Filistin Sorununun ve Direnişinin Tarihi

Özdeş Özbay

İsrail rejiminin tanımı 

İsrail dünyadaki son kolonyal (yerleşimci) devlet ve bir apartheid rejimi. Batı emperyalizmi birinci dünya savaşı öncesinde Asya, Afrika ve Amerika kıtalarında işgal ettikleri coğrafyalarda kolonyalist/yerleşimci devletler kuruyordu. Kolonyalizm Türkçeye sömürgecilik olarak çevrildiği için biraz anlam kaybına uğruyor. Kolonyalizm, işgalci gücün işgal ettiği coğrafyaya kendi nüfusunu taşıması anlamına geliyor. Bu rejimler iki dünya savaşı sonrası yükselen anti-kolonyalizm/sömürgecilik karşıtı hareketler sayesinde ortadan kalktı. Bu elbette emperyalizmi değil ama emperyalizmin kolonyalist/yerleşimci yüzünü ortadan kaldırmıştı. 1994 yılında yerleşimci rejimlerin son örneklerinden olan Güney Afrika’da da ırk ayrımcılığının kaldırılması ile geriye bir tek İsrail kaldı. 

Tarihte iki tür kolonyalizm biçimi vardı. Biri, ABD ve Avustralya gibi soykırımcı kolonyalizm. Yerli halkların topraklarını işgal ederek ve yerlileri yok ederek tüm varlıklarına el koyan rejimler. Bugün ABD ve Avustralya’da yaşayanların büyük çoğunluğu beyaz ve İngilizce konuşuyor çünkü bu kıtaların yerli halkları soykırımla büyük ölçüde yok edildi. Diğer bir kolonyalizm biçimi ise Güney Afrika ve diğer Afrika ülkelerindeki kolonyalizm. Beyaz Avrupalı kolonilerinin/yerleşimlerinin bu ülkelere taşınan azınlık tarafından yönetildiği ama emek gücü olarak bu ülkelerdeki yerli halklara bağımlı olan rejimler. İsrail bu ikinci tip kolonyalizm biçiminde başlasa da zamanla ilkine dönüştü. Aslında en baştan beri hedef de buydu ama bunun için dışarıdan büyük bir nüfus getirilmesi gerekiyordu. 

İsrail’in bir diğer özelliği de bir apartheid rejimi olması yani kurumsal bir ırk ayrımcılığı bulunması. Apartheid kelimesi Güney Afrika’daki rejim için kullanılan ve Afrikaanca dilinde ayrılık anlamına gelen bir kavram. Güney Afrika’da çok keskin ırk ayrımı yasaları vardı. Beyaz azınlık ülkenin yönetici topluluğuyken siyahlar ayrı mahallelerde oturmak zorundaydı, siyahlar için yasaklı iş kolları vardı, girmelerinin yasak olduğu yerler vardı. 

Filistin’de ise elbette her zaman Yahudi topluluklar vardı ancak Siyonizm ortaya çıktığı dönemde Yahudiler henüz çok küçük bir azınlık grubuydu. 1948 yılında İsrail devleti kurulduğunda dahi Yahudiler Filistin’de çoğunluk konumuna gelmemişti ve bu nedenle de çoğunluk olmak Siyonizm’in her zaman en önemli hedefi olageldi. İsrail bir Yahudi devleti olduğu için Yahudi olmayanlara yönelik keskin ayrımcı yasalar ve uygulamalar mevcuttu ve hâlâ da mevcut. İsrail bütün bir Filistin’i kendi toprağı olarak kabul ederken Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze Şeridi’nde kalan Filistinlileri duvarlarla ve yüksek güvenlik sistemleriyle çevirili açık hava hapishanelerinde tutuyor. Buralardan dışarı çıkmak ancak özel izinlerle mümkün ve bu bölgelere giren her bir ürün ve para İsrail denetimi ve izniyle girebiliyor. Filistinlilerin dolaşım özgürlüğü yok. Gazze’de süren abluka nedeniyle burada yaşayanlar İsrail’de özel izinle çalışmıyorlarsa eğer 16 yıldır hiç başka bir yere gidemediler. Gazzeli genç kuşaklar, hayatları boyunca Gazze’nin dışında hiçbir yeri göremedi. 

Siyonizm için çoğunluk olmak her zaman temel mesele olduğu için Filistin’de göç ve göçmenlik son derece merkezi bir önemde. Üstelik sadece Yahudiler açısından değil Filistinliler açısından da öyle. İsrail bir yerleşimci göçmenler devleti olarak kurulurken Filistin direnişi de temelde kendi ülkesinde ve çevre ülkelerde göçmen/mülteci durumuna düşürülenlerin mücadelesi olarak sürüyor. Dolayısıyla İsrail’de göçmen Yahudiler her ne kadar farklı sınıflardan oluşuyor olsa da yeni geldikleri İsrail’de güvenlik sorununun çözüldüğü ve ekonomik olarak zenginleşebildikleri koşulları arıyorlar. Filistinli göçmenler de farklı sınıflardan oluşuyor ama temel amacı “kendi topraklarına geri dönüş” olan bir topluluk oluşturuyorlar. Ayrıca göçmenlik durumu ve mülteci kamplarında yaşamak Filistinlileri Lübnan, Ürdün ve Suriye’deki diğer toplumsal kesimlerle de sınırlı bir ilişki kurmaları sonucunu doğuruyor. Dolayısıyla bu koşullar altında sınıf siyaseti yapabilecek sosyalist örgütleri inşa etmenin olanakları son derece sınırlı. Bu ihtimal ancak daha geniş bir bölgesel devrim perspektifine sahip olmakla ve bölgesel bir işçi örgütlenmesiyle mümkün hale gelebiliyor.

Burada hemen bir parantez açarak Siyonizm’in kurucularının ve İsrail kurulmazdan önce Filistin’e göç edip koloniler kuran, paramiliter örgütler oluşturan kesimin Avrupa kökenli Yahudiler yani Aşkenaz Yahudiler olduğunun altını çizmek gerekiyor. 

Avrupa ve Hristiyan dünyasında antisemitizmin (Yahudi düşmanlığı) yüz yıllar boyunca geriye giden bir tarihi varken Müslüman coğrafyalarda Yahudilere özel bir nefret yaygın değildi. İsrail kurulduktan sonra İsrail’e tepki olarak antisemitizm Ortadoğu’da yükseldi. Arap-İsrail savaşının ardından bölgenin Yahudi topluluklarına yönelik tepkiler yükselmeye başladı. Buna emperyalist Batı’nın Ortadoğu’daki etkisine karşı Arap milliyetçiliği de eklenince Mısır, Irak, Suriye, Fas, Yemen gibi ülkelerden de 800 bin kadar Arap Yahudisi ya da İsrail’de kullanıldığı şekliyle Mizrahi Yahudi, İsrail’e göç etti. Bugün Mizrahi Yahudiler’in İsrail’deki Yahudilerin yarısını oluşturduğu tahmin ediliyor. Ancak bu Mizrahi nüfus Avrupalı olmadıkları için Aşkenaz Siyonistler tarafından ayrımcılığa uğruyor. Farklı bir tarihe sahip oldukları için “oryantal” yani doğulu olarak görülüp asimilasyon politikalarına maruz bırakılıyorlar. Sosyal statü olarak da genelde daha düşük seviyede yer alıyorlar. 1980’lerde göç etmeye başlayan Etiyopyalı Yahudiler’in durumu ise daha da kötü. Siyah oldukları için ayrımcı uygulamalara maruz kaldıkları gibi faşist Yahudi grupları tarafından Yahudi olarak görülmeyerek şiddet içeren saldırılara da uğruyorlar. Ancak İsrail için apartheid rejimi deniyor olmasının ana nedeni Filistinlilere karşı uyguladığı sistematik ırk ayrımcılığı, Yahudi grupları içinde uyguladığı ayrımcılık değil. 

Siyonizm, 1800’lerin sonlarından itibaren ağırlıklı olarak Doğu Avrupa ve Rusya’da pogromlara (kitlesel linç saldırılarına) maruz kalan ve ırkçı ayrımcılığa uğrayan Yahudilerin güvenlik arayışına yanıt verme amacı güdüyordu. Bunun tek yolunun Yahudilere ait bir devlet kurmaktan geçtiğine inanan Siyonist ideoloji, bunu dönemin emperyalist ülkelerinin desteğini kazanarak yapılabileceğine inanıyordu. Bugün ise Siyonizm yalnızca İsrail’in güvenlik ihtiyacına yanıt verme amacı güden bir ideoloji durumunda. Avrupa’da ırkçı saldırılar sebebiyle aşağılanan ve alt sınıf olarak görülen Yahudileri biraraya getirmeye çalışan dönemin Siyonizmi, bugün tamamen ırkçı, Yahudi üstünlükçü bir ideoloji.

Dolayısıyla açıkça söylemek lazım, bugün Siyonist olmak demek Yahudi üstünlükçülük ve ırkçılık demek. Bugün anti-Siyonist olmak demek ise ırkçılık karşıtı olmak, işgal karşıtı olmak ve savaş karşıtı olmak demek.

Siyonizmin kökenleri

Siyonizm, 1800’lü yılların sonlarında özellikle Doğu Avrupa’da ortaya çıkıp destek bulan bir ideoloji oldu. O dönemde Batı ülkelerinde Yahudiler biraz olsun yeni yönetimler altında entegre olmuşken Avusturya-Macaristan ve Rusya’daki Yahudilere karşı pogromlar1 yaşanmaya devam ediyordu. Siyonizm, Doğu Avrupa ve Rusya’da kapitalistleşme sürecinde yükselen ırkçılığa ve kapitalizmin ekonomik krizleri döneminde artan baskı ve yoksullaşmaya tepki olarak ortaya çıktı. Kanadalı Yahudi akademisyen Yakov Rabkin’in belirttiği üzere Siyonizm, o dönem önemli bir tartışma konusu olan ve Karl Marks’ın da bu başlıkta bir yazısının olduğu “Yahudi sorunu”nu Avrupa’dan Filistin’e ihraç etti.2

Seküler Yahudi entellektüelleri arasında bir tür Yahudi milliyetçiliği oluşuyordu. Nasıl İtalyanlar, Yunanlar, Sırplar, Macarlar geç de olsa uluslaşarak birer ulus devlet kurduysa Yahudilerin de bir ulus devleti olabilir düşüncesi yükselmeye başladı. Bu yeni milliyetçiliğin ilk örgütlü siyasi tezahürü, 1881 pogromlarından sonra kristalize olan ve Yahudilerin Filistin’e göçünü, Filistin’e yerleşmesini ve orada Yahudi ulusal yaşamının yeniden kurulmasını teşvik etmek için oluşturulan yerel dernekler ağı şeklini alan Hibbat Tziyon (Siyon Sevgisi)3 hareketiydi. Ancak bu küçük grubun Yahudiler üzerinde pek bir etkisi olmadı. Bir süre sonra Theodor Herzl ile çok daha politik bir çerçeveye kavuştu Siyonizm ama yine de kitlesel destek bulması için Nazilerin yükselmesi gerekecekti. Ilan Pappé’nin vurguladığı gibi “Siyonistlerin çoğu Tanrı’nın var olduğuna inanmıyordu, ancak kendilerine Filistin’i vaat ettiğine inanıyorlardı”. Seküler bir milliyetçi hareket olarak başlayıp “vaat edilen topraklar” mitinin gücünü keşfetmiş ve kullanmışlardı.

Siyonizm ortaya çıkmazdan önce de kitlesel Yahudi göçleri yaşanıyordu ancak Filistin’e değil. Siyonizm’in ilk fikirleri yaygınlaştığında Filistin’e gitmek uzun bir süre Yahudiler içinde büyük bir destek bulmamıştı. 1880-1929 arasında örneğin 4 milyona yakın Yahudi yaşadıkları ülkeleri terk ederek göç etmişti ama sadece Filistin’e değil. Rusya ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nda yaşanan pogromlardan kaçarak göç edenlerin ezici bir çoğunluğu (3 milyon 250 bini) ABD ve diğer Amerika kıtası ülkelerine gitmişti. Sadece 120 bin Yahudi Filistin’e, “vaat edilmiş topraklara” gitmişti.

Batıda ise emperyalist rekabet başlamıştı. Ayrıca Fransa’da Dreyfus davası4 ile antisemitizm de tartışılır olmuştu. Siyonizm’in kurucusu kabul edilen Avusturyalı Theodor Herzl davayı takip edip antisemitizmle mücadele etmenin anlamsız olduğu sonucuna varmıştı. Yahudilerin kendi devleti olmalıydı ve bunu en kolay Asya’da kolonileri bulunan Britanya emperyalizmi gerçekleştirebilirdi. 1896 yılında Yahudi Devleti kitabını yazdı. Siyonist hareketin başlangıcı oldu. Avrupa milliyetçiliğini kendine örnek almıştı ama ondan dini yönüyle ayrılıyordu. Avrupa’da milliyetçilik tamamen seküler iken Siyonizm, devlet kurma hakkını kutsal kitaptaki vaat edilmiş topraklardan alıyordu. Herzl’in Siyonizmi kolonyalizm ile de ele gidiyordu ama o buna “geri dönüş” diyordu. Yahudiler’in yüzlerce yıl önce kovulduğu topraklara geri dönerek kendilerine ait bir devlet kurma hakkı olmalıydı. Herzl şöyle diyordu: “Filistin’de Asya’ya karşı Avrupa surlarının bir parçasını, barbarlığa karşı medeniyetin bir ileri karakolunu oluşturmalıyız. Tarafsız bir devlet olarak, varlığımızı garanti altına almak zorunda kalacak olan tüm Avrupa ile temas halinde kalmalıyız.”5 İsrail Başbakanı Netanyahu’nun 7 Ekim saldırıları sonrası yaptığı konuşmada “barbarlığa karşı bir medeniyet savaşı veriyoruz” demesi bir tesadüf değil.6 Aynı politik çizginin bir sonucu. 

Siyonizm’e göre bir Yahudi devleti, Batı emperyalizminin çıkarına bölgenin vurucu gücü olabilirdi. Bu fikirler Britanya emperyalizmin çıkarlarıyla örtüşüyordu. Osmanlı yönetimi altındaki Ortadoğu zaten emperyalist devletler tarafından paylaşılmaktaydı ve burada müttefik bir devlet fikri Britanya’nın da desteğini kazandı. 2 Kasım 1917’de, Birinci Dünya Savaşı sürerken, dönemin Britanya Dışişleri Bakanı olan Arthur Balfour tarafından yapılan açıklama tarihe Balfour Deklarasyonu olarak geçti. Bu açıklamada Britanya, Filistin topraklarında bir “Yahudi ulusal anayurdu” kurulmasını destekleyeceğini bildiriyordu. Bu arada Lord Balfour aynı zamanda Britanya’ya Yahudi göçünü sınırlayan 1905 yasasını da çıkaran kişiydi. Britanya’da da Yahudi düşmanlığı oldukça yaygındı ve Siyonizm, hem Yahudileri ülke dışına göndermeye hem de Britanya lehine ve ona muhtaç bir devlet kurulmasına hizmet ediyordu.  

Filistin boş topraklar olarak anlatılıyordu. Siyonistler, kendilerine vaat edilmiş olan bu topraklar için şu sloganı öne çıkardı “Halkı olmayan topraklar [Filistin] ve toprağı olmayan bir halk [Yahudiler]”. Siyonizm için Filistin topraklarında azınlık durumundan çoğunluk durumuna geçmek her zaman en önemli hedef oldu. Bu ancak iki yönlü bir uygulamayla hayata geçirilebilirdi; daha fazla Yahudi’nin Filistin’e göç etmesi ve Filistinlilerin kendi topraklarını terk etmesi. Siyonist hareketin en liberal isimlerinden Leo Motskin 1917’de bu durumu şöyle anlatıyordu:

Düşüncemiz Filistin’in kolonileştirilmesinin iki yönde gitmesi gerektiğidir: Erets Yisrael’de Yahudi yerleşimi ve Erets Yisrael7‘deki Arapların ülke dışındaki bölgelerde yeniden iskanı. Bu kadar çok sayıdaki Arap’ın nakli ekonomik olarak ilk elde kabul edilemez görülebilir ancak her şeye rağmen uygulanabilirdir. Bir Filistinli köyünü başka bir toprağa taşımak için çok fazla paraya gerek yok.8

1918’de Yahudilerin Filistin’deki nüfusu sadece yüzde beş kadardı. Theodor Herzl’in fikirleri Filistin’in 1920’de Osmanlı’dan Britanya kontrolüne girmesiyle gerçekleşme imkânı buldu. Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Filistin’de Yahudi sayısı 56 bin, Arap nüfusu ise yarım milyondu. Yani yüzde 10-11 kadar. Fakat her şeye rağmen Siyonizm umduğu desteği Avrupa Yahudilerinden bulamıyordu. 1917 Sovyet Devrimi, Avrupa’daki Yahudiler arasında devrimci sosyalist fikirlerin de yaygın destek bulmasını sağlamıştı. Bu durumu tersine çeviren gelişme Nazizm’in yükselişi oldu. Yine de 1930’lar boyunca Yahudiler arasında anti-faşist mücadele destek bulmaya devam etti. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, 1939’da, Filistin’e göç eden Yahudilerin sayısı 443 bine çıkmış, Filistinli Araplar da bir milyona yükselmişti.

Nazilerin iktidara geldiği 1930’larda Siyonizm’in de etkisiyle Filistin’e göç hızlandı ama burada Siyonistler’in Nazilerle yaptığı çeşitli işbirlikleri oldu. Örneğin Dünya Siyonist Örgütü (DSÖ) 1933 yılında Hitler’e karşı mücadele öneren bir önergeyi 240’a karşı 43 oyla reddediyordu. Bu Kongre’nin toplandığı günlerde Hitler, DSÖ’nün kontrolünde olan Anglo-Palestine bankası ile ticari bir anlaşma imzalamıştı. Nazi hükümeti, Almanya Siyonist Federasyonu ve Anglo-Palestine bankası arasında imzalanan Haavara Anlaşması ile yeni Nazi rejimi altındaki zulümden kaçan Yahudilerin mal varlıklarının bir kısmını İngiliz Mandası altındaki Filistin’e transfer etmeleri sağlanıyordu. Hatta Dünya Siyonist Örgütü, Alman ürünlerinin Orta Doğu’daki dağıtımını dahi üstleniyordu. Siyonistler, sonraki yıllarda Yahudi Soykırımı’nın örgütleyicisi olacak Gestapo (Gizli Devlet Polisi) lideri Adolf Eichmann’ı Filistin’e davet etmişti. 1937 yılında Berlin’de gerçekleşen bir toplantıda Siyonist Feivel Polkes, Eichmann’ı davet ettiği toplantıda kendisine “Yahudi milliyetçi çevreleri radikal Alman politikalarından [yani ırkçı Nazi politikalarından] Filistin’deki Yahudi nüfusu hızla artıracağı ve yakında Yahudiler Araplardan sayıca üstün olacağı için çok memnun” diyordu.”10 Eichmann başlangıçta Yahudilerin Almanya’dan Filistin’e sürülmesi fikriyle ilgilenmiş olsa da kurulacak Yahudi devletinin Nazi Almanyası’nın çıkarlarına direnebileceği düşüncesiyle Nihai Çözüm’e yani soykırıma yöneldi.

Nazilerin toplama kamplarına Yahudileri toplamaya başladığı dönemde daha sonra İsrail’in ilk Başbakanı olacak Ben Gurion, Yahudi çocukların Nazilerden kurtarılması konusunda şöyle diyordu: “Eğer Almanya’daki tüm çocukları İngiltere’ye getirerek kurtarmak mümkün olsa ve Eretz israel’e (Büyük İsrail) götürerek sadece yarısını kurtarmak mümkün olsa, ben ikinci alternatifi seçerim. Sadece bu çocukların hayatlarını kurtarmaya bakmamalı, İsrail halkının tarihine de bakmalıyız”.10

Revizyonist Siyonizm hareketinin lideri ve 1930’larda paramiliter Yahudi örgütü Irgun’un kurucusu ve lideri olan Vladimir Jabotinsky (Ze’ev Jabotinsky) de 1927 yılında yazdığı bir yazıda Siyonizmin hedefini Filistin’de çoğunluk olmak olarak açıklıyordu. Ancak o dönem, bunu barışçıl ve Arapları zorla kovmak gibi uygulamalara gerek olmayan bir yöntem olarak görüyordu. Fakat Jabonitsky barıştan ve zor kullanmamaktan ne anladığını şu satırlarda çarpıcı şekilde anlatıyor ve kolonyalizmin zihin dünyasını özetliyordu:

Okuyucu, yerleşimcilerin o ülkede doğmuş olanların rızası ile ülkeyi ele geçirdiğini gösteren bir örnek bulmaya kalkarsa bunu başaramayacaktır. Yerliler (ister medeni ister vahşi olsunlar) her zaman inatçı bir mücadele sergilemişlerdir. Dahası yerleşimcilerin nasıl davrandığının bir önemi ve etkisi yoktur. Meksika ve Peru’yu fetheden İspanyolların ya da Hz. Yuşa zamanında atalarımızın çapulcu gibi davrandığı söylenebilir. Kuzey Amerika’nın ilk gerçek “büyük kaşifleri” olan İngilizler, İskoçlar ve Hollandalılar yüksek ahlaki standarda sahiptiler; sadece Kızılderililere huzur vermeyi değil aynı zamanda bir sineği bile incitmemek isteyen bu insanlar tüm samimiyet ve masumiyetleriyle bu bakir ormanlarda ve geniş ovalarda hem beyaz hem de kırmızı adam için yeterince geniş bir yaşam alanının olduğuna inanmışlardı. Ancak yerliler hem barbar hem de medeni yerleşimcilere aynı derecede bir zalimlikle direndiler… Her yerli halk—ister medeni ister barbar olsun—ülkesini her zaman efendisi olacağı milli yurdu olarak görür. Gönüllü olarak yeni bir efendiye hatta ortağa izin vermeyeceklerdir. Aynı şey Araplar için de geçerli.11

Jabonitsky, kuracağı Irgun paramiliter grubu ile doğrudan her türlü Filistinli direniş grubunu ve destekçi köylüleri hedef alan saldırılara girecek ve kendi makalesinde de bahsettiği gibi Filistinlileri Yahudilerin çoğunluk ve yönetici olduğu bir İsrail devletine zorla ikna etmeye çalışacaktı. Filistinlilerin umudu tamamen kırılmalı ki böyle bir “barış”a ikna olabilsinler diyordu.

Siyonist hareket içerisinde kendisine sosyalist diyen gruplar da Filistin’in kolonileştirilmesinde ve İsrail’in kuruluşunda temel rol oynadılar. Aaron David Gordon, Emek Siyonizmi veya Sosyalist Siyonizm denilen hareketin en önemli isimlerinden biri olarak Avrupa Yahudileri’nin üretimden, yaratıcı emekten uzaklaştığı için kendisine yabancılaştığını ve doğal köklerinden uzaklaştığını söyleyerek 1900’lerin başlarında, Filistin topraklarında, toprakta çalışmaya dayalı yerleşimler kurmaya başladı. İsrail’in kurucularından David Ben-Gurion da bu gelenekten geliyordu. Ben-Gurion, 1930’da kurulan İsrail Emek Partisi’nin (Mapai) lideriydi. Aynı zamanda Filistinlilere yönelik etnik temizliğin de baş aktörüydü. Kolektif Yahudi tarım yerleşimleri olan kibbutzlar da ortak mülkiyet ve işbirliği ilkeleri üzerine kurulmuş topluluklardı ve sosyalizan uygulamalara sahipti. Ancak Filistinlilerin topraklarına el koyarak sadece Yahudiler için bir “ortak mülkiyet sistemi” kuruyorlardı. Boşuna değil Hannah Arendt 1950’de “Filistin’de antikapitalist olmak hemen her zaman pratikte anti-Arap olmak demekti” diye yazacaktı.12

Filistin’de Arap ve Yahudi işçilerin birleşik mücadele deneyimleri

Filistin’de uzun yıllar azınlık durumunda kalan Yahudiler, yoğun bir Siyonist çabanın sonucu olarak Filistin toplumuyla son derece bilinçli bir şekilde birbirinden ayrıldı. 1920’lerde dünyada Sovyet devriminin etkisiyle enternasyonalist işçi ve halk hareketleri yükselirken Filistin’de bu hareket hep cılız kaldı. 

Filistin henüz Britanya himayesindeyken, Arap ve Yahudi işçiler 1922’de Demiryolu, Posta ve Telgraf İşçileri Sendikası’nın kurulmasıyla birlikte bazı ortak örgütlenme deneyimleri yaşadılar. Ancak Siyonist işçi sendikası Histadrut liderliği hemen bu birliğin altını oydu. 

Yoldaşlar ve Düşmanlar: Filistin’de Arap ve Yahudiler İşçiler, 1906-1948 kitabının yazarı tarihçi Zachary Lockman, Britanya sömürgeciliğine karşı harekete geçmiş olan Filistin işçi sınıfının iki temel sorunun arasında kaldığını yazıyordu. İlki, Siyonist sendika Histadrut’un Arap-Yahudi işçi birliğine karşı çıkıyor olması ve ikinci olarak da Arap ülkelerinin Filistinli işçi sınıfı hareketini bilinçli bir işçi hareketi olmaktan uzaklaştırıp ulusal bir hareket olmaya yönlendiriyor olmalarıydı. Bu iki durumun sonucunda 1925 yılında Arap işçilerin çoğu, nadir birleşik deneyimlerden biri olan Demiryolu, Posta ve Telgraf İşçileri Sendikası’ndan ayrıldı ve Filistin Arap İşçiler Cemiyeti’ne (PAWS) katıldı.

Yine de bazı birleşik mücadele deneyimleri yok değildi. 1931’de, benzine getirilen yeni vergileri ve motorlu taşıtlar vergisini protesto eden kamyon ve otobüs şoförlerinin on günlük grevi ülke genelinde trafiği durma noktasına getirdi. Yahudi ve Arap işçilerin bu ortak grevi Histadrut tarafından Filistinli Arap işçilerin sendikal örgütlenme konusunda deneyim kazanmalarının siyasi kapasitelerini ve ulus bilincini geliştireceği korkusuyla baltalandı.

Şubat 1935’te Hayfa’daki Irak Petrol Şirketi’nde çalışan yüzlerce Arap ve Yahudi işçi daha yüksek ücretler, daha kısa çalışma saatleri ve daha iyi çalışma koşulları için greve gitti. İşçilerin eylemi Filistin’in sanayi merkezi olan Hayfa bölgesindeki diğer işçilere de ilham verdi. Ancak Histadrut, daha fazla Yahudi’nin işe alınmasına karşılık olarak bu mücadeleyi de ezdi.13

Filistinli işçiler 1936 genel greviyle bilinen en uzun süreli grevi başlattıklarında yanlarında Yahudi işçiler yoktu. Aynı yılın başlarında Fransa’dan Suriye’nin bağımsızlığı için müzakere sözü alan Suriye genel grevinden esinlenen Filistinli Arap toplumu, 19 Nisan ve 16 Ekim 1936 tarihleri arasında modern tarihin en uzun genel grevini gerçekleştirdi. Grev, 1936-39 Arap isyanının da başlamasına yol açtı. Talepleri, daha fazla Yahudi göçünün ve Yahudilere toprak satışının yasaklanması ve ulusal bir hükümetin kurulmasıydı. Britanya himayesine karşı yapılan greve Yahudi sendikalar destek vermedi. Filistin’e gelen Yahudi göçmenler arasında antisiyonizm pek yer bulamıyordu. Bu da Yahudi paramiliterlerin işini kolaylaştırıyordu.

2. Dünya Savaşı sonrası Arap-Yahudi ortak işçi eylemlerinin en büyüğü Nisan 1946’da ülke çapında mavi ve beyaz yakalı posta, telgraf, telefon ve demiryolu işçilerinin gerçekleştirdiği grevdi. Kısa süre içinde bu grevlere devlet memurları ve liman işçileri de katıldı ve toplamda yaklaşık 23 bin işçi greve çıktı. Aciz durumdaki İngiliz manda yönetimi, grevcilerin ücret artışı, hayat pahalılığı ödeneği ve emeklilik maaşlarında iyileştirme gibi pek çok talebini kabul etmek zorunda kaldı. Ancak Histadrut ve de Filistinli örgütler bu ortak mücadeleyi ulusal mücadeleye tehdit olarak gördüler ve birleşik bir işçi mücadelesini geliştirmek yine mümkün olmadı.

İsrail’in kuruluşu ve Nakba (Büyük Felaket)

Filistinli yerli halk, Jabonitsky’nin de öngördüğü üzere, 1917 Balfour deklarasyonundan beri Siyonist çetelere ve İngiliz ordusuna karşı mücadele ediyordu. 1929’da ve en son 1936’da büyük isyanlar yaşanmıştı. Britanya ordusu, 1936 isyanını Siyonist çetelerle birlikte çok sert bastırdı. Direniş örgütlerinin büyük kısmı imha edildi ve liderler sürgüne gönderildi. Bu da 1947’de Siyonist çetelerin Filistin köylerine rahatça girip Nakba adı verilecek katliamlarını kolaylaştırdı.14

Siyonist paramiliterler hem Britanya ordusu subayı Orde Charles Wingate tarafından eğitildi hem de 2. Dünya Savaşı sırasında Britanya ordusu yanında savaştıkları cephelerde profesyonel savaş deneyimi kazandı. Pappé’nin verdiği örneğe göre 1938 yılındaki bir Filistin köyü baskınında Siyonist paramiliterler henüz bir süngüyü dahi kullanmayı bilmedikleri için İngiliz subay tarafından azarlanıyordu.15 Savaş eğitimlerini Britanya ordusunda alarak profesyonelleşmişlerdi.

Siyonizm, Türkiye’de çokça öne çıkarıldığı gibi Filistinlilerin topraklarını satın alarak yükselmedi. Hatta 1927 yılındaki makalesinde Jabonitsky, açıkça “ılımlı Siyonistler” dediği grubun Filistinlilerden para karşılığı toprak alarak Yahudi devleti kurulabileceğini sandıklarını söyleyerek onları saf olmakla itham ediyordu. Filistinliler, Siyonistlerin hedefini öğrendikten sonra topraklarını satmayacakları gibi satanlar da eşyalarını toplayıp topraklarını terk etmeye yanaşmayacaktı. Bu nedenle şiddetin tek yöntem olduğunu söylüyordu Jabonitsky. Yahudi kolonilerinin güvenliğini sağlamak için kurulan Hagana örgütü daha sonra İsrail ordusuna dönüşecekti ve diğer paramiliter gruplarla birlikte bu örgüt Filistinlilere saldırılar düzenleyen, direnişçi gruplarını ezen bir güç olacaktı.

İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde artık dünyanın küresel emperyalist gücü Britanya değil ABD olmuştu. Karşısında da Stalinist SSCB bir diğer emperyalist güç olarak yükselmişti. Bu yeni koşullar altında 1948’te Birleşmiş Milletler, nüfusun yüzde 30’unu oluşturan Yahudilere Filistin topraklarının yüzde 50’sini veren bir kararname ile İsrail devletini ilan etti. İlginç bir şekilde İsrail devletini ilk tanıyan devletler ise ABD ve SSCB oldu.

İsrail, kurulmasının hemen ardından kitle katliamları ile 700 binden fazla Filistinliyi, topraklarını bırakıp kaçmaya zorladı, kendi topraklarını genişletti ve yüzbinlerce Filistinli hem ülke içinde hem Ürdün, Lübnan, Suriye ve Mısır’da mülteci oldu.

İsrail’in ilanı ile başlayan katliamlar ve kitlesel göç bir bölgesel savaşa da yol açtı. 1948’de Arap Birliği ülkeleri İsrail’e saldırdı ancak savaştan İsrail galip çıktı. İsrail Çalışma Bakanı Golda Meir daha o günlerde kitlesel göçe zorladığı Filistinliler için “Filistinli diye bir şey yoktur” diyerek inkâr politikası izlemeye başlamıştı bile. Gerçekten de bir yıl içinde Siyonist katliam Menahem Begin’in ifadesi ile İsrail’i “iki ayaklı hayvanlardan”, yani Filistinli Araplardan, temizlemişti. İsrail, Filistin topraklarının yüzde 80’ini ele geçirmişti.

İsrailli tarihçi Ilan Pappé, Filistin’de Etnik Temizlik isimli kitabında 1948’de yaşanan olayların, İsrail tarafından yürütülen sistematik bir etnik temizlik olduğunu söyler. Pappé, bu olayların sadece bir savaşın yan ürünü değil, bilerek ve planlanarak gerçekleştirilmiş bir politika olduğunu savunur. İsrail resmi anlatısında yaşananların “savaşın zorunlu sonuçları” olduğu şeklindeki açıklamaları boşa düşürerek, Yahudi üstünlükçü bir devlet kurma amacının en başından beri var olduğunu anlatır.

Filistin’de etnik temizliğin “Plan Dalet” (Plan D) denilen bir planlama ile gerçekleştirildiğini anlatan Pappé, bu planın Filistinli köylerin ve şehirlerin sistematik olarak boşaltılması ve yok edilmesi için yapıldığını söyler. 10 Mart 1948’de son şekli verilen bu plana göre, Yahudi milisler Filistinli sivillere karşı saldırılar düzenleyerek onları korkutmayı ve kaçmaya zorlamayı amaçlamışlardı.16

Plan D, daha önce Siyonist liderlik tarafından hazırlanan çok daha küçük çaplı planların (Plan A, B, ve C) dördüncü ve nihai haliydi. Öncekilerden farklı olarak son derece açıkça Filistinlilere yönelik şiddet eylemlerini ve böylece topraklarını terk etmeye zorlanmalarını içeriyordu. Mart ayında hazırlanan plan aslında Mayıs ayında, Filistin mandasının sona erip Britanya ordusunun bölgeyi terk edeceği güne bir hazırlıktı. Plan hazırlandıktan kısa bir süre sonra Britanya bölgeyi terk etti ve plan hızla uygulandı. Pappé, plan hazırlandıktan sadece altı ay sonra “Filistin’in yerli nüfusunun yarısından fazlası, 800 bine yakın insan yerinden edilmiş, 531 köy yok edilmiş ve kentsel alanda bulunan 11 mahalle boşaltılmıştı.” diye yazar.17 

Pappé, Nakba’ya giden süreçte Siyonistlerin 1930’ların sonunda hazırladığı köy dosyalarının çok önemli bir rolü olduğunu da anlatır. Plan D’nin altyapısını Filistin’deki tüm köyleri çalışan kartografi bürosu, bu köy dosyaları ile hazırlar. Artık Siyonistlerin elinde ülkedeki tüm köylerin topografya bilgileri, irtibat yolları, su kaynakları, toprak verimliliği, etnik ve dini aidiyetleri ve hatta 1936’da eklenen “düşmanlık” endeksine göre 1936 isyanına katılıp katılmadıklarını içeren bilgiler vardır.18 

Bu plan dahilinde uygulanan etnik temizlik, ilginç bir şekilde küresel toplumun hafızasından tamamen silinir. Siyonist anlatı, Filistinli milislerin saldırılarına karşı Yahudi yerleşimlerinin kendini savunduğunu anlatır. İsrail’in kuruluşunun ardından da Yahudi devletini yok etmek için saldıran Arap ordularına yol açmak için Filistinlilerin “kendi rızalarıyla” evlerini ve topraklarını geçici olarak terk ettiğini anlatır. Plan D ise yakın zamanda belgeleri ortaya çıkarılana kadar bilinmez olmuştur. Gerçi bugün İsrail’de hala bu planı pek bilen yok. Pappé, Plan D’yi hazırlayan ve uygulayan 11 kişilik üst düzey Siyonist liderin isimlerini 2006 yılında yayınladığı bu kitapta veriyor. Listenin başında ise İsrail’in en büyük kahramanlarından biri olarak geçen, İsrail’in ilk Başbakanı ve İsrail Devleti’nin kurucusu David Ben-Gurion var. Kahraman kurucu askerler olarak bilinen Yigael Yadin ve Moşe Dayan var. 1993 Oslo Barış Süreci’nde Başbakan olan Yitzhak Rabin de var.19 İsrail ve dolayısıyla Batı medyasındaki resmi “savaş paradigması”nı çürüten Pappé, bunun karşısına “etnik temizlik paradigması”nı koyar. 

Plan D ve bu planın dışında diğer paramiliter gruplar, Filistinlilere yönelik katliamlar eşliğinde etnik temizliğe giriştiklerinde Batı ülkelerinde durumunda farkı olan gruplardan itirazlar da yükseldi. Bu itirazların en bilineni 4 Aralık 1948 tarihli New York Times gazetesinde Albert Einstein ve Hannah Arendt gibi Yahudi aydınların yayınladığı mektuptu. Mektup, İsrail’in bağımsızlığını ilân edişinin üzerinden birkaç ay geçtikten, yüzlerce Filistinli köyü imha edildikten sonra yayınlanmıştı. Mektup, esas olarak İsrail’de yeni kurulmuş olan Herut [Özgürlük] Partisi’ni ve genç lideri Menachem Begin’i eleştirmekteydi. Herut denilen parti, paramiliter İrgun örgütü tarafından kurulmuştu. Mektupta Einstein ve diğer isimler, Herut’u “Nazilere ve faşist partilere örgüt, yöntem, siyaset felsefesi ve toplumsal çekicilik açısından çok benzeyen bir politik parti” olarak tarif ediyorlardı.20 Yahudi aydınların uyarılarına rağmen etnik temizlik tüm şiddetiyle devam etti.

Pappé, İsrail Komünist Partisi’nin (Maki), diğer Siyonist gruplardan farklı olarak, Arapların haklarını savunan bir duruş sergilediğini belirtir. Ancak, bu duruş her zaman tutarlı ya da etkili olmamıştır. Kitapta, Maki’nin Yahudi işçi sınıfı ve Arap nüfus arasında bir ittifak kurmaya çalıştığı, fakat bu çabanın büyük ölçüde başarısız olduğu vurgulanır. Maki, Arap ve Yahudi emekçilerin birliğini savunarak, Filistin’deki Arapların zorla yerinden edilmesine karşı çıkmıştır. Ancak, parti içindeki Yahudi üyeler ile Arap üyeler arasında görüş ayrılıkları yaşanır. Yahudi üyeler, İsrail Devleti’nin kurulmasını desteklerken, Arap üyeler ise daha radikal bir anti-Siyonist duruş sergilemiştir. Maki, Arap köylerinin yok edilmesine ve nüfusun zorla yerinden edilmesine karşı çıksa da, bu muhalefet, ne geniş bir destek bulabilmiş ne de etnik temizliğin önlenmesinde etkili olmuştu.21

Göçmenlik ve yerleşimcilik (kolonyalizm) İsrail toplumunu Siyonizm’e yedekleyen en önemli iki özellik olageldi. Bugün dahi İsrail vatandaşı Yahudilerin yüzde 20’si İsrail’e sonradan göç edenlerden oluşuyor. Nakba öncesinde ve sonrasındaki birkaç on yıl boyunca göçmen Yahudiler, İsrail nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyorlardı. Filistinli yerli halk ile hiçbir teması olmayan, yeni bir hayat kurmak ve yükselmek isteyen topluluklar oluşturuyorlardı. Buna bir de yerleşimcilik ekleniyordu. İzole ve kapalı yerleşimler inşa ediyorlardı. Filistinlilerle en ufak bir ortaklığa sahip olmadıkları gibi sürekli olarak savaşma hâli vardı. Bu toplum, işçi sınıfı da dahil olmak üzere, bir kolonizasyon süreciyle şekillenmişti. Yerleşimci toplum ile yerli, yerinden edilmiş Filistinli Araplar arasındaki daimi çatışma hiç durmadı ve İsrail sosyolojisinin, siyasetinin ve ekonomisinin yapısını şekillendirdi. General Dayan, 1956 yılında Filistinli gerillalar tarafından öldürülen kibbutz üyesi Roy Rutberg’in cenaze töreninde yaptığı ünlü konuşmada şöyle söylemişti: “Bizler yerleşimci bir nesiliz ve çelik miğferimiz ve topumuz olmadan ne bir ağaç dikebilir ne de bir ev inşa edebiliriz. [Bundan dolayı] Etrafımızdaki yüz binlerce Arap’ı alevlendiren öfkeden çekinmeyelim.”22

Britanya, Filistin’den çekildikten sonra zamanla İsrail’in temel dayanağı ABD olmaya başladı. Enzo Traverso, son kitabı Gazze Tarihle Yüzleşiyor’da İsrail’in kuruluşunun II. Dünya Savaşı sonrası konsensüsünün bir ürünü olduğunu anlatıyor. ABD ve SSCB iki süper güç olarak savaştan çıkmış olmakla birlikte henüz Soğuk Savaş başlamadığı için iki ülke İsrail’i tanıyan ilk ülkeler olurlar. Hatta İsrail Komünist Partisi aracılığıyla İsrail ordusunun Arap devletlerine karşı kullandığı silahların önemli bir kısmı Çekoslovakya’dan gönderilir.23 Fakat daha sonra Ortadoğu’daki petrolün güvenliği Filistin’in kaderini belirlemeye başlıyor. Batı bloğu tarafından Arap milliyetçiliğine karşı Siyonizm desteklenir. Bu nedenle Nakba sonrası dönemde İsrail, yatırım almaya ve ekonomik ve askeri destek almaya devam eder. Bu da İsrail’i emperyalizm destekli yerleşimci devletler içerisinde ekonomik olarak emperyalist merkez tarafından sömürülmeyen tek Ortadoğu devlet durumuna getirir.24

İsrail’in kuruluşunun ardından yüksek dış yardım almasını, 1951 yılında Haaretz gazetesinin editörü şu şekilde açıklıyordu: “İsrail’e bekçi köpeğinden farklı olmayan bir rol verilmiştir. ABD ve İngiltere’nin çıkarlarına ters düşmesi halinde Arap devletlerine karşı saldırgan bir politika izleyeceğinden korkmamak gerekir.”25 Bu satırlar önemli çünkü İsrail’in soğuk savaş koşullarında bölgede oynadığı özgün role işaret ediyor. 1967 Arap-İsrail savaşı sonrasında İsrail önemini Batı emperyalizmine, özellikle de ABD’ye çok net bir biçimde kanıtladı çünkü bölgede yükselen Arap milliyetçiliğini ezmeyi başarmıştı. Sonraki dönemde ise bu sefer bölgede yükselen devrimci hareketi ezecek bir güç olmayı sürdürdü. Ürdün ve Lübnan’daki devrimci hareketleri ezerek Ürdün’de krallığı, Lübnan’da faşist Falanjistler eşliğinde düzeni korudu. Ancak bu tek yönlü bir ilişki olmadı hiçbir zaman. İsrail, basitçe Batı emperyalizminin bölgedeki kuklası değil kendi özgün koşullarını fırsata çevirebilen bir bölgesel güç, bir alt emperyalist güç oldu.

El Fetih ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) 

1948’de İsrail’in kurulması ile birlikte başlayan etnik temizlik yani Nakba sonrası Suriye, Lübnan, Ürdün ve Mısır’a göç etmek zorunda kalan yüzbinlerce Filistinli mülteci, çoğunlukla yoksul köylülerden ve işçilerden oluşuyordu. Daha eğitimli ve varlıklı sınıf ise Körfez ülkelerine göç etmeyi tercih ediyordu çünkü buralarda yükselen petrol sanayi, yeni iş imkanları sağlıyordu. Öğretmenler, mühendisler, doktorlar gibi gruplar, tüccarlar ve girişimciler bu ülkelerde yükselen petrol ekonomisinde yükselme olanakları buluyordu. Filistinli göçmen orta sınıflar da bu gelişmedeki en etkili göçmen grubunu oluşturuyordu.26 Kuveyt’te zenginleşen Filistinli genç girişimciler arasında Yaser Arafat da vardı. Arafat 1950’lerden itibaren özellikle Mısır lideri Cemal Abdünnasır üzerinden İsrail’in bir Arap devletleri saldırısıyla yenilmesi için görüşmeler yapıyordu. İngiliz Marksist Marfleet, bu sayede bu embriyonik Filistin burjuvazisinin bir Filistin devletine sahip olarak diğer Arap egemenleriyle aynı statüde olmayı amaçladığını belirtir. Fakat henüz Arap devletlerinin böyle bir hedefi yoktur ve o dönem Filistinliler de dahil olmak üzere tüm Arap devletlerinde Arap Milliyetçi Hareketi27 yükselmektedir yani birleşik büyük bir Arap devleti fikri.28 Arafat, Kuveyt’te 1959 yılında El Fetih örgütünü kurduğunda bu fikri değiştirmeye girişir. Bir Arap Birliği oluşacaksa önce Filistin özgür olmalıdır Arafat’a göre. Dolayısıyla Filistin’deki ve diasporadaki tüm Filistinliler bu ortak amaçta birleşmeli ve bulundukları ülkelerin iç işlerine de karışmamalıdırlar. Yani bir müdahalesizlik stratejisi izler El Fetih kuruluşundan itibaren. 

Nakba sonrası mülteci durumuna gelen Filistinliler arasında özellikle 1960’lardan itibaren direniş örgütleri oluşmaya başladı. Bu dönemde dünyanın birçok yerinde sömürgecilik karşıtı ulusal kurtuluş hareketleri yükselmekteydi. 1964 yılında Yaser Arafat tarafından Kuveyt’te Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) kuruldu. FKÖ, Arap devletlerinin ekonomik ve politik desteğiyle çeşitli Filistinli örgütleri biraraya getirmek ve de aynı zamanda giderek radikalleşen ve Arap coğrafyasını da radikalleştiren Filistin hareketini kontrol altına almak için kurulmuştu. En büyük destekçisi de Arap Milliyetçi Hareketi’ni bölgede yükselten Cemal Abdünnasır yönetimindeki Mısır’dı. FKÖ farklı örgütleri kapsamasına rağmen kısa sürede El Fetih’in kontrolüne girdi ve Fedai adı verilen militanlar aracılığıyla İsrail’de veya farklı ülkelerde İsraillilere yönelik silahlı eylemlere girişti. 

El Fetih, 1965’te silahlı eylemlere başlarken dönemin pan-Arap milliyetçiliğine karşı Filistin milliyetçiliği temelinde hareket ediyordu ve de Filistin burjuvazisinin partisi konumundaydı. Liderliğinin çoğu Arap ülkelerinde sürgünde bulunan orta sınıflardı.29 El Fetih liderliğindeki FKÖ de bölge devletleriyle eşit bir devlet kurma hayali çerçevesinde ulusallaştırmalarla Filistin topraklarını ve kaynaklarını birleştirme hedefi güden bir programa sahipti. Bulunduğu Ürdün ve Lübnan’da Filistinli mülteciler için okullar ve hastaneler açarak sosyal programları hayata geçiyordu. Filistinli işçileri ulusal sorun etrafında olsa bile yine de sendikalarda örgütlüyordu. 1990’lardaki Oslo Anlaşmaları ile birlikte bu durum değişecekti.

El Fetih bir yandan Arap birliği mücadelesi veren Mısır’dan destek buluyordu bir yandan da körfez ülkelerinden. FKÖ, İsrail içerisinde bir savaş yürütemiyordu ama Ürdün ve Lübnan gibi mülteci kamplarında kontrolü sağlamıştı. Bu, diğer sömürgecilik karşıtı hareketlerle kıyaslandığında bambaşka bir özellikti. O kadar ki mülteci kamplarında okullar, hastaneler işletip, gerilla sayesinde mülteci bölgelerinin güvenliğini de sağlayan devlet içinde devletler oluşturmuştu. Fakat FKÖ mücadeleyi de profesyonelleştiriyor ve de bürokratikleştiriyordu. Arap ülkelerinden gelen para, FKÖ’yü oluşturan örgütler arasında paylaştırılıyor, profesyonel kadrolar oluşturuluyor, profesyonel eğitimli militanlar yetiştiriliyordu. 

1967 yılında birçok Arap devletinin askeri ve ekonomik desteğiyle Mısır, Ürdün ve Suriye, İsrail’e saldırdı ancak Altı Gün Savaşları olarak tarihe geçen savaşta İsrail büyük bir zafer kazanmış oldu. İsrail, 1948 savaşından bu yana Ürdün işgali altında olan Batı Şeria ve Kudüs’ü aldı. Yine 1948’den beri Mısır’ın işgali altında olan Gazze’yi de aldı. Hatta Mısır’a ait olan Sina Yarımadası ve de Suriye’nin elindeki stratejik bir nokta olan Golan Tepeleri İsrail tarafından işgal edildi. Filistin’in Arap ülkeleri eliyle özgürleşmesi hedefi bir anlamda çökmüş oldu. Arap milliyetçiliği fikri de öyle. Bu ağır yenilgiden kısa bir süre sonra Filistinli sosyalist örgütlerin ortaya çıkması bir tesadüf değildi.

1967 yenilgisinin ardından özellikle Ürdün ve Lübnan’daki mülteci kampları Filistin Ulusal Devrimi’nin odak yeri hâline geldi. Ürdün, Filistinli mültecilerin en fazla göç ettiği ülkelerden biri olmuştu ve bunun bir sonucu olarak ülkede 1970’e gelindiğinde iki ordu ortaya çıkmıştı. Doğan Tarkan ve Roni Margulies, Ürdün’deki durumun Sovyet Devrimi’nde olduğu gibi “ikili iktidar”a yaklaştığını ve FKÖ içindeki Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’nin “bütün iktidar direnişe” sloganını öne çıkardığını anlatır.30

Ancak 1967 yenilgisinden sonra FKÖ de artık Mısır’a değil o dönemde sömürgelerde yükselen silahlı ulusal kurtuluş mücadelelerine bakıyordu. Vietnam, Cezayir, Küba gibi ülkelerle ve Körfez ülkeleriyle daha yakın ilişkiler kurdu. Tabii bu durum mülteci kamplarının bulunduğu ülkelerde pek iyi karşılanmadı. Mülteci kamplarında öyle bir güçten söz ediyoruz ki El Fetih’in kurucularından Mohammad Daoud Oudeh, genç subay ve aktivistlerin Ürdün rejimine karşı erken bir saldırı çağrısında bulunduklarını ancak Arafat’ın bu önerileri elinin tersiyle ittiğini anlatıyordu: “[Kral] Hüseyin’i devirme konusunu çok ciddi ve çok sık tartıştık… Arafat her zaman ‘Hayır’ dedi. Bize, Hüseyin’e ya da herhangi bir Arap rejimine karşı savaş açmanın kurtuluşa giden yol olmadığını söyledi”. Fakat tehlikeyi fark eden Ürdün Kralı Hüseyin saldırmaktan geri durmadı.31 1970’de Ürdün, tarihe Kara Eylül diye geçen savaşta FKÖ kamplarına saldırdı, 10 ay süren çatışmalarda binlerce gerilla öldü. FKÖ, Lübnan’a çekilmek durumunda kaldı. Lübnanlı devrimciler de bu gücün gelmesini devrim için desteklediler ve FKÖ hızla yeniden büyüdü. 

Lübnan kampları, Türkiyeli devrimciler dahil olmak üzere tüm Ortadoğulu silahlı devrimci örgütlerin eğitim yeri oldu. 1975’te başlayan Lübnan iç savaşı da bu durumun bir sonucuydu. Lübnanlı faşistler bir tür Hristiyanlık ideolojisiyle birleştirdikleri fikirleri etrafında Falanjist hareketi oluşturdu. Falanjistler, İsrail ve ABD tarafından desteklendi. Mülteci kampları direniş merkezlerine dönüştü. 1982’de İsrail, mülteci kamplarına ve Beyrut’a saldırdı. FKÖ bu sefer de Lübnan’ı terk etti. 10 bin kadar fedai, gemilerle ve karadan Tunus ve Suriye’ye geçti. Bu çekilişin hemen ardından İsrail desteğini alan Falanjistler, Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında katliam yaptı. Terk edildiklerini hisseden Filistinlilerin öfkesi 1987’deki birinci intifadanın (isyan) önemli nedenlerinden biri oldu. FKÖ; Yemen, Tunus, Sudan gibi ülkelerde üslenmeye devam etti ama kısa süre sonra silahlı direnişe son verdi. Arafat artık rejimlerle iyi ilişki kurmak gerektiği sonucuna varmıştı. Bu politika küçük de olsa bir Filistin devletini kabul edip İsrail’i de tanımak anlamına geliyordu. Birleşik ve laik Filistin hedefi terk edildi.32

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Demokratik Cephe 

1967’de İsrail’in kazandığı Altı Gün Savaşı’nın ardından Arap Milliyetçi Hareketi’nin kurucularından George Habash ve yoldaşları Mısır’ın politik etkisinden uzaklaşarak FKÖ çatısı altında yer alan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ni kurdular. Örgüt içi bir ayrışma nedeniyle kısa süre sonra da, 1969’da, Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi (FDHKC) ya da kısaca Demokratik Cephe kuruldu. İkisi de Filistin direnişi içerisinde kendine Marksist-Leninist diyen fraksiyonlardı. 1967’de İsrail’in kazandığı savaş sonrası, bu örgütler, silahlı mücadeleyi Filistin özgürlük hareketinin merkezine yerleştirdiler. Her ne kadar önemli ayrılıklara sahip olsalar da ikisi de FKÖ içerisinde kalmayı sürdürdü.

FHKC’nin sadece Ürdün’de 5 bin kadar militanı olduğu söyleniyordu ve Filistin dışındaki mülteci kamplarında okullar, hastaneler işletirken, 1970’lerde uçak kaçırma ve rehin alma eylemleriyle adını duyurdu. İşçi sınıfı içerisinde örgütlenmek yerine militan eylemler örgütleyen silahlı birlikler örgütlüyordu.

FHKC ilk kurulduğunda, El Fetih’in diğer ülkelerin iç işlerine karışmama yönündeki “müdahalesizlik” siyasetine karşı çıktı. Ancak bu yaklaşımları bir Ortadoğu işçi devrimi perspektifi içermiyordu. FHKC’nin analizine göre Ortadoğu’da bir yanda emperyalizmin işbirlikçisi konumundaki rejimler vardı, diğer yanda da Suriye ve Irak gibi ülkelerdeki anti-emperyalist rejimler. Sosyalistler, bölgede birinci gruptaki işbirlikçi rejimlere karşı da mücadele etmeliydi. Tabii, 1970’de Ürdün Krallığı FKÖ’ye saldırarak militanları ülke dışına sürdüğünde hiçbir “antiemperyalist” rejim FKÖ’nün yardımına gelmedi. Bir tek Suriye ordusuna mensup askerler FKÖ amblemli üniformalarla Ürdün Krallığı’na karşı savaştı. Ancak diktatör Hafız Esad, asker göndermekten öteye geçmedi ve yenilgiyle birlikte de askerlerini çekti. 

FHKC’den bölünen Demokratik Cephe ise bu ayrımı reddetmeye başladı zamanla ve her yerde ulusal devrimleri savundu. Ancak Libya gibi ülkelerden para almaya yine de devam etti.

Filistin direnişi içerisinde sosyalist olduğu iddiasında olan örgütlerin ortaya çıkması SSCB’nin de daha fazla müdahil olmasına yol açtı. Aslında Stalin liderliğindeki SSCB, İsrail’i ilk tanıyan ülkelerden biriydi. SSCB, Ortadoğu siyasetine uygun şekilde FHKC’ye de yön veriyor, silah, eğitim ve para gönderiyordu. Bu da politik bir bağımlılığı beraberinde getiriyordu. İşçi sınıfının zayıf olduğu sanayileşmemiş ülkelerde önce burjuva ulusal devrimin yaşanması gerektiği daha sonra sosyalist devrimin gerçekleşebileceğine dayanan Stalinist aşamacılık teorisi FHKC’de hakim görüştü.

Ramsis Kilani, Filistin’deki sol örgütlerin gerileyişindeki temel faktörün, aşağıdan bir sınıf hareketi inşa etmeyi değil silahlı direnişi önceleyen siyasetleri olduğunu belirtir. FKÖ altındaki tüm örgütler gibi Filistinli sosyalist örgütler de ihtiyaç duydukları silah ve fonlara ancak FKÖ içerisinde kalarak ve onun liderliğini üstelenen El Fetih’in siyasetiyle uyumlu hareket ederek ulaşabiliyordu. FKÖ’nün fonlarını ise Körfez ülkeleri ve diğer Arap ülkeleri sağlıyordu. Elbette bu durum Filistinli örgütleri bu ülkelere bağımlı kılıyor ve de aynı zamanda diğer ülkelerdeki toplumsal mücadelelere karışmamalarını gerekli kılıyordu. Ortadoğu’daki baskıcı rejimlere karşı enternasyonal bir özgürlük ve devrim mücadelesi perspektifine sahip değillerdi. Bu politik çizgiyi izlemelerinin bir nedeni de Stalinist aşamacılık teorisiydi. Buna göre, Ortadoğu’da bir işçi iktidarı henüz mümkün değildi ve onun yerine önce ulusal bağımsızlık kazanılmalı, işçi ve köylülerin toplumsal özgürlük mücadelesi sonraki aşamaya bırakılmalıydı. Yani ilk aşama ulusal bir burjuva devrimdi, ikinci aşama ise sosyalist devrimdi. İlk aşama için de hem yerli kapitalist ve küçük burjuva sınıflarla koalisyon kurulmalıydı hem de çevre ülkelerle iyi ilişkiler geliştirilmeliydi. Bu sırada da işçi ve köylü sınıfları içinde örgütlenecekti.33

1967 yılındaki bir FHKC metninde savaşçılarla halk arasındaki ilişki şöyle tanımlanıyordu: “Kitleler (kahraman halkımızın evlatları!) savaşçıların yaşam soluğudur ve uzun vadede zaferi sağlayan kitlelerin savaşa katılımıdır. Her toprakta her düzeydeki militana verilen halk desteği, düşmanı ezene kadar yükselen gerçek, sağlam ve tırmanan mücadele ve kararlılığın temelini oluşturur.”34

Bu perspektif hem sınıf kavramını silikleştiriyor ve yerine halk gibi muğlak bir kavramı koyuyor hem de işçilerin devrimci özyönetim etrafında kendi politik ve örgütsel düzeylerini geliştirmelerinden ve bir sınıf olarak özneleşmelerinden ziyade, gerilla örgütlerinin askeri operasyonlarına destek verenler gibi daha pasif ve hatta lojistik bir konuma indirgeniyordu.

Filistinli Troçkist Jabra Nicola 1972’de yazdığı “Arap doğusunda devrim üzerine tezler” makalesinde Filistinli sosyalistlerin hatalarını üç ana noktada özetler. İlki, “Filistin’in kurtuluşu” mücadelesini tüm Arap coğrafyasındaki rejimlere karşı mücadeleden fiili olarak ayırıyor olmalarıydı. İkincisi, “Aşamalı devrim” teorisini ve ‘birincil ve ikincil çelişkiler’ teorisini benimsemeleriydi. ‘Belirli bir dönem’ için sınıf mücadelesini ‘ulusal birliğe’ tabi kılıyorlar ve böylece Arap egemen sınıflarını müttefik olarak görüyor, mücadele edilmesi ve devrilmesi gereken sınıf düşmanları olarak görmüyorlardı. Üçüncüsü ise, mücadelenin askeri yönüne neredeyse tek başına vurgu yapan “odaklanma” teorisini kabul ediyorlar ve tüm Arapları kapsayan devrimci bir öncü örgüte duyulan ihtiyacı ve askeri operasyonların siyasi stratejiye ve siyasi liderliğe tabi kılınması ihtiyacını reddediyorlardı.35 Nicola bu anlayışın sonucu olarak mülteci kamplarının ve direniş örgütlerinin çok güçlü olduğu Ürdün ve Lübnan’da dahi Filistinli sosyalistlerin kendilerini bu ülkelerdeki devrimcilerden ayrıştırdığını söyler.

FHKC de 1982’de İsrail’in Lübnan işgali ile yaşanan yenilgi sonrası merkezini müttefik olarak gördüğü Suriye’ye taşıdı. 1986’da FHKC’nin haftalık gazetesi Al Hadaf da merkezini Gazze’den Şam’a taşıdı ancak burada sürekli olarak Suriye rejiminin sansürü altında ve kontrolünde yayın yapmak zorunda kaldı.36 Suriye’de bulunan en büyük Filistin mülteci kampı olan Yarmuk Mülteci Kampı’nda 2011 yılında Suriye devriminden yana olan Hamas gibi grupların örgütlenmesi üzerine kampa 2015 yılında önce Suriye rejimi sonra da IŞİD saldırdığında FHKC, Esad rejiminden yana tavır almıştı.  

1987’deki birinci intifada sırasında bu sosyalist örgütler El Fetih’e kıyasla Filistin topraklarında hızla üye kazanmaya başlamışlardı. İntifadayı sindirmek için başlayan Oslo Süreci’ne de itiraz ediyorlardı ama FKÖ’ye bağlı kalmaya da devam ediyorlardı. SSCB’nin dağılması ile birlikte önce mali ve silah desteğini kaybetmeye sonra da üye kaybetmeye başladılar. 1995 yılındaki anketlerde FHKC’nin Filistinliler arasındaki desteği yüzde üçe gerilemişti.37 İntifada sırasında kurulan Hamas ise hızla yükseliyordu. Hamas, FKÖ içerisinde yer almadığı gibi Oslo Süreci’ne de karşı çıkarak desteğini büyüttü.

Birinci İntifada38

FKÖ’nün 1982’de İsrail tarafından başlatılan Lübnan işgali ile aldığı yenilgi ve Filistinlilerin yaşamakta olduğu baskılar ve ekonomik zorluklar isyana neden oldu. FKÖ kendisini Filistinlilerin temsilcisi olarak görürken bir anda sıradan insanların hareketi ortaya çıktı. Birçok Arap ve Ortadoğu ülkesinde de dayanışma eylemleri gerçekleşti. Bu eylemler hem Filistin’i yeniden dünya gündemine soktu hem de Arap devletlerinin harekete geçmekteki başarısızlığı eleştirildi. 

1987’de bir İsrail tankının üç Filistinli işçiyi bir arabanın içinde ezip öldürmesi üzerine başlamıştı intifada. İsrail, isyan eden halka ve öldürülenlerin cenazelerine dahi ateş açtı. Filistinliler barikatlar ve taşlarla direnirken İsrail vatandaşı Araplar da ilk kez grev örgütlediler. 

İntifadanın temelinde, Filistinlilerin sürekli olarak topraklarını genişleten İsrail’i durduramayan Filistin örgütlerine ve Arap devletlerine olan tepkisi olduğu gibi ekonomik gerekçeler de vardı. Filistinli işçiler İsrailli işçilerin yüzde 40’ı kadar ücret alıp, kontrol noktalarından saatlerce bekleyerek geçip, akşam da geri dönmek zorundaydı. Çiftçiler tarlaları için su bulamıyordu.

İntifada örgütsüz bir halk hareketiydi ve bir yıl boyunca çok sayıda direniş örgütlendi. Halk, komiteler kurarak eylemleri örgütledi, genel grevler yaşandı, kitle gösterileri ve çatışmalar yaşandı. İsyan boyunca kitleler sağlık ve eğitim hizmetlerini da örgütlemeye başladı. Filistin halkı içerisinde yeni, genç bir liderlik yükseldi. İntifada sırasında ortaya çıkan Ayaklanmanın Birleşik Ulusal Liderliği (ABUL) 28 Mayıs 1988’de yayınladığı bir bildiride Filistinlileri “halk komiteleri aracılığıyla halkın kendi kendini yönetme aygıtını inşa etmeye” çağırıyordu.39 FKÖ’nün kendini Filistin halkının “tek temsilcisi” olarak görmesine karşı potansiyel bir alternatif olarak çıkıyordu. Bu isyan, liderliği Filistin dışında bulunan FKÖ’yü şaşırttığı kadar sarsmıştı da. 

ABUL’ün bildiriler yayınlıyor olması, okulları, sağlık merkezlerini ve direnişi örgütlüyor olması, Filistin toprakları içerisinde genç ve militan kadroların ortaya çıkıyor olması FKÖ’nün hareketten rahatsızlık duymasına yol açtı. İsrail, isyanı bastırmak için her şeyi yaparken FKÖ de bir kez daha İsrail ve ABD ile görüşmelere başladı ve böylece Oslo Süreci hayata geçirildi. 

FHKC gibi sosyalist örgütler de isyan içerisinde örgütlenmeye başlamışsa da FKÖ’ye sadık kalmaya devam ettiler. Böylece neoliberal Oslo Süreci’ne karşı çıkan tek güç intifada sırasında kurulan Hamas olacaktı. Aslında FHKC ve Demokratik Cephe, El Fetih’in isyanı tehdit olarak görmesine katılmıyor ve Oslo Süreci’ne de karşı çıkıyordu. Hatta FHKC liderliğinde bir İtiraz Cephesi de kurulmuştu ama fiilen bu örgütler hiçbir zaman FKÖ’den ayrı davranmadılar, ayrılmadılar da. Buradan gelen desteğe ihtiyaçları vardı. Üstelik Oslo’dan kısa süre önce, 1991’de SSCB de yıkılmıştı.

Bu koşullar içerisinde 11 Kasım 1988’de Cezayir’de toplanan Filistin Ulusal Konseyi, başkenti Doğu Kudüs olan ve Batı Şeria ve Gazze’yi kapsayan bir mini devletin kuruluşunu ilan etti. Arafat, hem Arap ülkelerinde, hem İsrail içerisindeki Filistinliler içinde hem de dünyada büyük destek toplayan intifada sırasında ilan edilen devletin, ABD’nin desteğini alarak İsrail’e baskı yapmasıyla sonuçlanacağını düşünüyordu. Birleşmiş Milletler toplantısına katılan Arafat, İsrail’i tanıdığını ve terörizmin bütün biçimlerine karşı olduğunu ilan etti ve yeni Filistin Devleti’nin başkanı olarak seçildi. Bu devleti kısa sürede dünyanın 60 ülkesi tanıdı.40 Elbette İsrail bu devletlerden biri değildi.

İntifada sırasında en büyük eylemler Mısır’da gerçekleşti. Cuma hutbelerinde Gazze sınırının cihat için açılması çağrısı yapıldı. Sanayi işçilerinin bölgesi Mahalla Al-Kubra’da işçiler gösteriler sırasında polisle çatıştı. Kitleler, General Hüsnü Mübarek liderliğindeki diktatörlüğün ABD ile yaptığı 1978 Anlaşması’na karşı çıkıyordu. Mısır tarihsel olarak diğer Arap devletleri arasında her zaman özel bir yere sahip ola geldi çünkü hem Arap milliyetçiliği ve anti-kolonyalizmi hem de Arap İslamcılığı açısından bölgenin merkeziydi. İsrail ile de dört kez savaşa girdi. Ortadoğu Devrimleri’nin de kilit ülkesiydi 2011’de.

İntifada sırasında yapılan dayanışma eylemleri Kuveyt, Cezayir, Tunus, Sudan, Fas, Suriye gibi ülkelere yayıldığında rejimler FKÖ’den eylemlere son vermesi için yardım istedi. Arafat, Kuveyt’e gitti. Eylemcileri kınadı ve rejime olan desteğini açıkladı. FKÖ liderleri televizyonlarda Filistinli olmayanların eylemlerine ihtiyaçları olmadığını söylediler. Yani rejimlerle eylemciler arasındaki seçimde FKÖ rejimleri seçmiş oldu. Bir yıl sonra Ürdün’ün Doğu Şeria bölgesinde isyan patladı. FKÖ yine rejimin yardımına yetişmişti, eylemlerin durdurulması çağrısı yaptı.41 Ama tüm rejimler açısından mesaj alınmıştı. Filistin sorunu bölgeye yayılmadan çözülmeliydi. Bu nedenle ABD, İsrail’i ikna ederek barış görüşmelerine başladı ve sonucunda Oslo Anlaşmaları imzalandı.

1993 Oslo süreci ve Neoliberalizm

Birinci İntifada sırasında başlayan FKÖ-İsrail arasındaki Oslo görüşmeleri veya Oslo Süreci, 1993’te ABD’de ve 1995’de Mısır’da imzalanan Oslo Anlaşmaları ile sonuçlandı. Bu antlaşmalarla FKÖ, İsrail’i tanıdı ve mini bir Filistin devletini kabul etmiş oldu. Oslo ile Filistin’in yüzde 78’i İsrail’in oldu. Buna karşılık olarak İsrail’in kalan yüzde 22’den (Batı Şeria ve Gazze) çekilmesi bekleniyordu ama bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Gerçi bu çekilme sırasında dahi yolların kontrolü İsrail’de olacaktı. İsrail ise bu anlaşmalarla sadece FKÖ’yü tanımış oldu, Filistin Devleti’ni değil. 

Oslo Anlaşmalarına göre Gazze ve Batı Şeria’da FKÖ kontrolünde, adına Filistin Otoritesi denen bir Filistin yönetimi kuruldu. Bu mini Filistin yönetiminin ekonomisi ise tamamen İsrail ekonomisine bağımlı hâle getirildi. Ancak İsrail anlaşmalara aykırı şekilde toprak işgallerine devam etti. 1993’te Filistin topraklarında 281.800 yasadışı İsrail yerleşimi varken 2002’de bu sayı iki katına, 427.617 yerleşime çıkmıştı.42

Bu süreç dönemin ruhuna uygun bir şekilde, kapitalizmden başka bir alternatif yok dendiği bir dönemde Filistin’in neoliberalleştirilmesi projesi şeklinde gelişti. Bu neoliberal proje, Ürdün ve Lübnan gibi bölge devletlerini de içeriyordu. Zaten artık SSCB de dağılmıştı. SSCB’den askeri ve ekonomik destek alınamadığı gibi sosyalizm diye bilinen Stalinizmin çöküşü de Filistin direnişinin sol kanadını çözülmeye doğru götürüyordu. FKÖ de ulusal kurtuluşu, ulusal neoliberal kalkınma projesiyle ve böylece uluslararası meşruiyet kazanma hedefiyle birleştiriyordu. Tabii, İsrail yönetimi ne yaptığını çok daha iyi biliyordu. Dışişleri Bakanı Şimon Peres, Oslo Anlaşmaları hakkında şöyle demişti: “Bayrakların barışı peşinde değiliz; pazar barışıyla ilgileniyoruz.”43

Philip Marfleet, Oslo öncesinde, FKÖ liderliğinin otoriter olmakla ve bölge rejimleriyle olan ilişkileri nedeniyle eleştirilmekte olduğunu ama yine de yozlaşmış olmakla suçlanmadığını anlatır. Ancak Oslo ile işler değişmişti. Öncelikle Filistin Otoritesi altında İsrail’in güvenliğini önceleyen bir bürokrasi oluştu. Yerel polis teşkilatı, direnişi kontrol altına aldı. Bu güvenlik birimlerinin en önemlisi Önleyici Güvenlik Hizmeti’ydi. Oslo’dan sonraki 10 yılda 50 ila 70 bin kadar kişiyi istihdam eden bu yapıda askeri eğitim ABD destekli kişiler tarafından Mısır ve Ürdün’de veriliyordu.44 Bu birlik, intifada sırasında ortaya çıkan aktivistlere yönelik tutuklamalar yaptı. Bazı basın yayın organlarını kapattı.

Tüm bunlar yozlaşmayı da getirdi kaçınılmaz olarak. Yeni bürokrasi Filistin’e hangi ürünlerin gireceğini belirleme ve izin verme süreçlerinden sorumluydu. Bu bürokratların bir kısmı, bazı hizmetlere ve tekel ürünlerin satışına dair kontratlara sahip oldular. Telefon, televizyon yayını ve benzeri alanlarda mal ve hizmet üreten birçok şirketin distribütörü oldular, çeşitli “doğal kaynakların” çıkarılma haklarını elde ettiler. Bu isimlerin en ünlüsü, Önleyici Güvenlik Hizmeti Gazze Başkanı Mohammad Dahlan, Oslo’dan sonraki 10 yılda şahsi servetini 120 milyon dolara çıkarmıştı.45 Ramallah gibi şehirlerde yeni Filistinli elitler için güvenlikli villa kentler inşa edildi. IMF’nin 2003 tarihli raporu, Filistin Otoritesi’nin 1995-2000 yılları arasında 900 milyon dolarlık bir bütçeyi üst düzey bürokratların şahsi hesapları üzerinden çeşitli yatırımlara harcadığını yazıyordu.46

Diğer yandan geniş halk kitlelerinin yaşam standartları çöküyordu. 1999 ve 2007 yılları arasında Filistin’de kişi başına düşen gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYİH) üçte iki oranında azaldı. Batı Şeria’daki hanelerin yaklaşık yüzde 56’sı ve Gazze’deki hanelerin yüzde 75’i yoksulluk sınırının altına düştü ki bu, kayıtlara geçen en yüksek seviyelerdi.47 İsrail sanayi ürünleri, Filistin Otoritesi’nin kontrolünde Filistin piyasasına girerek küçük üreticiyi olumsuz etkiliyordu. Filistinli işçiler İsrail sanayisinin ucuz emek gücü oluyordu. Yeni bir Filistinli kapitalist sınıf da İsrail ile yakın ilişki içerisinde yükseliyordu. İsrail, kendi piyasasında çalışacak ucuz işgücü alımı yapsa da İsrailli şirketlerle rekabet edemeyen Filistinli küçük burjuvazi ve küçük girişimcilerin batmasının da etkisiyle işsizlik oranları 1993-2000 yılları arasında Gazze’de yüzde 15,1’den yüzde 32,5’e yükseldi, Batı Şeria’da ise yüzde 10,1’den yüzde 23,8’e yükseldi. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Filistin’de de ciddi bir yoksullaşma yaşandı.48

İşsizliğin artışındaki bir diğer etken de Oslo sürecinde İsrail’in diğer ülkelerle arasını iyileştirerek Filistinli işçi sınıfına olan ihtiyacını azaltacak göçmen emeğini bulmaya başlaması oldu. Tayland, Hindistan, Sri Lanka, Filipinler, Çin ve Kuzey Afrika’dan gelen göçmen emeği Filistinli işçilerin yerini aldı. 

Özetle, Oslo Anlaşmaları, mini Filistin’i daha da küçülttü. Oslo Barış Anlaşması öncesinde FKÖ ulusallaştırmaları savunuyordu. Lübnan kamplarında da sosyal uygulamalar hayata geçirilmişti; klinikler, okullar açıp, işçileri sendikalarda örgütlüyordu. Ancak Oslo ile bunlar terk edildi ve neoliberal uygulamalar kabul edildi. El Fetih kontrolündeki Filistin Otoritesi ise Tarık Dana’ya göre “işgalin bir uzantısı oldu.”49

FHKC liderliğinde sosyalistler Oslo’ya karşı bir İtiraz Cephesi kurmuş olsa da Filistin halkının gözünde FKÖ içerisindeki hiçbir örgüt bu sürecin karşısında görünmüyordu. Bu tepkiyi başta Hamas olmak üzere İslami örgütler örgütlemeye başladı.

Böylece Arafat’ın kişisel prestijine dayanan bürokrasinin mini bir devleti oldu. Oslo anlaşmasını imzalayan İzak Rabin, ikinci anlaşmayı Eylül 1995’te imzaladıktan iki ay kadar sonra aşırı sağcı bir İsrailli tarafından vurularak öldürüldü. Tabii unutmamak lazım ki Oslo Barış Anlaşması’nı imzalayan İzak Rabin 1992 yılında “Keşke bir gün uyandığımda Gazze’nin denize batmış olduğunu görebilsem” de demiş birisiydi.50

İsrail, anlaşma kurallarını sürekli olarak ihlal ederek yerleşimlerin sayısını artırmaya devam etti. Oslo Barış Anlaşması’ndan bu yana, İsrail bölgede 67 yeni askeri üs kurdu. Kısacası, barış süreci başladığından bu yana Batı Şeria’nın siyonistleştirilmesi süreci hızlanarak devam etti.51 Ve sonucunda ikinci intifada başladı.

İkinci İntifada

2000 yılında ekonomik sıkıntılar, Filistin Otoritesi’nin yozlaşması ve bitmeyen yerleşimci ve İsrail saldırıları ikinci intifadayı tetikledi. İsrail’in “kasap” lakaplı muhalefet partisi lideri Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa’ya yaptığı provokatif ziyaretle başlayan İkinci İntifada, Birinci İntifada’dan daha kanlı geçti. Silahlı direniş ve İsrail’in askeri operasyonları, sivil kayıpların artmasına neden oldu. Bu sefer ilkinde olduğu gibi kitlesel bir kendiliğinden hareket yerine daha çok direniş örgütlerinin silahlı mücadelesi öne çıktı. 

İsrail’in 2000 yılında Filistinlileri izole etmek için kentleri duvarla çeviren güvenlik konseptine geçeceğini açıklaması da isyanın önemli bir nedeniydi. İkinci intifadayla birlikte yürürlüğe konan duvar politikası, Filistinlilerin tarlalarına, öteki şehirlerdeki akrabalarına, tatile ve işe gitme olanaklarını sınırlandıracaktı.

İsrail, saldırılarıyla Oslo sürecini sona erdirmeyi amaçlarken 2001 yılında gerçekleşen 11 Eylül saldırıları da kendisi için büyük bir fırsat yaratmıştı çünkü ABD Başkanı Bush’un “küresel terörizme karşı savaş” konsepti Irak, İran gibi devletleri ve İslamcı örgütleri düşman ilan ediyordu ki tüm bunlar İsrail’in elini güçlendiriyordu. 

2000’de Oslo Süreci’ne tepki olarak başlayan isyanda bu kez FKÖ ve Hamas birlikte direndi ama kent merkezlerini ve altyapısını hedef alan İsrail, FKÖ’ye ağır kayıp verdirdi. Arafat da Ramallah’ta bir binaya sıkıştırıldı. Elektriği, suyu kesildi. 2004 yılında, bir hastalıktan dolayı Arafat’ın ölmesiyle birlikte FKÖ, Oslo sürecinin ardından daha da büyük bir itibar kaybına uğradı.

Yeni FKÖ lideri Mahmud Abbas, George W. Bush’un Oslo sürecinin halefi olan “yol haritası” gibi anlamsız girişimlerin peşinden sürüklenirken, Hamas, Temmuz 2005’te Gazze’deki İsrail yerleşimlerinin Filistin topraklarından çekilmesini sağladı. Böylece kaybedilen topraklarının geri alınması için gerekli yöntemin müzakere değil direniş olduğunu gösterdi. İsrail’in Gazze’den çekilip Batı Şeria’daki saldırılarını durdurması sonrası 2005 yılında İkinci İntifada sona erdi.

2006’daki seçimlerin ardından Hamas’ın Gazze’ye hakim olmasıyla birlikte ikiye bölünen Filistin yönetiminde Batı Şeria’da artan bir hızla neoliberal piyasalaşma yaşandı. Arafat’ın ardından FKÖ lideri olan Mahmud Abbas, Salam Fayyad’ı Başbakan olarak atadı. Bir ekonomist olan Fayyad, 1987-1995 arasında IMF’de çalışan ve 1996-2001 arasında da IMF’nin Filistin temsilcisi olarak atanan bir neoliberaldi. Fayyadism diye de isimlendirilen bu dönemde Batı Şeria’da önemli değişimler oldu. Artık Batı Şeria’da alışveriş merkezleri, oteller, küresel zincir mağazaları, lüks araba galerileri açılıyordu. Rawabi gibi lüks uydu kentler inşa edildi. Bu kentler ve sanayi bölgeleri sıklıkla çiftçilerin arazilerine el konarak yapılıyordu. Katar veya TOBB-BIS gibi Türkiyeli yatırım grupları bu yeni bölgeleri inşa ediyordu.52

Bu dönem başta Mısır olmak üzere Suriye ve diğer devletlerin de neoliberal reformlarla küresel piyasalara entegre olduğu bir dönemdi. Ekonomik ilişkilerin politik meseleleri de çözeceğine olan inanç güçlüydü. Zaten alternatif de yoktu!

İsrail ekonomisi ile bu bütünleşmeye gelen en önemli tepki ise 2005 yılında başlayan Boykot, Yatırımların Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) Hareketi oldu. BDS Hareketi, Güney Afrika’daki apartheid rejimine karşı başlayan küresel boykot hareketini örnek alarak İsrail devleti ile her türlü ilişkinin boykot edilmesini, İsrail’e yapılan tüm yatırımların geri çekilmesini ve uluslararası hukuku ihlal ederek gerçekleştirdiği işgaller nedeniyle yaptırım uygulanmasını talep ediyordu. Hareket, 2000’lerin başında neoliberalizme karşı en büyük uluslararası hareket haline gelen Dünya Sosyal Forumu döneminde uluslararası destek buldu. 

Hamas 

Hamas uzun süre, Mısır’da 1927’de kurulan Müslüman Kardeşler’in (MK) Filistin kolu olarak örgütleniyordu. İsrail’e karşı İslami değerlerle mücadele edilebileceğini düşünüyordu. Müslüman Kardeşler, Mısır’da kadrolarını kaybolmakta olan eski küçük burjuvazi (zanaat sahipleri) ile yeni orta sınıf (mühendisler, öğretmenler) arasından sağlarken bu hareketin finansmanı için sanayicilerden ve büyük toprak sahiplerinden bağış toplayarak ezilenler arasında dini mesajları yayıyordu. Hamas da aynı şekilde örgütlendi ve Filistinli iş çevrelerinden bağış toplayıp zor durumdaki Filistinliler için sosyal yardımlar örgütlüyordu. MK aslında 1948’de İsrail kurulduğunda silahlı direniş örgütlemişti ama sonra Mısır devletinin de müdahalesiyle buna son verdi çünkü Gazze, 1948 Arap-İsrail Savaşı sonrasında 1967’deki Altı Gün Savaşı’na kadar Mısır işgali altında kaldı. Silahlı direnişe katılmaması Gazze’de Müslüman Kardeşler’in (İslam Merkezi adı altında örgütleniyorlardı) popülerliğini neredeyse yok etmişti. Bu örgütün liderlerinden Şeyh Ahmed Yasin daha sonra Hamas’ı kuracaktı.53

1967’de Altı Gün Savaşı’nda İsrail, Gazze’yi işgal edince Müslüman Kardeşler’e bağlı İslam Merkezi, İsrail ile doğrudan çatışmaya girmeden faaliyet gösteriyordu. Bu dönemde işgale karşı direnişi İslam Merkezi değil, El Fetih gibi seküler örgütler ve daha sonra FHKC ve Demokratik Cephe üstlendi. İslam Merkezi’ne bağlı kuruluşlar ise sosyal yardım ve sağlık hizmetlerini sunuyordu. Şeyh Ahmed Yasin’in taraftarları Gazzeli öğrenciler arasındaki üstünlük mücadelesinde solu ezip geçse de silahlı mücadeleye geçmesi solun yenilgilerinden sonra oldu.

Hamas, 1987 yılında Birinci İntifada sırasında kuruldu ve sonrasında güçlendi. Ancak esas olarak 1990’da FKÖ’nün Oslo Süreci’nde İsrail’i tanımasına karşı çıkarak Filistin içerisinde güçlendi. Oslo Anlaşmaları’na karşı çıkarken tarihi Filistin topraklarının tamamı üzerinde kurulacak bir Filistin devletini savunuyordu ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı konusunda ısrarcıydı. Ayrıca Filistin Otoritesi’ni yönetmek üzere geri dönen ve diğer Arap yöneticiler gibi hoyratça zenginleşen FKÖ liderlerini de eleştiriyordu.  

Hamas, Oslo Anlaşmaları’nı tanımadığı için Filistin Otoritesi seçimlerini de reddediyordu. Ama seçimi kazanabilecek bir güce ulaştıktan sonra seçimlere katılmayı kabul etti. İsrail’i tanımayı uzun süre redderken 2017 yılında kendi programında yaptığı değişiklikle 1967 sınırlarını da tanımıştı. 

Hamas’ın en hızlı yükselişi, Oslo Anlaşmaları sonucunda daha da yoksullaşan ve daha fazla toprağı elinden alınan Filistinlilerin başlattığı İkinci İntifada’dan sonra oldu. Hamas’ın yükselişi Filistin direnişini bölme ve FKÖ liderliğini güçsüzleştirme potansiyeli taşıdığı için İsrail’in de işine geliyordu. Ayrıca Hamas kurulduktan kısa bir süre sonra SSCB dağıldı. Hareketin sol kanadı geriledi. Artık neoliberal çağda ekonomik desteği Ortadoğu’nun sağcı rejimlerinden almak gerekiyordu direniş açısından. Oslo buna yetişti. İdeolojik olarak tüm Ortadoğu’da neoliberalizmin yarattığı eşitsizlikler, yoksullaşma ve kırdan kente göç, solun da güçsüzleştiği bir ortamda cami çevresi sosyal dayanışma ağları kuran siyasal İslam’a fırsat verdi. 

Hamas’ın İslamcı ideolojisi hem dönemin ruhuna uygun olarak diğer bölge devletlerinden ekonomik ve askeri destek almasını kolaylaştırıyordu hem de militanlarına ideolojik bir amaç sunuyordu. İlahi bir savaşı veriyor olmak militanlarına moral güç sağlıyordu. Her an ölmeye ve öldürmeye hazır bir eğitimden geçirilen militanlar, Hamas’a kendilerinden kat be kat güçlü bir düşmana karşı katı bir disiplin ve direniş sağlayabiliyordu. Bu disiplinin etkinliğini bugün bir yıldır süren Gazze direnişinde görebiliyoruz.

Hamas, İslamcı özelliklere sahip bir ulusal kurtuluş hareketi olarak ortaya çıktı. Hiçbir zaman cihatçı olarak tanımlanan örgütlerden biri olmadı çünkü cihatçılık İslam’ın olduğu her yeri kapsayan silahlı, uluslararası bir hareketti. IŞİD ve El Kaide gibi örgütler cihatçı olarak tanımlanırken Hamas’ın siyasi karakterini bir ulusal kurtuluş örgütü olarak tanımlamak gerekir. Zaten IŞİD’in Mısır’ın kuzeydoğusundaki Sina kolu da Ocak 2018’de, bir video yayınlayarak Hamas’a savaş ilan etmişti. IŞİD, Hamas’ı milliyetçi olmakla, Gazze’de cihatçıları baskı altına almakla ve İran’la işbirliği yapmakla itham etti.54

Hamas liderlerinin hemen hepsi İsrail hapishanelerinde bir süre yatan ve genellikle mülteci kamplarında doğup büyüyen alt ve orta sınıf ailelerden geliyordu. Birçoğu suikastlara uğradı. Aileleri ve evleri hedef alındı. Hamas’ın Tahran’da suikastla öldürülen eski lideri İsmail Haniye’nin 60 kadar aile ferdi İsrail saldırılarında öldürülmüştü. 

Hamas halk arasındaki gücünü arttırdıktan sonra Oslo’ya yönelik tutumunda bazı değişikliklere gitti. 2004 yılında El Fetih ile birlikte İsrail ile müzakerelere katılmayı kabul etti. 2004 yılı El Fetih’in gerileyişinde bir dönüm noktasına da denk geliyordu. FKÖ’deki tüm sorunlara rağmen hâlâ Filistinlilerin en önemli lideri konumundaki Arafat ölmüştü. 

O yıla kadar Filistin Otoritesi altındaki yerlerde seçimlere katılmayı reddeden Hamas artık iktidar olabileceği için bu eleştirisini düşürdü. Böylece 2006 yılındaki Filistin seçimlerine katıldı. Hamas, Değişim ve Reform listesiyle girdiği seçimlerde 132 sandalyenin 74’ünü kazanarak tüm dengeleri değiştirdi. Hamas lideri İsmail Haniyye de Başbakan oldu. Ama seçim sonuçları ne İsrail, ne ABD ne de FKÖ tarafından kabul edildi. El Fetih, İsrail’in de desteğiyle, seçimleri tanımayarak bir darbeye girişti. Çıkan çatışmaların sonucunda Gazze’de Hamas, Batı Şeria’da ise El Fetih kontrolü sağladı. 2008 yılında İsrail, Gazze ablukası ile Hamas’a yanıt verdi. Böylece 7 Ekim isyanına giden izolasyon süreci başlamış oldu.

Bugün Hamas, Filistin halkından en fazla destek gören örgüt konumunda olsa da FKÖ ve içerisindeki sosyalist örgütlerle aynı yapısal sorunları yaşıyor. Hamas da uluslararası bir soruna ulusal bir yanıt arıyor. Daha önemlisi Hamas da askeri ve mali olarak başta İran olmak üzere diğer Ortadoğu rejimlerine bağımlı durumda. Dolayısıyla İran’daki, Suriye’deki veya Mısır’daki rejim karşıtı devrimci hareketlerle ilişki kurmuyor. Üstelik Hamas liderliği de uzun bir süredir FKÖ liderliği gibi Filistin dışındaki ülkelerde bulunuyor. İlk kurulduğu yıllarda ve 2006 yılındaki seçimlerde açıkça İsrail’i reddederken 2017 yılında yaptığı program değişikliğinde 1967 sınırlarında bir mini Filistin’i ve diğer topraklarda kurulacak bir İsrail’i kabul etmiş durumda.55 Tüm bunlar Hamas’ın da diğer Filistinli örgütler gibi aynı çelişkileri yaşamakta olduğunu gösteriyor.

Hamas’ın seçimleri kazanması ve Gazze ablukası

Hamas 2005’te İsrail güçlerinin ve yerleşimlerinin Gazze’den çıkmasını sağlamıştı. Bu zaferin ardından 2006 Ocak ayındaki seçimleri de Değişim ve Reform listesi ile yüzde 60 oy alarak kazandı. İsrail, seçim sonuçlarını tanımadığını açıkladı. El Fetih yeni hükümetle işbirliği yapmayı reddetti, hatta hükümet binalarını dahi terk etmedi. 2007 yazında ise El Fetih, Gazze’de İsrail ve ABD’nin desteklediği bir darbe girişiminde bulundu. Ancak Batı devletleri esas Hamas’ın darbe yaptığını söylüyordu. 

Hamas’ın Gazze’de galip gelmesi üzerine Gazze ablukaya alındı. Gazze’nin İran limanı olmaması ve buraya silah yığılmaması gerekçesiyle limanlarına giriş yasaklandı. İsrail’in bir diğer gerekçesi ise Hamas’ın İsrail’in var olma hakkını tanımıyor olmasıydı. 

2008’de başlayan abluka güya temel insani ürünleri içermiyordu ama makarna, ampul, ayakkabı, gibi ürünlerin dahi girişi yasaklandı. Konserve balığa izin verilip konserve meyveye izin verilmemesi gibi tuhaf uygulamalar vardı.56

Hamas mühendisleri Ocak 2008’de Gazze’deki Refah kampını Mısır’dan ayıran duvarın altında patlayıcılar patlattı. Filistinli kadınlar ve çocuklar Gazze’yi Mısır’dan ayıran duvarı yıktı. Hamas mühendisleri temellere patlayıcılar yerleştirerek yardımcı olmuştu, ancak İsrail’in ablukasını kıran halkın gücü ve yoksul Mısırlılarla birlikteliği oldu. Yüz binlerce insan, belki de Gazze nüfusunun yarısı, yiyecek, su, ilaç ve kendilerinden esirgenen diğer her şeyi almak için enkazın içinden akın etti. Mısırlılar onları karşılamak için El-Ariş kasabasına konvoylar düzenleyerek ulusal sınırı fiilen değiştirdiler. Mübarek rejimi paniğe kapıldı, önce harekete izin verdiklerini iddia etti, sonra da acımasızca bastırdı.57

Baskının büyük bölümünün hedefi olan Mısırlı Müslüman Kardeşler, Hamas’ı Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’le görüşmeye ikna ederek bir aracı rolü oynadı. Bu görüşmeden sonra Hamas Dışişleri Bakanı Mahmud El Zahar, “Hamas, Mısır’la işbirliği içinde bu sınırın kontrolünü yeniden ele alacaktır” açıklamasını yaptı.58 Aksini yapmak Mısır rejimine karşı geniş çaplı bir meydan okuma anlamına gelirdi ki ne Hamas ne de Mısırlı Müslüman Kardeşler içindeki müttefikleri bu riski almak istiyordu. 

Gazze’nin deniz ablukasını kırmak için gerçekleştirilen en büyük eylem ise 2010 yılındaki Mavi Marmara gemisi liderliğindeki uluslararası filonun girişimi oldu. Gazze ablukasının insani olmadığı savunan çok sayıda uluslararası insan hakları örgütü Özgür Gazze Hareketi adıyla, İHH’ya ait Mavi Marmara gemisi liderliğinde Gazze limanına insani yardım götürmeye çalıştı. Altı gemiden beşinde insani yardım malzemeleri vardı.59 Mavi Marmara gemisinde ise 800 kadar uluslararası insan hakkı savunucusu ve Almanya, İsveç, Kuveyt, İsrail parlamentosundan milletvekilleri vardı. İsrail savaş gemileri, uluslararası sularda seyretmekte olan yardım gemilerine saldırdı. Mavi Marmara gemisindeki 10 yolcu İsrail askerlerinin ateşiyle öldürüldü. Sonraki yıllarda da Özgürlük Filosu adıyla birkaç kez Gazze ablukası delinmeye çalışılsa da bu gemiler Gazze’ye yaklaşamadan genellikle limanlarda bağlanarak engellendi. Gazze ablukası denizden kırılamamış oldu. 

2011’de Ortadoğu Devrimleri başladığında Refah sınır kapısı bir kez daha hareketlendi. Mısır’ı demir yumrukla yöneten İsrail işbirlikçisi Mübarek rejimi, milyonların meydan işgali ve genel grev dalgasıyla devrildi. Kısa süre sonra da Nisan ayında El Fetih ve Hamas, Kahire’de bir anlaşmaya vardı ve Mısır sınır kapısı bir kez daha açıldı. Seyahat kısıtlamalarının çoğu kaldırıldı, ancak Mısır’a giren 18 ila 40 yaş arasındaki erkeklerin vize başvurusunda bulunması ve diğerlerinin seyahat iznine ihtiyacı vardı. Yolcu kısıtlamaları gevşetilmiş olsa da Gazze’ye mal sevkiyatı engellenmeye devam etti. 2013’te General El Sisi liderliğinde gerçekleştirilen darbenin ardından da sınır kapısı tamamen kapatıldı.

Son olarak 9 Kasım 2014 tarihinde Kudüs yakınlarındaki köylerde yaşayan Filistinli aktivistler, Berlin Duvarı’nın yıkılışının 25. yıldönümünü kutlamak amacıyla İsrail’in apartheid duvarında sembolik bir gedik açtılar. Filistin Halk Direniş Komiteleri tarafından yapılan açıklamada şöyle denildi “Duvarlar ne kadar yüksek inşa edilirse edilsin yıkılacaktır. Tıpkı Berlin Duvarı’nın yıkıldığı gibi, Filistin’deki duvar da işgalle birlikte yıkılacak”.60 Aktivistler apartheid duvarında bir delik açarken, Mısır hükümeti Filistin toprakları etrafında başka bir bariyer üzerinde çalışmaya başlıyordu, bu kez Gazze sınırında, Mısır’ın Refah yakınlarındaki sınırının 13 kilometresi boyunca bir tampon bölge oluşturarak Gazze’yi güneyden tecrit altına almaya başladı.61 Bu ikinci duvar, 7 Ekim’den sonra Filistinlilerin olası bir sınırı aşma girişimine karşı güçlendirildi hatta Refah sınırını aşmaya çalışan Filistinliler Mısır askerleri tarafından engellendi. 

Özgür Filistin

Filistin meselesi hiçbir zaman tek başına bir ulusal mesele olmadı. Bu yönüyle de diğer ulusal kurtuluş mücadelelerinden hep farklı oldu. İntifadalar sırasında işgal altındaki topraklardaki Filistinliler isyan ve grevlerde birleşmiş olsa da silahlı mücadele asıl olarak diğer ülkelerdeki kamplarda sürüyordu. Yani direniş ağırlıklı olarak işgal topraklarında değil, komşu ülkelerdeki mülteci kamplarını merkez alıyordu. 

İsrail’in kurulma sürecinin Britanya emperyalizmine bağlı olması, kurulur kurulmaz devletlerarası savaş çıkması, 1967’de tekrar bölgesel bir savaş yaşanması, mülteci kamplarının direniş merkezine dönüşmesi gibi olaylar meselenin Filistin sınırları aştığını göstermişti. Yani kuruluşundan itibaren uluslararası bir mesele olan Filistin meselesi, ulusal kurtuluş odaklı Filistinli direniş örgütlerinin hedeflerinin hep ötesinde bir sorun olageldi. FKÖ tüm bileşenleriyle ve sonrasında Hamas bölge devletlerine karşı müdahalesizlik politikası izlemeye devam etti. Lübnan kampları 1970’ler uluslararası silahlı devrimci hareketlerin merkezi olsa da bir Ortadoğu devrimi perspektifi hiç olmadı.

Başlangıçta FKÖ ve El Fetih, daha sonra bir süre FHKC ve şimdi Hamas direnişin en güçlü kanadı oldu ama örgütlerin radikalliği ve uzlaşmacılığı dönem dönem değişti. Aynı şekilde bölge devletlerinin de Batı emperyalizmi ile olan ilişkileri gelgitli bir çizgi izledi. Her bir ülkenin içerisindeki sınıf mücadeleleri ve dışarıda küresel devletler etrafında hizalanma bölgede sık sık güç ilişkilerinde değişime yol açtı. Allinson bu durumu şu cümlelerle açıklar: 

Ortadoğu siyaseti hâlâ emperyalist müdahale taraftarları ve karşıtları arasındaki bölünme etrafında dönüyor; bu müdahale Basra Körfezi’ndeki hayati petrol kaynakları tarafından motive ediliyor. “Radikal” devletler “ılımlı” devletlerle karşı karşıyadır -ancak radikaller ılımlı (1973 yenilgisi ve “infitah” neoliberal politikaların benimsenmesinin ardından Mısır) ve ılımlılar radikal (1979 devriminden sonra İran) olabilir. Küresel kapitalizm için bu bölgenin kaynaklarının kendine özgü ve özel önemi, sömürge karşıtı hareketlerin Batı hegemonyasına karşı çıkma, sonra onu kabul etme ve ardından yeni bir hareket tarafından yerinden edilme eğilimini doğurmuştur.62

Dünyanın ekolojik, ekonomik, politik ve militarist bir çoklu kriz ortamından geçmekte olduğu günümüzde Ortadoğu’da yaşananlar daha da bir önem kazanıyor. Başından beri ulusal bir mesele olmayan Filistin, emperyalizmin krizinin de en önemli halkası durumunda. İngiliz Marksist Anne Alexander, Ortadoğu’daki son gelişmeleri üç önemli açıdan değerlendiriyor.63 İlk olarak, dünyanın hegemonik emperyalist gücü olan ABD’nin ve Avrupa’nın merkez ülkelerinin ekonomik ve politik gerileyişi, bu ülkelerde Trump, Le Pen, AfD gibi faşist ve radikal sağ hareketleri yükselten bir iç krize, dünya ölçeğinde ise var olan küresel düzene meydan okuyan bölgesel güçlerin öne çıkmasına neden oluyor. Bu durumun ana nedeni Çin’in ekonomik büyümesi ve artan bir hızla ABD ekonomisini yakalamaya başlaması. Irak’tan ve Afganistan’dan çekilmek zorunda kalan ABD, Ortadoğu’daki hegemonyasına kaybetmiş durumda. Bu da Alexander’ın belirttiği ikinci duruma yol açıyor. Bölgedeki diğer alt-emperyalist devletlerin (İran, Suud, Arabistan, Katar, Türkiye ve benzeri) rekabet içerisinde öne çıkmasına ve İsrail’in ise kendini Batının tek gerçek müttefiki olarak göstererek bu devletlere karşı tehlikeli bir askeri rekabete girmesine neden oluyor. Bu aynı zamanda kapitalizmin küresel hiyerarşisi içerisinde bölgesel birer sermaye birikim sahası olma mücadelesi anlamına da geliyor. İsrail’in 1990’lardan bu yana bölge devletleri ile yaptığı anlaşmalar İsrail ekonomisini bu anlamda öne çıkarmıştı. Filistin meselesi de yavaş yavaş unutuluyordu ki 7 Ekim yaşandı. Alexander’ın emperyalist rekabetin üçüncü özelliği dediği diğer durum ise kapitalist gelişimin eşitsiz ve bileşik doğası. Yani sadece bölge ülkeleri ekonomik ve politik bir rekabet içerisinde ve de neoliberal bir kalkınma süreci içerisinde değil aynı zamanda bölge ülkelerinde kitle isyanları, çatışmalar ve devrimler de patlak veriyor. Bu da krizin ezilenler açısından değerlendirilebileceği toplumsal koşulların varlığını gösteriyor.    

Bu son nokta, özgür bir Filistin’e giden yolun 2011’de yarıda kalan ve bir karşı devrimler dalgasıyla ezilen Ortadoğu Devrimleri’nde olduğu gibi bir bölgesel mücadeleden geçtiğini gösteriyor. İsrail’in Batı devletleriyle olan ilişkisini de kesebilecek tek gerçek güç ise Batı ülkelerindeki işçi sınıfında. 

Emperyalizmi ve işbirliği hâlindeki diğer Ortadoğu rejimlerini hedef almadan özgür bir Filistin mümkün olamaz. Bu nedenle bütün zorluklarına rağmen aşağıdan işçi mücadelelerini birleştirecek antikapitalist hareketlere olan ihtiyacımız her zamankinden daha fazla.

Dipnotlar:

  1. Rusça’da “zulmetmek, şiddet kullanarak yok etmek” anlamına gelen pogrom kelimesi ilk olarak Rusya İmparatorluğu’nda yaşayan Yahudilere yapılmış saldırıları ifade etmek için kullanılmıştı. Kayıtlara geçen ilk pogrom olayı 1821’de Odessa’da yaşayan Yahudilere karşı gerçekleştirilmişti.
  2. Rabkin, 2024.
  3. Siyon, Yahudilerin kutsal kitaplarından Tanah’ta Kudüs ve İsrail toprakları için kullanılan bir kelime.
  4. Dreyfus Davası; 1894 yılında Fransız ordusunda bir Yüzbaşı olan Alfred Dreyfus’ün casuslukla itham edilerek yargılandığı davaydı. Émile Zola’nın L’Aurore gazetesinde yayımladığı J’accuse (İtham ediyorum) başlıklı açık mektup, Dreyfus Davası’nı kamuoyunun dikkatine taşıdı. Zola, Fransız Hükûmetini Dreyfus davasında antisemit tutumundan dolayı eleştirdiği için hapis cezasına çarptırıldı. Ancak yapılan kampanyalar sayesinde Dreyfus da Zola da Cumhurbaşkanı tarafından affedildi
  5. Herzl, 1896
  6. Berman, 2023
  7. Filistin’e Yahudi dininde verilen ad.
  8. Pappé, 2022, s. 30
  9. Tarkan ve Margulies, 2002, s. 12
  10. A.g.e., s. 13
  11. Jabotinsky, 1937
  12. Arendt, 1950.
  13. Beinin, 2021.
  14. A.g.e.
  15. Pappé, 2022, a.g.e. s. 42-43
  16. A.g.e. s. 14
  17. A.g.e. s. 16
  18. A.g.e. s. 43
  19. A.g.e. s. 28
  20. Mitralias, 2023.
  21. Pappé, a.g.e., s. 255
  22. Haneghi, Machover & Orr, 1971.
  23. Traverso, 2024, s. 25.
  24. Haneghi, Machover & Orr, 1971.  
  25. A.g.e.
  26. Ibrahim, 1982, aktaran Marfleet, 2015.
  27. Arap Milliyetçi Hareketi (AMH), Filistinli Hristiyan devrimci George Habash tarafından Nakba sonrası ortaya atılan bir ideolojiydi. Arap coğrafyasının emperyalizme karşı birleşmesini savunuyordu ve Stalinist ekonomi modelini bir kalkınma yöntemi olarak savunuyordu. Bu nedenle de kendisine aynı zamanda sosyalist diyordu. Mısır’da 1952 yılında iktidarı bir darbeyle ele geçiren sömürgecilik karşıtı Cemal Abdünnasır ile yakın ilişki kurdu. Abdünnasır, 1962 yılında Arap Sosyalist Birliği Partisi’ni kurdu. 1965 yılında SSCB, kendi dış politikası doğrultusunda Mısır Komünist Partisi’nin kendisini lav ederek Abdünnasır’ın partisine katılmasını sağladı. AMH’nin başını çeken Mısır, Suriye ile birleşerek 1958-1961 yılları arasında Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurdular. Ancak Suriye 1961’de ayrıldı. 1967 yılında birçok Arap devletinin askeri ve ekonomik desteğiyle Mısır, Ürdün ve Suriye’nin, İsrail’e saldırmasının ardından Altı Gün Savaşları’nda yaşanan ağır yenilgi AMH’nin ve Mısır’a olan güvenin de büyük oranda sonunu getirdi. Habash bu sefer daha solda duran Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ni (FHKC) kurdu. FHKC, Arafat liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü içerisinde yer almaya ve El Fetih’in ardından en büyük direniş örgütü olmaya uzun süre devam etti.   
  28. Marfleet, 2015.
  29. Kilani, 2024.
  30. Tarkan ve Margulies, a.g.e., s.24.
  31. Hart, 1989, s. 304.
  32. Tarkan ve Margulies, a.g.e. s.26.
  33. Kilani, a.g.e.
  34. Popular Front for the Liberation of Palestine, 1967, s. 17
  35. Jabra, 1972.
  36. Kilani, a.g.e.
  37. Palestinian Center for Policy and Survey Research, 1995.
  38. İntifada Arapça’da isyan, ayaklanma anlamına geliyor.
  39. Mishal and Aharoni, 1994, s. 98.
  40. Tarkan ve Margulies, a.g.e., s.32
  41. Marfleet, a.g.e.
  42. A.g.e.
  43. Davidi, 2000, aktaran Marfleet, 2015.
  44. El Fassed, 2006.
  45. Kuttab, 2013.
  46. İMF, 2003.
  47. Hanieh, 2013.
  48. Farsakh, 2002.
  49. Dana, 2014.
  50. Middle East Monitor, 2015.
  51. Tarkan ve Margulies, a.g.e., s.35
  52. Marfleet, a.g.e.
  53. Allinson, 2010.
  54. BBC Türkçe, 2023.
  55. Al Jazeera, 2017
  56. BBC News, 2010.
  57. Assaf, 2008.
  58. Al Jazeera, 2009.
  59. BBC, 2011.
  60. Ma’an News, 2014.
  61. Faheem, ve Thomas, 2014.
  62. Allinson, a.g.e.
  63. Alexander, 2024.

KAYNAKÇA 

Alexander, Anne, 2024, “Revisiting the dynamics of imperialism in the Middle East”, International Socialism Journal, Sayı: 182, ss. 37-56, https://isj.org.uk/revisiting-imperialism-middle-east/   

Al Jazeera, 2009, “Half of Gaza war dead civilians” (9 Eylül), http://english.aljazeera.net/news/middleeast/2009/09/200999114019997778.htmln 

Al Jazeera, 2017, “Hamas Accepts Palestinian State with 1967 Borders”, (2 Mayıs), www.aljazeera.com/news/2017/5/2/hamas-accepts-palestinian-state-with-1967-borders 

Allinson, Jamie, 2010, “Hamas, Gaza and the blockade”, International Socialism Journal, Sayı: 128, (13 Ekim), https://isj.org.uk/hamas-gaza-and-the-blockade/ 

Arendt, Hannah, 1950, “Peace Or Armistice in the Near East?”, Review of Politics

Assaf, Simon, 2008, “The Week We Broke Their Prison State”, Socialist Worker, (2 Şubat), www.socialistworker.co.uk/art.php?id=14029  

BBC, 2011, “Egypt eases blockade at Gaza’s Rafah border”, (28 Mayıs), https://www.bbc.com/news/world-middle-east-13581141 

BBC News, 2010, “Gaza under Blockade” (6 Temmuz), http://news.bbc.co.uk/1/hi/world/middle_east/7545636.stm 

BBC Türkçe, 2023, “IŞİD Hamas’a nasıl bakıyor, İsrail’in benzetmesi gerçeği yansıtıyor mu?”, (24 Ekim),  https://www.bbc.com/turkce/articles/ce4wdllxp1yo  

Beinin, Joel, 2021, “Palestinian Workers Have a Long History of Resistance”, Jacobin, (6 Haziran), https://jacobin.com/2021/06/palestinian-labor-trade-unions-strike-resistance-worker-solidarity-may-18-labor-history 

Berman, Lazar, 2023, “Netanyahu to Dutch leader: This war is civilization vs. barbarism”, Times of Israel, (23 Ekim), https://www.timesofisrael.com/liveblog_entry/netanyahu-to-dutch-leader-this-war-is-civilization-vs-barbarism/

Dana, Tariq, 2014, “The Beginning of the End of Palestinian Security Coordination with Israel?”, Jadaliyya, (4 Temmuz), https://www.jadaliyya.com/Details/30903/The-Beginning-of-the-End-of-Palestinian-Security-Coordination-with-Israel 

Davidi, Efraim, 2000, “Globalization and Economy in the Middle East”, Palestine–Israel Journal

El Fassed, Arjan, 2006, “Who is Mohammad Dahlan?”, Electronic Intifada, (20 Aralık), www.electronicintifada.net/content/who-mohammad-dahlan/6627 

Faheem, Kareem ve Thomas, Merna 2014, “Egypt Flattens Neighborhoods to Create a Buffer With Gaza”, New York Times, (29 Ekim), https://www.nytimes.com/2014/10/30/world/middleeast/egypt-sinai-peninsula-gaza-buffer-zone.html?_r= 

Farsakh, Leila, 2002, “Palestinian Labor Flows to the Israeli Economy: A Finished Story?”, Journal of Palestine Studies, Cilt: 32, Sayı: 1

Gab Allah, Khalifa, 2010, “Rafah Border Opened ‘Indefinitely’”, Al Masry Al Youm, (2 Haziran), www.almasryalyoum.com/en/news/rafah-border-opened-indefinitely  

Haneghi, Haim; Machover, Moshe & Orr, Akiva, 1971, “The Class Nature Of Israeli Society”, New Left Review, https://newleftreview.org/issues/i65/articles/haim-haneghi-moshe-machover-akiva-orr-the-class-nature-of-israeli-society?token=gCy7uGPfUVMf   

Hanieh, Adam, 2013, Lineages of Revolt: Issues of Contemporary Capitalism in the Middle East, Haymarket

Hart, Alan, 1989, Arafat, a Political Biography, University of Indiana Press

Herzl, Theodor, 1896, The Jewish State, çeviren Sylvie D’Avigdor, MidEastWeb e-kitap

Ibrahim, Saad Eddin, 1982, The New Arab Social Order: A Study of the Social Impact of Oil Wealth, Westview Press 

İMF, 2003, “IMF Audit Reveals Arafat Diverted $900 Million to Account under his Personal Control”, Electronic Intifada, (20 Eylül), https://electronicintifada.net/content/imf-audit-reveals-arafat-diverted-900-million-account-under-his-personal-control/1348  

Jabotinsky, Vladimir, 1937, “Demir Duvar (Araplar ve Biz)”, The Jewish Herald, (26 Kasım), https://tr.danielpipes.org/18319/demir-duvar-araplar-ve-biz 

Jabra, Nicola, 1972, “Theses on the Revolution in the Arab East”, Matzpen, https://matzpen.org/english/1972-09-14/theses-on-the-revolution-in-the-arab-east-a-said-jabra-nicola 

Kilani, Ramsis, 2024, “Strategies for liberation: old and new arguments in the Palestinian left”, International Socialism Journal, Sayı: 183, ss. 29-50, https://isj.org.uk/strategies-for-liberation-old-and-new-arguments-in-the-palestinian-left/  

Kuttab, Daoud, 2013, “The Return of Mohammed Dahlan”, Al Monitor, (30 Ekim), www.al-monitor.com/pulse/originals/2013/10/mohammad-dahlan-fatah-plo-abbas-uae.html 

Ma’an News, 2014, “25 Years after Berlin Wall Fall, Activists Break Open Israeli Wall”, (8 Kasım), www.maannews.net/eng/ViewDetails.aspx?ID=738413 

Marfleet, Philip, 2015, “An end to isolation? Palestine and the Arab revolutions”, International Socialism Journal, Sayı: 145, https://isj.org.uk/an-end-to-isolation-palestine-and-the-arab-revolutions/ 

Middle East Monitor, 2015, “Will Rabin’s dream of Gaza being swallowed by the sea come true?”, (21 Eylül), https://www.middleeastmonitor.com/20150921-will-rabins-dream-of-gaza-being-swallowed-by-the-sea-come-true/

Mishal, Shaul, and Aharoni, Reuben (derleyenler), 1994, Speaking Stones: Communiques from the Intifada Underground, Syracuse University Press

Mitralias, Yorgos, 2023, “When Einstein called “fascists” those who rule Israel for the last 44 years…”, CADTM, (31 Ekim), https://www.cadtm.org/When-Einstein-called-fascists-those-who-rule-Israel-for-the-last-44-years  

Palestinian Center for Policy and Survey Research, 1995, “Public Opinion Poll Number 20”, www.pcpsr.org/sites/default/files/cprs%20poll%2020.pdf 

Pappé, Ilan, 2022, Filistin’de Etnik Temizlik, İntifada Yayınları

Popular Front for the Liberation of Palestine, 1967, Strategy for the Liberation of Palestine, Foreign Languages Press, https://foreignlanguages.press/wp-content/uploads/2020/08/S08-PFLP-Strategy-Lib-Palestine-7th-Printing.pdf 

Rabkin, Yakov M., 2024, “How Long can Israel Defy the World?”, (1 Nisan) https://www.juancole.com/2024/01/long-israel-world.html 

Tarkan, Doğan ve Margulies, Roni, 2002, Direnen Filistin. Siyonizm, İsrail ve İntifada, Z Yayınları: İstanbul

Traverso, Enzo, 2024, Gaza Faces History, Other Press: New York

sosyalizm