Vakit Nakittir: Kapitalizm, Zaman ve Hız

Roni Margulies

Seksen Günde Devriâlem1 romanının kahramanı Phileas Fogg, arkadaşlarıyla oturmuş sohbet ederken iddiaya girerler. Londra’dan 2 Ekim 1872’de yola çıkacak, bütün dünyayı dolaşacak, 21 Aralık’ta, 80 gün sonra, tekrar oturdukları

yere dönecektir. Becerirse arkadaşlarından £20.000 (bugünün parasıyla $2,5 milyon) alacak, bir gün bile gecikirse kaybedecektir. Başından geçen tüm talihsiz olaylara rağmen, Fogg iddiayı kazanır.

Arzın Merkezine Seyahat gibi değildir Seksen Günde Devriâlem. Jules Verne bu romanda tümüyle gerçekçi bir yolculuk anlatır. Taşıt araçlarıyla ilgili hiçbir şey uydurulmamıştır. Phileas Fogg, Londra’dan trene biner, Manş Denizi’ni buharlı gemiyle geçer, indiği yerde tekrar trene binip İtalya’nın doğu kıyısında Brindisi’ye gider, vapura binip Süveyş Kanalı’nı geçerek Bombay’a ulaşır, oradan Kalküta’ya trenle gider, vapura binip Japonya’da Yokohama’ya geçer, başka bir vapurla Pasifik Okyanusu’nu aşarak Amerika’nın batı sahiline varır. California’yı New York’a bağlayan demiryolu üç yıl önce, 1869’da tamamlanmıştır; Fogg trene binip Amerika’yı bir ucundan diğerine aşarak New York’a varır, oradan da vapurla Liverpool’a gider. Ve yine trene atlayıp tam zamanında Londra’ya döner.

Phileas Fogg’un yolculuğu o kadar gerçekçidir ki, romanın yayınlanmasından kısa süre sonra Amerikalı cevval bir seyahat acentesi cevval turistlere aynı seyahati sunar!

Tarihçi Eric Hobsbawm, Phileas Fogg’un aynı yolculuğu 1872 yerine 1848’de yapması durumunda ne kadar süreceğini merak edip hesaplamıştır. O tarihte Avrupa’da az sayıda demiryolu vardır, kıtayı uçtan uca trenle geçmek mümkün değildir. Keza Amerika’da da demiryolları doğu ve batı sahillerinden ancak 300 km kadar içeri gidiyor ve birbirine bağlanmıyordur. Avrupa ve Amerika dışında ise hiçbir ülkede demiryolu yoktur. Dahası, deniz yolculuğu daha yavaştır ve üstelik Süveyş Kanalı’nın açılmasına daha 21 yıl vardır. Hobsbawm’un hesabına göre, 1872’de 80 gün süren devriâlem 1848’de en az 11 ay, yani dört kat daha uzun sürecekti! Bir başka ifadeyle, aynı seyahat 24 yılda dört kat hızlanmıştı.

Phileas Fogg’un gününde New York’tan Liverpool’a vapur yolculuğu 11-12 gün sürüyor, White Star denizcilik şirketi bunu bazı seferlerinde 10 güne indirebilmekle övünüyordu. Tam yüz yıl sonra, New York’tan Londra veya Paris’e uçakla 3,5 saatte gitmek mümkün oldu! İngiliz-Fransız ortak yapımı Concorde ve Rus yapımı Tupolev Tu-144 uçakları ses hızını aşarak (Mach 2.04) saatte 2.000 kilometre hız yapabiliyordu.

19.yüzyılın ortalarında başlayan ve günümüze kadar giderek hız kazanan hızlanmanın çok daha küçük ve daha güncel bir örneğini vermek gerekirse, kendi hayatımdan bir örnek vereyim. Lisenin son sınıfında, 1972 yılında, matematik öğretmenimiz bizi ertesi yıl Boğaziçi Üniversitesi adını alacak olan yüksek okulun bilgisayar bölümüne götürmüştü. Okulda bir tane bilgisayar vardı. Dev bir odanın bütününü kaplıyordu. “Doğum yılınızı yazıp kaç yaşında olduğunuzu sorun” demişler, ben de odanın bir ucundaki klavyeye “2015 yılında doğdum, kaç yaşındayım?” yazmıştım. Birkaç dakika bekledikten sonra, küçük bir ekranda “Daha doğmadın” cevabını almıştım. Birkaç dakika bekledikten sonra! Bugün ucuz ve eski bir bilgisayarın bile birkaç dakikada neler yapabileceğini anlatmama gerek yok elbet.

Intel yonga (mikroçip) şirketinin kurucusu Gordon Moore 1965 yılında yazdığı bir makalede2, her iki yılda bir bilgisayarlarda belli bir alana sığdırılabilen transistör sayısının iki katına çıkacağını yazar. Transistörün ne iş yaptığını bilmeyenlerimiz için söylersek, Moore bilgisayarların hızının ve kapasitesinin her iki yıl iki katına çıkacağı tahmininde bulunmuştur. Doğruluğu artık kanıtlanmış olan bu tahmin bugün Moore Yasası olarak adlandırılıyor ve hâlâ geçerli. Ama gelişme hızı Moore’un beklediğinden de yüksek: İki yılda değil 18 ayda iki katına çıkıyor bilgisayarların hızı, 55 yıldır!

 

“Sonsuz Belirsizlik ve Hareket”

Niye? Ses hızından daha hızlı gitmek, her yıl daha hızlı bilgisayarlar kullanmak ihtiyacı nereden geliyor? Yolculuktan üretime, iletişimden gündelik hayata kadar her şeyin 150-200 yıldır sürekli hızlanması nereden kaynaklanıyor?

İki kelimeyle ifade etmek gerekirse, “kapitalizmin doğasından” diyebiliriz. Daha ayrıntılı bir cevap vereceksek, Marx ile başlamak gerekir.

Marx ve Engels, 1848’de kaleme aldıkları Komünist Manifesto’nun3 en başında konuya şöyle girer: “Burjuvazi, tarihsel olarak, son derece devrimci bir rol oynamıştır.”

Burjuvazinin “devrimci” olarak tanımlanmasının temelinde üretim araçlarını (ve bunun sonucunda insanlığın toplam üretim kapasitesini) sürekli geliştirmesi yatar. Bunu yaparken, iktidara gelişinden önceki tüm  inançları, değerleri ve hayat tarzlarını tasfiye eder ve bunların yerine ticaret, kâr, değişim ve hızı yeni değerler olarak dayatır. Şöyle anlatır Marx ve Engels:

Burjuvazi, üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve onlarla birlikte tüm toplumsal ilişkilerde sürekli olarak devrim yapmaksızın var olamaz. Bunun tam tersine, daha önceki tüm sanayi sınıflarının ilk varoluş koşulu eski üretim tarzlarının değişmeksizin korunması idi. Üretimde sürekli dönüşüm, tüm toplumsal koşulların aralıksız sarsıntıya uğratılması, sonsuz belirsizlik ve hareket, burjuva dönemini tüm öncekilerden ayırt eden özelliklerdir. Tüm yerleşik ve sabitleşmiş ilişkiler, doğurdukları eski değer yargıları ve görüşlerle birlikte silinip gider, yeni oluşanlarsa daha kemikleşemeden eskir. Katı ve kalıcı olan ne varsa buharlaşır, kutsal olan her şey kirlenir ve bayağılaşır, ve insan nihayet gerçek yaşam koşullarına ve diğer insanlarla arasındaki ilişkilere ayık kafa ve açık gözlerle bakmak zorunda kalır.

“Dönüşüm”, “sarsıntı”, “belirsizlik”, “hareket” ve hız kendi başlarına amaç değil elbet. Bunlar burjuvazinin sermaye birikimi ve azami kâr peşinde koşarken sınır tanımamasından, daha çok kâr etmek için daha çok üretmek ve daha çok metayı pazara daha hızlı ulaştırıp paraya çevirmek amacıyla üretimi, tüketimi ve yaşamı sürekli dönüştürme, değiştirme, hızlandırma özelliğinden kaynaklanıyor.

“Burjuvazinin özelliği” ifadesini biraz açmak gerekir. Burada sözünü ettiğimiz sınıfsal bir özellik, bireysel bir özellik değil. Sürekli kâr-yatırım-kâr peşinde koşmak burjuva bireyin insanî bir özelliği, insan olmasından kaynaklanan bir özelliği değil, kapitalist olmaktan gelen bir özelliğidir. Birey olarak burjuva, yatırım yapmamayı seçebilir, kârını cebine atıp kişisel zevkleri için harcamayı (veya hatta işçilerine dağıtmayı) seçebilir. Böyle yaptığı takdirde, yatırım yapan rakiplerine karşı zayıf duruma düşecek, bir süre sonra pazar payını kaybedecek, zarar etmeye başlayacaktır. Sonuç olarak ya şirketini kapatmak zorunda kalacak ya da şirketi rakiplerine kaptıracaktır. Her iki durumda da zevkine düşkün (veya işçilerini seven, iyi kalpli) bir birey olarak varlığını sürdürebilir, ama artık kapitalist olma özelliğini kaybetmiştir. Kapatmak veya satmak zorunda kaldığı şirketi (yani sermayeyi) devralan rakipleri kapitalizmin gereklerini uygulayacak ve kâr-yatırım-kâr döngüsünü devam ettirecektir. Sermaye kapitaliste değil, kapitalist sermayeye hizmet ediyor gibidir. Sermaye, birey olarak kapitalistten bağımsız, kendi mantığını ve dinamiğini dayatan bir güç gibidir adeta.

Bu nedenledir ki, “iyi patron – kötü patron” ayırımı anlamsızdır; işverenlerin “erdemli insan” veya “iyi Müslüman” gibi davranmalarını talep etmek gerçekçi değildir; işçilerin belli bir işletmeyi devralıp “işçiden

 

 

 

yana” bir kooperatif olarak yönetme girişimleri her zaman hüsranla sonuçlanır, ya eskisi gibi yönetmek zorunda kalırlar ya da batarlar. Önemli olan kapitalizmin mantığıdır çünkü, kapitalistin kişisel özellikleri değil.

Devam etmeden önce, “Burjuvazi, üretim araçlarında sürekli olarak devrim yapmaksızın var olamaz” ifadesini de biraz daha açalım. Örnek olarak tarım ve gıda sektörüne bakalım.4 Birleşmiş Milletler’in Gıda ve Tarım Örgütü’ne (FAO) göre, dünyanın toplam gıda üretimi 1938 ile 1950’lerin sonları arasında yüzde 60 oranında arttı; 1950’lerin sonları ile 2001 arasında ise yüzde 100 arttı. Üstelik bu artışlar sürekli azalan sayıda tarım çalışanı tarafından gerçekleştirildi. Örneğin Amerika’da 200 yıl önce çalışan nüfusun yüzde 95’i tarımda çalışırken, bugün bu oran yüzde 2. Yine Amerika’da, 1940’ta bir çiftçinin üretimi 19 kişiyi doyurabilecek düzeydeyken, bugün her çiftçi 155 kişinin gıda ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar üretim yapıyor. Bu muazzam üretim artışları sonucunda, yine FAO’ya göre, bugün dünyanın toplam gıda üretimi toplam dünya nüfusunu kolayca besleyecek düzeyde.

“Üretim araçlarında sürekli olarak devrim yapmak” sonucunda elde edilen bu üretim hızı, insanlığın elindeki maddî olanakların bu sınırsız hızla çoğalması, bu bolluk, Marx ve Engels’in “Burjuvazi, tarihsel olarak, son derece devrimci bir rol oynamıştır” demesinin nedeni. Ama takdir edilecektir ki Komünist Manifesto burjuvaziyi övmek amacıyla yazılmış bir metin değil, kapitalizmi devirmeyi amaçlayan bir örgütün manifestosu. Kapitalizmin niye devrilmesi gerektiğini anlatan bir metin.

Gıda örneğinden devam edersek, evet, burjuvazinin “devrimciliği” sonucunda bugün toplam gıda üretimi toplam nüfusu kolayca besleyecek düzeyde. Besliyor mu? Hayır. FAO rakamları 2016 yılında dünya nüfusunun yüzde 11’inin kronik açlık koşullarında yaşadığını gösteriyor. Bu oran Latin Amerika’da yüzde 15’e yakın (520 milyon kişi), Afrika’da yüzde 20 (243 milyon kişi). Her beş Afrikalı’dan biri aç.5 Herkesin beslenmesi mümkün, ama herkes beslenmiyor. Üretim araçlarını geliştirerek herkesin beslenmesini tarihte ilk kez mümkün kılan kapitalizm, aynı zamanda, herkesin beslenebilmesini engelleyen üretim ilişkilerini yaratıyor. Marx bunu şöyle ifade eder:

Gelişmenin belli bir aşamasında, toplumun maddî üretim güçleri o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkileriyle (ya da bu ilişkilerin hukuksal ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileriyle) çelişmeye başlar. O güne kadar üretim güçlerinin gelişme biçimleri iken, bu ilişkiler, üretim güçlerinin gelişmesini engelleyen zincirlere dönüşürler. O noktada bir toplumsal devrim çağı başlar.6

Toplumun maddî üretim güçleri (traktörden tohuma, suni gübreden sulama yöntemlerine) herkesi doyurabilecek koşulları yaratmış durumda, fakat üretim ilişkileri (mülkiyet ilişkileri) bunun gerçekleşmesini engelliyor. Yüz milyonlarca insan aç, gıda mevcut, fakat kapitalizmin üretim ilişkileri uyarınca hem mülksüz hem işsiz (yani parasız) olan kişilerin gıdaya erişmesi mümkün değil.

Burjuvazinin “devrimciliğinin” birinci sorunu bu: Gıda üretimi müthiş düzeylere yükseltiliyor, ama insanı beslemek amacıyla değil kâr etmek amacıyla yükseltildiği için açlık ortadan kalkmıyor. İkinci sorun, kâr amacıyla yapılan tarımın çevre, ormanlar, doğal yaşam, toprak ve su kaynakları üzerindeki tahribat etkisi.7

Üçüncü ve bu yazıda asıl ilgilendiğim sorun, gıda tüketiminin başına gelenler. Kapitalizm açısından önemli olan, gıdanın kalitesi ve insan sağlığına etkisi değil, önce üretiminin kârlı olması, sonra da ürünün hızlı tüketilmesidir. “Fast food” (“hızlı yemek”) kavramını kapitalizmden bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir.

Fast food sektörünün devi McDonald’s 2014 yılında Florida’da dükkânlarına giren her müşteriye siparişlerini verdikten sonra bir kronometre veriyordu. Ismarladığı hamburger 60 saniye içinde önüne gelmediği takdirde, müşteri dükkâna bir daha geldiğinde aldığı ürünlerden birini bedava almaya hak kazanıyordu. Sınırlı bir süre için uygulanacağı ilan edilen bu sistem devam etti mi, başka eyaletlerde de uygulandı mı, bilmiyorum. Ama McDonald’s bu girişimi duyururken, Amerika’da hamburger sektörünün bütününde dükkâna girmek ile hamburgeri eline alıp ısırmak arasında geçen ortalama süre (sırada bekleme ve sipariş verme süresi dahil) 181 saniyeydi. Sektör kaygılıydı, çünkü bir önceki dönemde bu süre 173 saniyeyken giderek uzamıştı!

Sektörün bir başka devi, pizzacı Domino’s, 1979 ile 1993 arasında, telefonla sipariş edilen pizzaların 30 dakikada teslim edileceği, edilmezse bedava olacağı taahhüdünü veriyordu. Pizzaları müşteriye zamanında ulaştırmaya çabalayan Domino’s kamyonlarının 1992 ve 1993’te yaptığı iki kaza bu taahhüdün sona ermesine yol açtı. Uzun mahkemeler sonucunda, Domino’s ilk kazada ölen bir kadının ailesine 2,8 milyon dolar ödemek zorunda kaldı. İkinci kazada yaralanan bir kadına ödenen ceza 78 milyon dolar olunca, şirket “Yarım saatte pizza” garantisini kaldırdı.

Hindistan’da 118 şehirde 552 dükkânı ve 20.000 çalışanı olan Domino’s Hindistan şirketinin CEO’su pizzaların 30 dakikada nasıl adrese teslim edildiğini şöyle anlatmış: Siparişin telefonla alınmasından pizzanın hazırlanıp fırına girmesi dört dakika; fırında geçen süre altı dakika; kesme, paketleme ve şoföre verme beş dakika; dükkândan eve en fazla sekiz dakika – toplam 23 dakika. Yedi dakika da hata payı kalıyor.

Fast food sektörünün dünya çapında toplam geliri yılda 570 milyar dolar. (Dünyadaki en zengin 25 ülke hariç, tüm diğer ülkelerin her birinin millî gelirinden daha yüksek bir rakam). Sadece Amerika’da 200.000 fast food restoranı var ve bunlar her gün 50 milyon Amerikalıya hizmet veriyor. Amerika’nın nüfusu 320 milyon kişi olduğuna göre, her gün nüfusun yaklaşık altıda biri “hızlı yemek” yiyor! Sattığı yemeklerin kalitesi, lezzeti, temizliği, sağlıklılığı ile değil hızı ile övünen bir sektörün ürünlerini yiyor.8

 

Üretimde ve Dağıtımda Hız

Sermaye, belli bir ücret karşılığında emek gücü istihdam eder, üretim sürecinde bu emek gücü aldığı ücretten daha fazla değer üretir, üretilen ürün (ve artı değer) üreten işçiye değil sermaye sahibine aittir; artı değer sermaye sahibinin kârına denk düşer. Bu sürecin sonunda kâr üretilmiştir, ama henüz kâra dönüşmemiştir. Dönüşebilmesi için, ürünün piyasaya çıkması ve satılması gerekir. Satıldığı noktada kâr gerçekleşir, devre tamamlanmış olur ve yeniden başlar. Yeniden ve daha fazla kâr edebilmek amacıyla, yeniden ve daha fazla sermaye birikimi için. Marx’ın dediği gibi, “Biriktir, biriktir! Budur işte Musa ve peygamberler.”

Bu süreçte iki aşama vardır: Ürünün üretilmesi ve üretim yerinden alıcıya ulaştırılması. Daha sık ve daha fazla kâr etmek açısından bunların ikisinin de daha hızlı, daha hızlı ve daha da hızlı yapılması gerekir. Şöyle basit bir örnek düşünebiliriz: Avrupa’da bir ürünün üretimi altı ay sürer ve Hindistan’daki pazara ulaştırılıp satılması da vapurla altı ay sürerse, yılda bir kez kâr edilir. Aynı ürün yeni teknolojilerle bir ayda üretilip uçakla Hindistan’a bir günde ulaştırılırsa, yılda on iki kez kâr edilir. Kapitalizm, üretim süreçlerinin sürekli geliştirilmesini, işçilerin daha çok ve daha verimli çalışmasını, ulaşım yöntemlerinin sürekli hızlandırılmasını gerektirir.

Üretimin ve dağıtımın hızlandırılmasına ayrı ayrı bakalım.

 

Üretimin Hızlandırılması

Bir işgünü içinde daha fazla ürün elde edilebilmesinin üç yöntemi vardır: İşçinin daha gelişkin makineler kullanması, daha uzun saatler çalışması, daha disiplinli/etkili çalışması. Bunlardan birincisi, daha gelişkin makineler, yani teknolojinin sürekli geliştirilmesi, burjuvazinin insanlığın üretim kapasitesini inanılmaz boyutlara yükseltmiş olmasının kökenidir. İşgününün uzunluğu ve çalışma disiplini ise, sermaye ile işçinin bir işyerinde bir araya geldiği ilk günden beri sınıf mücadelesinin en temel ve doğrudan konuları olmuştur.

İngiltere’de Sanayi Devrimi’yle, 1801’de köylerdeki ortak alanlarla meraların özel mülkiyete geçirilmesi ve aç kalan köylülüğün şehirlere göçüp fabrikalara doluşmak zorunda bırakılmasıyla başlayan dönemde, işgünü 10 ile 16 saat arasında değişiyor ve haftada altı gün çalışılıyordu.9 İşgününü kısaltma mücadelesi işçi sınıfının ortaya çıkmasıyla hemen hemen aynı anda başlamıştır. Ütopik sosyalist Robert Owen 1810 yılında on saatlik işgünü talebini ileri sürmüş, 1817’de bunu sekiz saate indirmiş ve “Sekiz saat iş, sekiz saat eğlence, sekiz saat dinlenme” sloganını kullanmıştır. Sekiz saat talebini Birinci Enternasyonal de 1866 kongresinde benimsemiştir. İşgününün kısaltılması İngiltere’de 19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca süren ve sendikaların kurulmasıyla taçlanan mücadelelerin de başlıca taleplerinden biri olmuştur. Fransız işçi sınıfı 1848 devrimlerinin hemen ardından 12 saatlik işgününü “kazanmış”, ama sekiz saatin kazanılması çoğu Avrupa ülkesinde ancak 20. yüzyılın ilk yarısında başarılabilmiştir. Kapitalizmin bu kadar uzun süre direnmesini anlamak zor değil: Üretilmesi sekiz saat süren hayalî bir ürün düşünürsek, işçinin günde 16 saat yerine sekiz saat çalışması bu ürünün günde iki tane üretilirken günde bir tane üretilmesi, yani üretim hızının yarıya düşmesi anlamına gelir.

İşgününün kısaltılmasına direnmenin yanı sıra, kapitalizm robot gibi hızlı ve verimli çalışan bir işçi sınıfı yaratabilme hayalinden de hiç vazgeçmemiştir. Bunu sağlama girişimlerinden en iyi bilineni “bilimsel yönetim” adıyla da anılan Taylorizm olmuştur.

Amerika’da Midvale Çelik Şirketi’nde ustabaşı olarak çalışan Frederick W. Taylor, 1877 yılında, yönetimi altında çalışan işçilerin üretmeleri gerektiğini düşündüğü ürün miktarının yaklaşık üçte birini ürettiklerine kanaat getirir ve bu sorunu “bilimsel” olarak çözmeye girişir. Bir işçinin yapması gereken işi mümkün olan en küçük parçalarına bölüp her bir parçanın kaç saniyede yapılabileceğini saptayarak işin ne kadar sürede tamamlanması gerektiğini belirlemeyi amaçlar. Özetle, 1940’lardan sonra fast food sektöründe gerçekleştirilen (ve yukarıda örneklediğim) zaman yönetimini başta demir çelik sektörü olmak üzere ağır sanayi işletmelerine uygulamaya çalışır. Taylorizm 1880’lerden 1920’lere kadar çok revaçta olmuş, daha sonra başka isimler altında ve farklı yöntemler kullanılarak etkisini sürdürmüş ve her zaman işçi sınıfının açık ve gizli direnişiyle karşılaşmıştır. (“Gizli” direniş derken, sabotaj, çaktırmadan iş yavaşlatma, ayak direme gibi yöntemleri kastediyorum).

 

Dağıtımın Hızlandırılması

Ürünlerin dağıtımının hızlandırılması, konuyu tekrar Seksen Günde Devriâlem ve Phileas Fogg’a getirir. Demiryollarından önce İngiltere’de taşımacılığın yaygın bir kanal ağı yoluyla yapıldığını, kanal teknelerinin motorlu olmadığını, karada yürüyen atların kalın halatlarla bu tekneleri çektiğini düşünürsek, trenlerin kâr ve sermaye birikimi açısından ne kadar önemli olduğunu kavrayabiliriz. Keza, İngiltere’den başlıca sömürgesi Hindistan’a gönderilen bir malın 19. yüzyılda (hava koşullarına ve geminin hızına bağlı olarak) denizde dört ile altı ay arası bir zaman geçirdiğini düşünmek hem demiryollarının hem hava taşımacılığının kapitalizm açısından önemini ortaya koyar. Marx konuyu şöyle özetler:

Girdiği biçimlerin birinden diğerine geçerken sermayenin yol aldığı devreler dolaşımın bölümlerini oluşturduğuna göre ve bu bölümler belli zaman süreleri aldığına göre (uzamsal mesafe bile zamana indirgenir; önemli olan, piyasanın uzamda ne kadar uzak olduğu değil oraya hangi hızda – yani ne kadar zamanda – ulaşılabildiğidir), dolaşımın hızı, ne kadar sürede başarılabildiği,… sermayenin belli bir zaman süresi içinde kaç kez gerçekleştirilebildiğinin belirleyicilerinden biridir.10

 

Ve

Demek ki sermaye bir yandan karşılıklı ilişkilerin (yani mübadelenin) önündeki tüm uzamsal engelleri yıkmaya ve dünyanın tümünü piyasa olarak fethetmeye çabalarken, bir yandan da bu uzamı zaman ile imha etmeye, yani bir yerden bir yere hareket hâlinde geçirdiği zamanı en aza indirmeye çabalar.11

Sonuç olarak, hız bir insan ihtiyacı değil kapitalizmin bir ihtiyacıdır. Her alanda olduğu gibi, bu alanda da kapitalizmin tek bir önceliği vardır: Kâr. Kâr oranlarını yükseltmek için üretimi ve dağıtımı hızlandırırken bu hızlanmanın (ve hızlanmak için yapılanların) diğer etkileri kapitalizmin ilgi alanının dışındadır. İnsan sağlığının, çevrenin, gezegenin ve gezegeni bizimle paylaşan diğer canlıların bu hızlanmadan nasıl etkilendiği kapitalizmin kâr-zarar hesaplarının dışında kalır. Kapitalizm insan sağlığına zararlıdır. İnsan toplumunu başka ve tümüyle farklı bir biçimde örgütlemenin zamanı gelmiştir.

 

Dipnotlar:

4 Konuyu fast food’a getirmek istediğim için gıda örneğini veriyorum, ama sanayi sektöründeki hızlı gelişme ve üretim tarımdakini gölgede bırakır elbet. Bazen 1898 doğumlu olan dedemin hayatını düşünürüm. Doğduğunda ve çocukluğunda, yirminci yüzyıla girerken, telefon, otomobil, uçak, televizyon, buzdolabı, çamaşır makinesi, sinema, bilgisayar yoktu. Yüzyılın sonuna doğru 1990’da öldüğünde bunların hepsini kullanıyordu. Bütün bunlar bir insan ömrü içinde geliştirildi, üretildi ve piyasaya sürüldü!

5 FAO, 2017, s. 7.

6 Çeviriyi kendim yaptım, ama kaynak şu: Marx,

7 Kapitalist tarımın çevre üzerindeki etkisi gezegenin geleceği açısından canalıcı olan, ama bu yazının sınırlarını çok aşan bir Burada sadece değinip geçiyorum. Ama bana en çarpıcı gelen örneklerden biri, ilkokul günlerimde dünyanın dördüncü büyük gölü olarak adını ezberlediğim Aral Gölü’nün (eskiden Sovyetler Birliği’ndeyken şimdi Kazakistan ile Özbekistan arasında), çevredeki pamuk tarlalarının sulanması için kullanılması sonucunda, bugün artık kurumuş, ortadan kalkmış olması.

8 Hamburger sektörünün nasıl çalıştığı, McDonald’s gibi şirketlerin tarladan dükkâna kadar üretimin tüm aşamalarına nasıl hakim olduğu gibi konularda çarpıcı bir kitap: Schlosser,

9 Bu dönemde İngiltere’de işçi sınıfının ortaya çıkışı, iş ve yaşam koşulları ve mücadeleleri hakkında Engels’in eşsiz klasiği muhakkak okunmalıdır: Engels,

10 Karl Marx, Grundrisse’den alıntılayan Tomlinson, 2007, s.

11 a.g.e., s. 5-6.

 

Kaynakça

Engels, Friedrich, 2013, İngiltere›de Emekçi Sınıfların Durumu, Ayrıntı Yayınları.

FAO, 2017, The State of Food Security and Nutrition in the World.

Marx, Karl, 2011, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara.

Marx, Karl ve Engels, Friedrich, 2018, Komünist Manifesto, çev. Celal Üster ve Nur Deriş, Can Yayınları, İstanbul.

Moore, Gordon E., 1965, “Cramming more components onto integrated circuits”, Electronics.

Schlosser, Eric, 2002, Hamburger Cumhuriyeti – Amerikan Fast Food Kültürünün Karanlık Yüzü, Metis Yayınları, İstanbul.

Tomlinson, John, 2007, The Culture of Speed: The Coming of Immediacy, Sage Books, Londra.

Verne, Jules, 2016, 80 Günde Devrialem, çev. Pınar Güzelyürek, İthaki Yayınları. İstanbul.

Enternasyonal Sosyalizm