İkinci Yüzyılda Yanlış Cumhuriyet ve Kürt Sorunu

Hakan Tahmaz

Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğunun bakiyesi olduğu ezberi ülkemizde genel kabul gören bir belirleme. Bu belirleme 1923 model cumhuriyeti tam olarak açıklayamıyor.

Mustafa Kemal ve mücadele arkadaşları cumhuriyeti Osmanlı’dan geri kalan siyasal, sosyal ve kültürel mirasla bir “Sünni Müslüman Türk ulusu” yaratma mantığı üzerinde inşa etti. Tek ulus yaratma sürecinde Osmanlı’nın tarih sahnesinden silinmesini önlemek gayesiyle İttihat Terakkicilerin izini sürdüler. İttihatçılardan devralınan tenkil, tehcir ve mübadele yöntemlerini yeni biçimlerle uyguladılar.

Bu nedenle cumhuriyetin birinci yüzyılında geleneksel merkez sağ ve merkez sol siyaset aklı, Osmanlı’nın siyasi, sosyal, kültürel mirasını bugüne kadar hiçbir zaman reddetmedi, muhasebesini yapmadı. İmparatorluğun tebaasının yerine millet, vatan edebiyatı, Saray bürokrasisi geçti. Her daim Osmanlı mirasını ‘kutsayan ve araçsallaştıran’ tutumlarla güç devşirildi.

Buna, bir tür cumhuriyetle modern insanlığın gelişiminin bir sonucu olan siyasal, sosyal ve kültürel değerlerden, demokrasiden uzak, devlet ve toplumun alaturka inşası da denebilir.

19. yüzyılın sonu ila 20. yüzyılın başlarında uluslar ‘modern’ devletleşirken, Osmanlı’nın dağılma sürecinde jakoben bir tarzda devlet kuran Osmanlı askerleri; devletlerine asimilasyon, tehcir, imha, inkar, mübadele ve sürgün gibi politikalarla ulus yaratmaya koyuldular.

Bitemeyen ulus yaratma siyaseti

Türkiye cumhuriyetinin yüz yıllık tarihi, bir anlamda bu kesimlerin direniş ve yok edilme tarihleridir. Etnik, kültürel, inançsal azınlıklar, zorunlu sürgün, tehcir, mübadele ve katliamla, büyük ölçüde cumhuriyetin kurucu ‘felsefesi’ uğruna, bu topraklardan sökülüp atıldılar.

Siyasal İslamcıların talepleri ve tepkileri, çok partili dönemin sağcı

iktidarları tarafından ve esas olarak son yirmi yıllık AK Parti döneminde bir ölçüde yumuşatıldı/karşılandı. Siyasal İslamcı hareket bizzat onun çocuğu tarafından sistemle barıştırıldı, devletin güçlü ortağı oldu.

Ama bu sorun demokratik muhtevada makro bir toplumsal çözüme kavuşturulmuş değildir. Aksine iktidar, toplumdaki seküler, dindar Sünni gerilimini, çatışmasını gündemde tutan, siyasal ranta dönüştüren siyasetle, toplumsal kutuplaşmayı derinleştirerek her kesimde ciddi ve derin toplumsal kaygıya yol açtı. Mevcut iktidarın hoyratlıkları, sıradanlaşan kötülüklerinin ulaştığı boyutun toplumda yarattığı gelecek kaygısına ve farklı toplumsal fay hatlarında oluşan keskin kutuplaşmaya dönüştü.

Cumhuriyetin ilk yüzyılında bu sorunlar etrafında yaşanan büyük toplumsal kalkışmalar, kırılmalar ve toplumsal olaylar devlet için baş edilemez bir seyir izledi. Devlet menşeili sayısız toplu katliamlar, kayıplar, cinayetler, suikastlar, yangınlar yaşandı. Kürtlerin, azınlıklıkların ve Alevilerin sorunları ise büyük ölçüde olduğu yerde duruyor.

Bu yazının esas konusu olan Kürt meselesinde ne halde olunduğuna geçmeden önce kısa da olsa bazı tarihi hatırlatmalarda bulunmak, mevcut sorunu kavramayı kolaylaştıracaktır.

Arka plan hatırlatması

Kürt topraklarının 1639 Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla ikiye, 1923 Lozan anlaşmasıyla dörde bölünmesinin ortaya çıkardığı Kürt sorununun yakıcı ve ağır yükünü Türkiye yüz yıldır taşıyor.

İlk bölünme, Osmanlı Sultanı Yavuz Selim’in, Şah İsmail’e karşı kazandığı savaşın sonunda yaşandı. Kürt topraklarının büyük yarısı Osmanlı hudutları içerisinde kaldı.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında 24 Temmuz 1923’te İsviçre’nin Lozan kentinde; İngiltere, Fransa, İtalya, Romanya, Yugoslavya, Yunanistan ve Türkiye arasında imzalanan anlaşmayla Kürt toprakları dört parçaya bölündü.

Bu antlaşma uyarınca, 490.000 km2 olan Kürt topraklarının 230.000 km2’si (yüzde 45’i) Türkiye’ye, 170.000 km2’si İran’a, 75.000 km2’si Irak’a, 15.000 km2’si Suriye’ye bırakıldı. Türkiye’ye bırakılan topraklar Türkçe isimleriyle sıralarsak şunlardır; Adıyaman, Ağrı, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Antep, Hakkari, Kars, Malatya, Muş, Mardin, Siirt, Tunceli (Dersim), Urfa, Van vilayetleri.

Lozan anlaşmasını Türkiye adına imzalayan kişi İsmet İnönü’ydü. İsmet İnönü anılarında “biz Lozan’daki konuşmalarımızda, milli davalarımızı ‘biz Türkler ve Kürtler’ diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik” diye anlatır.1

Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları kurtuluş savaşı verdiği 10 Ağustos 2020 tarihinde, İtilâf Devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu hükûmeti arasında Fransa’nın başkenti Paris’e yakın Sevr banliyösünde imzalanan Sevr antlaşmasında, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı tanınmıştır. 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması uygulamaya konulduğundan Sevr Antlaşması geçerliliğini kaybetti. Yani İngiltere, Fransa, İtalya, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan, Sevr antlaşmasındaki imzalarını geri çektiler.

Mustafa Kemal 6 Ocak 1923 tarihinde İzmit’te yaptığı basın toplantısında, “Ayrı bir Kürtlük düşünmektense, anayasamız gereğince zaten bir tür mahalli özerklikler oluşacaktır. O halde hangi vilayetin halkı Kürt ise onlar da kendi kendilerini özerk olarak idare edebileceklerdir” biçiminde konuşmuştur.2

Parantezi, bu iki hatırlatmayı da yapmış olarak kapatalım. Keza daha sonraki bölümde aktaracağım 20 yıllık AK Parti iktidarının Kürt politikasında, kurucu felsefenin izlerini sürmek kolaylaşacak.

Kürt isyanları ve direnişleri

Türkiye cumhuriyetinin ilk yüzyılı bir yönüyle yeni ‘tip ittihatçılığa’ karşı Kürtlerin direniş ve isyan tarihi oldu. İttihatçıların “tenkil, tehcir ve mübadele” yöntem ve anlayışlarının değişik biçimlerde zuhur ettiği yüzyılı geride bırakmaya hazırlanıyoruz.

Osmanlı döneminin son günlerinde patlayan Koçgiri isyanı (1920-Koçgiri) sonrasında yaşanan 29 silahlı kalkışma, daha çok yerel ve Osmanlı döneminden kalma özerkliği koruma, yeni sisteme uyumsuzluk nedeniyle başlayan muhafazakâr liderlerin önde olduğu inanç unsuru ağır basan isyanlardı. Cumhuriyetin kuruluşunun ilk on yılında yaşanan büyük Kürt yıkımlarıydılar.

Belli başlı Kürt isyanları şunlardır: Nasturi isyanı (1924-Hakkari), Jilyan isyanı (1926-Siirt), Şeyh Sait isyanı (1925-Bingöl-Muş-Diyarbakır), Seit Taha ve Seit Abdullah isyanı (1925-Şemdinli), Reşkotan ve Reman isyanı (1925-Diyarbakır), Eruh’lu Yakup Ağa ve oğulları (1926-Pervani), Güyan isyanı (1926-Siirt), Haco isyanı (1926-Nusaybin), I. Ağrı isyanı (1926), Koçuşağı isyanı (1926-Silvan), Hakkari-Beytüşşebab isyanı (1926), Mutki isyanı (1927-Bitlis), II. Ağrı isyanı, Biçar harekatı (1927-Silvan), Zilanlı Resul Ağa isyanı (1929-Eruh), Zeylan isyanı (1930-Van), Tutaklı Ali Can isyanı (1930-Tutak-Bulanık-Hınıs), Oramar isyanı (1930-Van), III. Ağrı harekatı (1930), Buban aşireti isyanı (1934-Bitlis), Abdurrahman isyanı (1935-Siirt), Abdulkuddüs isyanı (1935-Siirt), Sason isyanı (1935-Siirt) ve Dersim isyanı (1937-Tunceli).

Son Kürt isyanı olarak da adlandırılan PKK ise son 45 yılın konusu. Bu dönemde gelişen Kürt siyasal hareketleri, önceki isyanlardan/kalkışmalardan birçok açıdan farklıdır.

1960 darbesi öncesi Kürt aydınlarının çeşitli dernekler, dergiler, gazeteler faaliyetleriyle başlayan seküler Kürt uyanışının zirve yapışı, Kürt hareketini kitleselleştirdi. 1975 yılından sonra Rızgarı, Kawa, DDKD, Özgürlük Yolu gibi ondan fazla kitleselleşen Kürt sosyalist yapılardan, 12 Eylül Askeri darbesi sonrasında ayakta kalmayı ve güçlenmeyi başaran yalnızca PKK olabildi: 21. Kürt isyanı Kürt sorunu inkârının sonunu getirdi.

“Kürt sorunu yok, terör sorunu var”

2013-2015 çözüm süreci sonrasında AK Parti iktidarı, Türk milliyetçileri ve statükocu Kemalistler, ülkede Kürt sorunu olmadığı, terör ve devletin beka sorunu olduğu fikrinde, politikasında buluştular.

AK Parti lideri, ‘biz sorunu çözdük’ tanımlaması yaparak bu sorunu din (Müslüman) kardeşliği meselesine hapsetti. Diğerleri ise zaten Kürtleri yıllardır etnik (Türk) kardeşliğine hapsediyorlardı.

Başka bir ifadeyle, Cumhuriyet kurulduktan sonra, 1924-1934 yılları arasında 10 yıl boyunca Adalet Bakanlığı yapan Mahmut Esat Bozkurt’un ve 4. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in tarihi sözlerinde billurlaşan; inkarcı, tek tipçi Kemalist Türk milliyetçiliğinin çözüm arayışı, 2009-2015 döneminden sonra, yeniden tebarüz ettiği, iktidarın, üniter Türk devletinin yol haritasını belirleyen politik bir çizgi özelliğine kavuştu.

Bu iki siyasetçinin Kürt inkârını ifade eden iğrenç, tipik ve veciz sözleri, Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleneksel Kürt politikasının özetidir:

1930 yılında Ağrı’daki Kürt ayaklanmasının ardından şu sözleri söylediği rivayet edilir: Dost, düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler; bu memleketin efendisi Türklerdir. Saf Türk ırkından olmayanların Türk vatanında tek bir hakları vardır: Türklere hizmetçi olma, köle olma hakkı …. ‘EniyiKürtölüKürt’tür’ sözlerindençokaçık anlaşılmaktadır.3

– Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt

Kürt diye bir millet yoktur. Sizler hepiniz Türksünüz. Anlayışlı olunuz. Memleketi parçalamak isteyenlere karşı birleşiniz. Muzır propaganda yapanların yüzüne tükürünüz.4

– 1960 Askeri Darbe Yönetimi Milli Birlik Komitesi Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 4. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel; Diyarbakır ziyareti sırasında (kendisi de bir Kürt’tür).

Özetle, 1950’ye kadar devlete egemen olan bu zihniyetin inkârcı, asimilasyoncu, imhacı ve bastırmacı politikaları devam etti. Kürt feodallerinin muhafazakâr özellikli kısa süreli ayaklanmaları ve isyanları sayısız katliamlarla, sürgünlerle bastırıldı.

Türkiye çok partili döneme geçtiğinde Kürt uyanışı da karakter değiştirdi. Üniversite öğrencilerinin, yazarların, çizerlerin dernek, cemiyet gibi oluşumları ve çeşitli yayın faaliyetleri yaygınlaşmaya başladı. Bu durum devlet siyasetinde bir değişikliğe yol açmadı. Nitekim, döneme damgasını, 1959 yılında 49’lar adıyla anılan Kürt aydınlar davası vuracaktı.

1960 askeri darbesi sonrası yeni anayasayla getirilen kısmi örgütlenme özgürlüğünün bir yansıması da bu konuda olmuştu. Birinci Türkiye İşçi Partisi’nde, Doğu Kültür Dernekleri’nde örgütlenen Kürtler, Doğu Mitingleriyle, Kürt siyasal rönesans dönemini başlattılar.

Bu süreç 1980 yılına geldiğinde Kürt sol ulusal hareketi, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi yanlış temellerde çok parçalı bir yapı halini almıştı. İlk kez Kürt siyasi yapılar Diyarbakır, Batman ve Ağrı gibi yerlerde yerel seçimleri kazandılar.

27 Kasım 1984 Şemdinli baskını olarak tarihe geçen, PKK’nin silahlı eylemleriyle başlayan içinde bulunduğumuz dönemin başlarında PKK’nin güçlenmesini tetikleyen en önemli etken, 12 Eylül 1980 askeri darbe yönetiminin Kürt siyasal uyanışına karşı uyguladığı, toplumda dehşet saçan Kürt düşmanı politikalar oldu. Diyarbakır askeri cezaevi müdürü Esad Oktay Yıldırım’ın tarihe geçmiş insanlık dışı dışkı yedirme, işkence, falaka dayağıyla İstiklal Marşı söyletme ve aç bırakma gibi uygulamaları bu dönemin politikalarının karakterini iyi özetlemektedir.

Bu yeni dönem birçok açıdan Kürt hakları mücadelesinde köklü değişiklere, yeniliklere yol açtı. Bunlar kısaca şöyle özetlenebilir.

1990’lar

1970’lerin çoğulcu Kürt hareketinin, sol, sosyalist yapılarının birçoğu, anaakım Kürt hareketinin hegemonyasının ağır baskısı altında etkisizleşti, mücadele sahnesinden silindi. Silahlı mücadele Kürt mücadelesinin bütün alanlarını etkisi altına aldı.

Kürt bölgesinde ekonomik, feodal, sosyal yapıda, ilişkilerde son 40 yıldır büyük değişim, dönüşüm yaşandı.

Savaş ve çatışma koşullarının dayattığı zorunlu göç, köy boşaltmalar ve Kürtlerin yerinden yurdundan olmaları nedeniyle yaşanan yoğun nüfus hareketliliği, Türkiye’de Kürt sorununda toprağa bağlı çözümden hızla uzaklaşılmasına yol açtı.

Anaakım Kürt hareketi, dünyada eşi benzeri olmayan bir biçimde, dünyanın 169 ülkesinde varlığından söz edilen, çok parçalı bir siyasal hareket olma noktasına ulaştı.

1980’lerde Türkiye’nin sorunu olan Kürt ve PKK sorunu, 1990’ların ortasından itibaren dünya gündeminin en önemli konusu ve meşguliyeti oldu. Uluslararası kurumlar, hükümetler ve kamuoyu tarafından Türkiye, insan hakları ihlalleri ve savaş suçları nedeniyle yoğun eleştirilere, araştırmalara ve kısmi yaptırımlara tabi tutuldu.

Kürt uyanışının sınıfsal, kültürel, sosyal ve siyasal yönleriyle toplumsallaştığı bu süreçte, demokratik siyasal mücadele alanında, kültürel, medya ve sanat başta olmak üzere hemen hemen her alanda, Kürt örgütlenmeleri ve çalışmaları çokça ve çoğulcu bir biçimde yaygınlaştı. Aynı zamanda bu dönem, uluslararası savaş hukukunun da yoğun bir biçimde ihlal edildiği, cezasızlığın ülke hukukunda kendine yer bulduğu bir dönem oldu.

Kürt uyanışı

Bu dönemde ise Kürtler için bir tarih bilincine, kolektif siyasal özne olma bilincine ulaşmanın çetin yolculuğuna çıkış süreci yaşandı. Alınan mesafeyi kavramak için, sanıyorum son Newroz’a bakmak gerekiyor.

Hapishaneler Kürtlerle dolu, iki dönemdir belediyelerine kayyım atanıyor, partileri (HDP) kapatılmaya çalışılıyor, Kobani kumpas davasıyla bine yakın demokratik Kürt siyasetçi tutuklandı, belediye başkanları ve milletvekilleri de tutuklu. Demokratik siyasetin yolu fazlasıyla daraltılmış olsa da Newroz’da Türkiye’de tek özgür kesimin Kürtler olabildiği açıkça görülüyor.

Kürtler güvenlik ve korku bariyerlerini yıkmış durumdalar. Tahayyüllerinin özgürlüğüyle adeta Türkleri de özgürlüğe davet ediyorlar.

Kirli Savaş

Bu uyanışın ilk dönemini doğru kavramak ve devletin 1990’lı yıllardaki Kürt politikasını anlayabilmek için 3 Kasım 1990’da Susurluk soruşturması kapsamında cezaevine giren tetikçi özel timci Ayhan Çarkın’ın ‘Çiller’li yıllar’ itiraflarına göz atmak yeterli olacaktır.

Ayhan Çarkın’ın “vur dediler vurduk, öldür dediler öldürdük” dediği yılların Başbakan’ı Çiller, Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, İçişleri Bakanı Mehmet Ağar ve Meral Akşener’di. Çarkın’ın itirafları için T24 Genel Yayın Yönetmeni Doğan Akın’ın kısa hatırlatma yazısına göz atmakta yarar var.5

Ya da dönemin Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın hazırladığı Susurluk Raporu ile TBMM Genel Kurulu’nun 17.02.1993 tarihli 65’inci bileşiminde kurulan ama hiçbir zaman Meclis tarafından görüşülmeyen Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Raporu’na bakmak gerekir.6

Devletin resmi arşivindeki bu belgeler; Kürt çatışmasının veya savaşının, birçok eksiğiyle ve sansürlenmiş haliyle, nasıl bir bataklığa, hukuksuzluğa ve ırkçılığın pis sularına saplandığını gösterir. Mafya, polis, siyaset, asker, sivil bürokrasi ilişkisinin ülkeyi cehenneme çevirmesinde oynadığı etkin role dair bir senaryo gibidir.

Gazeteci Belma Akçura’nın aktardığına göre, devlet 1924-2007 yılları arasında, Kürt sorununun değişik boyutlarını ve konularını içeren 70’in üzerinde benzer raporlar hazırlamış ve 30 bölge kapsamında ekonomik kalkınma planı yapılmıştır.7

Hatta Belma Akçura aynı kitapta, 1990’ların ikinci yarısında MGK kararıyla devletin kasasında tutulmaya devam edilen bir filmden de söz ediyor ki bu konuya daha sonra döneceğim.

Aslında 1990 başında, devletin güvenlik bürokrasisinde, tek başına bunlarla sonuç almanın imkânsızlığı görüldüğünden olacak ki, farklı arayışlara girildi. Bir taraftan içeride ve sınır dışında yoğun şekilde kara ve hava askeri operasyonları, tutuklamalar sürerken diğer taraftan Kürt mücadelesinin gelişimini durduracak yeni mekanizmalar devreye sokulmaya çalışıldı.

Devletin PKK filmi, ilk Çalıştay ve Özal’ın girişimi

Bu mekanizmaların en bilineni, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın isteği doğrultusunda, danışmanı yazar Cengiz Çandar’ın girişimi ve Irak Yurtsever Kürt Partisi lideri Celal Talabani’nin aracılıyla, 16 Mart 1993’te PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Lübnan’ın Bekaa kentinde düzenlediği basın toplantısında ilan edilen tek taraflı ateşkestir. Böylece ilk kez güvenlik merkezli bir arayıştan uzaklaşma eğilimi ortaya çıktı, güçlü çözüm arayışı gündeme geldi. Özal’ın ani ölümü ve PKK yöneticisi Şemdin Sakık’ın Bingöl karayolunda 33 silahsız askeri katletmesi sonucunda bu girişim ilerletilemeden sonlanmıştı.8

Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, faili meçhullerin en yoğun yaşandığı 1992 yılında Diyarbakır’da “Kürt realitesini tanıyorum” sözünü ettikten kısa bir süre sonra, Ankara’da Politik Psikoloji Merkezi’ni kurdu.

Merkezin kurulma amacı, çatışma ve savaşta üstünlük sağlamanın toplumsal, siyasal zeminlerinin geliştirilmesidir: Kürt isyanı bastırılamıyor, daha da büyüyerek ülkeye ve hatta dünyaya yayılıyordu.

Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğine bağlı Merkez, pasif konuma geçtiği 1997 yılına kadar Başbakanlık Basımevi’nin bastığı “Etnik Terörizmin Psikolojisi”, “Politik Psikoloji” ve “Sovyetler’deki Politik Değişim ve Yeni Etnik Yapılanma” konulu üç kitap yayınladı.

Merkez, ilk kez 1993 yılında, Kürt sorunu kapsamında kapalı bir Çalıştay yaptı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakan Tansu Çiller’in de katılımı ile PKK eylemlerine karşı alınacak önlemleri görüşmek üzere, Ankara’da üç gün süren bir çalıştay düzenlenmesi amaçlanmıştı.

Toplantıyı Devlet Bakanı Yıldırım Aktuna yönetti. Katılımcılarıysa oldukça ilginçti: Politik savaş psikolojisi uzmanı Prof. Namık Volkan (ABD), biri general olmak üzere yedi ABD subayı, Milli İstihbarat Teşkilatı’nı temsil eden dört kişi, değişik üniversitelerden 10 kişilik bir heyet. Kürtlerden de 1. TİP milletvekili ve Genel Sekreteri Dr. Tarık Ziya Ekinci, eski Bakan Şerafettin Elçi ve Avukat Mehmet Ali Aslan’dan oluşan üç kişi davet edildi.9

Toplantı başkanı terörle mücadele dışında bir konunun konuşulmasına izin vermiyor, sık sık müdahale ediyordu. Kürt aydınlarının, Kürt sorununun farklı boyutlarını dile getirmelerinden rahatsız oldular. MİT yetkilileri ise Kürt aydınların ağzından çıkacak sözlere kulak kesilmiş görünüyor, anlamaya, dinlemeye çalışıyor gibi davranıyorlardı. Avukat Mehmet Ali Aslan’ın aktardığına göre, Kürt sorununun çözümüne/halline MİT ve güvelik bürokrasisinden katılanlar, siyasetçiler ve akademisyenlere kıyasla daha hazırlıklıydı.

Hükümet tarafı toplantıdan memnun ayrılmadı. Kürt aydınları, terörle mücadele konusunda hükümetin derdine derman olacak bir tutum sergilememişlerdi. Birkaç benzer denemenin de başarısız olmasıyla birlikte, 1995 yılında Politik Psikoloji Merkezi’nin kurumsal varlığına son verildi. Hükümet, Kürt aydınlarının tanınmış simalarını PKK’ya karşı mücadelede yanına almak konusunda istediği sonucu elde edememişti. Böylece, Cumhuriyetin kuruluşunun ilk çeyreğinden bugüne özünde pek bir değişiklik yapılmadan uygulanan “tedib” ve “tenkil” hareketlerini hem ülke içinde hem de komşu ülkelerin topraklarında sürdürmeye devam etti. Sözlük anlamı ’yola getirmek, terbiye etmek, uslandırmak’ olan tedib ve ‘kamuya zararlı kişi ya da topluluğu, başkasına korku ve ibret verecek biçimde cezalandırmak, ortadan kaldırmak’ anlamındaki tenkile karşılık gelecek şekilde; binlerce kişi zorla göç ettirildi, köy yakmalar ve failli belli cinayetler yaşandı, insan kaçırmalara, tacizler, tecavüzler ve çocuklara dâhi uygulanan işkencelere tanık olundu, askeri operasyonlar düzenlendi. Birleşmiş Milletler sözleşmesine ve başka bir dizi uluslararası hukuka göre savaş suçu sayılan uygulamalar her alanda yaygınlaştı. Türkiye bu dönemde işlenen çeşitli savaş suçları nedeniyle daha sonraki yıllarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde sayısız kere mahkûm edildi.

Kürtlerin siyasal mücadelesinin gelişip güçlenmesi, yaygınlaşması ve nihayetinde toplumsal harekete dönüşmesi ve sosyal, kültürel, siyasal ya da inanç gibi akla gelebilecek her alanda kurumsallaşıp kök salması ve kitleselleşmesi de yine aynı dönemde oldu. Kürt hareketi o günden bugüne hâlâ Türkiye’nin gündemini ve yönünü belirleyen bir konumda seyrediyor.

Irak Kürdistan Bölgesi’nde Birinci Körfez savaşıyla başlayan süreç ise yol açıcı oldu. ABD’nin Irak’ı işgaliyle Irak’ta Kürtlerin anayasal statü elde etmesi süreci hız kazandı. Suriye’deki vekâlet savaşında yaşananlar sonrasında ise artık Kürtlerin bölgede eskisi gibi yaşamalarının imkânsız olacağı ortaya çıkmıştı. Kürtlerde dünya genelinde bir siyasal, kültürel bilinç sıçraması yaşandı.

1990’lı yılların son çeyreği, Kürt uyanışının ve mücadelesinin yeni bir evreye taşınmasını da dayatıyordu. Kürt hareketinde tek taraflı ateşkesler, muhataplık arayışı ve demokratik siyasete yoğunlaşma gibi yönelimler öne çıkmaya başladı. Ama başbakanların ‘Kürt realitesini tanıyoruz, AB yolu Diyarbakır’dan geçer” gibi söylemlerine rağmen “devlet ve siyaset aklı” değişmiyordu.

Cumhuriyetin birinci yüzyılı, Türklüğü ihya etme, güçlendirme stratejisi sorgulanmaya cesaret edilmeden tamamlandı. İtirazlar ve isyanlar ise hâlâ sürüyor.

MİT ve Emre Taner

Bunun açık bir itirafını 16 Kasım 2016 tarihinde, 15 Temmuz darbe girişimi vesilesiyle TBMM’de kurulan Araştırma Komisyonu’na atanan MİT’in önceki dönem müsteşarı Emre Taner yapmıştır. Taner, Diyarbakır doğumludur ve teşkilata 1967 yılında katılmıştır. Bursa ve İstanbul Bölge Başkanlığı yaptı, 1994 yılında Müsteşar Yardımcısı, 15 Haziran 2005 tarihinde ise başkan oldu. Görev süresi dört kez uzatıldı, 26 Mayıs 2010’da emekliye ayrıldı.

Emre Taner, bir TBMM Araştırma Komisyonu Üyesinin “Oslo sürecinde neden başarılı olunamadı” sorusuna, “Dağda emeklilik yok, dağda ölüm var, yanaşmak istediler fakat olmadı. Önlerine doğru dürüst bir yol haritası koyamadık” yanıtını verdi.10

Konuşması bir yönüyle sarsıcı bilgiler içermektedir. Mesela PKK yöneticileriyle bizzat kendisinin de görüştüğünü açıkladı, “İnsanlar ölüyor, bir ortak akla ihtiyaç var, bu HDP olabilirdi” dedi ve Oslo sürecinin yani farklı ülkelerin Kürt sorununun çözümüne yönelik uluslararası konferans düzenleme girişimlerinin sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getireceği için bozulduğu gibi değerlendirmeler yaptı.

Aslında Taner’in MİT’in 80. Kuruluş yılı münasebetiyle 6 Ocak 2007 tarihinde düzenlenen törende yaptığı açıklama bugünkü sürecin taşlarının döşenmesine ışık tutar mahiyettedir. AK Parti’nin bugün girdiği siyasal rotayı doğru kavramak için, sözü edilen konuşmaya Google baba üzerinden de olsa ulaşmak önemli bir katkı sunacaktır.

Bütün bu belgelerden çıkarılacak en önemli sonuçlardan birisi, MİT’in devlet aklına, Kürt sorununda yeni bir arayış fikrini sokmuş olduğudur. Hedefinin ise Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi değil, silahlı PKK varlığına bir an önce son verecek bir yol bulmak ve Kürt siyasal hareketini etkisizleşmek olduğu anlaşılmakta. Bir anlamda, askeri operasyonlarla sonuç almanın imkânsızlığı kavranmış ve kabul edilmiş oluyor. Ancak günümüz Türk siyaseti ne yazık ki aynı noktada dahi değil. Emre Taner’in Meclis komisyonundaki konuşması da bunu ortaya koymaktadır.

Dünyanın birçok ülkesinde siyasilerin, askeri politikalarla sonuç elde etmenin zorluğunu kavradıkları anda bizdekilere benzer girişimleri başlatmak adına istihbarat örgütlerini veya güvenlik kurumlarını harekete geçirdiğini görebiliriz.

AK Parti iktidarının “Milli Birlik”, kardeşlik, Habur, Oslo ve çözüm süreçleri

Siyasal İslamcı AK Parti iktidarı 20 yıl boyunca, Alevi ve azınlıkların sorunlarında açılım denemeleri yaptı. Bunları, Türkiye’nin elli yıldır gerçekleştiremediği, Batı medeniyetiyle buluşma hayali olan Avrupa Birliği’ne girme müzakerelerinin başlarında sergiledi. Evrensel demokratik zihniyete sahip olunmadığından, diğer sorunlarda olduğu gibi bu sorunu da araçsallaştırdılar, geçici açılım denemeleriyle, algı yönetimiyle sınırlı tuttular.

Kürt meselesinde ise 1999-2015 yılları arasında yeni bir dönem ve dönüşüm süreci yaşandı. Bu dönem, Birinci Körfez Savaşıyla başladı. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkışı, yakalanması ve Irak’ın işgali, Kürt meselesinde inkârın bitişi ve bölgedeki Kürt savaşının yeni bir miladının başlangıcı oldu.

2000’li yıllarda Kürtlerin evrensel temel haklarını nasıl, ne zaman kullanacakları, bölge devletlerinin hangi yol ve yöntemlere rıza gösterecekleri, bölge gündeminin ön sıralarında yer alan meseleler arasındaydı. Bu dönem ‘Kürtlerin yüzyılı’ olarak tanımlandı. 2015’ten sonrası ise, Türkiye’de, Irak’ta ve Suriye’de Kürtlerle barış arayışları konusunda zorlu geçecek yıllar olacaktı.

Erbil referandumunun ardından, KDP-YNK iç gerilimi ve çatışması yeniden hız kazandı. Irak anayasası ihlal edildi, Kerkük fiilen Bağdat yönetimine bağlandı. Erbil yönetimi etkisizleştirildi. İran, ABD ve Rusya arasında; Suriye’de Kürtlerin fiili yönetiminin anayasal bir statü kazanmasını önleyecek ve Türkiye’nin beka sorununu merkezine alacak bir masa başı savaşı başladı.

Bütün bunlar, Türkiye’deki 1999-2015 yılları arasındaki çeşitli barış arayışlarının ve girişimlerinin sonuçlandırılamamasının bir sonucu olarak ortaya çıkıyordu. Bu barış arayışlarının yegâne amacı, PKK’nin bir an önce silahsızlandırılmasıydı.

Başarısız kalan her girişim, sorunun uluslararası bir nitelik kazanmasına daha fazla katkıda bulundu, diğer ülkelerin sürece doğrudan veya dolaylı yollarla (daha çok istihbarat örgütleri kanalıyla) dâhil olmalarına yol açtı.

1999 öncesinde ve PKK liderinin yakalanmasının ilk yıllarında tek taraflı ateşkes denemeleri yapılmıştı. Bu dönemi, AK Parti öncesi dönem olarak adlandırabiliriz. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal‘ın ve yine dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın girişimleriyle, devlet dışı kişi ve kurumlar aracığıyla sağlanan tek taraflı ateşkesler, devlet kurumlarının ve yapılarının direnişi nedeniyle, çift taraflı ateşkese dönüşemeden sonlandı.

Bunlar siyaset merkezli arayışlar ve yoklayışlardı. Asker veya MİT gibi güvenlik bürokrasisinin dahil olduğu arayış veya girişimler değildi. Asker ve MİT‘in, siyasi iradenin dışına taşan denemeleri ve yönlendirmeleri de farklı alanlarda devam etmekteydi. Bunları yoklama, tanıma, anlama olarak da ele alabiliriz.

Tutuklama sonrası ilk deneme ve başarısızlık

Kürt meselesindeki stratejik değişimin 1999 sonrası AK Parti döneminde gerçekleştiği söylenebilir. 1999 sonrasındaki gelişmelerin ve barış çabalarının neden sonuçsuz kaldığını anlamamız, barışın yeniden gündeme gelmesinin taşlarını döşemede bize çok şey anlatacaktır.

1999’da Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişi ile başlatılan ateşkes ve PKK’nın taktiksel isim değiştirmesiyle başlayan süreç 2004 yılına kadar devam etti, kamuoyuna mal olmuş barış arayışları gerçekleşti. Bu, askerin Öcalan ile kurduğu ilişkinin bir sonucuydu. Siyaset ise tamamen devre dışıydı.

Bu dönemde, askeri ve sivil güvenlik bürokrasisi PKK militanlarını ilk kez doğrudan, yani kendilerinden dinledi, anlamaya ve analiz etmeye çalıştı.

İmralı’da tutuklu olan Abdullah Öcalan, “Kürt sorununda barışçıl ve demokratik çözüm stratejisini” hem PKK’ye hem devlete anlatmaya çabalarken, Kürt meselesinde toprağa bağlı olmayan “Demokratik Cumhuriyet” çözüm önerisini gündeme getirdi.

Öcalan barış konusundaki samimiyetini gösterebilmek için, silahlı güçlerini koşulsuz olarak sınır dışına çıkarmıştı. Kısa bir süre sonra, Avrupa ve Kandil’den kadroların ‘barış ve demokratik çözüm grubu’ olarak Türkiye’ye gelmesini ve teslim olmalarını da sağladı.

Silahlı güçler sınır dışına çekilirken ciddi kayıplar verildi, barış grubu tutuklandı, süreç ilerletilemedi. İlk deneme başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

AK Parti döneminde barış arayışları

AK Parti 2002’de iktidar olduğunda, 1999 yılında başlayan tek taraflı ateşkes sorunlu bir biçimde devam etmekteydi. AB ile başlayan müzakerelerin estirdiği rüzgârla yaşanan bir dizi iyileşmeye rağmen, ateşkes siyasi muhatabını bir türlü bulamamıştı. İktidar partisinin barış meselesinde, ateşkesin oluşturduğu pozitif atmosfer nedeniyle kulağının üzerine yatması nedeniyle, Öcalan 2004’ün Haziran ayında ateşkesi sonlandırdı ve çatışma tekrar hız kazandı.

Bu süreçte asker, sivil bürokrasi ve siyaset “Öcalan’ı İmralı’da teslim aldığını ve PKK’nin yenildiğini” düşündüğü için, inkâr ve imha politikalarını sorgulama ve değiştirme ihtiyacı duymadı. Kürt meselesini bir “terör” sorunu olarak algılamayı sürdürdü.

2004 Mart’ında yapılan yerel seçimlerde Kürt demokratik siyasal hareketi ilk kez 4 il ve 32 ilçede belediye başkanlığı kazandı. Kürtler kendi yerel yönetimlerini oluşturdular.

Merkez siyasetteki büyük değişim ise 10 Haziran 2005 tarihinde, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 11 kişiden oluşan yurttaş heyetini kabulü sırasında söylediği, iki gün sonra Diyarbakır’da TOKİ Evlerinin açılış töreninde tekrarladığı, “Kürt sorunu vardır… benim de sorunumdur… Devlet bazı hatalar yapmıştır” sözleri ile başladı. “Kürt yoktur”, “Kürt sorunu yoktur” söylemi de böylece toplumda ve merkez siyasette gerileme, kırılma aşamasına geçti.

Diğer yandan, Kürdistan Federe Yönetimi’nin, Türkiye’deki bölünme fobisini güçlendiren bir algıya yol açacak tarzda kurgulandığı bir süreç ve barış arayışlarını zora sokan bazı gelişmeler de yaşanıyordu. Milliyetçiler, ulusalcılar, askeri ve güvenlik bürokrasisi her fırsatta, başbakanın açıklamalarından duyduğu rahatsızlığı dışa vurdu.

Kürt sorununda eski güvenlikçi politikaların AB ile müzakerelerde sıkıntılara yol açması ve silahlı eylemler, hükümeti yeni denemelere zorladı.

Siyaset ilk kez sahada

2008 yılının kış aylarında Kandil’e yapılan büyük askeri operasyon sonrasında, 2009 yılında, Oslo görüşmeleri olarak bilinen barış süreci başlatıldı. Kamuoyu bu görüşmelerden, 2011 Eylül’ünde basına sızdırılan belgelerle haberdar olmuştu.

Bu süreçte yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”nın çözüme olası katkısı, anadilde eğitim, silahların bırakılması, siyaset yapma koşullarının sağlanması gibi konular gündeme geldi.

Hükümetin “Demokratik açılım”, “Kürt açılımı” gibi isimlendirmelerle politika geliştirmeye çalıştığı, ‘Milli Birlik, Beraberlik’ dönemi diye adlandırdığı bu dönemde AK Parti, Kürt siyasetiyle ilk diyalogu kurdu, barış arayışına girişti.

Oslo görüşmelerinde üç ülke ‘üçüncü göz’ işleviyle yer aldı. Türkiye başbakanı ilk kez Kürt partisinin (Demokratik Toplum Partisi) genel merkezine giderek bir görüşme yaptı. Oslo görüşmelerinde, Başbakanlık müsteşarı ve MİT yetkilileri Kandil’den gelen PKK yetkilileriyle müzakere yaptı. Kandil’den gelen ikinci barış grubu üyeleri Habur’dan giriş yaptı ve tutuklanmadılar.

Ancak, milliyetçi ve ulusalcı toplumsal ve siyasi tepkiler ile asker ve sivil güvenlik bürokratlarının direnci süreci akamete uğrattı. Avrupa’dan beklenen ikinci grup gelemedi, Habur’dan giriş yapanlar bir süre sonra tutuklandılar.

Dönemi karakterize eden iki önemli gelişme yaşandı. Geleneksel askeri vesayetin gücü Ergenekon, Balyoz davalarıyla zayıfladı ve Gülen Cemaati ile AK

Parti arasında gerçekleşen güç paylaşımı su yüzüne çıktı.

Devam etmekte olan silahlı çatışmalar ve askeri, siyasi, hukuki operasyonlar, Oslo görüşmelerini takip eden süreçte oldukça şiddetlendi, son on yılın orta şiddetli çatışmaları zirve noktasına ulaştı.

PKK’nin eski askeri gücünü koruduğu ve Kürt hareketinin demokratik siyasette gelişim gösterdiği anlaşılıyordu. Bunu dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ 2010 yılında yaptığı bir konuşmada, “26 yılda güvenlik kuvvetlerinin PKK’yi beş defa bitirdiklerini ama hala var olduğunu ve askeri yöntem dışında bir şeyler yapılması gerektiğini” itiraf etmişti.

2013-2015 Çözüm Süreci: Çift taraflı ateşkes ve barış arayışı

Çatışma ve operasyonların yaygınlaşması ve 2012 yılı sonbaharında cezaevlerindeki açlık grevleri ile birlikte başlayan 2013-2015 çözüm süreci, birçok açıdan eski arayışlardan farklıydı.

Her şeyden önce, HDP ve MİT yetkilileri, hükümetin açık iradesiyle ve dahliyle, İmralı-Ankara-Kandil üçgeninde görüşmeler yürütüyordu. Kürt meselesinde ulaşılmış en güçlü çözüm ve barış fırsatı bu dönemde yaşandı.

PKK’nın silahsızlanmasından Kürt sorununun demokratik çözüm yollarına kadar birçok mesele tartışıldı. İlk kez, yeterli olmasa da yasal düzenlemeler yapıldı; müzakerenin çerçevesi, kurumları oluşturulmaya çalışıldı. Her şeyin ötesinde, oluşturulan 7 ayrı Akil İnsanlar Heyeti aracılığı ile, 81 ilde barış ve çözüm toplantıları düzenleniyordu. Tarihimizin en yaygın ve en kitlesel çözüm, yüzleşme zeminleri yaratıldı.

Kürt siyasal hareketi içeride ve bölgede ciddi etkiye sahip bir güç haline geldi. Ekim 2014’teki Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararları ile çözüm süreci bitirildi. Dolmabahçe’de 10 maddelik bir ortak açıklama yapıldığında aslında ortada bir çözüm süreci kalmamıştı. Açıklama, Abdullah Öcalan’ın süreci kurtarmak için başvurduğu son hamlesiydi.

Çözüm sürecinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardında birçok faktör vardır. Sürecin sonlandırılmasına, devletin ve Türk siyasetinin Kürt sorununu doğru biçimde idrak edememiş olması yol açtı. Devletin temel paradigması değişmediğinden, birçok ülkede olduğunun aksine, Türkiye’deki çözüm sürecinde devlet gereken değişimi sağlayamadı. Kürtlerin varlığı kabul edildi, ama en temel haklarını kullanmalarından korkan devlet ve siyaset aklı, değişimi göze alamadı.

Tarafların çözüme/barışa tam olarak hazır olmamaları, hedef ve amaçta birbirlerine yaklaşmayı, ortaklaşmayı önledi. Çözüm sürecinin yanlış mimarisi; yasal, kurumsal çerçevesinin, güvencesinin iki yıl boyunca netleştirilmemesi, kuralsız yönetilmesi, yasamanın ve sivil toplumun büyük ölçüde devre dışı bırakılması, barış arayışının kolayca sonlandırılmasına yol açtı.

HDP’nin 2015 seçimlerindeki başarısı, (Suriye’deki yeni durumla beraber) Kürtlerin ikinci bir özerk alana sahip olmaya doğru ilerlemeleri ve Erbil referandumu; Ankara’nın Kürt sorunu kaynaklı Beka kaygısını depreştirdi, çözüm/barış arayışlarından iyice uzaklaştırdı.

Ankara’nın terör, güvenlik, beka kıskacındaki Kürt politikası, barıştan uzaklaşmanın çok ötesine geçmiş durumda. Zira 2000’li yıllarda, Türklüğün iktidar eliyle yeniden ihya edilmesine hız kazandırıldı.

Türklerin, Kürtlerin karşılaştığı hukuksuzluklara, vatandaşlık haklarına dönük saldırılara güçlü ve yaygın rıza göstermesi bu sorunu daha da büyütüyor, Kürt meselesini bölgesel, küresel alana taşıyor. Türklerin Kürtlerden kopuşunu geliştiren politikalar izleniyor.

Kürt edebiyatının, dilinin, sinemasının, Kürt bilincinin festivallerde son 30 yıldır uluslararası bir boyut ve yaygınlık kazanmış olmasına rağmen sürdürülen bu toplumsal rıza ortaya bir de Türk sorunu çıkardı. Kürtlerin özgürlüğü fiilen güçlenirken, Türkler kendilerini milliyetçi rüzgârlara kaptırıp özgürlüklerini sınırladılar. Kürt sorununun çözümü, bir anlamda cumhuriyetin ikinci yüzyılında Türklerin özgürleşmesi sorununu da kapsayan çok daha geniş, köklü bir demokratikleşme sorununa dönüştü. Önümüzdeki dönemde, Kürt sorununun çözüm yolu, Türklerde siyasetin, toplumsal, sosyal, kültürel yaşamın özneleşmesinin nasıl gelişeceğine bağlı olarak da gelişecektir. Kürt hareketi bu gelişmeye katkı sunacak demokratik politikalarıyla sürecin kolaylaştırıcısı olabilir.

Türk siyaseti ve sokakları değişmek zorunda

2023 seçimlerine giderken, muhalefetin HDP’ye yaklaşımı; evrensel temel siyasal haklarını kamunun rızasıyla sınırlama anlayışının ve ayrımcı, güvenlikçi ve dışlayıcı politikalarının baskısı altında sürüyor. Bu, Türkiye için kaygı vericidir ve sürdürülebilir değildir.

Kürtler Türkiye’nin tarih boyunca hep ‘öteki’ durumundaydılar. AK Parti ve ortaklarının Kürtlerin “terörist” olarak anılmasına son verip eskiye dönüş yapması da bu yangını söndürmeyecektir.

Kaçırılan fırsatların yol açtığı düşünsel ve duygusal kırılmalar, diyalog ve müzakereyi daha da zorlaştırmakta. Barış için atılacak her adımın kutuplaşmanın panzehri olacağı unutulmamalıdır.

Türk siyasetinin çözüm için attığı adımları toplumun sahiplendiği/destek verdiği, çözüm sürecinde görülmüştür. Bir yıl önce Prof. Ayşe Betül Çelik, Prof. Evren Balta ve Prof. Mehmet Gürses’in Barış Vakfı için, KONDA Araştırma ve Danışmanlık verilerinin analizini yaparak hazırladıkları ”Kürt Sorununa Toplumsal Bakış” (2010 2022) başlıklı rapor, bu gerçeklikten hareketle, barışın olanak ve sorunlarına işaret etmektedir.11 Raporda siyasetin toplumsal algıyı ne derece belirlediği meselesi de verilerle kanıtlanıyor.

AK Parti ve ortakları Kürt uyanışını, Türk milliyetçi ideoloji ekseninde bastırmak için her yolu denediler, denemeye devam ediyorlar. Türkiye, cumhuriyetin ikinci yüzyılında bir yol ayrımında. İkinci yüzyılda, Kürtler, Aleviler ve azınlıkların yüz yıldır çözülemeyen sorunlarının yanı sıra ülkenin en öncelikli sorunlarının başında yer alan mültecilerin sosyal hakları konusu da doğayla barışık bir yol haritasına sahip olan yeni bir cumhuriyetin inşasını gerektirebilir.

Türk siyaseti, ikinci yüzyılın eşiğinde olduğu bu günlerde bu noktanın oldukça uzağındadır. 14 Mayıs seçimleri, sonuçları nasıl olursa olsun, yeni yüz yıl ve yeni cumhuriyet için, diğer konularda olduğu gibi Kürt meselesinde de dönüm noktası olacak.

Kürtlerden adım adım uzaklaşan iktidarın seçimleri kazanması durumunda, Kürt sorununun çözümünün ve barışın imkânı çok daha uzaklara savrulacak. Kaybetmesi durumunda, Türkiye’nin normalleşmesinin gelişim hızına, zamanına ve doğrultusuna paralel bir çözüm için yeni imkanlar doğması beklenebilir. Bu ihtimali gerçekleştirilebilir kılacak olan unsursa, Türk milliyetçilerinin, Kürt karşıtlarının ve Kürt demokratik siyasetinin TBMM’de hangi oranda temsil edileceğidir. Bu açıdan, Kürt demokratik siyasetinin güçlü bir şekilde temsil edilmesi tarihi bir öneme sahiptir. TBMM’de Kürtlerin temsiliyetinin yanı sıra, ikinci yüzyılda yeni bir cumhuriyete kapı aralayacak diğer bir siyasal güç de Türkiye sokaklarında, meydanlarında barışın, çözümün, eşitliğin ve onurlu yaşamın sesinin yükseltilmesine ve inşasına katkı sunacak demokratik toplumsal hareketlerin gelişmesidir.

Kemal Kılıçdaroğlu son üç yıldır ana muhalefet partisi lideri olarak Türk siyasetini, kendisinden beklenmedik ölçüde değişime zorluyor. Bunun ‘Türk sokaklarında’ bir demokratik değişim aşamasına ulaşması, demokratik toplumsal güçlerin bu çabayı doğru değerlendirmesiyle bir parça da olsa ilişkilidir. Ya da en azından bu fırsatın da 2013-2015 çözüm sürecinde olduğu gibi kaçırılmamasının, barışın çözüm isteyenler tarafından hafife alınmamasının, günümüz siyasal ve toplumsal dinamikleri bakımından son derece önemli olduğunu vurgulamak lazım.

Çözüm sürecinin Türk siyasetinde bıraktığı izler, ölümleri durması gibi kısmi toplumsal kazanımlar, bugün değişimin göz ardı edilemeyecek toplumsal dinamiklerini oluşturmaktadır. Aynı şekilde, Kemal Kılıçdaroğlu’nun iktidarın kutuplaştırıcı, düşmanlaştırıcı siyasetine karşı cumhuriyetin ötekileri olan siyasal İslamcı ya da Kürt siyasal mahallelerine el uzatması, kapsayıcı olma çabaları göz ardı edilemeyecek bir fırsat olarak ele alınabilir. Türk siyasetinin bu yolda yeni bir cumhuriyete ilerleyişini belirleyecek olan, demokratik halk hareketinin gelişim ivmesi olacak. Aksi durumda bugünkü siyasal kriz aşılamaz ve 2015’in son günlerindeki gibi, daha da milliyetçi bir otoriterliğe kulaç atılmaya başlanabilir.

Bu kritik süreçte 1923 model cumhuriyetin yüz yıllık muhasebesinin bir de bu açıdan yapılması ve cumhuriyetin kurucu felsefesinin kirlerinden arındırılması büyük bir mecburiyettir.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılında otoriter AK Parti iktidarından kurtuluşu, 1923 ruhunu çağırma seansları düzenlenmekte görmek ise sadece yeni felaketler doğurur. Bölgede, ülkede ve dünyada yaşananlar toplumsal ve siyasal bir değişimi zorunlu kılıyor.

Yüz yıllık Türk devleti aklının bölücü rolü, Türkiye toplumunun ayağında pranga işlevi görüyor. Çözüm, tüm toplumsal dinamiklerin hareketlenmesiyle gelecektir.

Dipnotlar:

  1. Göldaş İsmail, Lozan, Avesta Yayınları, sayfa 7, 2000.
  2. Göldaş, aynı eser, sayfa 12
  3. Adliye Vekilimizin Mühim Nutukları M.Esat Bey diyor ki Anadolu Gazetesi 19 Eylül 1930.
  4. 25.10.1960 tarihli Milliyet Gazetesi
  5. Akın Doğan, https://t24.com.tr/yazarlar/dogan-akin/devlet-icin-kursun-atan-serefli-katiller,3774
  6. TBMM Komisyon Raporu: https://www5.tbmm.gov.tr/sirasayi/ donem19/yil01/ss897.pdf
  7. Akçura, Belma, Devletin Kürt Filmi, Aytaç Yayınları, 2008
  8. Çandar, Cengiz, Mezopotamya Ekspresi Bir tarih yolculuk, İletişim Yayınları, 2012.
  9. Aslan, Mehmet Ali, Bir Onur Mücadelesi, İkinci Adam Yayınları, 2022
  10. Taner, Emre: https://www.aa.com.tr/tr/15-Temmuz-darbe-girisimi/eski-mit-mustesari-taner-eve-girdigimizde-gulenin-yatagi-daha-sicakti/682385
  11. Barış Vakfı: http://barisvakfi.org/kurt-soruna-toplumsal-bakis-2010-2022-baslikli-rapor-aciklandi/,

sosyalizm