Kemalizm ve sosyalizm: Anti-emperyalizm, laiklik ve işçi sınıfı

Roni MARGULİES

Birkaç yıl önce, yaşça benden büyük, 12 Eylül döneminde uzunca hapis yatmış bir sosyalistle tartışıyordum. Konu dönüp dolaşıp kemalizme geliyordu. Duyduğu derin Mustafa Kemal sevgisini paylaşmadığımı fark ettiğinde, konuştuğum arkadaş “Ne yani?” dedi, “Padişahlık daha mı iyiydi? Cumhuriyet kurulmasa mıydı? Şeriat’tan laikliğe geçilmese miydi? Kadınlara oy hakkı verilmese miydi? Ben kemalistim kardeşim, sen ne dersen de.”

Fransa’da böyle bir tartışma oluyor mudur diye düşündüğümü hatırlıyorum: “Fransız Devrimi iyi bir şey miydi? İyiydi. Kralın devrilmesi, cumhuriyete geçilmesi iyi miydi? İyiydi. O zaman ben Robespierreciyim!” Bildiğim kadarıyla bütün Fransız sosyalistleri Fransız Devrimi’nin olumlu bir şey olduğunu düşünür, ama hiçbiri kendini Robespierreci olarak tanımlamaz, Robespierre’in düşünceleriyle sosyalizm arasında bir akrabalık olduğunu iddia etmez. Sorulsa, şöyle derler herhalde: “Robespierre iyi ve başarılı bir burjuva devrimcisiydi, iyiydi, güzeldi, ama ben sosyalistim, işçi sınıfının iktidarı için mücadele ediyorum; o başka, bu başka.”

Türkiye’de ise, kemalizmin bir tür “sol” olduğu, sosyalizm ile en azından bir akrabalığı olduğu veya hiç olmazsa “ilerici” bir akım olduğu inancı Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren ülkedeki tüm muhalefet hareketlerine ve her tür muhalif düşünceye nüfuz etmiş ve dolayısıyla parlamentodan silahlı mücadeleye kadar siyaset sahnesinin bütününü şekillendirmekte önemli bir unsur olmuştur.

Türkiye siyaset sahnesinde kendisini Atatürkçü olarak tanımlamayan, kemalizmle arasına çizgi çekme ihtiyacı duyan hemen hemen hiçbir kurum veya kişi olmadığına ve bu yelpaze AK Parti’den “devrimci” örgütlere, Süleyman Demirel’den Doğu Perinçek’e çok büyük bir siyasî çeşitlilik içerdiğine göre, kemalizmin muğlak ve değişken bir şey olduğu düşünülebilir. Örneğin, 1991 yılında yaptığı bir söyleşide Mete Tunçay şöyle der: “Sonradan bir efsane çıkarıldı, ‘sahte Atatürkçüler ve öz Atatürkçüler’ ayrımı yapıldı. Mesela Cumhuriyet gazetesi kendisinin ‘öz Atatürkçü’ olduğu vehmindedir, ama 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü yapanlar ‘sahte Atatürkçüler’dir, Atatürkçülükten yararlananlardır. Aralarında bazı vurgu farkları var, ama ben bunların o kadar abartılmaya elverişli olduklarını düşünmüyorum.”1 Örneğin Atatürk sevgisi, Kara Harp Okulu’nda yoklama yapılırken Mustafa Kemal’in okul numarasının okunup “İçimizde” diye bağırılmasından ve boyunun uzun, sesinin kalın olduğunu kanıtlama çabalarından, Deniz Gezmiş’in cezaevinden babasına şu sözleri yazmasına kadar uzanır: “Baba, Sana her zaman müteşekkirim. Çünkü kemalist düşünceyle yetiştirdin beni… Küçüklüğümden beri evde devamlı Kurtuluş Savaşı anılarıyla büyüdüm. Ve o zamandan beri yabancılardan nefret ettim… Baba, biz Türkiye’nin ikinci kurtuluş savaşçılarıyız…”

Kemalizmin çok geniş bir siyasî yelpazenin ortak paydası olması, “sahte Atatürkçü” ile “öz Atatürkçü” ayırımının yanı sıra, “Atatürkçü” ile “kemalist”, “milliyetçi” ile “ulusalcı” gibi ayrıştırma çabalarını gerekli kılmıştır. “Ulusalcılık” diye bir kavramın icat edilmesi, zaten tüm diğer verilerden bağımsız olarak bir sorun olduğunu gösterir: Solun bir kesimi has kemalistlerle has milliyetçilerden kendini ayırdedebilmek için Arapça kökenli “milliyetçilik” kelimesi yerine bire bir eşanlamlı öztürkçe bir kelime uydurmak zorunda kalmıştır. Her defasında “Onlarla aynı şeyleri söylüyoruz, ama yanılmayın, biz sağcı değil solcuyuz” demek zahmetli olacağına göre, yeni bir kelime yaratılmış (ve bu arada Mustafa Kemal’in dil devrimine de bir selam çakılmıştır). Burada açıklanması gereken, kendini sosyalist olarak tanımlayan ve has milliyetçilerden tümüyle ayrı olması gereken bir hareketin niye sadece dilbilimsel açıdan ayırdedilebilir olduğudur.

Kemalizmin ilericiliği ve kemalizmle sosyalizm arasındaki akrabalık inancı Türkiye siyasetinin tanımlayıcı garipliklerinden biridir. Nüfusun hemen hemen bütünü tarafından “sol parti” olarak düşünülen ve kendisini “sosyal demokrat” olarak tanımlayan CHP’den en keskin devrimci örgütlere kadar, Türkiye solunun çok geniş kesimleri şu veya bu ölçüde, ama muhakkak bir ölçüde, kemalizmden etkilenir, kemalizmle barışıktır, kemalizmin olumluluğunu temel alır, bu temel üzerinden ilerler. “Türk sosyalisti” önce kemalisttir, sosyalistliğini bu temel üzerinde kurar. (Mihri Belli bunu şöyle ifade eder: “O dönemin [1930’ların] ulusal gururunu körükleyen sloganlar, bizim duygularımızı da ifade ediyordu… O ulusal gurur [yani kemalizm] beni derin bir anti emperyalist görüşe vardırdı. Oradan da Marksizm’e zaten bir adım…”2)

Bu kemalist temelin hiç sorgulanmadan kabullenilmesinin iki ana nedeni vardır. Türkiye solu kemalizmi aslen anti-emperyalizm ve laiklik olarak algılar ve bu iki unsur Türkiye solunun sosyalizm anlayışının da temel sacayaklarını oluşturduğu için kemalizm sosyalizm yolunda önemli bir aşama (ve hatta yolun önemlice bir bölümü) olarak görülür. Sosyalizm sınıfsal bir mesele, işçi sınıfıyla ilgili bir mesele değil millî bir mesele olarak anlaşıldığı için, kemalist cumhuriyetin kurulması, kurulan cumhuriyetin sınıf yapısından bağımsız olarak, anti-emperyalist bir zaferdir. Keza, dindarlık da toplumsal ve sınıfsal bir olgu değil, toplumsal koşullardan bağımsız olarak “gerici” bir olgu olarak anlaşıldığı için, laiklik kemalizmin ilericiliğinin en önemli kanıtıdır, “cumhuriyetin kazanımları” arasında en önemlisidir. Marksizm Türkiye’de “yurtseverlik”, “anti-emperyalizm”, “bağımsızlık” ve “laiklik” kavramlarıyla iç içe, kol kola yaşar; sınıf kavramıyla ilişkisi ise uzak ve soğuktur.

Adında “komünist” kelimesi geçen bir partinin (birkaç parçaya bölünmeden önce) 2008 yılı Cumhuriyet Bayramı’nda yayınladığı mesajda şöyle denir: Türkiye Cumhuriyeti, 85 yıl önce bağımsızlık, egemenlik, laiklik ve halk iradesine dayanma iddiasıyla yola çıktı. Arkalarına bağımsızlık mücadelesinin meşruiyetini alan kemalist kadrolar, Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan ederek tarihsel bir sıçramaya imza atmışlardır. Bu sıçramanın kendisi de, bağımsızlık, egemenlik, laiklik ve halk iradesine dayanma fikri de komünistler için bugün tarihsel değerini fazlasıyla korumaktadır… [Partimiz], Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu, bağımsızlık ve egemenlik için mücadelede pekişen yurtsever kimliğiyle selamlamaktadır… Türkiye bağımsız ve egemen bir ülke olma özelliğini çok ama çok uzun yıllar önce yitirmişti. Ancak bugün bağımsızlık ve egemenlik iddiasından da kurtulmak istiyorlar… Bugün laiklikten bir bütün olarak kurtulmak için düğmeye basılıyor.” 3

Aynı partinin 2011 tarihli 10. Kongre Raporu’nda şöyle denir: “[Partimizin] stratejisi ülkemizde Cumhuriyet’in bir tarihsel ilerleme olduğundan yola çıkmış, bu ilerlemenin bütün kazanımlarıyla tasfiye edilmesine karşı sergilenecek direnişin, işçi sınıfının sorumluluğu olduğuna işaret etmiş, sosyalizm mücadelesinin de ‘cumhuriyetin kazanımlarını’ bir sıçrama tahtası olarak değerlendirerek ileri taşınabileceğini savunmuştur.” 4

Bir başka sol partinin Genel Başkan Yardımcısı, bir başka sol örgütün internet sitesinde 2008’de yayınlanan yazısında şöyle der: “Gerçek anti-emperyalizm ve yurtseverlik ise solun tarihsel damarlarında mevcuttur… 68 kuşağının önderleri iddia edildiği gibi milliyetçi değil anti-emperyalisttir. İçsel bir olgu olan emperyalizme karşı savaşımda oligarşi diye nitelendirilen güçlerle tüm Türkiye halklarının ortak mücadelesini savunmuşlardır… Halkın kendi kaderini tayin edemediği, ülke yönetiminde hiçbir şekilde söz sahibi olamadığı, siyasetin emperyalist sistem içerisinde dizayn edildiği bir ortamda hangi demokrasiden söz edilebilir ki? Öyleyse bugün demokrat olmanın koşullarından birisi de bağımsızlıkçı antiemperyalist bir perspektife sahip olmaktır.”5

Burada iki sorun vardır. Biri kemalizmin gerçekte anti-emperyalist ve laik olup olmadığı, diğeri de bu iki unsurun sosyalizm anlamına gelip gelmediği.

Ulus-devletin kuruluş ideolojisi

Nüfuz ettiği siyasî yelpazenin genişliği nedeniyle, kemalizmin istendiği gibi yorumlanabilecek muğlak bir şey olduğu düşünülebilir, ama değildir. Kemalizm, Türk burjuva ulus-devletinin kuruluş ideolojisi ve o günden bu güne devletin resmî ideolojisidir.

Türk ulus devletinin kuruluşu, savaş ve işgal koşullarında gerçekleştiği için, yabancı ordulara karşı savaşmayı gerektirmiştir. Verilen mücadelenin bu en dar anlamıyla anti-emperyalist olduğu söylenebilir. Ancak, “muasır medeniyet” seviyesine ulaşmış devletleri (yani Batı Avrupa devletlerini) örnek ve model olarak alan kurucu kadroların aklında kurulması planlanan devletin niteliği hakkında en ufak bir kuşku yoktur: Kapitalist bir devlet ve sadece Türklerin devleti kurulacaktır. Bu, başta işçi/sosyalist muhalefet olmak üzere her tür muhalefeti bastırmayı ve Türk/ Müslüman olmayanları Türkleştirmeyi, mülksüzleştirmeyi ve/veya kovmayı gerektirmiştir.

Muhalefeti bastırma yöntemlerini Mete Tunçay şöyle anlatır: “Atatürk’ün halkçılıktan, geniş katılmalı bir demokrasiyi değil, yalnız anti-monarşizmi, statü ayrıcalıklarına düşmanlığı anladığı açıktır. Muhalefetten hiçbir zaman hoşlanmamış, muhaliflerin varlığına katlanmak zorunda kaldığı zamanlarda da, onlara adeta askerî bir taktik uygulamıştır. [Önce ‘sol’, sonra ‘sağ’] muhalefete karşı, önce bölmek ve bir bölümünü ele geçirmek, daha sonra öteki bölümünü aşırılığa iterek, en sonunda büsbütün yasaklatmak yöntemini izlemiştir… 1925’in ilk yarısından itibaren, Türkiye’de muhalefete ve dolayısıyla siyasete yaşama hakkı tanınmamıştır. Milletvekilleri onu [Atatürk’ü] değil; o, milletvekillerini bir bir seçmiştir.”6

Kurucu kadroların Türk/Müslüman olmayanlar hakkındaki görüşünü ise bizzat Mustafa Kemal 1923’te Türk Ocağı’nda Adana esnafına yaptığı konuşmada7 şöyle ifade etmiştir: “Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır. Gerçi bu güzel memleket eski asırlardan beri çok kere yabancı istilâlarına uğramıştı. Başlangıçta Türk ve Turanî olan bu ülkeleri İranîler zaptetmişlerdi. Sonra bu İranileri mağlûp eden İskender’in eline düşmüştü. Onun ölümüyle memleketler paylaştırıldığı zaman Adana kıtası da Silifkelilerde kalmıştı. Bir aralık buraya Mısırlılar yerleşmiş, sonra Romalılar istilâ etmiş, sonra Doğu Roma yani Bizanslılar’ın eline geçmiş, daha sonra Araplar gelip Bizanslıları kovmuşlar; en sonunda Asya’nın göbeğinden tamamen kaynayan Türkler soyundan ırkdaşlar buraya gelerek memleketi, geçmiş ve aslî hayatına iade ettiler. Memleket en sonunda yine gerçek sahiplerinin elinde karar kıldı. Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.

Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ise, 1930 yılında aynı konuda şöyle der: “Düne kadar vapurlarda, şimendiferlerde, memleketimizin bütün ticarî ve malî müesseselerinde kimler çalışıyordu ve bunlar kimlerin ellerinde bulunuyordu? Türk olmayanların değil mi? Bugün kimin elindedir? Türklerin… Bütün bunlar Cumhuriyet Halk Fırkası’nın mahsulüdür. Bağlar, bahçeler, hatta dağlar ovalar, mal, mülk, memleketin iktisadiyatı baştan başa Türk olmayanların elinde değil mi idi? Bugün bütün bunlar Türklerin eline geçti, bu da Cumhuriyet Halk Fırkası’nın siyasetinin semeresidir. Düne kadar yabancıların yanında amelelik yapan binlerce Türk’ün bağ, bahçe, mülk sahibi olduğunu az mı görüyoruz. C.H. Fırkası’ndanım, çünkü bu fırka bugüne kadar yaptıkları ile esasen efendi olan Türk Milleti’ne mevkiini iade etti. Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da bilsin ki bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.”8

Kemalizm, “bağlar, bahçeler, hatta dağlar ovalar, mal, mülk, memleketin iktisadiyatını baştan başa” ele geçirenlerin, Sivas ve Erzurum Kongreleri’nde temsil edilen ve kurulacak olan Ankara hükümetinin etrafında kenetlenen, 1923

İzmir İktisat Kongresi’nde ana talepleri kağıda dökülen9 Türk/Müslüman ticaret sermayesinin temel çıkarlarının ifadesidir. Kemalist “devrim”, gerçekleşme sürecinin ayrıntılarıyla değil, ama sınıfsal içeriği, amaçları ve sonuçlarıyla

19. yüzyıl Avrupa’sının burjuva devrimlerinden farklı değildir: Ülkenin (ve dolayısıyla piyasanın) sınırları çizilmiştir, millî eğitim müfredatı yazılıp uygulanmıştır, dil birliği sağlama doğrultusunda adımlar atılmıştır, ortak ve şanlı bir millî tarih uydurulup öğretilmeye başlanmıştır. Kısacası, ulus ve ulusal ekonomi yaratılmıştır.10 Bu sürecin herhangi bir yanına sınıfsal veya kültürel nedenlerle direnen tüm unsurlar silah zoruyla bastırılmış ve ta 1946 yılına kadar siyasetin dışında tutulmuştur.

Bütün bu süreci “bağımsızlık mücadelesi” olarak okumak da mümkündür, “burjuva ulus-devletinin kuruluşu” olarak da. Ancak, “bağımsızlık mücadelesi” olma özelliği, bir anlamda, “tesadüfî” bir özelliktir. Tarihçilerden özür dileyerek bir “hayalî tarih” denemesi yaparsak, kemalist devrim dünya savaşı koşullarında, çöken ve dağılan (ve az da olsa bazı toprakları işgal altında olan) bir imparatorluk çerçevesinde değil de örneğin yirmi yıl önce veya sonra gerçekleşseydi, “bağımsızlık” ve “anti-emperyalizm” söylemi hiç olmayacak, basitçe bir burjuva devrimi olarak tarihe geçecekti.11 Mücadele aslen emperyalizme karşı değil, monarşiye ve Osmanlı egemen sınıfına karşı verilmiştir. Ne ölçüde “kurtuluş” savaşı veya bağımsızlık mücadelesi olduğu kuşkuludur.

Yeni bir egemen sınıfın çıkarlarının ifadesi olan, yeni bir burjuva devletinin kurulma sürecini meşrulaştıran, halk tarafından kabullenilmesini sağlamayı amaçlayan, doğruluğunu ve kaçınılmazlığını anlatan ideolojiyi herhangi bir şekilde “sol” olarak düşünmek mümkün değildir. Zamanının bağlamında, yerine geçtiği ideolojiye, padişahlığa/ monarşiye kıyasla “ileri” veya “ilerici” olarak düşünülebilir, ama bu bizi ancak tarihçilik açısından ilgilendirebilir, sosyalist siyaset açısından değil.

Türkiye solunda yaygın olan emperyalizm anlayışı “büyük ülkeler küçük ülkeleri sömürüyor” basitliğinden öteye geçmez. Bu anlayışta emperyalizmin kapitalizmle, sınıf mücadelesiyle ilişkisi yoktur; “büyük ülkeler” ve “küçük ülkeler” vardır, “onlar” ve “biz” vardır, “yabancı” ve “millî” vardır. Kapitalizmle ve sınıf mücadelesiyle ilişkisi kurulmayan bir anti-emperyalizm basit bir yabancı düşmanlığı düzeyinde kalır; siyasetin aktörleri “Türkler”, “ülkemiz”, “vatanımız” ve “millî güçler” olur. Yabancıya karşı (hem 1920’lerde hem günümüzde) bağımsızlık mücadelesi veren bu millî güçlere, doğal olarak, “millî burjuvazi” ve elbette “ordumuz” dahildir.12 Dünyaya sınıfsal değil ulusal gözlüklerle bakmak, anti-emperyalizmi milliyetçiliğe indirger. “İşçi sınıfının vatanı yoktur” diyen Marx yanılmıştır; Türk işçisinin vatanı vardır ve bu vatanı millî burjuvazi ve millî ordu ile birlikte yabancıya karşı her koşulda savunur. Kemalizmin ve kemalizmden etkilenen Türk solunun anti-emperyalizmi milliyetçilikten ibarettir.

Devletin resmî ideolojisi

Yeni Cumhuriyet egemen sınıfının ideolojisi olarak kemalizmin dayattığı “sınıfsız, zümresiz kaynaşmış bir kitle”, tek millet, tek vatan, tek devlet, Türk’ün üstünlüğü, kahramanlığı, asker doğması, tarih boyunca şanlı devletler yaratma özelliği, dünya medeniyetlerinin kaynağı olması gibi unsurlar özgün değildir; bunlar tüm ulus ve ulus-devlet yaratma süreçlerinin ortak unsurlarıdır. Milliyetçilik, ırkçılık, milletin ve ırkın üstünlüğü iddiası Türk ulus-devletine özgü değildir. Özgün olan, yaklaşık bir yüzyıl önce kuruluş için gerekli olan bu ideolojinin bugün hâlâ aynı azgınlıkla, aynı silahlı yöntemlerle dayatılıyor ve savunuluyor olmasıdır.

Milliyetçiliğin, ırkçılığın, askeriyenin merkezî konumunun, yani kemalist kuruluş ideolojisinin yüz yıl sonra neden değişmeden sürüyor olduğunu ayrıntılarıyla tartışmak bu yazının sınırlarını aşar. Burjuva devriminin gecikmişliği, burjuvazinin zayıflığı, devletin göreli özerkliğinin en azından Batı’daki örneklerine kıyasla yüksek düzeyi gibi unsurlar kuşkusuz bu tartışmaya dahil olmalıdır, ama kemalizmin kalıcılığına yol açan daha güncel ve yakıcı iki temel sorun vardır: Kürt sorunu ve dindarlık sorunu. Bu iki sorun, çok çeşitli yöntemler denenmiş olmasına rağmen, 20. yüzyıl boyunca çözülememiştir. Ulusal sorunun çözümünde asimilasyon, inkâr ve askerî yöntemler bazen ayrı ayrı, bazen hep birlikte denenmiş, ama çözülmek bir yana dursun, Cumhuriyet’in doksanıncı yılında sorun ulus-devlet çerçevesinde çözülemez hâle gelmiştir. Dindarlık sorunu da, keza, tüm bastırma, yasaklama politikalarına rağmen çözülememiş ve Cumhuriyet’in sekseninci yılında (AK Parti’nin iktidara gelişiyle) en keskin noktasına gelmiştir. Kürt sorunu ve dindarlık sorunu kemalist resmî ideolojinin iki temel unsuruna, milliyetçiliğe ve laikliğe denk düşer. Bu iki sorun çözülemediği sürece, kemalist ideoloji egemen sınıf açısından geçerliğini ve yararlılığını sürdürmüştür.

Egemen sınıf açısından ulusal sorunun toprak kaybına ve/veya Türk’ün efendi/hakim olma konumunun sorgulanmasına yol açmadan halledilmesinin önemi vurgulanmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Dindarlık sorunu ise daha karmaşıktır, kısaca da olsa tartışılmayı gerektirir. Burjuvazi için halkın dindarlığı normal koşullarda sorun değildir. (Günümüz Amerika’sını örnek vermek yeterli olsa gerek). Kaldı ki, kemalist kurucu kadroların kafasında ülke nüfusunun “güvenilir” ve aslî kesimi Türk ve Müslüman’dır. Türk olmayanlar gibi, Müslüman olmayanlara da güvenilmeyecektir, siyasette ve ülke yönetiminde yer verilmeyecektir. Ancak, yine aynı kafalarda, Batı’dan alınan “muasır medeniyet” modeli uyarınca, makbul vatandaşın Türklüğü ön planda, Müslümanlığı görünmez şekilde arka planda olmalıdır. Müslümanlık bu kafalarda köylülükle, cehaletle, “Osmanlı yüzyıllarının karanlığıyla”, “örümcek kafalı”lıkla ilişkilidir. Yeni egemen sınıf, Batı’nın muasır medeniyetini dört elle benimseyen, bizzat Batılı olduğu zannıyla yaşayan burjuvazi ülkenin Müslüman kitlesini medenileştirecek, aydınlatacak, dindarlıktan vazgeçirecektir. Mesele sadece din meselesi değildir ama, sınıfsal bir ayırıma denk düşer. Cumhuriyet Türkiye’sinin dindar kitleleri köylüdür, köyden kente göç etmiş kent yoksullarıdır, bir ayağı hâlâ köyde olan işçi sınıfıdır. Dindar kitlelerden nefret eden, iğrenen, korkan burjuvazinin (bir dönem yaygın olan ifadeyle “beyaz Türklerin”) bu nefret ve korkusu sınıfsal bir içgüdüden kaynaklanır.13

Kurulan devletin laiklikle ilgisi olmadığına göre, Diyanet İşleri Başkanlığı bu devletin ilk kurumlarından biri olduğuna, devlet okullarında din dersi verildiğine, Cuma hutbelerinde ne söyleneceğini bile devlet görevlileri yazdığına göre, kemalizmin laiklik vurgusu laiklikle ilgili değildir. Kemalist söylemde “laiklik” kelimenin gerçek anlamıyla laiklik anlamına değil, dindar kitlenin (yani köylülüğün ve kent yoksullarının) siyasetten ve kamusal yaşamdan dışlanması, sessizce yerlerinde oturup memleket meselelerine karışmamalarının sağlanması anlamına gelir.

Nitekim, sınıfsal ve kültürel çelişkilerin önce “laik-şeriatçı”, sonra (“bunlar şeriatçı” iddiasının gülünçlüğü iyice ortaya çıktıkça) “laik-dindar” ikilemi olarak gündeme oturduğu AK Parti döneminde genel ve yerel seçimlerde oy dağılımı “laik” ve “dindar” kesimlerin sınıfsal niteliğini açıkça ortaya koymuştur. “Laik” kesimin temsilcisi CHP Kadıköy, Beşiktaş, Nişantaşı, Şişli, Etiler ve Çankaya gibi semtlerde net bir üstünlük sağlarken, “dindar” kesimin oy verdiği AK Parti emekçi semtlerini silip süpürmüştür.

Kısacası, Türkiye özelinde, laikliği ve laik olduğu için kemalizmi savunmak bu durumu onaylamak demektir, egemen sınıfın konumunu ve kültürel değerlerini savunmak demektir. Böylesi bir siyasetin sosyalizmle, ilericilikle uzaktan akraba bile olamayacağı açıktır.14

Buraya kadar söylenenleri kısaca özetlemek gerekirse, işçi sınıfının k emalizmden, “büyük Türk ulus-devleti” ideolojisinden kopması Türkiye’de sosyalizmin önkoşullarından biridir. Kemalizmi olumlamak bir yana dursun, sosyalizm tarafından acımasızca eleştirilmesi, sistematik bir şekilde deşifre edilmesi gerekir, hem kuruluş ideolojisi olarak, hem günümüzün resmî ideolojisi olarak. Solun “laiklik” bahanesiyle geniş emekçi kitlelere karşı egemen sınıfın yanında yer almasını ve dolayısıyla bu kitleler tarafından en iyi ihtimalle alakasız, daha büyük ihtimalle düşman olarak görülmesini engellemenin yolu da, “bağımsızlık” ve “anti-emperyalizm” bahaneleriyle milliyetçiliğe savrulup Kürt halkına karşı Türk devletinin yanında durmasını engellemenin yolu da kemalizmle hesaplaşmaktan, kemalizme en ufak bir ödün vermemekten geçer.

Dipnotlar:

  1. Mete Tunçay, Eleştirel Tarih Yazıları, Liberte Yayınları, 2005, 172.
  2. Mihri Belli, Yunus Emre’den Bill Gates’e, Cadde Yayınları, 2007, s.51.
  3. http://haber.sol.org.tr/sol-partilerden/tkpden-29-ekim-aciklamasi-haberi-7204.
  4. https://www.tkp.org.tr/tr/temel-metinler/10-kongre-rapor
  5. http://sendika62.org/2008/06/taraf-gazetesi-ve-68-tartismasina-dair-antiemperyalizm-turkiyede-solun-ana-damaridir-baris-ince
  6. Mete Tunçay, a.g.e., s. 135.
  7. Hâkimiyeti Milliye gazetesi, 21 Mart 1923
  8. “Adliye Vekilimizin Mühim Nutku, M. Esat Bey Diyor ki”, Anadolu gazetesi, 18 Eylül 1930
  9. Şevket Süreyya Aydemir, Kongre hakkında şöyle yazar: “Görülüyor ki İzmir İktisat Kongresi’nde liberal bir iktisadî gelişmenin esasları savunuldu… Yeni Türkiye genel olarak Batı manasında liberal bir ekonomi düzenine yönelecekti.” (Tek Adam – Mustafa Kemal, Cilt, Remzi Kitabevi, 1975, s. 369-371).
  10. Türkiye’de 1923’te bir burjuvazi olmadığı, burjuvazinin devlet eliyle sonraki süreçte yaratıldığı, 1923’te kurulan devleti herhangi bir egemen sınıfın değil silahlı kuvvetlerin ve/veya kemalist kadroların kurduğu düşüncesi hem akademik çevrelerde hem de (konuya kafa yorduğu kadarıyla) sol içinde yaygınca kabul gören bir düşüncedi Bunu düşünmek için, devletin bağımsız, toplumun üstünde/dışında, toplumu toplumsal güçlerden bağımsız olarak şekillendiren bir kurum olduğunu düşünmek gerekir. Sınıflar ve sınıf çelişkileri devleti yaratır, devlet sınıfları değil.
  11. Buna karşılık, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Hindistan ve özellikle Afrika’da gerçekleşen bağımsızlık mücadelelerine bakarsak, sömürge oldukları için bu ülkelerde Türkiye’ye kıyasla çok daha doğrudan ve uzun anti-emperyalist mücadeleler sürdürülmüş ve bu mücadelelere egemenliklerini kısıtlayan emperyalist güce karşı savaş veren yerli egemen sınıflar önderlik ediyor olmasına rağmen kitleleri seferber etmek amacıyla sert bir anti-emperyalist (ve hatta “sosyalist”) söylem kullanılmıştır. Bu söylemin kofluğu en açık şekliyle Zimbabwe’de (Rodezya) 1980’de bağımsızlık kazanan ve bugün hâlâ iktidarda olan ZANU ve başkan Robert Mugabe’nin tarihinde izlenebili
  12. İlhan Selçuk ordu hakkında şöyle düşünür: “Nerede ordu sosyalist akımın yanında ise orada sosyalizm gerçekleşiyor, nerede karşısında ise orada faşizm galip Ordunun milliyetçi güçler safında yer alacağı konusunda tereddüde düşen sosyalist akım başarıya ulaşamaz. Türkiye’de milli kurtuluş savaşı geleneğinde bir ordu var.” (“Devrim stratejisi üzerine açık oturum”, Ant dergisi, sayı 56, Ocak 1968). Doğan Avcıoğlu’nun görüşleri ise şöyledir: “Türk ordusu ne Batıdaki örnekler gibi kiralanmış askerlerle ne de gene bazı Batı ülkelerinde olduğu gibi kumanda kademelerinde sadece ve sadece belli asalet sınıflarından harp okuluna alınmış, yetiştirilmiş insanlardan teşekkül etmiştir. Kısacası Türk ordusu halkın ordusudur, halk ordusudur. İlericiliği, Atatürkçülüğü buradan gelir.” (“Sosyalist Gerçekçilik”, Yön, Sayı 39).
  13. En klasik örneğiyle, başörtülü kadın kemalist kadınları Bağdat Caddesi’nde göründüğü zaman rahatsız eder, evlerine temizliğe geldiğinde sorun değildir.
  14. Oysa, 2007 yılında örgütlenen Cumhuriyet mitingleri hakkında Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) şu tepkiyi göstermiştir: “… Ankara’da yapılan miting, yüz binlerce yurttaşın laik Cumhuriyet ve demokrasi yönündeki taleplerini demokratik bir biçimde ifade etmesiyle Türkiye tarihi.. yerini almıştır. Burada toplanan yurttaşların duyarlılığını paylaşıyoruz… Miting aracılığıyla duyarlılıklarını ifade eden yüz binlerin sesini biz de paylaşıyor ve bu sese kulak verileceğini umuyoruz”. Aynı mitingler hakkında, Türk Tabipler Birliği şu duyuruyu yapmıştır: “14 Nisan mitinginin geniş bir katılımla gerçekleşerek, laiklik konusundaki toplumsal duyarlılığın bir kez daha ve güçlü bir sesle dile getirilmiş olması sevindiricidir.”

sosyalizm