İşçi sınıfı politikasının kötü bir karikatürü: Uvriyerizm

Can Irmak ÖZİNANIR

Uvriyerizm ve işçi sınıfı politikasının reddi birbirine zıt kutuplar gibi görülse de sosyalist hareket içinde sıklıkla görülebilen iki kardeş olarak varlığını sürdürüyor. Her ikisi de son tahlilde burjuva politikasına eklenmenin meşrulaştırıcı olarak karşımıza çıkıyor. Son dönemlerde Türkiye solunda giderek daha fazla gördüğümüz parlamentarizm ile işçi sınıfının bir bölümünün AKP’ye oy vermiş olması sebebiyle, AKP’ye ve onun öncülüğündeki mevcut iktidar blokuna  karşı muhalefetin sınıfı korkutacağı gerekçesiyle sınırlanmasını savunan anlayışların ikisi de lafzen olmasa da pratikte burjuva muhalefetine eklemlenerek sınıfın geniş kesimlerine ulaşılabileceğini savunuyor. Parlamentarizmin bu dergide sıklıkla eleştirisi yapıldı. Dolayısıyla ben bu yazıda uvriyerizmi ele almak istiyorum. 

Uvriyerizm, Franscızca ouvrier (işçi) sözünden gelen bir tabir ve Türkçeye işçicilik olarak tercüme edilebilir. Elbette biz devrimci Marksistler açısından işçi sınıfı kapitalizmde tüm zenginliğin yaratıcısı olarak işçi sınıfı özel bir kategoridir ve biz bütünüyle işçi sınıfının kendi kendini yöneteceği aygıtları yaratabileceğine sürekli olarak vurgu yapıyoruz. Bu vurgumuzun sebebi işçi sınıfına duyduğumuz hayranlık değil, kapitalizmin ortaya çıkışıyla beraber tarih sahnesine çıkan bu sınıfın önceki ezilen sınıflardan farklı olarak kolektif hareket edebilme yeteneği ve kendisiyle beraber tüm toplumu özgürleştirebileceği gerçeği. 

İşçi sınıfı neden tek devrimci sınıftır? 

İşçi sınıfının kolektif hareket edebilme yeteneği, bu sınıfı daha önceki ezilen sınıfların bütününden farklı kılıyor. Marx, genç bir radikal iken özgürlüğün yollarını arıyordu. Bunun için felsefeye yöneldi, tarihsel materyalizmi kurması ise bizzat işçi sınıfı hareketinin kendisine şahit olmasıydı. O günden sonra teorisinin merkezinde her zaman işçi sınıfı oldu. 

İşçilerin kolektif hareketine tarih boyunca defalarca şahit olduk. Sadece 1917’de değil, defalarca kendi iktidar aygıtlarını yaratabileceklerini  ve tüm toplumu yönetebileceklerini ortaya koydular. 

Marx’ın dediği gibi daha önceki tarihsel hareketlerin hepsi belli bir azınlığın çıkarları doğrultusunda hareket etmiş azınlık hareketleriydi, işçi sınıfının eylemi ise toplumun büyük çoğunluğunun, toplumun büyük çoğunluğunun çıkarı için özbilinçli ve bağımsız hareketidir. 

Sınıfı bu konuma taşıyan, kapitalizmde bulunduğu konumudur, kapitalizm ancak ve ancak işçi sınıfının emek gücünün sömürüsüyle var olabilir. Bugün yaşadığımız binlerce farklı ezme biçiminin en temelinde bu basit gerçek yatmaktadır. Dolayısıyla sadece bu nesnel konumundan dolayı işçi sınıfı, burjuvaziyle uzlaşmaz bir çelişki içindedir. 

Sınıfın tanımını burada bıraksak uvriyerist arkadaşlarla pek derdimiz olmazdı ancak işçi sınıfını politik bir güç olarak görüyorsak meseleyi burada bırakamayız, sınıf politikası diğer bir deyişle sosyalist politika kendisini işçi sınıfının nesnel konumu ile sınırlamaz. 

Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınlarını ilkin işçi hâline getirir. Sermayenin dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın, böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde, bu yığın birleşir ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar, sınıf çıkarları olur. Ama sınıfın sınıfa karşı savaşımı, politik bir savaşımdır.1

Marx, bu nesnel sınıf konumunu “kendinde sınıf” olarak adlandırmaktadır ancak yukarıdaki paragrafta görebileceğimiz gibi işçi sınıfının politik bir güce dönüşmesi için “kendisi için sınıf”a dönüşmesi gerekir. İşçiler nesnel konumlarından dolayı kapitalizmle karşıtlık oluşturur ancak kendileriyle beraber tüm toplumu özgürleştirmesi için politik mücadele vermek zorundadır. Dolayısıyla Marksizm açısından “işçiler neylerse güzel eyler” diye bir anlayış yoktur. 

Sınıf bilinci ve hegemonya mücadelesi 

Sınıf bilinci ve ideoloji arasındaki ilişki Marksizmin her zaman temel gündemlerinden biri olagelmiştir. Ekonomik indirgemecilik çoğu durumda bir tuzak olarak karşımızda durmaktadır. Uvriyerizmi de destekleyen indirgemecilik, Marx’ı neredeyse salt bir ekonomiste çevirmekte, politikayı ekonomiye, işçileri de salt ekonomik varlıklara indirgemektedir. 

Engels’in bir mektubunda belirttiği gibi tarihsel materyalizmi buna indirgemek son derece tehlikelidir: 

Materyalist tarih anlayışına göre tarihteki nihai belirleyici unsur, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx ne de ben bundan fazlasını ileri sürdük. Buradan hareketle eğer birisi bunu ekonomik öğenin tek belirleyici olduğunu söyleyerek eğip bükerse önermeyi anlamsız, soyut bir ifadeye dönüştürmüş olur.2

Engels’e göre “üstyapının çeşitli öğeleri, sınıf mücadelesinin politik biçimleri ve sonuçları… tarihsel mücadelelerin gidişatına etki eder ve çoğu durumda onların biçimlerinin belirlenmesinde baskın”3 olur. 

Lenin de işçi sınıfı politikasını, işçicilikten ayırıyordu. Ne Yapmalı’da ekonomik indirgemeci Raboçeyo Dyelo grubuna karşı yaptığı polemikte şöyle diyordu: 

Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suiistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci gerçek bir siyasal bilinç olamaz. Eğer işçiler, öteki toplumsal sınıfların her birini, entelektüel, moral ve siyasal yaşamlarının bütün belirtilerinde gözleyebilmek için somut ve her şeyden önce güncel siyasal olgular ve olaylardan yararlanmasını öğrenmezlerse; eğer materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün sınıflarının, katmanlarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak uygulamayı öğrenmezlerse, çalışan yığınların bilinci gerçek bir sınıf bilinci olamaz.4

Kitapta Karl Kautsky’den mülhem “dışarıdan bilinç” gibi sorunlar bulunsa da, kitabın yaşayan özü proletarya hegemonyasının nüvesini taşıyan yukarıdaki satırlardaydı. Lenin, 1911 yılında yazdığı “Rus Sosyal Demokrat Hareketinde Reformizm” makalesinde ise şunu söylüyordu: 

İşçilere hegemonya değil aksine ‘sınıf partisi’ne gereksinimleri olduğunu vazetmek, proletaryanın davasını liberallere satmaktır, sosyal demokrat işçi politikası yerine liberal işçi politikasının konulmasını vazetmektir.5

Dolayısıyla Leninist bir örgüt, işçi sınıfının en önde duran kesimlerini kazanarak tüm topluma dönük bir hegemonya kurmaya çalışır. Ekonomist eğilimi Lenin, “kuyrukçuluk” olarak adlandırıyordu. 

Antonio Gramsci, Lenin’in “hegemonya mücadelesi”ni Avrupa koşullarına tercüme ederek, sık sık altını çizdiğimiz bir hegemonya teorisi geliştirdi. Gramsci, iktidarı eline almak isteyen bir sınıfın üç farklı bilinç aşaması anlatmaktadır. Bunlardan birincisi “ekonomik-korporatif” düzey olarak tanımlanan düzeydi. Bu aşamada sınıfın bir üyesi, aynı işkolunda yer aldığı başka bir sınıf üyesiyle dayanışma ihtiyacı duyar. Sebebi ekonomiktir, örneğin bir işçi aynı işkolundaki başka bir işçiyle dayanışma gösterebilir ama sınıfın geri kalan üyelerini örgütlemeye dönük bir ihtiyaç duymaz. Ekonomik-korporatif aşama önemsiz değildir, her sınıf açısından kaçınılmaz bir momenttir. Ancak bu aşamanın mutlaka aşılması gerekir. İkinci aşamada artık aynı sınıf üyeleri arasında bir çıkar birliği oluşmaya başlar. Artık sınıf, egemen sınıfa karşı politik, hukuki eşitlik talep etmeye başlar, yönetim sürecine katılmak ister. Bu egemen sınıfla arasında bir çelişki doğurur. 

Üçüncü aşama ise hegemonik aşamadır. Burada artık sınıfın bilinci, kendi ekonomik çıkarlarının ötesinde toplumdaki diğer bağımlı sınıfların da çıkarını gözetmek hâline gelir: 

Üçüncü aşamada artık her grup, bugünkü ve gelecekteki gelişmesi içinde kendi korporatif çıkarlarının, tamamıyla ekonomik bir grubun korporatif sınırlarını aştığının ve kendisine bağlı başka grupların çıkarları haline gelebileceğinin ve gelmesinin gerekli olduğunun bilincine erer. Bu açıkça siyasal bir evre olup yapıdan karmaşık üstyapılar çevresine geçişi belirler. Bu aşama, daha önceden filizlenmiş olan ideolojilerin ‘parti’ olduğu dönemdir. Bu aşamada bu toplumsal gruplar, içlerinden biri ya da bu gruplar arasında kurulmuş olan birlik zafer kazanıncaya, kendisini kabul ettirinceye kadar ve bütün toplumsal yaşamlarında yayılıncaya ve böylece yalnız ekonomik ve siyasal hedefler birliğini değil fakat; düşünsel ve ahlaksal birliği de kuruncaya kadar mücadeleyi sürdürür. Ortaya korporatif planda değil evrensel planda yeni sorunlar atar: Artık bu mücadele bu sorunlar etrafında döner, böylece temelli olarak bir toplumsal grubun kendisine bağlı gruplar üzerinde egemenliği kurulur.6

Devrimci olan bu üçüncü aşamadır: İşçi sınıfının kendi iktidar organları aracılığıyla kendisini özgürleştirirken toplumdaki diğer ezilenleri de özgürleştirmesi. Leninistler, bunu örgütlemek için işçi sınıfının en önde gelen unsurlarını yani bütün ezilenlerin birliğini sağlamayı önüne bir görev olarak koymuş işçileri devrimci bir partide yan yana getirmeye çalışırlar. 

Sınıf ve kimlik 

Türkiye solunda bir şeyler görmezden gelinmek istendiğinde hemen “sınıf” kartını çekip masaya koymak çok modadır. Kürt sorunundan, Ermeni soykırımından, iklim değişikliğinden, göçmenlerden, LGBTİ+’ların direnişinden bahsettiğinizde “…ama sınıf” diye başlayan solcularla sık sık karşılaşılır. Bu kimi zaman kemalizmi, kimi zaman cinsiyetçiliği, kimi zaman ırkçılığı, kimi zaman başka bir şeyi gizlemenin kılıfı olarak karşımıza çıkar. 

Türkiye’de işçi sınıfını bölmenin en temel araçlarından biri olarak LGBTİ+’ların topyekûn hedefe oturtulduğu bir ortamda, LGBTİ+ haklarıyla ilgilenmenin sınıfı görmezden geldiğini anlatanlar bulunmaktadır. Bu arkadaşlar genellikle LGBTİ+ haklarına karşı görünmezler ancak onlara göre hareketlerden ve bu hareketlerin ortaya koyduğu perspektifi devrimci Marksist bir temelde ele alacak uzun bir uğraştansa, LGBTİ+ aktivistlerini kendi kızıl bayrakları altında birleşmeye çağırmak yeterlidir. Oysa bir sınıf politikası bir yandan bu hareketlerin en temel taleplerini kazanmak üzere işçi sınıfını ezilenlere omuz vermeye çağırırken bir yandan da bu hareketlerdeki öncü konumlardaki aktivistleri devrimci Marksist fikirlere ikna etmeye çalışır. İkna edemeyebilir ancak bu o hareketlerin haklı talepleri olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu mücadelelerin kazanımları her hâlükârda egemen sınıfın mevcut “aile” politikasına zarar vereceği için işçi sınıfının çıkarına olacaktır. Üstelik, yukarıda Lenin’den alıntıladığım gibi, bugün de LGBTİ+’lara dönük baskılara karşı çıkmayan bir işçi sınıfının gerçek bir politik bilinç geliştirme ihtimali yoktur. 

Sendikasında, kadın hareketinde, LGBTİ+ hareketinde, Boğaziçi direnişinde, emeklilerin örgütlenme mücadelesinde, TABİB işçileri arasında, iklim mücadelesinde, göçmenlerin mücadelesinde (bu liste uzar gider) faaliyet gösteren, öne çıkan, çevresindekileri sadece partiye katmaya çalışmayan ama aynı zamanda o hareketin bir adım öne gidebilmesi için uğraşan tüm devrimciler aslında bir devrimci Marksist’in yapması gereken neyse onu yapmaktadırlar. 

Uvriyerizm, yukarıda saydıklarımdan hemen “sendika” sözcüğünü ayıklayarak “kimlik mücadeleri ile sınıf mücadelesini bir tuttuğum” gibi bir sonuca varacaktır. Toplumsal hareketleri sınıf mücadelesinin karşısına konumlandıranlara karşı, bütün bu mücadelelerin sınıf mücadelesinin veçheleri olduğunu tartıştık. Bizim açımızdan “hareketlerin çıkarları” ve “işçi sınıfının çıkarları” diye iki ayrı kategori yoktur. İşçi sınıfı sadece erkek, Sünni, Türk, Müslüman ve heteroseksüellerden oluşmaz.7

Bütün bunlar “kimlik politikası” diye bir şeyin olmadığı anlamına gelmez. Özellikle postmodernizmin daha güçlü olduğu yıllarda, hareketleri tekil kimlikler etrafında ele almaya çalışan yaklaşımlar mücadeleler içinde daha güçlü yer buluyordu, Marksistler bu mücadeleye sırt çevirmek yerine işçi sınıfı politikası ile bu hareketleri bir araya getirmeye çalışıyordu. Bu, çok kereler de başarıldı. Öte yandan elbette ezilenler, ezildikleri alandan bir mücadele ortaya koyacaklardır, hareketlerin özneleri bunu yapmadığı takdirde, daha geniş kitlelerde ezme-ezilme ilişkileri konusunda bir farkındalık yaratmaları mümkün olmazdı. 

Ancak bugün “devrimcilik” adına ezilen kimlikleri sınıfın dışına konumlamaya çalışanların yaptığı şeyin kendisi tam olarak postmodern anlamda bir kimlik politikasıdır. Devrimci bir partinin üyesi olmayı, her şeyden kopuk, parti bürolarında en doğru merkezi kararın alınıp hâlihazırda mücadele edenlerin üzerine doğruları zerk etmek olarak görenler kimlikçilikten mustariptir. Devrimci Marksizm teorisini de pratiğini de “ilişkiler” üzerine inşa eder, bir devrimci kimliği üzerinden değil. 

Orlando’daki LGBTİ+ katliamından sonra çok yakın bir lubunya dostumuzun kendi sosyal medya hesabındaki sitemini hatırlıyorum. KESK’e, DİSK’e, sendikalara ve sosyalistlere sitem ediyordu. Kısaca “Biz lubunyalar her yerde sizin yanınızda olduk, şimdi böyle bir katliamın ardından ses çıkarmak size zul mü geliyor?” minvalinde bir şeyler yazmıştı. Bu sosyalistlerin ne yapması gerektiği konusunda bence açık bir uyarıydı.

Sosyalistler, elbette tüm işçi sınıfının sadece ekonomik meselelerde değil Kürt sorununda da, LGBTİ+ sorununda da, Ermeni soykırımında da, kadınların özgürlük mücadelesinde de ses vermesi için uğraşırlar; bunu yaparken bulundukları her alanda bu mücadeleye katılırlar. 

Bugün sınıf ile kimlik arasında yapılan ayrım, ABD’de “Siyah hayatları önemlidir” eylemleri yapılırken, “Kimliği bırak, sınıfa bak” demeye benziyor. Kuşkusuz Meltem Oral’ın bu dergideki yazısında da belirttiği gibi Türkiye işçi sınıfının kendisini sınıf olarak ifade edebileceği bir kanal yaratmaya çalışmanın gerekliliği ortada. Böyle bir antikapitalist alternatifi yaratabilmek de bulunduğumuz her alanda (elbette gerçekçi olarak ve gücümüz ölçüsünde) mücadeleye omuz vermekten geçiyor. 

Proletaryanın hegemonyası için sınıf politikası 

Enternasyonal Sosyalizm dergisine yazdığım bir yazıda şöyle demiştim. Bugün bunu tekrarlamak isterim: 

Günümüz sosyalist hareketi içinde bir eğilim sınıfçılığı politikadan kaçışın malzemesi olarak kullanırken, bir başka eğilim de politikayı öncelemeyi bağımsız bir sınıf politikasından kaçıp burjuva politikasına eklemlenmek olarak görüyor. 

Birinci gruba göre ekoloji mücadelesi, kadınların ve LGBTİ+’ların özgürlük mücadelesi, demokratikleşme için verilen mücadele, barış mücadelesi, göçmenlerin mücadelesi, ulusal kurtuluş hareketleri ve ırkçılık karşıtı mücadele gibi konular işçi sınıfını ilgilendirmiyor, dolayısıyla bu tür konular sınıf politikasının dışında yer alıyor. Bu eğilimin çeşitli versiyonları olmakla beraber böyle bir yaklaşım bu eğilimdekileri onulmaz bir sekterliğe ve hijyenik görünen bir pozisyonda durarak doğrudan ekonomik olmayan bütün mücadelelerden geri durmaya götürüyor. Bu gruptakilerin konjonktüre ilişkin çok bilmiş uyarılar dışında reel politikaya dâhil olmadıkları söylenebilir. 

İkinci grupta yer alanlar için ise sosyalist devrim gelecekte bir gün varılacak bir hedef. Dolayısıyla bugün onun için uğraşmaya gerek duymuyorlar. Salt konjonktürel bir bakışla kendilerini sınırlandırıp sınıfı merkezine oturtmayan bir demokratikleşme çabası içine giriyorlar. Burada kurban olan işçi sınıfı politikasının bağımsızlığı oluyor, her şeyi konjonktüre tabi kılınca Türkiye’deki aşırı sağcı iktidar karşısında, içlerinde aşırı sağcıların da yer aldığı burjuva partileriyle ortaklaşma eğilimi ortaya çıkabiliyor. 

Biraz karikatürize ettiğim bu iki eğilimle sadece Türkiye’de değil dünyanın pek çok yanında karşılaşmak mümkün. Eksikliği duyulan ise politikadan kaçmayan ancak gündelik politik başlıkların işçi sınıfı ve sosyalizmle her zaman bağlarını kurarak tüm ezilenleri etrafında buluşturmaya çalışan antikapitalist bir sınıf politikası.8

Dipnotlar:

  1. Marx, 1979, s. 184.
  2. https://www.marxists.org/archive/marx/works/1890/letters/90_09_21.htm
  3. A.g.e
  4. Lenin, 2004, s. 80.
  5. https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1911/sep/14.htm
  6. Gramsci, 1997.
  7. Tar, 2020.
  8. https://www.enternasyonalsosyalizm.org/karl-marx-ve-ideoloji-catismayi-sonuna-kadar-goturmek.html

KAYNAKÇA 

Engels, Friedrich, 1890, “Engels to J. Bloch in Königsberg”, Marxist Internet Archivehttps://www.marxists.org/archive/marx/works/1890/letters/90_09_21.htm 

Gramsci, Antonio, 1997, Hapishane Defterleri, çev. Adnan Cemgil, Belge, İstanbul. 

Lenin, Vladimir, 1911,  “Reformism in the Russian Social-Democratic Movement”, Marxist Internet Archive, https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1911/sep/14.htm

Lenin, Vladimir, 2004, Ne Yapmalı?. Çev. Muzaffer Erdost. Sol Yayınları, Ankara. 

Marx, Karl, 1979, Felsefenin Sefaleti, Çev. Ahmet Kardam, Sol Yayınları, Ankara. 

Özinanır, Can Irmak, 2020, “Karl Marx ve İdeoloji: Çatışmayı sonuna kadar götürmek”, Enternasyonal Sosyalizm, https://www.enternasyonalsosyalizm.org/karl-marx-ve-ideoloji-catismayi-sonuna-kadar-goturmek.html

Tar, Yıldız, 2020, “1 Mayıs: LGBTİ+ çalışanların sorunları ve talepleri”. Kaos GL, https://kaosgl.org/haber/1-mayis-lgbti-calisanlarin-sorunlari-ve-talepleri

sosyalizm