildi. Ama kongre başarıya ulaşamadı ve Prens Sabahattin’in grubu Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti adında bağımsız örgütlenmeye gitti.

Selanik’te Talât, Cemal, Rahmi, Mithad Şükrü, İsmail Canpolat beyler gibi radikal unsurlar 1906’da Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adı altında örgütlendiler. 27 Eylül 1907’de bu “radikal” örgütle Paris’teki “entelektüel” örgüt Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında birleşti.

Örgütün niteliği neydi?

İttihat ve Terakki’nin hareket mi, cemiyet mi, fırka (parti) mi, yoksa çete mi olduğu konusu çok tartışılmıştır. Şükrü Hanioğlu’na göre 1905 sonbaharına kadar entelektüel niteliğini muhafaza eden Jön Türk hareketi Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr. Nâzım Beyler tarafından, Ermeni Daşnaktsutyun ve Makedon VMORO (Dahilî Örgüt) teşkilâtlanmaları taklit edilerek yeniden örgütlendikten sonra iktidara yürümeye başlayan bir çeteci hareketiydi. Kuruluş tüzüğüne göre örgütün amaçlarına ters davrananların cezası ölümdü. Cemiyet’e muhalefet etmek vatan hainliği ile eşdeğerdeydi. Tarık Zafer Tunaya’ya göre Cemiyet bu cezaları yerine getirmek için “Cemiyetin Jandarma Teşkilâtı” diye bir örgüt oluşturmuştu. Tüzüğün 48-55. maddelerine göre, fedai teşkilatına giriş gönüllü olup çıkmak mümkün değildi. Fedailer Merkez Heyeti tarafından mevcudiyeti vatan için tehlikeli olduğuna hükmedilen herkesi ortadan kaldırma konusunda yetkiliydiler, ancak gerektiğinde merkezin talimatlarını beklemeden eyleme geçme hakkına da sahiptiler. Kendisine verilen görevi saat içinde yerine getirmeyen fedai cezalandırılırdı.

Şükrü Hanioğlu’na göre, sadece fedailer değil, cemiyetin millî taburlar ve alaylar adını verdiği birlikler; bunlara katılan siyasîleştirilmiş çeteler, aşiret silahlıları, cemiyet fedaîleri ile harekete kazanılan Geg, Tosk, Ulah ve Sandanski idaresindeki VMORO sol kanadı çeteleriyle beraber ordu hiyerarşisi çerçevesinde gerçekleştirilen askerî bir ayaklanmayla ilgisi olmayan eylemleri gerçekleştirmişlerdi. Örneğin Enver Paşa’nın Amcası Halil (Kut) Paşa, Makedonya deneylerini anlatırken: “Türk üniforması ile 24 yapamıyacağımı Yunan eşkiyası kıyafeti ile yapabilirdim (…) Askerlerim arasında seçtiğim kırk kişiye Yunan eşkiyalarının kıyafetini giydirdim (…) Andart kıyafeti ile münasip gördüğüm gecelerde önemli bulduğum komite reislerini yakalayıp yok ediyor ve sonra yanına bunu ben öldürdüm diye bıraktığım pusulayı Kaptan Aetos mühürü ile mühürlüyordum (.) Çeteler ortadan kaldırılırken Bulgar köylerini dehşete düşürmek gerektiği için bazı köyleri ateşe verip yıkıyordum” der. Hanioğlu’na göre çetecileri harekete geçiren etken “vatanın tehlikede olduğu” fikri idi. Bu endişe öylesine güçlüydü ki, 1895’ten beri bu tür örgütlenmeye karşı çıktığı için ağır eleştirilere uğrayan pozitivist eğilimli Ahmed Rıza Bey bile genç Osmanlı subaylara “Çete Teşkili Lüzûmuna Dair Mektub” yazacak hale gelmişti.

İTC’nin en büyük muhaliflerinden sabık Maarif ve Dahiliye Nazırı, gazeteci Ali Kemal (6 Kasım 1922’de “Sakallı” Nurettin Paşa tarafından linç ettirilerek ödeyecekti muhalifliğin bedelini) 1 Aralık 1918 tarihli Sabah gazetesindeki “Ocak ve Ocaklılar” başlıklı yazısında İTC’yi (sadeleştirilmiş dille) şöyle tarif ediyordu. “İttihat ve Terakki, 1908 devriminden sonraki şekliyle, endişeleriyle, emelleriyle artık bir cemiyet değil, hatta bir fırka bile değil, bir ocak idi. Ocak nedir? Şark’ta hepimiz biliriz, biz Şarklılar siyasi örgütlerden, siyasi partilerden, oldukça bir süsleme görmeyince anlayamayız, fakat ocağı derhal kavrarız. Yeniçeriler bir ocak idi. Daha evvel Celâlîler bile bir ocak sayılırdı. (…) Partiden, cemiyetten, ocağın farkı şudur ki bir ocaklı ocağın çıkarı üstünde vatanı olsun, hatta dinî olsun, ne olursa olsun, çıkar bilmez, ocak reisinin emrine körü körüne itaati adeta farz bilir. Reis cahil olmuş, Genel Merkez cahilane işler görmüş, devleti batırmış, milleti mahvetmiş, ocaklı oraları düşünmez, düşünse de içini çeker, ah eder, of eyler, fakat yine ocaktan ayrılamaz, ocağa hizmetten, boyun eğmekten vazgeçmez. Ocaklılar senelerden beri var kuvvetleriyle İttihat ve Terakki’nin bu topraklarda yaptıklarından sual edilmez bir hâkim olmasına çalıştılar ve başarılı oldular, ocağın her hatasını affolunmuş, her cinayetini mazur gördüler, Hasan Fehmi’lerin, Samim’lerin, Zeki’lerin o vahşice öldürülmeleri, bütün o cinayetler ocaklılarda ocağa karşı ufak bir kırılma ve gücenmeye bile sebep olmadı. (…) Genel Merkeze de öyle en âlimler, en erdemli, en düşünürler değil, Talat gibi, Kara Kemal gibi, Nazım gibi, Baha[eddin] Şakir gibi pek kaba, pek saba olsalar da ocak gayretiyle en çok sivrilenler geçtiler, ılımlı olanlar, makuller bir dereceye kadar gölgede kaldılar. İşte İttihat ve Terakki ocağı bu ‘mübarek ellere’ düştüğü, bu baskı düzeyine yükseldiği zaman haline, idrakine göre büyük işler görmek, ocaklılarını mesut, zengin kılmak istedi. (…) İttihat ve Terakki bin kere devrilirdi, fakat o gayret nedeniyle bütün üyeler gerek başlıca elebaşların, gerek Genel Merkez’in cinayetlerini bile hoş görebiliyordu, doğruyu söylemek lazım ise çoğunlukla şahsen de bu durumdan yararlandıkları için ses çıkarmıyorlardı. Zaten, arz ettiğimiz gibi, ocak gayreti, ocak muhabbeti vatan, memleket endişelerinin üzerinde idi.”

Kimlerle ittifak yaptı?

II. Abdülhamit’in Müslüman-Türk muhalifleri İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde örgütlenirken, Rusya’daki Narodnik (Rusça “Halka Doğru” demek) hareketinden etkilenen Ermeniler ise, 1887’de İsviçre’de kurulan “Marksist” Hınçak (Çan) Cemiyeti (1909’dan sonra Sosyal Demokrat Hınçak Partisi adını aldı) ile 1890’da Tiflis’te kurulan “milliyetçi-sosyalist” Taşnaksutyun’da (Ermeni Devrimci Federasyonu-EDF) örgütlenmişlerdi.

1894-1896 arasında Doğu Anadolu ve İstanbul’da yaşanan pogromlar sırasında yüz bine yakın Ermeni’nin hayatını kaybetmesi üzerine “Büyük Devletler”in Osmanlı Devleti’ne müdahale etmesinden korkan Jön Türkler, Ahmed Rıza ve Dr. Nazım aracılığıyla Hınçak Partisi’ne Doğu bölgelerindeki reform taleplerinden vazgeçmelerini önermişti. Benzer temaslar Tunalı Hilmi Bey aracılığıyla Cenevre’deki Taşnaklar ile yapılmıştı. Aslında Ermeni tarafı geri adım atmak istemiyordu ama, Jön Türklerin İstanbul’daki merkezlerinin, 1897’de Abdülhamit tarafından basılması üzerine geri adım attılar. İki taraf da tek başına Abdülhamit’i alaşağı edemeyeceğini anlamıştı.

5 Temmuz 1905’de Abdülhamit’e karşı düzenlenen başarısız suikastı İttihatçıların destekleyip desteklemediği hala açıklığa kavuşmadı. Ancak Anadolu’da yaygın bir teşkilatları ve etkinlikleri olmayan İttihatçıların Ermenilerle temasa geçtiklerine dair belgeler var. Jön Türklerin 1902 kongresine katılmayan Hınçak partisi ittifak teklifini geri çevirdi ancak Taşnaklar kabul etti. 27-29 Aralık 1907’de Paris’te yapılan kongrede Haçadur Malumyan (nam-ı diğer Agnuni), Prens Sabahaddin ve Ahmed Rıza’nın başkanlık yaptığı üç oturumda Taşnaksutyun (Ermeni Devrimci Federasyonu) ile kurulan ittifakla dolduruldu.

Şükrü Hanioğlu’na göre, İttihatçılar sadece Taşnakçılarla değil, VMORO’nun (Vnatrešna makedonsko-odrinska revolucionerna organizacija, Makedonya-Edirne Dahili Örgütü) sol kanadından çetelerle de işbirliği yapıyorlardı. Ancak ilerde anlaşılacağı gibi, Taşnak ve Makedon çetecilerinin hedefi mevcut düzeni yıkmak ya da değiştirmek iken, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hedefi Tanzimat’tan beri gündemde olan “devletin bekasını sağlamaktı.”

II. Abdülhamid istibdadına karşı esas olarak Avrupa başkentlerinde örgütlenen Jön Türklere destek veren cemiyetlerden biri de Mısırlı Yahudiler tarafından kurulmuş olan Mısır Cemiyet-i İsrailiyesi idi. 1907’de Ahmed Rıza Bey Mısır’a geldiğinde bu cemiyet ile ilişkiye geçmişti. Bu ilişkinin sonucu olarak da cemiyetin temsilcisi Avram Galanti, Paris’teki kongerede Ahmed Rıza’yı desteklemişti. Avram Galanti kendi ifadesine göre “Jön Türklüğe Rodos’ta bağlandıktan sonra İzmir’e gitmiş, zamanın despot siyasetinden usanarak” 1904’te Mısır’a göçmüştü. Mısır’da iken Progres adlı Fransızca günlük gazetede Jön Türklerle ilgili tüm haberler onun sayesinde yer almıştı. Ayrıca Meşveret, Şura-yı Ümmet, Doğru Söz gibi İttihatçı gazetelerinde Avram Galanti’nin yazıları çıkmıştı. Bir başka Yahudi Alber Ferid Aseo, İTC’nin Cenevre kolunun başındaki “Mizancı” Murad ekibinin üyesiydi. Abdülhamid döneminde muhaliflikten üç yıl hapis yatacak, hapisten çıktıktan sonra da İTC ile ilişkilerini sürdürecekti. İttihatçılar 1909’da II. Abdülhamid’i tahttan indirip yerine Mehmed V. Reşad’ı geçirdikten sonra iktidarı perde arkasından yönetmişlerdi ancak bu, siyasi projelerini gerçekleştirirken mahcup davrandıklarını göstermiyordu. Ocak 1909’da “Hahambaşı” seçilen Haim Nahum, tarihe “İttihatçıların Hahambaşısı” olarak geçmişti.

II. Meşrutiyet’i nasıl ilan ettirdi?

1903 yılında Makedonya’da patlak veren “İlinden Ayaklanması”ndan sonra Britanya, Avusturya-Macaristan ve Almanya, Makedonya’da Mürzsteg Programı denilen bir anlaşmayla bölgeye müdahil olmuşlardı. Anlaşmaya göre bölgeye tayin edilen Osmanlı Umum Müfettişi Hüseyin Hilmi Paşa göreve gelir gelmez anlaşmayı tehlikeye düşürecek unsurlar olarak gördüğü İttihatçılarla uğraşmaya başlamıştı. Ancak İttihatçıların tepkisini öngörmemişti elbette.

Cemiyetin fedaileri, 1908 Haziran’ından itibaren Balkanlarda tam bir terör estirdiler. Önce Selanik Merkez Kumandanı Yarbay Nâzım Bey (ki Enver Bey’in kız kardeşi Hasene’yle evliydi), Saray’a bildirmek üzere İttihatçıların adının bulunduğu 397 kişilik tevkif listesi hazırladığı gerekçesiyle, İstanbul-Akaretlerdeki evinde vuruldu ancak öldürülemedi. Ardından 3 Temmuz 1908 sabahı şafakla birlikte, Kolağası Resneli Niyazi Bey, 200 kişiyle dağa çıktı. Onu Binbaşı Enver Bey’in ve Binbaşı Eyüp Sabri’nin taburları takip etti. Yakup Cemil de Enver Bey’in yanındaydı. Bundan sonra suikastler birbirini takip etti.

Önce II. Abdülhamit’in İttihatçıları etkisiz hale getirmek üzere görevlendirdiği Müşir Şemsi Paşa öldürüldü. Ardından Şemsi Paşa’nın yerine gönderilen Müşir “Tatar” Osman Paşa dağa kaldırıldı. Ardından Saray’a sürekli jurnaller gönderen Manastır Topçu Alayı Müftüsü Mustafa Şevket Efendi, ardından Manastır Mıntıka Kumandanı Osman Hidayet Paşa, sonra cemiyete düşman olduğu düşünülen Debre Mutasarrıfı Hüsnü Bey, cemiyet mensuplarını ortaya çıkarmaya çalışan Polis Müfettişi Sami, Avukat Sabir Efendi, İnzibat Yüzbaşısı İbrahim ve Süvari Yüzbaşı Ali ve daha pek çok asker-sivil yargısız infaza kurban edildi. Bu öldürmelerin bir kısmının faili biliniyordu ama adı geçmese de Yakup Cemil’in rolü büyüktü muhakkak. Yıllar sonra bile, siyasi muarızlarını ortadan kaldırmak için dayanılmaz bir istek duyanların içlerini çekerek “Ahh şimdi Yakup Cemil sağ olacaktı ki” diye iç çekmelerine neden olan bu suç makinesi için dönemin İttihatçı yazar Galip (Vardar) Bey’in şöyle demesi çok tanıdık gelecektir: “Onu eli tabancalı, her önüne çıkanı tehdit eden, gangster taslağı saymak da çok büyük haksızlık olmuştur. O bir vatanperver olarak doğmuş, inanıyoruz ki, yine bir vatanperver olarak ölmüştür. İdama mahkûm edilmesi, kurşuna dizilmesi, hakkında verdiğimiz kıymetlere fikrimizce hiçbir zarar getirmeyecektir.”

Terörle hem devlet ricalini hem de onlara yapılanları gördükleri için halkı sindiren İttihatçıların beklediği fırsat 9-12 Haziran 1908 tarihlerinde Britanya Kralı VII. Edward ile Rus Çarı II. Nikola’nın Reval’de (bugün Estonya’nın başkenti Tallinn) bir araya gelmesi oldu. Reval’de Osmanlı İmparatorluğu’nun “taksimine karar verildiği” (ki bugün Edward ve Nikola’nın esas amacının Almanya’ya bir gövde gösterisi yapmak olduğunu ve görüşmede Makedonya, Girit gibi konularda görüş alışverişi yapıldığını biliyoruz) şaiyaları yayılarak ortam gerilmiş, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun, Avusturya sınırından Selanik Limanı’na uzanan bir demiryolu inşa etmeye karar vermesi üzerine İttihatçılar harekete geçmişlerdi.

3 Temmuz 1908’de Resneli Niyazi Bey komutasındaki kuvvetler dağa çıktılar. 23 Temmuz 1908 günü, İttihatçılar Manastır Garnizon Kumandanı Müşir Osman Paşa’yı esir aldılar, şehirdeki İngiliz Konsolosluğu’na İTC’nin birkaç saat içinde meşrutiyeti ilan edeceğini bildirdiler. Serez, Drama, Resne, Debre ve başka merkezlerde de benzer törenler yapıldı. Haberler İTC’nin merkezi Selanik’e ulaştığında şehir halkı coşkuyla meydanlara akın etti. Selanik’te bulunan Umumi Müfettiş Hüseyin Hilmi Paşa, hükümetten, Abdülhamid’in halkın isteklerine uyarak 1877’de kapattığı Meclis-i Mebusan’ı yeniden açmayı kabul ettiğine dair bir telgraf aldı. Hüseyin Hilmi Paşa 24 Temmuz’da telgrafı halka okuduktan sonra Selanik’te ve Makedonya’nın önemli şehirlerinde Avrupalı gözlemcileri büyük şaşkınlığa düşüren gösteriler başladı. Abdülhamid ya hareketi çok güçlü sandığı için ya da tarihin akışını değiştiremeyeceğini anladığından Jön Türklere direnmedi ve 1876 tarihli Kanun-i Esâsî uyarınca Meclis-i Mebusan’ın açılmasını emretti.

“1908” devrim miydi?

Bazı araştırmacılar, 1906-1907 arasında Kastamonu, Erzurum ve Bitlis’te yaşanan halk ayaklanmalarını öne çıkararak 1908’i “devrim” diye niteler. Halbuki. Kastamonu’da halk, validen dürüst olmayan bazı yöneticilerin görevden alınmasını talep etmiş, istekleri yerine gelmeyince de on gün süre ile telgrafhaneyi işgal ederek İstanbul’la iletişimi kesmişlerdi. Bunu Erzurum’daki isyan izledi. Vergilerin arttırılmasına kızan halkın gösterisi yöneticilerce yasaklanınca, halk valinin evini kuşattı, vali ancak, birkaç polisin ölmesiyle biten silahlı müdahaleden sonra kurtarılabildi. Esnafın dükkanlarını açmayı reddetmesi ve protestoların devam etmesi üzerine vali görevden alındıktan sonra olaylar yatıştı. Bitlis’te beş bin Müslüman Türk ve Kürt, rüşvet almak ve zimmetine mal geçirmekle suçladıkları valinin evini sardı, vali kaçtı ama isyan ancak, isyanın lideri öldürüldükten sonra bitirilebildi. Bölgede kontrolü sağlamak ancak ordu birlikleri sağlayabildi. Başlangıçta İttihatçılar bu isyanları Kürt ve Ermenilerin ayrılıkçı hareketleri sandılar ancak daha sonra olayların tümüyle baskıcı ve sömürücü devlete yönelik hareketler olduğunu anladılar. Özellikle etnik açıdan son derece hassas bir durumda olan Erzurum’da, Hıristiyan ve Müslüman unsurların birbirine düşmeden, sadece vergi ve yönetimsel haksızlıklara odaklanması onlar için çok öğretici olmuştu. Gerçi olaylardan sonra Ahmet Rıza sadece Kastamonu ve Erzurum’un “Müslüman-Türk” isyancıların başarısını kutlamış ve bazı İttihatçılar benzer isyanları imparatorluğun diğer bölgelerine de yaymayı önerdiğinde, isyanların “avami” yanını görmezden gelmişti ama, lideri kim olursa olsun Jön Türkler, halkın tahammülünün kalmadığını anlamışlar ve Abdülhamit’i devirmek için cesaretleri artmıştı. Sonuç olarak Doğu Anadolu’daki ayaklanmalar İttihatçıların kontrolünde değildi. 1908’i hazırlayan olaylar Balkanlarda yaşanmıştı ve onlar da halk ayaklanmasından ziyade çetecilik ve tedhiş faaliyetleri şeklinde idi. Nitekim Jön Türkler Doğu’daki eksikliklerini Taşnaklarla ittifak kurarak gidermek zorunda kalmışlardı. İkinci olarak Jön Türklerin devrimden anladığı, Osmanlı tarihi boyunca Yeniçerilerin yaptıklarından ya da 1876’da Abdülhamit’e I. Meşrutiyet’i ilan ettiren asker sivil bürokratların anladığından çok farklı değildi. Yani “devrim” denilen şey, devletin içinde iktidarın el değiştirmesinden ibaretti. Üçüncü olarak, İttihatçılar için “anayasal devrim” etnik kavgaları ve ayrılıkçı hareketleri önleyerek imparatorluğu kurtarmak, hatta görkemli geçmişi canlandırmak için önemliydi, yoksa yöneticilerle yönetilenlerin ilişkilerini değiştirmek, “birey ve vatandaşlık hakları” ve “özgürlükler” için değildi. Son olarak İttihatçıların ülkedeki mülkiyet ilişkilerini değiştirmeyi hiçbir zaman düşünmemişlerdi. Sadece sermayenin gayrimüslimlerden “Müslüman Türklere” aktarılmasına kafa yormuşlardı.

Sonuç olarak, “1908” yürütücülerinin “Aydınlanma” felsefesinden beslenmesine rağmen “Aydınlanmacı” anlamda bir “devrim” değildi, daha çok kavramın 17. yüzyılda taşıdığı anlamıyla “restorasyoncu” bir hareketti. İttihatçılar bireyin ve vatandaşların hak ve özgürlüklerini, “milletin hakları”na kurban ettikleri için “liberal” de değildi. Son olarak İttihatçılar başlangıçta liberal olup, sonradan muhafazakarlaşmış da değildi. Aksine bu seçim 1908’den önce yapılmıştı.

1908 sonrasında neler oldu?

Enver, Talat, Cemal Paşalar, Bahattin Şakir, Dr. Nazım ve Cavid Bey’den oluşan kliğinin yönettiği İttihat ve Terakki, 27 Nisan 1909’da II. Abdülhamid’in hallinden sonra da Bab-ı Âli bürokrasisi’nin gölgesinde kalarak iktidarı hemen kullanamadı. Tecrübesiz ve genç olduklarını düşünen İttihat ve Terakki Cemiyeti, iktidarı bizzat kullanmaktan çekinerek kilit yerlere kendi adamlarını yerleştirmekle yetindi, ağırlığı yasama organına verdi, anayasanın savunuculuğuna soyundu.

30 Temmuz’da hafiyelik kaldırıldı, o gün Rumeli’deki hapishanelerden her türlü mahkum kaçtı. Anadolu’daki hapishanelerde de huzursuzluk başlayınca 13 Ağustos’ta genel af çıkarıldı. Muhalifler bunu İTC’nin fahiş hatası olarak niteleyecekti. İngilizler durumdan memnundu ama İTC kısa sürede Alman etkisine girdi. Bu fırsattan yararlanan Avusturya 5 Ekim’de Bosna-Hersek’i ilhak etti. Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. İTC Bosna mallarına (feslerine) karşı boykot örgütledi. Bütün bu olaylar 23 Temmuz sevincini sabun köpüğü gibi söndürmüştü.

Ekim-Kasım aylarında yapılan seçimler için çıkarılan İntihap Kanunu “Müslüman-Türk” unsurlara ayrıcalık sağladığı için bazı bölgelerde gayrimüslimler seçimlere katılmaktan vazgeçtiler. Ancak bütün olumsuzluklara rağmen, 17 Aralık 1908’de açılan Mecliste 147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4 Yahudi üye vardı. Partilere göre dağılım ise 160 İttihatçı, 20-25 Ahrarcı (Prens Sabahaddin yanlısı), 4 Taşnak, 1 Hınçak, 2 Bulgar ‘Devrimci’, 1 Bulgar “Sosyal Demokrat” ve 70 bağımsız şeklindeydi.

6 Nisan 1909’da Hasan Fehmi Bey suikastını takip eden “31 Mart Vak’ası”nın (Rumi 31 Mart 1325, Miladi 13 Nisan 1909) bastırılmasından sonra önde gelen İttihatçılar nazır koltuklarına oturdular. 25 Nisan 1909’da sıkıyönetim ilan edildi ve bu 15 Temmuz’a kadar sürdü. 5 Mayıs 1909’da kurulan Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinde Talat Bey’in Dahiliye Nazırı yapılmasıyla hükümet işleri iyice İTC Merkez Komitesi’nin eline geçti.

17 Haziran 1909 tarihli “Kamu Toplantıları Kanunu” ile protesto toplantıları ve gösterileri yapmak imkânsız hale geldi. 31 Temmuz 1909 tarihli “Basın ve Yayın Kuruluşları Kanunu” ile basın özgürlüğü ciddi ölçüde kısıtlanmıştı. 11 Ağustos 1909 tarihli “Müslüman Olmayan Vatandaşların Askere Alınmalariyle İlgili Kanun”, 15 Ağustos 1909 tarihli “Grevler Kanunu”, 23 Ağustos 1909 tarihli “Cemiyetler Kanunu”, “Eşkiyalık ve Fesatçılığın Önlenmesiyle İlgili Kanun” ise İTC’nin ipleri elinde tutmasına yardımcı olan kanunlardı.

İTC’nin kontrolündeki Meclis, 1876 tarihli Kanun-i Esasi’de büyük değişiklikler yaparak Padişah’ın yetkilerini önemli ölçüde kısıtladı. Buna göre Padişah, şeriat, anayasaya uymaya, vatan ve millete sadakate yemin edecekti. Sadece sadrazam ve şeyhülislamı tayin edebilecekti. Barışa, ticarete, arazinin ilhak veya terkine ait antlaşmalar Meclisinin onayına sunulacaktı. Meclis başkan ve vekillerini meclisin kendisi seçecekti. Ayrıca kanun teklifinde bulunmanın ön şartı da kaldırılmıştır 21 Ağustos 1909 da yürürlüğe giren bu değişikliklerle bir bakıma yeni bir Kanun-u Esasi yapılmış oluyordu.

30 Ocak 1910’da Ahrar Fırkası kapatıldı. 9 Haziran 1910’da Sada-yı Millet Başyazarı Ahmet Samim Bey’in, 10 Temmuz 1911’de Şehran Gazetesi Başyazarı Zeki Bey’in öldürülmeleri ortamı iyice gerdi. 21 Kasım 1911’de Prens Sabahattin’in sabık Ahrar Fırkası’ndan bir grup Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı (HİF) kurdu. Hükümet ortada dolaşan söylentilere dayanarak muhalifleri tutukladı. Ocak-Mart 1912’deki Sopalı Seçimler sonrasında İTC iktidarını biraz daha pekiştirdi. Fiilen 278 veya 284 üyeli meclise ancak 15 muhalif meb’us girebilmişti. Bu 15 üye de açıktan muhalif olmayıp bir kanuna red oyu verdikleri için sonradan “muhalif grup” sayılmışlardı. Muhalifler bu yüzden meclise ‘meclis-i mensuban” adını takmıştı. Ama İTC hala mutlak iktidar değildi, nitekim Sina Akşin, 1908 ile 1913 yılları arasındaki döneme İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin “Denetleme İktidarı” adını verir.

İdeolojileri neydi?

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin başlangıçta hedefi Osmanlı Devleti’nin elde kalan topraklarını iyi yöneterek birlik ve bütünlüğü sağlamak, egemen unsur olan Türkleri kuvvetlendirerek, Türk egemenliğinin hakkını vermek şeklindeydi. Ancak bunu yaparken açıkça Türk milliyetçiliğini savunarak farklı etnik grupları imparatorluktan uzaklaştırmakta da bir fayda görmüyordu. Aksine Osmanlı Devleti’nin kurucu unsurunun zaten Türkler olduğu düşüncesi ile “Osmanlıcılık” tezini savunarak, Osmanlı topraklarında yaşayan bütün etnik unsurları eşit hak, eşit kültür, din ve inanç özgürlüğü, parlamento ve devlet hizmetlerinde eşit temsil hakki çerçevesinde bir arada tutmaya çalışıyordu.

Arka plana gelince, Cemiyet’e hiçbir köken ayrımı yapılmadan Osmanlı bütünlüğünü savunan herkesin cemiyete katılabileceği ifade edilmekle birlikte bunun görünüşte olduğuna dair pek çok bilgi vardır. Örneğin 2 Haziran 1906’da Bulgaristan’da Kızanlık Şubesi’ne yazılan bir yazıda şöyle denir: “Bir Ermeni gelir de ‘yahu ben Osmanlıyım, Osmanlılığı severim’ derse, yol budur der onu ikaza çalışırız. Biz Gayrimüslim bir Osmanlıyı cemiyete alırsak ancak bazı şartlar dâhilinde alabiliriz. Cemiyetimiz halis bir Türk cemiyetidir. İslamlığa ve Türklüğe düşman olanların hiçbir vakit fikrine tebaiyet edilmeyecektir.” Cemiyetin yurt içi ve yurt dışındaki teşkilatındaki as sayıda gayrimüslim üyenin örneğin Ahmet Rıza Bey’le Meşveret gazetesini çıkaran Selanikli Albert Fau (Yahudi), Aristidi Paşa (Rum) ve Halil Ganem (Lübnanlı Marunî) gibi üyelerin dışında teşkilatının büyük bir kısmı Müslüman gençlerden oluşturulmuştu. Müslüman üyelerinin çoğunluğu da Türk kökenlilerden seçiliyordu. Türkçenin her yerde kök salması, resmî dil olarak bütün eğitim kurumlarında başat hale getirilmesi için uğraş veriliyordu. Bazı üyeler Anayasada yer alan “Devlet dairelerinde Türkçenin konuşulacağı’, Meclis’te yapılacak konuşmaların Türkçe olması ve gelecekte Türkçe konuşmanın yanı sıra mümkün olduğu kadar Türkçe yazmaları kararını katı biçimde uygulatmaktan yanaydılar. Meşrutiyet’in ilan edildiği günlerde Hüseyin Cahit (Yalçın), Tanin’de şöyle yazmaktaydı: “Türk ulusu hâkim ulustur ve böyle olmaya devam edecektir!’” Cemiyetin kurucularından Ahmet Rıza Bey, Cemiyeti “halis bir Türk ve Müslüman cemiyeti” olarak tanımlar. Cemiyetin önemli isimlerinden Ali Fethi Okyar ise “İttihat ve Terakki’de milli olan ve olmayan unsurlar elbette vardı. O şartlar içinde fikriyatçıları ve müesseseleri olmayan ve gizli çalışan bir cemiyetin başka kaynaklardan ilham alması çok tabii idi. Hatta zaruri idi. Fakat muhakkak olan şuydu. İttihat ve Terakki, o günün şartları içinde açıkça ifade edilmesi imkânsız ve hatta başındakilerin de felsefe ve fikir yapısı olarak ifade edemeyecekleri kadar şekilde Türk milliyetçisiydi” der.

29 Eylül-9 Ekim 1911’de İTC’nin Selanik’te toplanan IV. Kongresi’nde Türkçülük doktrininin de facto kabul edilmesi dönüm noktası oldu. Cemiyetin düşünce temellerini oluşturan Ziya Gökalp’ın 1912’de Balkan Savaşları devam ederken yazdığı şiirle bitirelim bu bölümü: Bir ülke ki toprağında başka ilin gözü yok/Her ferdinde mefkûre bir, lisan, adet, dil birdir/ Mebusanı temiz, orda Boşo’ların sözü yok/Hududunda evlatları seve seve can verir/Ey Türkoğlu işte senin orasıdır vatanın./Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye/Sanatına yol gösteren ilimle fen türkündür/ Hirfetleri birbirini daim eder himaye/Tersaneler, fabrikalar, vapur, tren Türkündür/ Ey Türkoğlu işte senin orasıdır vatanın.

İTC, Türkçülük ideolojisini teoriden pratiğe Sina Akşin’in “Tam İktidar Dönemi” dediği, 1913-1918 arasında gayet kanlı biçimde geçirdi.

İttifakları nasıl bozdular?

İstanbul’da “31 Mart Vak’ası” yaşanırken Rumi 1 Nisan 1325, Miladi 14 Nisan 1909 günü Adana’da Ermeniler ve Türkler birbirine girdi. 27 Nisan’da Osmanlı kaynaklarına göre “Adana İğtişaşı” (karışıklığı), Ermeni kaynaklarına göre “Adana Faciası”, misyoner kaynaklarına göre “Adana Katliamı” sona erdiğinde korkunç bilanço ortaya çıktı. Adana Ermeni Piskoposluğu’nun raporuna göre 17.844, İstanbul’daki Ermeni Patrikhanesi’nin Adana’ya gönderdiği heyete göre 21.330 ölü (Ermeni?) vardı. Meclisi-i Mebusan’ın bölgeye gönderdiği Tekirdağ Mebusu Hagop Babigyan’a göre ölen Ermeni sayısı 21 bindi. Bir Osmanlı kaynağına göre Adana’da 3.379 kişi ölmüştü, bunun 1.924’ü Müslüman’dı. Bir başka Osmanlı kaynağına göre 5.683 kişi ölmüştü, bunun 1.487’i Müslüman’dı. Ağustos ortalarından itibaren Adana Valisi olacak Cemal Paşa anılarında, 17 bin Ermeni ile 1, 850 Müslüman’ın öldüğünü yazacaktı. Bunun nedenlerinden biri Osmanlı kaynakları, nüfus kayıtlarını esas aldıkları için, Adana civarında yaşayan göçebeleri, mevsimlik tarım işçilerini hesaba katmıyordu.

Adana Faciası İTC-Taşnak ittifakında ciddi bir kırılmaya neden oldu. Taşnaklar içinde bazı kesimler olayların liberaller, dinciler ve Abdülhamid arasında kurulan bir ittifakı sorumlu tutarken, bir grup doğrudan İTC’yi suçluyordu. Bunun ilk meyvesi parti içindeki Rusya yanlılarının (ayrılıkçı radikallerin) güçlenmesi oldu. Taşnaksutyun’u İTC’nin politikalarına fazla bel bağlamakla suçlayan Hınçaklar da biraz mevzi kazandılar. Kafalar karışıktı fakat 1909 yılının Mayıs ve Ağustos ayında 158 kanun ve tasarının İTC ve Taşnaksutyuncuların ittifakıyla Meclis-i Mebusan’da kabul edilmesi ittifakın henüz kopmadığını düşündürüyordu.

Bu kanunlardan askerlikle ilgili olanı büyük tartışmalara neden oldu. O tarihe kadar 50 Osmanlı lirası ödeyerek askerlikten muaf tutulan gayrimüslimlerin askere alınmasına Müslümanlar gelir kaybı yüzünden itiraz ediyorlar, Rumlar Hıristiyanların kışlaya hapsedilip İslamlaştırılması endişesiyle karış çıkıyorlardı. Ermeniler ise ikiye bölünmüştü. Patriklik ve Ermeni Millî Meclisi kanuna karşı iken, Taşnaksutyun taraftardı. Bazıları soruyorlardı: İTC karşıtlığını açıktan açığa yapmanın zamanı gelmiş miydi yoksa işbirliğini güçlendirmek mi gerekiyordu?

Taşnaksutyun’un 1909 Ağustosu’nda yapılan V. Kongresi’nde bu durum uzun uzun tartışıldı ve ikinci grup galip geldi. Sonuç bildirgesinin ilk maddesinde İTC ile dayanışmayı devam ettirmek kararı alındı. İttihatçılar ve Taşnakçılar yeni bir ittifak antlaşması imzalamak için Selanik’te bir araya geldiler. İlk görüşme başarısız olduysa da İttihatçılar adına Mithad Şükrü (Bleda), Dr. Nazım; Taşnaksutyun adına Karekin Pastırmacıyan (nam-ı diğer Armen Garo) ve Vahan Papazyan’ın yaptığı ikinci görüşmede “Vatanın hürriyeti, ülkenin birliği ve toprak bütünlüğü için, anlaşmazlıkların ortadan kaldırılması ve Osmanlı halkları arasında en iyi ilişkilerin kurulması için” İTC ve Taşnaksutyun arasında tam anlaşma sağlandı. Bundan böyle partideki çatışmalar Rusya Ermenileri ile Osmanlı Ermenileri arasında ya da genç kuşaklarla yaşlılar arasında değil, sosyolojik kökenlere göre gelişecekti.

Kriz 1912’ın meşhur Sopalı Seçimleri’nde İTC’nin bütün sözlerinden dönmesi ile derinleşti. 12 Mayıs 1913’de Padişaha bir arzuhal veren Ermeni Patriği “Balkan savaşı mağduru Müslümanların öldürülen, zorla Müslümanlaştırılan ve yerlerinden edilen Ermenilerin köylerine yerleştirilmesinden” şikâyet etmesine bakılırsa, Ermeniler seslerini duyuramadılar. 1878-1904 arasında sadece Ermenilerin yoğun olduğu bölgelere 850 bin göçmen yerleştirilmişti. Balkan hezimetinden sonra bu sayı ikiye, üçe katlandı. Doğu’nun yüzyıllardır ne kadar ihmal edildiğinin izlerini bugün bile rahatlıkla görebildiğimiz için o yıllardaki durumu tahmin edebiliyoruz. Yoksulluğa, asayişsizlik, aşiretler arası gerginlikler, İttihatçıların baskıcı politikaları ile yabancı ülkelerin olumsuz müdahalelerini ekleyince Ermenilerin Ruslardan fayda umması anlaşılır görünmektedir. Resmi tarihin yazmadığı bir diğer konu ise Ermeniler dahil, tüm gayri Müslim unsurların Anadolu’dan uzaklaştırılmaları fikrinin tam olarak 1912-13 Balkan Savaşları yenilgisi üzerine çıktığıdır.

İttihatçılar aynen 1908-1912 arasında Ermenilere yaptıkları gibi, Araplara verdikleri sözleri de tutmadılar. Kongre Başkanı Abdülhamid Zöhravi Ayan Meclisi üyeliğine atandığı halde İTC antlaşmanın diğer koşullarını uygulamayınca Arap milliyetçiliği ayrılma yolunda harekete geçti.

Bağımsızlık mücadelesinin askerî kanadını 1909’da El Kahtaniyye’yi kuran Aziz Ali El Mısri ve Selim El Cezairî tarafından kurulan El Ahd (Yemin) adlı örgüt oluşturuyordu. Bazı kaynaklara göre sadece 500 kadar üyesi olan El Ahd’ın da hedefi bir Türk-Arap monarşisi idi ve örgüt İstanbul’daki Hilafet Makamı’na bağlıydı. Dahası, esas görevini İstanbul’u Batılı güçlere karşı korumak olarak belirlemişti. Ancak İstanbul’un tepkisi sert oldu, çünkü örgüt aslında II. Abdülhamid döneminde başlayan ancak İTC tarafından sert biçimde uygulanan Türkleştirme politikalarına karşı çıkıyordu. İttihatçıların özellikle Suriye’de devlet kadrolarına yandaşlarını yerleştirmesi, Türkçenin resmî dil ilan edilmesi gibi uygulamaları Araplardan büyük tepki görmüştü.

1913’te Arap milliyetçileri Paris’te bir kongre toplamaya çalıştığında İTC çeşitli yollarla kongreyi engellemeye çalıştı, bunu başaramayınca Cemiyet’in umumi kâtibi Mithad Şükrü (Bleda) ile birkaç kişiden oluşan bir heyeti Paris’e gönderdi. Uzun tartışmalardan sonra taraflar bir anlaşma sağladılar. Ancak Arap milliyetçiliğin önderlerinden Aziz Ali Mısri, İstanbul gizli polisi tarafından 9 Şubat 1914 günü Tokatlıyan Oteli’nde tutuklandı ve kısa bir yargılamadan sonra idama mahkûm edildi. Gerçi daha sonra İngilizlerin araya girmesiyle idam cezası affedildi ancak bu olay, Arap milliyetçilerinin gözünde İttihatçıların tüm itibarını kaybetmesine neden oldu. İttihatçılar bununla da kalmadılar, bölgeye Cemal Paşa’yı atadılar. Cemal Paşa’nın Suriye ve Lübnan’da izlediği politikalar, Arap milliyetçiliğini ayrılıkçı çizgiye hızla taşıdı.

İktidarı nasıl ele geçirdi?

18 Ekim 1912’de Birinci Balkan Savaşı patlak vermiş, gırtlağına kadar siyasi çatışmalara gömülmüş olan ordu,1911’de Trablusgarp’ta olduğu gibi büyük bir hezimete uğramıştı. Bu sefer her şey 15 gün içinde olup bitmişti. Doğu Ordusu Bulgarlara yenilip önce Lüleburgaz’a sonra da Çatalca’ya kadar çekilirken, Batı Ordusu Sırplara karşı Kumanova’da yenilgiye uğramış ve Manastır’a çekilmişti. Bu arada İttihatçıların baba ocağı Selanik tek kurşun atılmadan Yunanlılara terk edilmiş, Alatini Köşkü’de sürgün olan II. Abdülhamid, Alman Lorelei gemisiyle zor kaçabilmişti şehirden. Bozcaada, Limni, Samotraki ve Taşoz Adaları Yunan donanmasına teslim olmuştu. Bunlardan cesaret alan Karadağlılar da İşkodra’yı işgal etmişlerdi. Balkan orduları Çatalca’ya dayanmış, Trablusgarp ve Bingazi’deki Osmanlı subaylarının bir bölümü İstanbul’u savunmak üzere geri çağrılmıştı. Bir bölümü de başka bölgelere kaydırılmıştı.

İTC’nin tetikçisi Yakup Cemil de Çatalca’daydı. Enver Bey’in amcası Halil Bey’in teklifi üzerine İstanbul hapishanelerinden çıkarılan 4 bin suçludan oluşturulan birlikle Çatalca’yı savunuyordu güya. Daha sonra bu birliğin İTC’nin ünlü yeraltı örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın çekirdeğini oluşturduğu söylenecekti.

Bütün bunlar üzerine Ahmet Muhtar Paşa, Sadrazamlık (başbakanlık) görevinden istifa etti ve yerine Kâmil Paşa Hükümeti kurulmuştu. Ülkenin içinde bulunduğu bu kötü durum, İttihatçıların iktidara bütünüyle el koyması için son derece uygun bir atmosfer yaratmıştı. Matbuat ellerindeydi zaten, “Hükümet Rumeli’yi düşmana terk etti yaygarası koparıldı. Polis teşkilatı ve ordunun kilit mevkilerinde adamları vardı. Darbe için, Büyük Devletlerin savaşla ilgili notasının görüşüleceği 22 Ocak 1913 tarihli Meşveret Meclisi toplantısının ertesi günü olan 23 Ocak 1913 seçilmişti. Çünkü İttihatçılara göre, o gün Edirne’nin Bulgarlara bırakıldığı açıklanacaktı. Böylece halkı galeyana getirmek kolay olacaktı. Ama yanılıyorlardı, çünkü Kâmil Paşa Hükümeti, Edirne’yi Bulgarlara terk etmemeye karar vermişti. Ama bu durum İttihatçıları ilgilendirmiyordu, çünkü onlar için Edirne meselesi, iktidara el koymak için bir bahaneden başka bir şey değildi.

23 Ocak 1913 günü hava soğuk ve yağışlıydı. ‘Küçük Efendi’ lakaplı Kara Kemal’in adamları sabahtan hükümet merkezi olan Babıâli’nin telefon ve telgraf bağlantısını kesmişlerdi. Babıâli’yi korumakla görevli bölük eğitim bahanesiyle dışarı çıkarılmış, yerlerine Anadolu rediflerinden zayıf bir müfreze yerleştirilmişti. Böylece baskın sırasında ciddi bir direniş ihtimali ortadan kaldırılmıştı. İttihatçıların Alman ve Avusturya elçiliklerini de durumdan haberdar ettikleri anlaşılıyordu, çünkü bu iki ülkenin elçisi de olay yerinde hazırdı.

Saat 15.00 civarında, kır bir ata binmiş Enver Bey, amcası Halil Paşa, İttihatçıların ünlü hatibi Ömer Naci, (1915’te Ermeni Kırımı’nın faillerinden olacak olan) Sapancalı Hakkı, İzmitli Mümtaz, Filibeli Hilmi ile İTC’nin esnaf örgütlerinin lideri Kara Kemal’in silahlı adamlarının öncülüğündeki 100 kişilik bir grup, ellerindeki bayrakları sallayarak ve Edirne için sloganlar atarak Babıâli’ye doğru yola koyuldular. Yürüyüş kolu Nafıa Nezareti’nin (bugün İran Konsolosluğu) önünden geçerken Ömer Naci elindeki tabancayı sallayarak “Yaşasın millet! Yaşasın İttihat ve Terakki Cemiyeti!” diye avaz avaz bağırmaya başladı. Halkın şaşkın bakışları ve Ömer Naci’nin bağırışları arasında topluluk Babıâli’nin girişini tuttu. Silah seslerini ve kırılan cam seslerini duyan Kâmil Paşa, kapıları kapatma emrini vermiş ama geç kalmıştı. Çünkü girişteki arbedede Sadaret Yaveri Ohrili Nafiz Bey, Harbiye Nazırı Kıbrıslızâde Tevfik Bey, Komiser Celal Bey ile Tevfik Bey’in silahından çıkan kurşunla darbecilerden Mustafa Necip ölmüştü bile.

Bunlar olurken kılını kıpırdatmayan Harbiye Nazırı Nâzım Paşa da çok yakında hakkın rahmetine kavuşacaktı. Çünkü Paşa kızgınlıkla söylenirken, İttihat Terakki’nin ünlü tetikçisi Yakup Cemil, silahını çekip kendisini şakağından vurmuştu. Bu olay karşısında Enver’in şoka girdiği söylenir. Çünkü hesapta bu iş yoktu ve Çerkes asıllı olan Paşa’nın öldürülmesinin orduda hep kumanda kademesinde bulunmuş Çerkesleri kızdıracağı açıktı. “Eyvah! Yakup ne yaptın, şimdi ne olacak?” diyen Enver’e “Ne olacağını sen bilirsin. Uzun uzadıya bu adamı mı dinleyecektik yani?” diyen Yakup Cemil tabancasında kalan son kurşunları da yerde can çekişen Nâzım Paşa’ya boşaltmıştı. Enver belki de Yakup Cemil’in de Çerkes olmasına güvenerek, “İnkılâptır! Ne yapalım arkadaşlar? Vazifemize devam edelim!” diyecekti. İddialara göre, Yakup Cemil, hiçbir şey olmamış gibi, ölen arkadaşı Mustafa Necip’in silahını hatıra olarak almış, ayakkabılarını da darbecilerden Cafer’e hediye etmişti.

Ardından, darbeye meşruiyet kılıfını giydirmeye sıra gelmişti. Şakağına silah dayanan 85 yaşındaki Kamil Paşa, titreyen elleriyle Padişah’a hitaben “Askerden gelen teklif üzerine huzur-ı şahanelerine istifaname-i acizanemin arzına mecbur olduğum göz önüne alındıkta bu bakımdan ve her halde emir ve ferman efendimizindir” diye birkaç satır karalamıştı ki, Enver Bey bunu yeterli görmedi ve“askerden gelen teklif üzerine” lafının önüne bir de “ahaliden gelen” ifadesini ekletti. Böylece bir avuç zorbanın silah zoruyla iktidarı ele geçirmesi olayı, halkın ve askerin ortak isteği haline getirildi.

Ardından darbeciler yine Ömer Naci’nin “Yaşasın İttihat ve Terakki, Yaşasın millet!” haykırışları arasında Dolmabahçe Sarayı’na gittiler. Enver Bey, görülmemiş bir cüretle silahlı olarak Sultan V. Reşat’ın karşısına dikildi ve Mahmut Şevket Paşa’yı Sadrazam tayin etmesini istedi. Karşısında silahlı adamları gören Padişah’ın, Nâzım Paşa’nın kaza ile öldüğüne, Sadrazam Kâmil Paşa’nın kendi rızasıyla çekildiğine çabucak inanmasına şaşmamak gerekir. Rivayete göre “Allah hayırlı etsin. Allahıma şükür beni o aciz adamlardan kurtardınız” demişti.

İktidarı elde ettikten sonra neler yaptılar?

İTC 23 Ocak 1913 Babıali Baskını ile iktidara kesin olarak el koyduktan sonra aynı yıl içinde topladığı kongresinde “milli iktisat” politikasını benimsemiş ve “Küçük Efendi” diye anılan İaşe Nazırı “Kara” Kemal’i bu politikayı hayata geçirmekle görevlendirmişti. “Kara” Kemal, “Avrupa’da hükümetler ya işçiye ya da burjuva tabakalarına dayanırlar. Güç anlarında güvenecekleri toplumsal desteğe sahiptirler. Biz hangi sınıfa dayanacağız (…) Böyle güçlü bir sınıf Türkiye’de var mı? Bulunmadığına göre biz neden yaratmayalım?” diye açıklamıştı hedefi. 1904 tarihli “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesinin yazarı Akçuraoğlu Yusuf da “Eğer Türkler kendi içlerinden Avrupa sermayesinden de istifade ederek bir sermayedar burjuva sınıfı çıkarmayacak olursa, yalnız asker, memur ve köylüden güç alan Osmanlı-Türk topluluğu çağdaş bir devlete dönüşemez. Osmanlı Devleti’ni ancak Türk burjuvazisinin doğuşu kurtarabilir” diye yazmıştı. Bunun ilk adımı olarak 1913-1914 arasında Ege Rumlarına karşı geniş çaplı bir “boykot” ve “kaçırtma” planı yürürlüğe konulmuştu.

Dönemin Meclis-i Mebusan Başkanı Halil (Menteşe) Bey anılarında kafalarındaki planı şöyle açıklar: “Talât Bey, Balkan Harbi’ndeki hıyanetleri tebarüz eden anâsırdan (unsurlardan) memleketi temizlemeyi ön safa almıştı (…) İstanbul Muahedesi ile Edirne, Kırkkilise ve civarındaki Bulgarlar, Bulgaristan’a sevk edilmişlerdi. Sıra Trakya’daki Rumlara gelmişti. Fakat bu çok ihtiyat isteyen bir işti. Zira yeni bir harbi doğurabilirdi. Alınan tedbir şu oldu: Valiler ve diğer memurin resmen işe müdahale eder görünmeyecek, Cemiyet’in teşkilâtı işi idare edecek. Bir vak’a ihdas edilmeyerek, yalnız Rumlar ürkütülecek…”

Teşkilat-ı Mahsusa’nın Reisi Kuşçubaşı Eşref ’in sözleriyle “Ege havalisindeki temizleme işini, Ordu olarak Pertev Paşa’nın (Sayın Pertev Demirhan) kumandasında olan Dördüncü Kolordu’nun Erkânı Harbiye Reisi Cafer Tayyar Bey (rahmetli General Cafer Tayyar Eğilmez), mülkî amir olarak İzmir Valisi Rahmi Bey (merhum), İttihat ve Terakki Fırkası namına da mes’ul murahhas Mahmud Celâl Bey (sabık Reisicumhur Celâl Bayar) ifa edeceklerdi. Devletin bütün kuvvetleri, bu plânın tatbiki için Harbiye Nezareti’nin ve Başkumandanlığın verdiği emirlere göre hareket edeceklerdi.”

Ekip kolları sıvadı. Kuşçubaşı Eşref’in yönetimindeki çeteler Rum köylerine baskınlar yapıyorlardı. Eli silah tutan Rum gençleri, Amele Taburları adı altında toplanıyor, bunlar yol, orman ve yapı işlerinde çalıştırılıyorlardı. Zorunlu göçler 1914 Mart’ından sonra sistematik hal aldı ancak gerek Büyük Devletlerin gerekse Yunanistan’ın ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Rum cemaatinin tepkisi üzerine Hükümet, Talât Paşa başkanlığında bir delegasyonu, çeşitli elçiliklerden birer memur eşliğinde, inceleme yapmak amacıyla Ege bölgesine yollamak zorunda kaldı. Bunlar olurken Birinci Dünya Savaşı patlak vermiş, Osmanlı İmparatorluğu Almanya’nın yanında savaşa girmişti. İstanbul’daki Alman Büyükelçiliği’nde askerî ataşe olarak görev yapan Hans Humann, 1 Kasım 1914’te merkeze yolladığı bir raporunda, Venizelos’un Almanya’nın Atina Sefiri’ne, Türkiye ile İttifak güçleri arasındaki savaşta kesinlikle “tarafsız kalacağı” sözünü verdiğini aktarmıştı. Venizelos’un savaşta tarafsız kalmak için iki önemli şartı vardı: Osmanlı İmparatorluğu, Ege Adaları’na yönelik provokasyon yapmayacak ve Rum vatandaşlarını zorla sürgün etmeyi durduracaktı. Ancak köy boşaltmaları devam etti.

Bu dönemde ne kadar Rum nüfusunun zorla Yunanistan’a sürüldüğüne dair değişik rakamlar var. Örneğin resmî Yunan rakamlarına göre 1914 Ocak ayı ile Haziran 1914 arasında 15.572 aile (60.926 kişi) Doğu Trakya’dan zorla Yunanistan’a sürülmüşlerdi. Sadece 1914 yılı için Batı Anadolu sahillerinden Yunanistan’a sürülen Rumların sayısı 150 bindi. Atina’daki ABD Büyükelçisi Skinner 1930 yılında merkeze yolladığı bir raporda savaşın başlamasından önce 150-200.000 Rum’un Yunanistan’a göçtüğünü bildirmişti.

Rum kaçırtmasının başındaki isimlerden Celal Bayar, Birinci Dünya Savaşı öncesi sadece İzmir ve civarından 130.000 dolayında Rum’un zorla Yunanistan’a göç ettirilmiş olduğunu aktarır. Halil Menteşe’ye göre “100.000’e yakın Rum, kimsenin burnu kanamaksızın Yunanistan’a çekilip gittiler. Bundan sonra aynı tarzda İzmir civarında teşebbüs ele alındı. (…) İzmir civarından da 200.000’e yakın Rum Yunanistan’a” gitmiştir. Kaçırtma işlerinin fiilen yürüten Kuşçubaşı Eşref ise sadece 1914 içinde ve harbin ilk aylarında, ”Ege mıntıkasında ve bilhassa sahillerde yuvalanmış ve kümelenmiş olan” Rum-Ermeni nüfustan 1.150.000 kişinin sürüldüğünü ileri sürer.

İstanbul’daki ABD Büyükelçisi Morgenthau ise 16 Temmuz 1914’te yolladığı bir raporda, İzmir bölge konsoloslarının yörede yaptıkları araştırmalar sonucu, sadece 28 Mayıs ile 12 Haziran 1914 arasında göçertilen Rum sayısının 117.000 olarak tespit edildiğini aktarmıştı. İstanbul Polis Müdürü Bedri’nin kendisine “Rumları büyük bir başarı ile sürdüklerini ve aynı yöntemi imparatorluğun öteki milletlerine de uygulamaya karar verdiklerini” söylediğini aktaran Morgenthau, 18 Kasım 1915 tarihli raporunda da bu paralelliğe dikkat çekecek ve 1914 Mayıs-Haziran aylarında, büyük devletlerin gözü önünde 100–150 bin kişinin, herhangi bir zorlukla karşılaşmadan sürgün edilmiş olmasını, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin tehcir edilmesinde ciddi bir cesaretlendirici faktör olduğunu ileri sürecektir.

İttihatçılar Cihan Harbi’ne nasıl girdi?

İttihatçıların (ve günümüzdeki temsilcilerinin) iddiasına göre, savaşa girmeden önce bütün ittifak olasılıkları denenmiş, sonunda çare kalmadığı için Almanya ile ittifak kurulmuştur. Ancak söz konusu ülkelerin arşivlerinde bu iddiayı destekleyen ciddi belgeler yoktur. Sadece İttihatçı kadroların ileriki yıllarda anlattığı hikâyeler vardır.

İttihatçıların iddiasına göre Osmanlı İmparatorluğu’nun Britanya ile ilk ittifak girişimi, 30 Eylül 1911’de, Trablusgarp Savaşı sırasında Ruslar gemilerini Boğazlardan geçirmek istediğinde; ikincisi ise 12 Haziran 1913’te Ruslar, 1878 Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi uyarınca Doğu Vilayetlerinde yapılması gereken Ermeni Islahatı için sıkıştırdığında yapılmıştı. Ama İngilizler her iki teklifi münasip gerekçelerle geçiştirmişlerdi.

Yine İttihatçıların iddiasına göre Talât Paşa, savaş tamtamlarının çaldığı 1914 Mayısı’nda yaz tatilini geçirmek üzere Kırım’a gelen Rus Çarı’nı selamlamak üzere Livadya’ya gittiğinde Rus Hariciye Nazırı Sazanov’a askerî ittifak teklifinde bulunmuştu. Teklifte Balkan Savaşları’ndan sonra Yunanistan’a geçen Midilli, Sakız ve Sisam adalarının Osmanlı İmparatorluğu’na geri verilmesi karşılığında Rusya ile birlikte davranılması vardı. Ancak Ruslar bu teklifi reddetmişti. Bunda da şaşılacak bir yan yoktu çünkü 12 Şubat 1914’te Rusya’nın baskısıyla ilan ettirilen Ermeni Islahatı tarafların arasını iyice soğutmuştu.

Son olarak, Cemal Paşa, ölümünden sonra yayımlanan hatıratında 1914 yılının Temmuz ayında Fransızlardan gelen teklif üzerine Paris’e gittiğinde Osmanlı hükümetinin de onayıyla bir Osmanlı-Fransız ittifakı tesisi yolunda temaslarda bulunduğunu iddia ediyorsa da Fransız arşivlerinde bu konuda herhangi bir kayıt yok. Dolayısıyla Cemal Paşa’nın ciddi bir ittifak girişimi olarak sunduğu görüşmelerin en fazla gayri resmî görüşmeler olduğunu söylemek mümkün.

İttihatçılara göre, hal böyle olunca da Osmanlı İmparatorluğu Almanlara bir anlamda mahkûm olmuştu. Aslında Alman Genelkurmayı ve Hükümeti Osmanlı Ordusu’nun geriliği ve yıpranmışlığı yüzünden ittifakı istemiyordu. Ancak Kayzer II. Wilhelm Almanya’nın yeni sömürgeler bulmazsa yok olacağına inanıyordu. Nitekim kısa süre sonra Sanders, Kayzer’i mutlu etmek için olsa gerek, “Osmanlı ordusunun yeniden teşkilatlandığını, üç büyük savaş kaybetmiş olmasına rağmen gücünü toparladığı ve beklenenden daha fazlasını yapabileceği” yönünde raporlar yazmaya başlayacaktı.

Enver Paşa’nın 28 Temmuz 1914 günü Alman Büyükelçisi Wangenheim’a önerdiği “savunma amaçlı ittifak” (Defensivbündnis) metni üzerinde 31 Temmuz günü karar verildi. Yine iddiaya göre 2 Ağustos 1914’te, Sadrazam ve Hariciye Nazırı Said Halim Paşa’nın yalısında toplanan Alman Büyükelçisi Baron von Wangenheim, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Dahiliye Nazırı Talât Paşa ve Meclis-i Mebusan Başkanı Halil (Menteşe) Bey gizli bir anlaşma imzaladılar. Benzer bir anlaşma Said Halim Paşa’nın aracılığıyla Avusturya Sefiri Pallivicini ile de imzalandı.

Eğer inanmak gerekirse, antlaşmadan bu kişiler dışında kimsenin, örneğin Maliye Nazırı Cavid Bey’in, örneğin Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın, örneğin Şeyhülislam Hayri Efendi’nin haberi olmamıştı. Dahası devletin başı padişahın bile haberi yoktu!

Resmî tarihçiler bu gizli anlaşmayı ‘savunma’ amaçlı bir anlaşma olarak sunmayı çok severler. Buna dayanak olarak da anlaşmanın 2. maddesindeki “Eğer Rusya askerî olarak karışır ve Avusturya ile Rusya savaşır ve Almanya da Avusturya’nın yardımına gitmek zorunda kalırsa Osmanlı İmparatorluğu da savaşa girecektir” ifadelerini gösterirler. Halbuki imzadan bir gün önce Almanya Rusya’ya savaş ilan etmişti. Yani savaşa girmenin koşulu oluşmuştu. Nitekim aynı gün seferberlik ilan edilmiş, ülkenin eli silah tutma yaşındaki nüfusu silah altına alınmaya başlamıştı.

Seferberlikten sonra sıra Rusları kışkırtma planlarını yürürlüğe koymaya gelmişti. Bu iş için Alman Amiral Souchon’un kumandasında, İtalya’nın Messina Limanı’nda bekleyen Alman savaş gemileri Goeben ve Breslau seçilmişti. 16 Ağustos’ta İstanbul Limanı’na giren gemiler, Halil (Menteşe) Bey’in önerisi ile “80 milyon marka satın alınmış gibi yapılarak” Osmanlı donanmasına katıldı. Goeben gemisine, “Yavuz Sultan Selim” (ileriki yıllarda kısaca “Yavuz” diye anıldı), Breslau’ya ise “Midilli” adı verilerek Alman Amirali Souchon’un yönetimine teslim edildi. Mürettebata Osmanlı askerleri katıldı, Alman askerlerine fes giydirildi, göndere Osmanlı bayrağı çekildi.

27 Ekim’de Amiral Suchon kumandasındaki Yavuz, Midilli, Hamidiye, Berk, Gayret ve Numune gemilerinden oluşan Osmanlı filosuyla Karadeniz’e açıldı. 29/30 Ekim’de Rusya’nın Sivastopol ve Odessa limanları topa tutuldu, iki de Rus gemisi batırıldı. Suchon’un, olayı Bahriye Nezareti’ne anlatan 29 Ekim 1914 tarihli telsiz raporunun arkasında, kimi çevreler tarafından ‘savaşa karşı’ olduğu iddia edilen İttihatçıların üçüncü adamı Cemal Paşa el yazısı ile şunları yazmıştı: “Karadeniz olayı için yarın basında resmî bir bildiri yayınlanması uygun olur. Herhalde Rusları en evvel saldırgan göstermek pekâlâ olur. Ve yarın büyük devletlere Rusların bu harekâtını protesto etmek üzere resmî yazı dahi gönderilmelidir.”

Bütün bunlar olurken Alman görevlilerin başkanlığındaki Teşkilat-ı Mahsusa elemanları Erzurum’a ve Trabzon’a gönderilmişler, cezaevlerinden salınan mahkûmlar ve Gürcü sabotajcılar, Arhavi’den Rusya’ya sızmışlar ve sabotajlara başlamışlardı.

En sonunda tahrikler meyvesini verir. 4 Kasım’da Rusya, 5 Kasım’da da Britanya ve Fransa Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan ederler. Britanya ayrıca 1878’de II. Abdülhamid tarafından kiralanan Kıbrıs’ı ilhak eder. 11 Kasım 1914’te Osmanlı Devleti de İngiltere, Fransa ve Rusya’ya savaş açtı. Düyun-u Umumiye’deki İngiliz temsilcisi Sir Adam Block, o günlerde İstanbul’dan ayrılırken şöyle diyecektir: “Eğer Almanya kazanırsa, Alman kolonisi olacaksınız. Eğer İngiltere kazanırsa mahvoldunuz!”

İTC Ermenileri neden kırıma uğrattı?

1912-1913 Balkan Savaşları sırasında büyük toprak kayıpları sonucu, gözlerini Turan’a diken İttihatçılar savaşın ilk aylarında alınan bazı yenilgiler ile birlikte, devletin yok olma aşamasına girmiş olduğuna inanmaya başlamışlar ve soruna, devletin varlık veya yokluk sorunu olarak yaklaşmışlardı. Ermenilere yönelik tehcir kararı, Anadolu’nun homojenleştirilmesine yönelik genel bir etnik temizlik hedefi ile savaşın kaybedilmeye başlaması ile yaşanan çöküş paniğinin birleşmesinden oluşmuş gibi gözüküyordu.

Tehcire giden yolda şu adımlar atılmıştı: 1) Savaş vergisi, asker toplama ve asker kaçağı takibi adı altında köylere sistematik baskılar yapılmıştı, 2) Teşkilat-ı Mahsusa birliklerin Kafkas ve İran sınırlarına sızarak buralardaki Ermeni köylerinde katliamlar yapmıştı, 3) 1908’den itibaren kendi öz savunması için silah bulundurma hakkı olan Ermeni halkı silâhsızlandırılmaya başlanmıştı, 4) Askerdeki Ermeniler silahsızlandırılmış ve amele taburlarında toplanmıştı, 5) Bazı sorunlu bölgelerden idari ve askeri gerekçelerle sürgünler yapılmıştı.

Resmî tarihe göre ise, tehcir kararı, 1915 yılının Mart ayında Zeytun’da (bugün Kahramanmaraş’a bağlı Zeytun’da) ve Nisan ayında, Van’da Ermenilerin isyan ettiği haberlerinin İstanbul’a ulaşması üzerine alınmış ve 23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan gece İstanbul’da son derece geniş tutuklamalar yapılmıştı. Resmi tarihe göre tutuklananlar milliyetçi Ermeni komitacılardı ama bugün biliyoruz ki, tutuklananların ezici çoğunluğunu milletvekilleri, şairler, yazarlar, gazeteciler, siyasi ve dini elitler oluşturuyordu.

Tehcirin tanıklarından Alman Protestan Papazı Lepsius’a göre 600, dönemin ABD Büyükelçisi H. Morgenthau’ya göre 500, resmî tarihçi Yusuf Sarınay’a göre 235, gayri resmî tarihçi Taner Akçam’a göre 180 kişilik bu ilk kafile apar topar Çankırı ve Ayaş’a doğru yola çıkarıldı. Ayaş’a gönderilenler hemen öldürüldü. Çankırı’ya gidenler biraz daha şanslıydı, bazıları bir süre Çankırı’da yaşadıktan sonra öldürüldü, bazıları ise İstanbul’a dönmeyi başardılar.

Ayrıca 24 Nisan günü Osmanlı Ordusu Başkumandanlığı’na yollanan bir emirle özellikle Zeytun, Bitlis, Sivas ve Van’da meydana gelen olaylar dile getirilerek tüm ülke sathında Ermenilere yönelik, tutuklama ve gözaltına alma emirleri verildi. Bu bölgelerdeki tüm Taşnak ve Hınçak örgütlerinin, gazetelerinin kapatılması, yöneticilerinin tutuklanması ve oluşturulacak Divan-ı Harbi Örfilerde yargılanması, alınan tedbirler arasındaydı. Bu kişilerin sayısı da 2.300 kişi civarındaydı.

Zeytun değilse bile Van’da yaşananlar, savaş zamanında bazı tedbirlerin alınmasını haklı çıkarabilirdi ancak İttihatçıların kafasında bu tür yerel olayları bahane ederek devletin tüm Ermeni tebaasından kurtulmak vardı. Nitekim Almanya’nın İstanbul Başkonsolosu Mordtmann, 30 Haziran 1915 tarihli raporunda, İttihatçı liderlerden İsmail Canpolat’ın kendisine bir Anadolu haritası üzerinde Ermenilerin sürülmesi işinin Anadolu’ya yayılacağını söylediği yazdıktan sonra, Talât’ın kendisine “söz konusu olan… Ermenilerin imha edilmesidir” dediğini aktarmıştı.

Gerçekten de kısa sürede devletle sorunu olsun olmasın, tüm Ermeniler Der Zor çöllerine doğru yola çıkarıldılar. Sürgünlerin katliama dönüşmesi üzerine, Rusya, Fransa ve İngiltere hükümetleri, 24 Mayıs 1915’te ortak bir bildiri yayımlayarak katliamlardan Osmanlı Hükümeti’ni sorumlu tutacaklarını açıklayınca, Enver Paşa, sürgünlere meşruiyet kazandırmak için bir formül buldu.

Yaygın olarak “Tehcir Kanunu” diye bilinen, resmî adıyla “Savaş Zamanında Hükümet Uygulamalarına Karşı Gelenler İçin Asker Tarafından Uygulanacak Önlemler Hakkında Geçici Kanun” bu tezkereden bir gün sonra, yani 27 Mayıs 1915’te Meclis-i Vükela’da (Bakanlar Kurulu) kabul edildi. Altında Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa ve Sadrazam Said Halim Paşa’nın imzaları olan ve Sultan Mehmed V. Reşad tarafından tasdik edilen dört maddelik geçici kanunda herhangi bir etnik kimlik (Ermeni, Rum, vb) zikredilmiyordu. Ancak kanunla birlikte çıkarılan talimatnamelerde, şifreli telgraflarda Ermeni adı geçiyordu.

Almanların baskısı üzerine, Talât Paşa, 31 Ağustos 1915 tarihinde elinde bölgelere yolladığı bazı telgrafların çevirileri olduğu halde doğrudan Alman Büyükelçiliği’ne gitti. Burada Ermenilere karşı alınan önlemlerin durdurulduğunu tekrar açıklayan Talât çok bilinen sözünü söyledi: “La question arménienne n’existe plus!” (Ermeni meselesi artık mevcut değildir.)

Yakın tarihe kadar kaç Ermeni’nin tehcir edildiğini de bilmiyorduk. Sayılar 2,5 milyon (Ermeni Patrikhanesi’ne göre) ile 413.067 (Genelkurmay’a göre) arasında değişiyordu. Murat Bardakçı’nın 2008 yılında yayımladığı Talât Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi adlı kitapta 924.158 Ermeni’nin tehcir edildiği yazılıydı. Taner Akçam, Talât Paşa’nın defterinde 18 vilayet ve kasabanın adının olduğunu, buna karşılık buralarda yaşayan Ermenilerin sürgün edildiğini başka kaynaklardan bildiğimiz İstanbul, Edirne, Aydın, Kastamonu, Suriye, Antalya, Biga, Eskişehir, İçel, Kütahya, Menteşe, Çatalca ve Urfa gibi merkezlerin adının olmadığını söylüyor. Bu merkezlerden sürülenleri de ekleyince bir milyondan fazla kişinin tehcir edildiği anlaşılıyor. Nitekim Talât Paşa’nın defterindeki listenin altındaki notta, sayıların yüzde 30 artırılması gerektiği yazılı. Böylece en az 1,2 milyon Ermeni’nin tehcir edildiği ortaya çıkıyor.

Savaş sonrası neler oldu?

Dünyanın yeniden paylaşımından pay almak için 11 Kasım 1914’te resmen Birinci Dünya Savaşı’na (o dönemdeki adıyla Cihan Harbi’ne) giren Osmanlı İmparatorluğu, savaş boyunca 10 cephede (Kafkasya, Irak, Filistin-Suriye, Çanakkale, Galiçya, Makedonya, Romanya, Hicaz-Yemen, İran ve Libya’da) savaştı, Çanakkale dışındaki tüm cephelerde yenildi. Bir de Irak cephesindeki Kutü’l Amare başarısı vardı. Savaş sırasında Osmanlı ordusunda 2 milyon 608 bin kişi silah altına alındı, bunlardan 325 bini öldü, 400 bini yaralandı, 200 bini esir düştü, 1 milyon 360 bini hastalandı, kayboldu, firar etti.

Dönemin Posta ve Telgraf Nazırı Hüseyin Haşim (Sanver) Bey’den öğrendiğimize göre, Enver Paşa, Ağustos 1918 başlarında hâlâ Filistin’de bir atağa geçileceğini ve Kudüs’ün geri alınacağını iddia ediyor, Nafıa Nazırı Ali Münif Bey ise Enver Paşa’ya, “Ya siz bize yalan söylüyorsunuz ya da size birileri yalan söylüyor” diyordu. Enver Paşa gerçekle bağını koparmıştı ama Eylül ayı boyunca Avusturya ve Almanya ile durumu müzakere eden Talat Paşa, dönüş yolunda Almanların diğer müttefiki Bulgaristan ordularının perişan halini görünce, “b..u yedik” demişti. Nitekim Bulgaristan, 29 Eylül 1918 günü İtilaf Devletleri’yle_ ayrı bir anlaşma imzalayarak savaştan çekildi. Aynı gün Almanlar ABD Başkanı Wilson’a bir barış konferansı toplanmasını önerme kararı aldılar. Bunu İstanbul’daki elçileri Johann H. G. von Bernstorff’a bildirdiler; o da Talat Paşa’ya iletti. Talat Paşa teklifi “memnuniyet verici” buldu. Mevcut kabineyle iyi bir barış yapılmasının mümkün olmadığını bildiğinden, Enver Paşa, Halil Bey (Menteşe), Dr. Nazım ve Cemal Paşa’nın karşı oyuna rağmen hükümeti istifaya razı etti. Padişah Vahdeddin (V. Mehmed Reşad’ın ölümü üzerine 3 Temmuz 1918’de tahta geçmişti, dolayısıyla savaşla ilgili süreçlerde rolü yoktu) 8 Ekim’de hükümeti kurma görevini Tevfik Paşa’ya verdi, Tevfik Paşa bunu başaramayınca bu sefer Ahmed İzzet Paşa’yı görevlendirdi ve nihayet kabine kuruldu. Vükela Heyeti (Bakanlar Kurulu) 24 Ekim 1918 günü Mondros’a gönderilecek delegeleri (murahhasları) belirlemek için toplandı.

Padişah cephesindeki sakin (ya da kayıtsız) duruma karşılık, İttihatçılar cephesinde son derece heyecanlı bir hava hâkimdi. 31 Ekim 1918’de, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) Şeref Sokağı’ndaki merkezinde bir toplantı düzenlenmişti. İTC’nin üç liderinden sadece Cemal Paşa’nın bulunduğu bu toplantıda parti ileri gelenlerinin yurtdışına çıkıp çıkmamaları hususu görüşülmüş, özellikle İTC’nin esnaf loncaları sorumlusu “Kara” Kemal’in ısrarıyla çıkmaları kararı alınmıştı. Kısa bir süre sonra, Enver Paşa’nın Kuruçeşme’deki yalısında ikinci kez toplanıldı. İTC’nin üç paşası, Enver, Talat ve Cemal ve diğer önde gelen üyelerinin katıldığı toplantıda İTC’nin feshi ve yeni bir fırka (Teceddüt Fırkası) çatısı altında toplanma kararı alındı. İtilaf Devletleri’nin işgalinden önce, İttihatçı şefler 2 Kasım 1918 gecesi bir Alman torpidobotu ile ülkeyi terk edip Sivastopol’a kaçmışlardır. Kaçan kadroda şu isimler vardır: Enver Paşa (Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı), Talat Paşa (Sadrazam ve Dahiliye Nazırı), Cemal Paşa (Bahriye Nazırı), Bedri ve Azmi (Polis Müdürleri), Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Nâzım, Dr. Rüsuhi (Teşkilat-ı Mahsusa Şefleri). Bu yedi kişi, 1/2 Kasım gecesi bir Alman torpidosuyla ülkeyi terk ettiler. Bu arada Levazım-ı Umumiye Reisi “Topal” İsmail Hakkı Paşa da bir Alman gemisi ile kaçmıştı.

Sadrazam Ahmed İzzed Paşa bu olayları “gaybubet” (kaybolma, göz önünde olmayış) olarak tarif etmişti. Ahmed İzzed Paşa’nın İttihatçı liderlerin kaçışına göz yumduğu iddiaları yüzünden istifa etmesinden sonra kurulan Tevfik Paşa kabinesi ise söz konusu kişilerin gittikleri Almanya ve İsviçre’yle yaptığı resmî yazışmalarda “firar” kelimesini kullanacaktı.

15 Mart 1921’de Talat Paşa’nın Berlin’de öldürülmesi ise Talat’ın adamlarının Mustafa Kemal’e yanaşmak zorunda kalmalarına neden olur. Geride bir tek Enver Paşa ve şürekâsı kalmıştır. (Cemal Paşa, Mustafa Kemal için bir rakip değildir.) 10 Temmuz 1921’de başlayan yeni Yunan taarruzuyla Türk ordusunun Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilmek zorunda kalması, ardından Afyon, Kütahya ve Eskişehir’in Yunan işgaline uğraması, iktidarı ele geçirmek için iyi bir fırsat yakaladığını düşünen Enver Paşa’yı yeniden cesaretlendirecektir. Fakat Yunan ordusunun Sakarya’dan püskürtüldüğü haberi, Enver Paşa’nın Anadolu’ya geçip liderliği ele alma hayallerine son verir. Cemal Paşa’nın 21 Temmuz 1922’de Tiflis’te, Enver Paşa’nın 4 Ağustos 1922’de Türkistan’da öldürülmesiyle, Mustafa Kemal liderlikte rakipsiz kalır. İttihatçıların Mustafa Kemal’e biat etmeyen kadrolarından bir kısmı, 1923 seçimlerde, bir bölümü Lozan’dan sonra 150’likler sürgünü ile, bir bölümü Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın 1925’te kapatılması sırasında kansız şekilde tasfiye olur. Geriye kalanlar ise geçtiğimiz yıl, hikâyesini bu sayfalarda uzun uzun anlattığım 1926’da İzmir Suikastı yargılamalarıyla kanlı şekilde tasfiye olunacaktır.

Mustafa Kemal İTC üyesi miydi?

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) ve Milli Mücadele’nin önderlerinden Ali Fethi Okyar hatıratında, Mustafa Kemal’in kendisine “bir İttihatçı iyi dosttur, iki İttihatçıdan korkulur, üç İttihatçı için ise iktidarı almaktan başka tatmin yolu yoktur” dediğini kaydeder. Ali Fethi kendisinin ve Mustafa Kemal’in İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girişini şöyle anlatır: “Benim cemiyete girişim, [daha sonra Bursa Valisi olan ve bizden üç sınıf evvel kurmay subay olarak] Manastır Kolordusunda vazifeli İsmail Hakkı Bey aracılığı iledir. Enver, Cemal Beylerle, daha sonra Şam’daki vazifesinden Selanik’e gelen Kolağası (kıdemli yüzbaşı) Mustafa Kemal’in girişleri de aynı kanaldan oldu. Benim, Mustafa Kemal’in, Cemal’in ve diğer bazı arkadaşların ordu kurmay kadrosunun kilit noktalarında oluşumuz subaylar arasında cemiyetin benimsenmesine geniş ölçüde yardım etti.” Gerçekten de, Mustafa Kemal, Fethi Bey’in Ekim 1918’de İTC’nin kapatılmasına karşı tedbir olarak kurduğu Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası’nın yayın organı Minber Gazetesi’nde “Mensup olduğum İttihat ve Terakki için öylesine çirkin ve haksız bir neşriyat başlamıştı ki, bunları cevapsız bırakmak ve sükûtla karşılamak mümkün değildi…” diye yazıyordu.

Bir başka İttihatçı Hakkı Baha’ya (Pars) göre ise Mustafa Kemal İTC’ye 29 Ekim 1907’de Hakkı Baha’nın Selanik’teki evinde yemin ederek üye olmuştur; üyelik numarası ise 322’dir. Milli Mücadele yıllarında ve Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal’in en yakınlarından olan Falih Rıfkı’ya (Atay) göre Mustafa Kemal 1909’daki İTC Kongresi’ne Bingazi (veya Trablusgarp) delegesi olarak katılmıştır. Ali Fethi Bey, 1910’da Talat’ın Sultanahmet’teki evinde Mahmut Şevket Paşa tarafından Fethi Bey’in Paris’e, Enver’in Berlin’e ataşemiliter olarak atanması üzerine takınılacak tutumu tartışmak üzere yapılan toplantıya katılanlar arasında Mustafa Kemal’in de olduğunu söyler. İTC üyesi olduğu bilinen İsmet (İnönü) Bey, Mustafa Kemal’in İttihat ve Terakki nüfuzluları içinde Fethi Bey’le beraber ayrı bir grup teşkil ettiğini söyler. Sina Akşin’e göre, Mustafa Kemal, İTC’nin 1912’deki kongresine Selanik delegesi olarak katılmıştır. Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanlığı sırasında sekreteri olan, tarihçi Yusuf Hikmet (Bayur) ise daha ileri giderek Mustafa Kemal’in İTC’nin Genel Merkez üyesi olduğunu ileri sürer.

Ancak, Mustafa Kemal’in İTC’nin askerî kanadının lideri Enver Bey ile yıldızının hiç barışmadığı bilinir. Mustafa Kemal’i destekleyen kişi, sivil kanadın lideri Talat’tır. 1913’te Mustafa Kemal ve Fethi Bey’in kendilerine verilen yurt dışı görevi kabul etmeleri biraz bu sürtüşmelerden dolayıdır. İkili, hem İTC’de kendilerine iyi bir yer edinememişlerdir, hem de ondan ayrılmayı göze alamamışlardır. Çünkü Fethi Bey’in dediği gibi İTC’ye muhalefet etmek mümkün değildir. Böylece yurtdışı görevi bir anlamda tartışma alanından çıkıp soğutma operasyonudur.

Mustafa Kemal’le İTC ilişkileri, Mondros Mütarekesi’nden sonra yeni bir merhaleye girer. İddialara göre, Mustafa Kemal’in Milli Mücadele’nin başına geçirilmesi İttihatçı kadroların kararı sonucu olmuştur. Dönemin tanıklarına göre, İTC’nin içinden bir bölüm Mondros Mütarekesinden 10 gün kadar sonra bir kongre toplamış ve Teceddüt Fırkası’nı kurmuştur. Cavit Bey’in deyimiyle‚ İTC yeni bir adla vaftiz olmuştur. Celal (Bayar) ve Ahmet Faik (Barutçu) gibi önde gelen İttihatçılar bu oluşuma karşı çıkmışlar, ‘asıl’ İTC’ye bağlılıklarını belirtmişlerdir. Yeni partide, iktidarı Enver Paşa’ya muhalefet eden kanat ele geçirmiştir. Bunlar arasında Mustafa Kemal de vardır. İttihatçı önderler 1/2 Kasım 1918 gecesi bir Alman gemisi ile ülkeyi terk ederken Talat Paşa, Kara Kemal ve Kara Vasıf beylere bir de gizli bir örgüt kurma emrini verirler. İlk toplantısını 5 Şubat 1919 tarihinde Avukat Refik İsmail Bey’in Sultanhamam’daki yazıhanesinde yapan örgütün başkanlığına Boğaz Komutanı Galatalı Şevket Bey seçilir. Örgütün adı Baha Sait Bey’in isteği üzerine, Kara Vasıf Bey ve Kara Kemal Beylerin adlarından esinlenilerek Karakol (Kara Kol) olur.

Teşkilat-ı Mahsusa’dan Yenibahçeli Şükrü’ye göre Karakol, Mustafa Kemal’i “siyaset-i âliye’yi idare etme” görevine, Karakol’un beş Albay’ından biri olan İsmet’i (İnönü) ise cephe kumandanlığına uygun görmüştür. İkili bu teklifi Tokatlayan Hanı’ndan Mustafa Kemal’in Osmanbey’deki evine kadar yürürken konuşmuşlardır. Mustafa Kemal teklifi kabul etmiş, İsmet Bey ise reddetmiştir. Kendisini Anadolu’ya geçirmek için üç gün bir eve hapsederek baskı yapmak gerekmiştir. Ancak, 8 Ocak 1920’de Anadolu’ya geçmiştir.

Mustafa Kemal, 1927’de CHP Kongresi’nde okuduğu Nutuk’ta “esrarengiz ve müthiş bir komite” diyerek sanki Karakol’dan habersizmiş gibi davranır. Bir yandan da “İstanbul’daki teşkilatımız” dediği bir teşkilattan söz eder. Bu teşkilatın Karakol olduğu bellidir. Ali Fethi Bey’e göre Mustafa Kemal, 21 Aralık 1918’de Meclis-i Mebusan süresiz olarak feshedildiğinde, Sadrazam Tevfik Paşa’yı kaçırması ve Vahdettin’i devirmesi konusunda Kara Kemal’den teklif almıştır. Ancak İsmail Canbulat’ın karşı çıkması üzerine bu plan gerçekleşmemiştir. Ali Fuat Paşa da Mustafa Kemal’in Karakol’la bağlantısını doğrular.

Nitekim Mustafa Kemal, 23 Temmuz 1919’da İttihatçılar tarafından Doğu’daki Ermeni tehlikesine karşı toplanan Erzurum Kongresi’ne İttihatçıların davetlisi olarak katılabilmiştir. Kongreye katıldığı tespit edilen 60 üyeden 34’i İttihatçı, 2’si Hürriyet ve İtilafçı’dır. Diğerlerinin eğilimi tespit edilememiştir. Mustafa Kemal’le birlikte kongreye gelenlerden Kara Vasıf da muhtemelen Karakol’un temsilcisi olarak oradadır. Kongre sırasında hem kişiliği hem de üzerinde “Damad-ı Şehriyari” işaretleri taşıyan askerî giysileri yüzünden çok eleştirilen Mustafa Kemal İstanbul’dan ve Erzurum’dan gelen yoğun baskılar sonunda müfettişlik ve askerlik görevlerinden istifa etmek zorunda kalacaktır.

İttihatçı-Kemalist suçbirliği

Lozan Barış Görüşmeleri sırasında İtilaf Devletleri’nin tüm ısrarlarına karşılık, Ermeni kayıplarının giderilmesi konusunda en ufak bir taviz vermeyeceklerini gösteren Türk tarafı en büyük mücadeleyi, tehcir suçlularının yargılanmasından vazgeçilmesi konusunda verdi. Sadece Türk tarafı değil, Ermeni Tehciri’nde dolaylı da olsa payı olan büyük devletlerin de eski defterleri açmaktan çıkarı yoktu. Asıl önemlisi, yeni kurulan Sovyet Rusya ile Britanya’nın çıkar alanları arasında güvenli bir bölge oluşturulmasını gerekli gören İngilizler, Türkiye’yi güçlendirmeyi seçmişlerdi. Nitekim Lozan görüşmeleri boyunca, Ermeni Tehciri’nin ‘uygarlığa karşı bir meydan okuma’ olduğu söylendi, Ermenilerin çektiği “acılara”, başına gelen büyük “felaketlere” değinildi ancak 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenmiş bütün “suçlar” af kapsamına alınarak “Ermeni tabusu”nun ilk ilmeği atıldı. Böylece daha önce yerel nitelikteki suç ortaklığı, uluslararası müttefiklerle pozisyonunu güçlendirmiş oluyordu.

Nisan 1924’te, Mahsub-u Umumi Kanun Layihası ile Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele sırasında ülkeden ayrılan/ayrılmak zorunda kalan gayri Müslimlerin geride bıraktıkları mal ve mülklere el konulmasına devam edildi. 29 Mayıs 1926’da kabul edilen dört maddelik “Ermeni suikast komiteleri tarafından şehit edilen veya bu uğurda suver-i muhtelife ile düçar-ı gadrolan ricalin ailelerine verilecek emlâk ve arazi veya tazminat hakkında kanun” ile “şehid edilen rical, Talât Paşa, Cemal Paşa, Cemal Azmi Paşa, Bahattin Şakir Bey, Cemal Paşa’nın Yaveri Süreyya Bey, Cemal Paşa’nın Yaveri Nusrat Bey ve Sait Halim Paşa ile Kürt Mustafa’nın riyaset ettiği Divanı Harp kararıyla idam edilen, Muş Mutasarrıfı Servet Bey, Urfa Mutasarrıfı Nusrat Bey, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, firar ve intihar eden Doktor Reşit Bey ve Erzincanlı Hafız Abdullah Efendi’nin ailelerine” “emval-i metruke” faslından 20 bin liraya kadar kıymette arazi verilmesi kararlaştırıldı. 30 Ağustos 1927’de bu isimlere Cemal Paşa’ ailesi eklendi.

16 Mart 1920’de İtilaf Devletleri’nin İstanbul’u resmen işgal etmesinden sonra peyderpey Malta’ya götürülen savaş ve kırım suçlularının büyük bir blümü Cumhuriyet döneminde önemli devlet görevlerine getirildiler. Çoğu 1934’te çıkarılan Soyadı Kanunu ile izlerini kaybettirdiği için ancak bazı Tehcir suçlusunun Cumhuriyet dönemindeki görevleri tespit edilebildi. Bunlardan bazıları şunlar:

Tehcir döneminin Bitlis ve Halep Valisi, 1917’de kısa süreli Dahiliye Nezareti Müsteşarlığı yapan, Bitlis ve Halep’teki Ermeni katliamlarından sorumlu olarak Abdülhalik Renda Malta dönüşü Çankırı Milletvekilliği, İzmir Valiliği, 1924-1930 yılları arasında Maliye, Milli Savunma Bakanlıklarında bulundu, Bahriye Bakanlığı’na vekalet etti.1935’te TBMM Başkanlığı’na seçildi, 1946’ya kadar bu görevi yürüttü. Ardından Hasan Saka Hükümeti’nde Devlet Bakanlığı yaptı.

Tehcir sırasında Muhacirin ve Aşairin (Göçmenler ve Aşiretler) Müdürü olan ve Halep ve Adana vilayetlerindeki tehcirden sorumlu olan Şükrü Kaya, Malta’dan kaçtıktan sonra bir süre İtalya ve Almanya’da kaldı. Türkiye’ye dönüşünden sonra Lozan’a giden heyete katıldı. İzmir Belediye Başkanlığı yaptı. 1923’te Menteşe (Muğla) Milletvekili oldu, 1924’ten Mustafa Kemal’in ölümüne kadarki dönemde Tarım, Dışişleri ve İçişleri Bakanlıkları yaptı.

1916-1917 kışında Samsun ve havalisinin Askerî Valisi olan Refet Paşa, Samsun yöresindeki Rumların tehcirinden sorumlu olduğu gerekçesiyle Malta’ya Refet (Bele) Paşa Cumhuriyet döneminde İçişleri ve Milli Savunma Bakanlığı yaptı.

Tehcir sırasında Van ve Erzurum Valisi olarak Ermenilere yönelik katliamları yönettiği iddiasıyla Malta’ya gönderilen Hasan Tahsin (Uzer) Bey, Malta dönüşünde sırasıyla İzmir, Ardahan, Erzurum ve Konya Milletvekili olarak Meclis’e girdi. 1935’ten vefat ettiği 1939’a kadar CHP’nin ‘Olağanüstü Hal Valiliği’ olan 3. Umumi Müfettişlik görevinde bulundu.

İttihatçıların Maarif Nazırı, Tehcir sırasında İTC’nin Genel Sekreteri ve Maarif Nazırı olan Tehcir sırasında Halep Mebusu olan ve Antep’teki binlerce Ermeniyi tehcirden sorumlu olan Ali Cenani, Malta dönüşünde milletvekilliği ve 1924-1926 arasında Ticaret Vekilliği yaptı.

Teşkilat-ı Mahsusa üyesi, Afyon Mebusu “Kel” Ali (Çetinkaya) Cumhuriyet döneminin ünlü İstiklal Mahkemesi’nin başkanı ve Nafıa Vekili’ydi.

İTC Üyesi Hüseyin Enis Avni, Cumhuriyet döneminde Aka Gündüz adını aldı ve 1932-1946 arasında milletvekilliği yaptı.

Tehcir sırasında Harput (Elazığ) Valisi olan ve Dersim bölgesindeki Ermeni katliamlarından sorumlu olarak Malta’ya götürülen Sabit Sağıroğlu TBMM’nin Erzincan Milletvekilliği ile ödüllendirildi.

Tehcir sırasında Sivas ve Konya Valisi olan Ahmet Muammer Cankardeş, Ankara tarafından önce Sivas Mutasarrıflığına atandı, ardından Sivas Milletvekili oldu.

1913-1915’te Nafıa Nazırı, 1915-1916’da Lübnan Valisi, 1918’de İTC’nin Merkez Komitesi üyesi olan ve Lübnan’da Ermenilere ve Marunilere karşı katliamlardan dolayı Malta’ya götürülen Ali Münif Yeğenağa, Cumhuriyet’in ilanından sonra Seyhan (Adana) Belediye Başkanı oldu.

1915’te İstanbul Siyasi Polis Müdürü, 197-1918’de Çankırı ve Bolu Mutasarrıfı olan Mustafa Reşat Mimaroğlu, Malta dönüşü sırasıyla Tokat Mutasarrıflığı, Mülkiye Müfettişliği, Adana Valiliği, Şûra-yı Devlet (Danıştay) Reisliği, İzmir Milletvekilliği, CHP İstanbul İl Başkanlığı yaptı.

Tehcir sırasında Samsun Mutasarrıfı olan ve Samsun’da bazı Ermenilerin öldürülmelerinde birinci derecede sorumlu olduğu gerekçesiyle Malta’ya gönderilen Süleyman Necmi (Selmen) 1923’te Kastamonu Valisi oldu ardından Samsun Milletvekili olarak TBMM’de görev aldı.

Osmanlı Dönemi’nde Diyarbakır Mebusu ve Diyarbakır Ermenilerine yönelik toplu katliamlarda rol alan Zülfü Tigrel yeni dönemin Diyarbakır Milletvekiliydi. Lozan’a giden heyete ise ‘Kürt temsilcisi’ olarak katıldı.

Osmanlı Dönemi’nin Diyarbakır Mebusu Arif Fevzi Pirinççioğlu yeni dönemde Diyarbakır Milletvekilliği ve Nafıa Vekilliği yaptı.

Çankırı (Kastamonu) Mebusu iken Sivas Valisi Muammer Bey’in yardımcısı olarak Sivas’taki Ermeni katliamlarında önemli rol oynadığı gerekçesi ile Malta’ya götürülen Dr. Fazıl Tümtürk, Cumhuriyet döneminde Kızılay Yönetim Kurulu üyeliği yaptı.

Tehcir’de Kırşehir Ermenilerine yönelik suçlarından dolayı Malta’ya götürülen Kırşehir Mutasarrıfı Musa Hilmi Demokan daha Malta’da iken TBMM’ye Kırşehir Milletvekili olarak seçildi.

Malta Sürgünleri arasında olan Yakup Şevki (Subaşı) Paşa, Cemal (Mersinli) Paşa, Cevat (Çobanlı) Paşa, Dr. Esat (Işık) Paşa, Ziya Gökalp, Hüseyin Cahit (Yalçın), Ali Fethi (Okyar), Hüseyin Rauf (Orbay), Ahmet Agayef (Ağaoğlu) gibi İttihat ve Terakki politikalarının oluşmasında ve yürütülmesinde önemli rolleri olan kişilerin Cumhuriyet döneminde milletvekilliği, bakanlık, başbakanlık, generallik gibi görevlerle taltif edildiklerini unutmayalım. Elbette Malta’ya gönderilmemiş yüzlerce Tehcir ve savaş suçlusu vardı. Onlar da yargılanmadılar ve Cumhuriyet döneminde önemli görevlere getirildiler.

Ömrü boyunca Mustafa Kemal’in en sadık arkadaşı olan Falih Rıfkı Atay Çankaya kitabında “Savaş bitip de İngilizler ve müttefikleri, İttihatçı ve hele Ermeni öldürüşçülüğünün hesaplarını sormak yoluna gidince, ne kadar gocunan varsa silahlanıp bir çeteye katılmıştır” der. Hakikaten de Milli Mücadele’nin önemli isimlerinden Ahmet Barutçu, “Yenibahçeli” Şükrü, “Deli” Halit Paşa, Hilmi, Nail, Avni, “Köprülü” Hamdi veya İsmail Canbolat, Pertev ve Cafer Tayyar, Yüzbaşı “Arap” Nuri, Yüzbaşı Hüsamettin, Ahmet Rıfat, Yüzbaşı Tahir, Kara Kemal, Halis Turgut gibi rütbeliler, “İpsiz” Recep, “Dayı” Mesut, Kara Aslan, Kel Oğlan, Yahya Kâhya, Giritli Şevki, Giritli Caferaki gibi çetecilerin Ermeni ve Rumlara yönelik pek çok katliama karıştıkları bilinir.

İttihatçılardan “Filibeli” Hilmi, “Erzurumlu” Köseoğlu Cafer ve “Yenibahçeli” Nail Beyler, Parti Pehlivan İştilipli Halil Efe, Ustrumcalı Halil, Kako Mehmet, Giritli Şevki ve Sarı Edip Efe gibi önemli çeteciler “Kuva-yı Seyyare” (gezici güçler) adıyla Milli Mücadele’nin önemli figürlerinden, Teşkilat-ı Mahsusa’nın rahle-i tedrisinden geçmiş Çerkes Ethem’in emrinde iç isyanları bastırmışlardır. Milli Mücadele’nin Ege’deki mutemet adamı Demirci Mehmet Efe yörede işlenmedik suç bırakmadığı için dağa çıkan bir eşkıyaydı, Milli Mücadele’de yer almak suretiyle suçlamalardan kurtulmuştu. Karadeniz bölgesindeki Rum ve Ermenileri mağaralara, gemi kazanlarına doldurup yakan ve adeta ödül olarak Mustafa Kemal’in Muhafız Alayı Komutanlığı’na atanan Giresun’lu Topal Osman, İkinci Grup lideri Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’i öldürecek, onun adamı Trabzon’daki kayıkçı kahyası Yahya ise TKP lideri Mustafa Suphi ve 14 arkadaşını katledecekti. Bu suçluların çoğu 1934 Soyadı Kanunu ile izlerini kaybettirdi. Böylece savaş ve Tehcir suçluları Cumhuriyet’in harcına katıldılar. Zaman içinde bu kişilerin çocukları, torunları arasında da devletin önemli görevlerine gelenler oldu. Böylece İTC zihniyeti bazı değişimler geçirmişse de günümüze kadar geldi.

sosyalizm