“En büyük derdimiz TC’nin kendisidir” AKP ve CHP karşısında sol

Roni Margulies

Okumak üzere olduğunuz yazıyı yazmak için düşünür ve eşelenirken, iki tane tweet gözüme çarptı. Adamın biri şöyle yazmış: “TC’ye dair en büyük derdi AKP olmayan herkes AKP’lidir.” Bir başkası da şöyle cevaplamış: “TC’ye dair en büyük derdimiz TC’nin kendisidir.” Bu yazıda anlatmak istediklerimi tek bir cümleyle özetlemek zorunda bırakılsaydım, hiç tereddüt etmeden bu tweetlerin ikincisini kullanabilirdim. Ama ille de kendi sözlerimle ifade etmem gerekirse, mesele şu: Türkiye’de sosyalistlerin derdi sadece ve basitçe AKP’den (yani hükümetten) kurtulmak mıdır, yoksa daha temel (yani devletle ilgili) bir dertleri de olmalı mıdır?

Vereceğim cevabı yazının sonuna kadar saklamaya gerek yok: Sosyalistlerin tek derdi, hatta en büyük derdi bile, hükümet olamaz. Bu ancak toplumun parlamenter yöntemlerle değiştirilebileceğine inanan sosyal demokratların tek derdi olabilir. Sosyalistler ise iktidardaki partinin değişmesi ve parlamentodan güzel yasaların geçirilmesi yoluyla sınıf iktidarının ve sömürü ilişkisinin değişmeyeceğini, bunların değişmesi için işçi sınıfının kendi kitlesel eylemi sonucunda kendi doğrudan iktidarını kurması gerektiğini, yani mevcut devleti ortadan kaldırarak kendi iktidar organlarını yaratması gerektiğini bilir. Bu nedenle de sosyalistler elbette hükümetleri (bu hükümetler toplumun hangi kesiminden oy alıyor olursa olsun) dert edinir, elbette hükümetlerle mücadele eder, ama nihaî hedefin devlet olduğunu hep akılda ve göz önünde tutar.

Yukarıdaki paragrafta yazılanlar o kadar klasik ve temel düşünceler ki, yazmaya gerek bile olmadığı düşünülebilir. Ama, heyhat, var. Var, çünkü Türkiye’de sosyalistler/sol[1] arasında devlete şu veya bu ölçüde olumlu bakma, her şeye rağmen “bizim devlet” diye düşünme ve hatta bazen bazı düşmanlara karşı devlete bel bağlama geleneği var.

Bu geleneğin köklerinin 1923’te, Kemalizm’in yarattığı hayallerde yattığı açık.[2] Türkiye devletinin tam da diğer burjuva devletler gibi olmadığı, bazı olumlu (“ilerici”) yanları olduğu, bu devletin temel unsurlarından biri olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de diğer burjuva devletlerin ordularından tamamen veya epeyce veya biraz farklı olduğu ve koruyucu/kurtarıcı bir rol oynayabildiği hayalleri Türk solunun düşünce dünyasından hiçbir zaman tümüyle silinmemiştir.[3]

Solun devletle ilişkisini en acımasızca açık eden tarihsel olay 27 Mayıs 1960 darbesi olsa gerek. Bu darbe, en basit şekliyle ifade edersek, Kemalist devletin elinden kaçırmakta olduğunu hissettiği ipleri tekrar eline alma girişimidir. Egemen sınıf böyle bir şey hissetmemektedir, tehdit altında değildir, darbeye ihtiyacı yoktur. Darbe egemen sınıfın çıkarlarını korumak/ilerletmek için yapılmamıştır, 1923 ve sonrasında oluşturulan devlet mekanizmasının kendi konumunu muhafaza etmek için yaptığı bir müdahaledir.[4] Tam da bu nedenle, sol literatürde (solun az, pek az bir bölümünü tenzih ederek) 27 Mayıs darbesi ya olumlu görülür ya da olumsuz görülmez, görmezden gelinir. Yüzde elliye yakın oy alarak seçilmiş üç politikacının ordu tarafından asılması karşısında solun derin üzüntülere kapılması belki beklenemezdi, ama hiç böyle bir şey olmamış gibi davranmanın da biraz tuhaf olduğu düşünülmelidir.

Bütün bunlar, evet, 1923’ten beri süregelen bir sürecin yansımaları, ama son 25 yıldır yeni bir olguyla, sürecin bir üst aşamasıyla karşı karşıyayız. Türkiye solu 1990’ların ikinci yarısından beri tek bir meseleye kilitlenmiş ve bu kilidi açabilmek için CHP’ye, kimi bulabilirse ona bel bağlamış durumda. Solu ve daha genel anlamda muhalefeti bu üst aşamaya sıçratan olgu, Cumhuriyet’in kuruluşundan tam 70 yıl sonra İslam’ın nihayet siyaset sahnesine adım atması oldu.

Erbakan’ın sahneye çıkışı

Türkiye’de 1996 yılında çok hayırlı bir gelişme yaşandı. Necmettin Erbakan başbakan oldu. Hayırlı dememin ne Erbakan ve temsil ettiği siyasî akımla, ne de hükümetinin yaptıklarıyla ilgisi var. Zaten iktidara gelmenin ne Erbakan’a ne Refah Partisi hükümetine fazla bir hayrı oldu. Ama Erbakan’ın başbakanlığı Türk solu açısından, Türkiye’de sosyalizmin tarihi açısından olağanüstü yararlı bir dönem başlattı. Niye böyle düşündüğümü biraz açayım.

O güne dek Türk solu, nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede Müslümanları ve Müslümanlığı hesaba katmadan siyaset yapma lüksüne sahipti. Solun Kemalist devlete borçlu olduğu bu lüks, Refah Partisi’nin geniş kitlelerin taleplerini ve düzene muhalefetini şu veya bu ölçüde Müslüman bir çerçevede ifade edebilmesiyle birlikte sona erdi. Artık, dindar insanlar yokmuş gibi siyaset yapmak mümkün olmayacaktı, hâlâ değil ve büyük olasılıkla daha çok uzun bir süre mümkün olmayacak.

Artık solun önünde o güne kadar hiç olmamış bir seçenek vardı: Ya dinin muhafazakâr ve ama aynı zamanda muhalif olabilme özelliğini anlayacak, Müslümanlığın Ortadoğu merkezli olması nedeniyle anti-emperyalist ve Kemalizm karşısındaki konumu nedeniyle devlet karşıtı olabilme özelliklerini kavrayacak, bu durumla hesaplaşacak ve uygun politikalar geliştirecekti, ya da “her din her yerde ve her zaman gericidir, bizi ilgilendirmez, dindar insanlar mürtecidir, işimiz olmaz” diyecekti. İkincisini yaptığı durumda, potansiyel olarak, Ortadoğu’da emperyalizmin, Türkiye’de resmî ideolojinin ve devletin yanında saf tutma durumuna düşecekti; dahası kendini kitlelerden tecrit edecek, siyasetin dışında kalacaktı. Bunlardan hangilerinin gerçekleştiğini şimdilik okuyucunun takdirine bırakıyorum.

Erbakan hükümeti Türk solunun önüne İslam sorununu koymakla kalmadı. Hükümetin birinci yılında 28 Şubat 1997 muhtırasının verilmesiyle birlikte bir sorun daha çıktı ortaya. Tarih sahnesine gerçek anlamda 1960’lı yıllarda çıkmış olan Türk solu ilk kez kendisine saldırmayan bir askerî darbe ile karşı karşıya kalıyordu. Dahası, darbenin devirdiği koalisyon hükümetinin iki ortağından biri İslamcı bir partiydi. Hem sol ile alıp veremediği olmayan, hem de “gerici”, “irticacı” bir hükümeti deviren bir darbe! Sol ne diyecekti?

Yine o güne kadar hiç olmamış bir seçenek vardı solun önünde: Ya Kemalist devlet mekanizmasının demokratik süreçlere istediği gibi müdahale etme hakkı, ya seçilmiş hükümetlerin hükümet etme hakkı savunulacak, ya da tarafsız kalınacaktı. Solun çoğunluğu tarafsız kaldı. Ve gerçekte keskin siyasî dönemeçlerde tarafsız kalmak mümkün olamadığı için, seçilmişlerden değil, seçilmemişlerden yana taraf olmak durumuna düşüldü. Bunun böyle olacağını tahmin etmek, 1968 öncesi solun 1960 darbesi karşısındaki performansını izleyen bir gözlemci açısından zaten zor değildi. Dahası, günümüz solunun 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine karşı haklı olarak kin kusarken 27 Mayıs hakkında sessiz kalması, aynı dikkatli gözlemci açısından, darbelere karşı ilkeli bir demokratik duruşa değil, sadece solu hırpalayan darbelere karşı olma durumuna işaret ediyordu.

Erbakan hükümetini deviren ‘post-modern’ 28 Şubat darbesinin üzerinden geçen yıllarda İslam ve asker sorunları gündemden düşmedi; cin şişeden bir kere çıkmıştı, bir daha şişenin içine girmedi. Bu iki sorun solun önüne tekrar tekrar geldi ve sol önce kaygan ve kuşkulu, sonra giderek daha net bir şekilde tekrar tekrar aynı tepkileri gösterdi.

Post-modern darbeyi, birkaç yıl sonra, darbeden yararlanarak iktidara gelen koalisyon partilerinin hepsinin silinmesi[5] ve AKP’nin yüzde 34 ile iktidara gelmesi, askerle temkinli bir şekilde itişmeye başlaması ve müthiş hızlı, müthiş keskin bir dönem izledi: Hrant Dink’in katledilmesi, cenazesi ve “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı, 27 Nisan e-muhtırası, Cumhuriyet mitingleri, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını engelleme çabaları, Anayasa Mahkemesinin bu konudaki kararı, AKP’nin oylarının iktidara geldikten sonraki ilk genel seçimde yüzde 47’ye yükselmesi, Darbe Günlükleri, Anayasa Mahkemesi’nin türban yasası hakkındaki kararı, AKP’yi kapatma davası, Ergenekon davası ve derin devlete yönelik diğer davalar, AKP’yi kapatmama kararı…

Tüm bu can alıcı dönemeçlerde solun bütün büyükçe örgütleri Stalinist, Kemalist ve milliyetçi olduklarını, Marksist olmadıklarını kuşkuya mahal bırakmayacak şekilde kanıtladı. Eskiden beri böyleydiler elbet, ama eskiden “böyleler mi, değiller mi?” diye tartışılabilirdi. İslamî gelenekten gelen bir parti ile ordunun karşı karşıya gelmesiyle, tartışma sonlandı. Her şey göz kamaştırıcı bir açıklıkla berraklaşmaya başladı.

Genelkurmay’ın en başarılı birimi

Bu berraklaşma döneminin Refah Partisi’nin iktidara geldiği 1995 yılında başlayıp AKP’nin Gülen Cemaati’yle ittifakının sona ermesi ve derin ve sığ devlet güçleriyle ittifak yapmasıyla sona erdiğini düşünmek makul olur. Dönemin tanımlayıcı özelliği, başta silahlı kuvvetler olmak üzere Kemalist devlet güçlerinin önce Erbakan, sonra Erdoğan hükümetlerini devirme çabaları ve solun bu çabaları olumlaması; Erdoğan hükümetlerinin kendilerini devirmeye çalışan devlet güçlerine karşı adımlar atması ve CHP etrafında kümelenmeye çalışan solun bazı kesimlerinin bu çatışmada devletin yanında saf tutması oldu. Bu hükümetlerin burjuva hükümetler olmasından, egemen sınıfın çıkarlarını temsil eden hükümetler olmasından değil, devletin “laik” hükümetlerin ise “şeriatçı”[6] olarak tanımlanmasından kaynaklanıyordu.

Genelkurmay’ın hangi birimi ideoloji ve propagandadan sorumludur, bilemiyorum, ama söz konusu birim Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en başarılı kollarından biri olsa gerek. Laik-şeriatçı karşıtlığını icat etmek ve bu çerçevede şehirli orta sınıfı (Alper Görmüş’ün ifadesiyle ‘silahsız kuvvetler’i, Binnaz Toprak’ın ifadesiyle ‘endişeli modernler’i) seferber edip hükümete karşı örgütlemek gerçekten dahiyane bir operasyondu![7]

Bu operasyon uygulanırken, Atatürk portresi ve Türk bayrağı şeriat/hükümet karşıtlığının simgeleri hâline getirildi; 2007 Cumhuriyet Mitingleri’nde en açık ifadesini bulan sivil kitleler hükümetin üzerine salındı; darbenin toplumsal tabanı ve kitlesel desteği yaratılmaya çalışıldı. CHP’den solun bazı kesimlerine kadar çeşitli kesimler bu saldırıya katıldı, ‘endişeli modern’ orta sınıfın yanında yer aldı, yani Genelkurmay’ın operasyonuna (bilerek veya bilmeyerek) dahil olmuş oldu.

Solun söz konusu dönem boyunca sergilediği tavrı, en özlü biçimiyle “Evet, askerin siyasete müdahalesi kötüdür, ama şeriattan daha az kötüdür” şeklinde özetlemek mümkün. Oysa konu hiçbir aşamada laiklik ile şeriat arasında bir seçim yapmakla ilgili değildi. Demokrasiyle ilgiliydi; Kemalist devletin beğenmediği hükümetleri devirme hakkı olup olmadığıyla ilgiliydi; silahlı kuvvetlerin siyasetteki yeriyle ilgiliydi.

Amiral Özden Örnek’in günlüklerini okuyanlar bilir, dönem boyunca (1923’ten beri olduğu gibi) her atanan kuvvet komutanı kendini silahlı bir gücün değil, memleketin yöneticisi olarak görüyor, öyle davranıyor, öyle plan yapıyordu, başka bir şey yaptığı da pek yoktu. İlk katıldığı Kuvvet Komutanları toplantısından sonra, günlüklerin yazarı amiral “Anlaşılan, bahriyeye ayıracak pek vakit bulamayacağım” diye yazıyordu! Bu toplantılarda seçilmiş hükümetin icraatları, memlekette olup bitenler, dış siyaset, hepsi tartışılıyor ve aktif müdahale hep gündemde tutuluyordu. Gündemde tutmak ne kelime, bizzat müdahale ediliyordu: Rektörlere telefonlar, gazetecilere talimatlar, hukukçulara brifingler, politikacıların kulaklarını bükmeler…

Bu böyle sürdükçe, Türkiye’de demokrasiden, değişimden söz etmenin anlamsız olduğu çok açıktı. Ayırım çok keskindi, sol ya buna karşı olacaktı, karşıtlığını belirtecek ve örgütlü hâle getirecekti, ya da başka bir şeyden daha az kötü olduğu için bahaneler uydurup karşı olmayacaktı. Karşı olmadı.

Örneğin, yıllar boyunca her milliyetçi taşın altından çıkan, her cinayet, bombalama ve darbe planına bulaştığı herkesçe bilinen bir grup emekli ve emeksiz asker ve bunların sivil uzantıları 2008 yılının Mart ayında tutuklandığında, Türkiye Komünist Partisi’nin resmî tepkisi şöyle oldu: “AKP’nin Ergenekon adı verilen kontrgerilla örgütlenmesinin uzantısı çeteye yönelik operasyonu hükümetin liberal rüzgârına sağdan ve soldan üfleyenler tarafından büyük bir tezahüratla karşılandı… bu operasyonun daha ağırlık taşıyan yanının ülkede yaratılmak istenen atmosfer olduğu [anlaşılıyor]… Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz gibi isimlerin içinde bulunduğu çoğu doğrudan ABD tezgâhında yetişmiş ‘ulusalcı’ gruba yapılan operasyon ülkede esmesi istenen liberal-işbirlikçi rüzgârı kuvvetlendirecek. Operasyon bu kişilerden ziyade girilecek sürece gösterilecek yurtsever tepkileri bertaraf etmeyi hedefliyor.” Ergenekon davasının “yurtseverliğe” ve “yurtseverlere” zarar vereceğini düşünen ve bu nedenle derin devletin önde gelen isimlerinden biri olan JİTEM kurucusu emekli jandarma tuğgeneralinin cezaevine girmesini yanlış bulan bir “komünist” partisi!

Bayrak ve Atatürk denizleri şeklini alan, bir dizi daha masum pankartın yanı sıra “Ordu göreve” pankartları da taşındı.

Genelkurmay ve Ergenekoncular AKP hükümetini neo-liberal veya Amerikan emperyalizminin uşağı veya kendine demokrat olduğu için değil, sadece ve basitçe “İslamcı” olduğu için devirmek isterken, buna karşı direnmeyi demokratlık tanımının dışında bulan bir sol yaklaşım da zamanla şekilleniyordu! Oysa toplumun büyük çoğunluğu için çok keskin bir ayırım çizgisi vardı: “İslamcı” olduğu söylenen bir hükümeti eli silahlı adamların devirme hakkı var mıdır, yok mudur? Bir hükümet sadece biz onu beğendiğimizde mi meşrudur, yoksa çoğunluğun oylarını alması yeterli midir? Bu soruya “Ama halk her zaman haklı değildir ki?” cevabı veriliyorsa, halkın ne zaman haklı, ne zaman haksız olduğuna kim karar verecek, nasıl verecek? “Bağımsızlıkçı ve antiemperyalist” olanlar karar verecek herhalde!

AKP’nin ‘açılım’ları

Sorun, AKP’yi devirme çabalarını “TSK’nın seçimle işbaşına gelmiş bir hükümete ve parlamentoya müdahalesi ekseninde” ele almayıp, “filler çatışması” diye yok sayıp gerçekte devlet güçlerinin yanında yer almış olmak değildi sadece.

AKP, 2002’de iktidara geldikten herhalde çok kısa bir süre sonra ve tahminimce büyük bir şaşkınlıkla kendisine karşı harıl harıl yapılmakta olan darbe planlarından haberdar oldu. Şaşkınlıkla diyorum, çünkü partinin kurmayları Türkiye’nin çıkarlarından başka hiçbir şey düşünmeyen, devlete karşı en ufak bir tehdit oluşturmayan, şeriatçılıkla alakasız, klasik muhafazakâr, milliyetçi bir parti olduklarını elbette herkesten iyi bildikleri için, devletin bütün kurumlarının kendilerine karşı seferber olacağını beklemiyorlardı. Devletin darbe mekanizmalarının harekete geçtiğini öğrendikten sonra, AKP yöneticileri olağanüstü bir siyasî ustalık ve kıvraklık sergileyerek, Genelkurmay’a ve Genelkurmay’ın açık ve gizli kurumlarına karşı kâh direnerek, kâh alttan alarak, kâh saldırıya geçerek devrilmemeyi becerdi. Uyguladıkları stratejinin bir unsuru, kendi doğal tabanlarının ötesinde kitlelere hitap edecek politikaları gündeme getirmek oldu. Bunların arasında, örneğin, gayrımüslim azınlıkların ve Alevilerin sorunlarını, Kıbrıs sorununu ve en çarpıcısı, Kürt sorununu çözme girişimleri[8] sayılabilir. Bunlara, bunlar kadar kapsamlı değilse de ideolojik açıda önemli olan, Kemalizm’in azgınlıklarını törpülemeyi amaçlayan bazı adımlar eklenebilir: ‘Andımız’ın kaldırılması, İstiklal Marşı’yla 19 Mayıs törenlerinin kutsallığının azaltılması, askerlerin sivil mahkemelerde yargılanabilir hâle getirilmesi, Anayasa’nın “değiştirilemez” ilk dört maddesinin değiştirilmesinin gündeme getirilmesi gibi.

Bütün bu politikalar, AKP’nin tabanını genişletmeyi amaçlarken, Türkiye’nin kemikleşmiş ve egemen sınıf açısından tümüyle gereksiz sorunlarını çözmeyi de amaçlıyordu elbet. Bu sorunlar o dönemde Avrupa Birliği’ne girmek için can atan büyük sermayenin önünü kesmekle kalmayıp ülkenin sırtına gereksiz gerginlikler, istikrarsızlık ve büyük ekonomik maliyetler de yükleyen kamburlardı, çözülmeleri sorunların mağdurları kadar egemen sınıfı da kuşkusuz memnun edecekti.

Yarım yamalak ve çekingence uygulanıyor da olsalar, egemen sınıfın çıkarlarına hizmet ediyor da olsalar, AKP’nin bu politikaları karşısında solun tavrı ne olmalıydı, ne oldu?

“Ne olmalıydı?” sorusunun cevabı, üzerinde tartışmayı gerektirmeyecek kadar açık. En basit örneklerden yola çıkarsak, Kürt çocuklarının, gayrımüslim çocukların, Türk olmayan bütün çocukların her sabah okulda “Türküm, doğruyum, çalışkanım… Varlığım Türk varlığına armağan olsun”[9] diye bağırmak zorunda olmaları mı iyidir, bu zorunluluğun kaldırılması mı? Egemen ulusun kendi kimliğini azınlıklara dayatması doğru bir şey olamayacağına göre, kaldırılması iyidir. Ama kaldıran hükümet sağcı, gerici ve hatta (ÖDP/Sol Parti’ye göre) “islamofaşist” bir hükümetse ne yapacağız? Sol, açık açık “Herkes ‘Varlığım Türk varlığına armağan olsun’ diye bağırmak zorundadır” diyemeyeceği için, artık bu kadarı ayıp olacağı için, sessiz kalmayı tercih etti. CHP açısından ise konu zaten daha da açıktı. Hükümetin niteliklerinden de bağımsız olarak, Kemalizm’i ve Türk’ün üstünlüğünü sorgulayan bir uygulamaya elbette karşı çıkmak gerekiyordu, CHP dişiyle tırnağıyla direndi. Ve aynı direnişi yukarıda sözü edilen tüm politikalara karşı sergiledi.

Demokrasi, özgürlük ve etkilenen insan sayısı açısından bu politikaların en önemlisi kuşkusuz Barış Süreci’ydi. CHP’nin bu süreç sırasında yürüttüğü baltalama mücadelesi, Türk ordularının tarih boyunca her yerde, her zaman gösterdiği üstün kahramanlıktan geri kalmadı. CHP dışındaki solun epey bir kesimini bu konuda gerçekten de tenzih etmek gerekir, ama “demokrasi olmadan barış olamaz” diyerek veya Kürt hareketinin “emperyalizmin maşası” olduğu bahanesiyle sürece karşı çıkanların sayısı da az değildi.

O dönemde Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı olan Ahmet Türk 2013 mayısında Van’da yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Ergenekon’la, milliyetçi kesimlerle bütünleşen CHP’nin bir kesimi barış sürecini adeta ortadan kaldırmaya çalışıyor. MHP bizi incitemez. Onu ve düşüncesini biliyoruz, ama Kemal Kılıçdaroğlu gibi bir Kürt’ün bu sürece karşı çıkması, gerçekten inanılmaz, anlaşılmaz bir şey. Bu bizi inciten bir durumdur.” Türk, aynı konuşmasında Kılıçdaroğlu’nun “Ben Türklükten vazgeçmem!” sözlerini de eleştirdi: “Biz de diyoruz ki, bizim Türklükle bir sorunumuz yok. Tam tersi, biz halkların kardeşliğini istiyoruz. Türk, Kürt özgürleşsin istiyoruz. ‘Sen, önce Kürt halkının hakları konusunda ne diyorsun, onu söyle, dürüst ol’ diyoruz.”

AKP’nin tüm reform girişimleriyle ilgili olarak CHP’nin tavrı hep aynı oldu: Milliyetçi, Türkçü, devletçi direniş. İki üç örneğine bakalım.

Kılıçdaroğlu 2013 yılı kasım ayında Andımız’ın kaldırılmasıyla ilgili şöyle dedi: “Çocuklarımızın bir andı vardı, ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım’. Onu da yasakladılar. Niye yasaklıyorsun? Türküm, doğruyum, çalışkanım demek ayıp mı? Hepimiz gurur duymalıyız. ‘Türküm’ diyemiyor.”

Kürt sorununun önemli konularından biri olan anadilde eğitim hakkında Şubat 2011’de Van’da yaptığı bir basın açıklamasında Kılıçdaroğlu, “Anadilde öğretime sıcak bakıyoruz, anadilde eğitimin bugün için çözülebilecek bir sorun olduğuna inanmıyoruz” dedi. İki yıl sonra ise, yine şubat ayında, şöyle dedi: “Herkes anadilini öğrenmeli. Anadili yasağının kalkması için ilk teklifi veren de biziz. Ama anadilde eğitim toplumu böler. Bizim görüşümüz bu. Türkiye’nin tek bir resmî dili olmalı. O da Türkçedir.”

Azınlık vakıflarının devlet tarafından el konulan mülklerinin iadesiyle ilgili yasa tasarısı 2006 eylülünde Meclis Adalet Komisyonu’nda görüşülürken CHP Çorum milletvekili Feridun Ayvazoğlu, Yunanlıların Sevr görüşmeleri sırasındaki talep listelerinin yedinci maddesinin bu yasayla geri getirildiğini öne sürerek, “Bilmeyerek Türkiye’ye ihanet ediliyor” dedi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in tasarıya tepkisi ise şöyleydi: “Sevr’e dönüyorsunuz. Azınlıklara tek taraflı taviz vermek Sevr’de vardır.”[10] Meclis’teki bir başka tartışmada eski sendikacı ve CHP İstanbul milletvekili Bayram Meral, AKP’lilere “Hep Agop’un malını savunuyorsunuz, biraz da Mehmet’in malını savunun!” diye bağırdı. Nihayet, 2008’de çıkan Azınlık Vakıfları Yasası Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü. İtiraz dilekçesini sunan parti CHP, imzalayan da Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu idi.[11]

Bu üçünden daha önemli bir konu yeni bir anayasa meselesiydi. AKP, Ergun Özbudun başkanlığındaki bir heyete 2007 yılında yeni bir anayasa taslağı hazırlattı. Ardından, 2011 seçimlerinden hemen sonra AKP’nin girişimiyle Meclis’te bir Anayasa Uzlaşma Komisyonu kuruldu. Komisyon 2013’e kadar çalıştı ve hiçbir şey başaramadan tarihe karıştı. Bunun nedeni, Erdoğan ve AKP’nin o yıl devletle, Genelkurmay’la, derin devletle, Ergenekon’la ittifak kurmuş, artık yeni ve makul bir anayasa hazırlamaktan vazgeçmiş olmasıydı.

Ancak 2007 ile 2013 arasında, AKP’nin başlattığı yeni anayasa çalışmalarına CHP sert bir muhalefet sergiledi. Bu muhalefetin nedenini belki de en özlü biçimiyle ifade eden, Sözcü gazetesiydi: “AKP, anayasadaki başlangıç kısmının ve ‘Atatürk milliyetçiliğinin’ çıkarılmasını isteyecek.” Tartışma genellikle “ilk dört madde” üzerine yoğunlaşıyordu. Bu “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddeleri AKP’nin değiştireceği düşüncesi/ihtimali CHP milletvekillerini deli ediyordu.

Söz konusu maddeleri herkesin bildiğini varsaymayayım, hatırlatayım:

Madde 1 – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

Madde 3 – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı ‘İstiklal Marşı’dır. Başkenti Ankara’dır.

Madde 4 – Anayasanın 1inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”

Son cümledeki “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” saçmalığını bir kenara bırakalım. Bu anlamsız komiklik dışında, rahatsız edici iki nokta vardı maddelerde. Biri, “Atatürk milliyetçiliğine bağlı olma” kavramı; biri de, dilin Türkçe olması. Ama mesele bunlardan ibaret değildi.

Madde 2, “Türkiye Cumhuriyeti… başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan… bir hukuk Devletidir” diyordu. Neydi “başlangıçta belirtilen” bu temel ilkeler? Anayasa’nın başında, ilk dört maddeden önce kısacık bir “Başlangıç” bölümü vardı. Ve bu bölüm baştan aşağı “Türk varlığı”, “Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisi”, “Türk millî menfaatleri”, “Türklüğün tarihî ve manevî değerleri” ile doluydu. CHP’yi işte bunların kaldırılma ihtimali deli ediyordu. Ve nihayet 2013’te AKP de bu işten vazgeçince, ilk dört madde ve “başlangıçta belirtilen temel ilkeler” hiç değişmeden yaşamlarını sürdürdüler ve CHP muradına ermiş oldu.

AKP’nin belki de en çok tartışma konusu olan olumlu girişimi yine Anayasa’yla ilgiliydi: 2010 yılında 12 Eylül Anayasası’nın bazı maddeleri değiştirildi. Attığı tüm olumlu adımlar gibi, AKP bu adımı da eksik ve yetersiz attı: Sadece 24 madde değiştirildi. Ama değişikliklerin istisnasız hepsi ya olumsuzlukları kaldırıyor (12 Eylül darbesini yapan generallerin yargılanmasını engelleyen maddenin kaldırılması gibi) ya da olumlu değişiklikler getiriyordu (memurlara toplu sözleşme hakkı verilmesi veya Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının getirilmesi gibi). Baskın Oran bu 24 değişikliği “temel hak ve özgürlüklerin güçlendirilmesi,” “askerî vesayetin zayıflatılması” ve “yargıda reform yapılması” başlıkları altında topluyor.[12]

Bu değişiklerle ilgili olarak yapılan referandumda CHP ve solun geri kalanı “hayır” oyu kullandı. Yani “Hayır, Kenan Evren’in anayasası değişmemelidir, olduğu gibi kalmalıdır” demiş oldular. Niye? Değiştirilen maddeler CHP’nin millî/Kemalist hassasiyetlerinden hiçbirini tırmalamıyor, geri kalan solun ise bizzat kendi taleplerinden bazılarına denk düşüyordu. Dahası, Cumhuriyet tarihinde ilk kez Türkiye nüfusu bir anayasaya doğrudan müdahale edebilecekti, ilk kez bir darbe anayasasını halk kendi oylarıyla değiştirebilecekti. Bu durumda niye itiraz edilir? Belli ki, “hayır” oyunun tek sebebi değişikliklerin AKP tarafından önerilmiş olmasıydı.

Peki, referandumda “evet” (veya “yetmez ama evet”) oyu vermek ve AKP’nin yukarıda sözünü ettiğim diğer olumlu girişimlerini desteklemek AKP’yi desteklemek anlamına mı gelirdi?

Öyle olmadığını göstermek için iki basit örnek vermekle yetineceğim. Birincisi şu: Güney Afrika’da sosyalist olduğumuzu düşünelim. Ülkedeki ırkçılığı 1948’de kurumsallaştırarak siyah çoğunluğu tümüyle dışlayan apartheid rejimini kuran Ulusal Parti, 1990’da geçiş sürecini başlatıyor, 1962’den beri hapiste olan Nelson Mandela’yı serbest bırakıyor, görüşmelere başlıyor. Süreç 1994’te seçimlerle sonuçlanıyor ve seçimi Mandela ve Afrika Ulusal Kongresi kazanıyor. Süreci başlatan ve yürüten parti, ülkede 1948’den beri hükümet olan, ırkçı/ayrımcı apartheid sistemini kurup 46 yıl yöneten Ulusal Parti.

Güney Afrikalı sosyalistler olarak ne diyecektik? Her şeyi Ulusal Parti yaptığına göre, “Bu ırkçı ve habis partinin yaptığı hiçbir şeyi doğru bulmayız, desteklemeyiz” deyip Mandela’nın serbest bırakılmasına ve geçiş sürecine karşı mı çıkacaktık, “hayır” mı diyecektik? Sanmıyorum. Sürece destek verip “evet” dediğimizde Ulusal Parti’yi mi desteklemiş olacaktık? Yine sanmıyorum ve hiçbir Güney Afrikalı sosyalist de sanmıyordu.

İkinci örnek, İngiltere’den. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde, üniversite sistemi genişlemeye ve işçi sınıfının çocukları tarihte ilk kez üniversiteye artan sayılarda gitmeye başlamışken, 1962 yılında Muhafazakâr Parti hükümeti tüm yüksek öğrenimi parasız hâle getiren yasayı çıkardığında, İngiltere’de sosyalist olsaydık, ne derdik? “Bu berbat sağcı partinin tüm yaptıklarına biz karşıyız, desteklemiyoruz, üniversite eğitimi paralı olmaya, işçi çocuklarını dışlamaya devam etmelidir” der miydik? Sanmıyorum.

Açık ki, siyaset böyle yapılmaz. Yine açık ki, Güney Afrika’da Ulusal Parti ve İngiltere’de Muhafazakâr Parti yaptıkları reformları siyahları veya işçi çocuğu gençleri sevdikleri için yapmadılar; temsil ettikleri egemen sınıfın çıkarları için yaptılar. Güney Afrika’nın beyaz egemen sınıfı hem ırkçı rejime karşı bütün dünyanın uyguladığı boykot ve yaptırımlardan hem de Afrika Ulusal Kongresi’nin yürüttüğü müthiş direniş mücadelesinden bunalmıştı. İngiltere egemen sınıfının ise ekonominin savaş sonrasında hızla büyüyen alanlarında istihdam etmek için vasıflı işçi ihtiyacı vardı. Burjuva partilerinin yaptığı reformlar her zaman böyledir: Ya tabandan gelen basınç sonucunda ya da egemen sınıfın bir ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılırlar. Ama bu, reformlara karşı çıkmamız gerektiği anlamına gelmez. Ve karşı çıkmamak, o partileri desteklediğimiz anlamına gelmez.

Tüm umutlar CHP ve Millet İttifakı’nda?

Anlattığım dönem 2013 yılında AKP’nin Gülen Cemaati’yle ittifakının çökmesi, Gezi hareketiyle devasa bir taban hareketinin yükselme potansiyelinin ortaya çıkması ve Baskın Oran’ın ifadesiyle “mukaddesatçı-ulusalcı-milliyetçi-asker” koalisyonunun kurulmasıyla sona erdi. Böylece solun önündeki ikilem de ortadan kalktı: Artık “İslamcı, şeriatçı, İslamofaşist” olan ama arada bir bazı iyi işler de yapmayı akıl eden bir hükümet değil, hem “İslamcı, şeriatçı, İslamofaşist” olan hem de demokrasiyi, hukuku, insan haklarını ayaklar altına alan, alabildiğine otoriter bir yönetim vardı. Buna muhalefet etmek için incelikli taktiklere, uzun boylu düşünüp tartışmaya hiç gerek yoktu, iş artık çok daha kolaydı. Gerçekten de yedi yıldır AKP’nin yaptığı her şeye yüzde yüz karşı çıkmak her durumda doğru yapmış olmak anlamına geliyor.

Dahası, hükümetin yaptıkları sadece sol ve daha genel anlamda muhalefet tarafından yanlış bulunmuyor. Yüzde 49.83 oy aldığı 2011 genel seçimiyle karşılaştırıldığında, bugün AKP’nin desteği neredeyse yarıya düşmüş durumda.[13] Partinin hem üyeleri hem seçmen tabanı arasında kaygılananların, memnunsuzların, kopanların yüksek sayıda olduğunu görmek zor değil.

AKP’deki bu erimeye paralel olarak memlekette çok çeşitli muhalefet ve direniş hareketleri ve odakları var. Başta kadın hareketi ve yerel çevre hareketleri olmak üzere, bu hareketler tüm baskılara rağmen varlığını ve mücadeleciliğini sürdürüyor ve zaman zaman hükümete geri adım attırmayı başarıyor.[14]

Bu durumda, bir yandan AKP erir, bir yandan çeşitli direniş hareketleri yaygınlaşırken, sadece AKP’den kurtulmanın değil, gerçekten olumlu bir değişimi başlatmanın anahtarı, umudu ne olabilir?

Dünyada son bir iki yılda yaşanan birçok gelişme bu sorunun cevabını işaret ediyor: Trump’ın seçim kaybetmesinin temel unsurlarından biri olan Black Lives Matter hareketi; Ukrayna’da Lukaşenko’ya karşı yükselen hareket; Sudan’da kanlı bir diktatörü deviren hareket; Cezayir’de Abdülaziz Buteflika’nın beşinci kez cumhurbaşkanı olma girişimini engelleyen devasa ve başarılı protesto hareketi… Pandemi döneminden önceki yıl boyunca dünyayı sarsan iklim hareketi; Trump seçildiğinde ilk sokağa dökülen ve sonrasında #MeToo ile Amerika’yı sarsan kadın hareketi…

Türkiye’de de birkaç yıldır tüm muhalefeti bir araya getirme arayışı var. Ne var ki, bu arayış AKP ile MHP dışındaki tüm partilerin seçim ittifakını sağlama umut ve çabalarından ibaret. CHP liderliğindeki bu ittifakın hepimizi kurtaracağı hayali iyice yaygınlaştı. Bu ittifaka daha dün MHP’den kopan ve tanımlayıcı özelliği göçmen düşmanlığı olan İYİ Parti’nin dahil olması ittifak arayışında olanlar tarafından görmezden gelinmeye çalışılıyor. HDP’nin ittifaka dahil olması, ama sadece pasif bir oy deposu olarak, kendi politikalarını hiç gündeme getirmeden dahil olması isteniyor. İttifakı cazip kılmak amacıyla sürekli olarak CHP’nin değiştiği anlatılırken, bu partinin Kürt sorunu konusunda, göçmenler konusunda, Türkiye’nin çevre ülkelere askerî müdahaleleri konusunda ısrarla aynı politikaları sürdürmesi hasıraltı ediliyor. Ve elbette, AKP’nin yaptıkları tümüyle hazmedilemez olduğu için, AKP’den bir an önce kurtulma arzusu tümüyle haklı olduğu için, Millet İttifakı’nın milliyetçiliğini, Kemalizmini, Kürt ve göçmen düşmanlığını, içindeki eski ve yeni faşistleri (İYİ Parti), antisemitleri (Saadet Partisi) görmezden gelme, hasıraltı etme çabalarına göz yumuluyor.

CHP’ye ve Millet İttifakı’na bel bağlamak bir politika değil, bir çaresizlik göstergesidir; bir politika değil, politikasızlığın kabulüdür. Sosyalist siyaset “her ne pahasına olursa olsun iktidardaki partiyi düşürmek” için yapılmaz, dünyayı değiştirmek için yapılır. Evet, AKP iktidarının sona ermesi çok iyi olur, ama bir Millet İttifakı iktidarının iyi bir şey olacağını düşünmek mümkün değildir.

Demek ki, sosyalistlerin işi HDP’yi CHP’ye eklemlemeye çalışmak, çaktırmadan CHP’nin seçim çalışmalarını yürütmek, Millet İttifakı’nı cilalamak değil, kolay veya zor, zahmetli veya değil, tüm muhalefet odaklarını bir araya getiren, tabandan, kitlesel bir hareket inşa etmeye çalışmak, böyle bir hareketin gerekliliğini anlatmaktır.

Kaynakça

Agos, 2011, “Kararname sorunları çözmüyor”, Agos, (9 Eylül)

Agos, 2013, “Başbakan azınlık mülklerinin iadesi konusunda doğruyu söylemiyor”, Agos, (26 Temmuz)

Margulies, Roni, 2019, “Silahlı Kuvvetler ve ‘Silahsız Kuvvetler’: Devlet, Darbe ve ‘Orta Sınıf’”, Enternasyonal Sosyalizm, sayı 4, Mayıs 2019, s. 27-32.

Oran, Baskın, 2020,“Yazması olup da okuması olmayan laikçi ihvana son defa”, https://artigercek.com/yazarlar/baskinoran/yazmasi-olup-da-okumasi-olmayan-laikci-ihvana-son-defa

DİPNOTLAR

[1]     Bu yazıda Türkiye solunu eleştirirken ince ayrıntısına girmeden “sol” ifadesini kullanacak ve CHP’nin sol kanadından en radikal sosyalist örgütlere kadar geniş bir yelpazeyi kapsayacağım. Bunun sonucunda bazı kişi, çevre ve örgütlere haksızlık ediyor olacağımı biliyorum. Onlar lütfen kendilerini tenzih etsinler ve kusuruma bakmasınlar. Üç cümlede bir, “sol” yerine “solun geniş kesimleri” veya “sol, ama şu, şu ve şu hariç” demek pratik değil çünkü.

[2]     Bu kökler Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde muhalif aydınların/bürokratların/subayların “devleti kurtarma” çabalarına, “halaskâr zabitan” (kurtarıcı subaylar) örgütlenmelerine kadar götürülebilir mi, bilemiyorum. Kanımca tartışılmaya değer bir konu, ama bu yazının sağlığı açısından burada tartışmamak daha iyi olur.

[3]     Bu hayaller başlı başına bir yazı konusudur, ama bu yazının konusu olmadıkları için sadece iki üç çarpıcı örnek vermekle yetineyim. İkinci Dünya Savaşı yıllarında askerlik yaptığı ordudan anılarında söz ederken, eski tüfek Mihri Belli o ordunun Kurtuluş Savaşı’nda savaşmış ordu olduğunu, “bugünkü” ordudan farklı olduğunu anlatır. Bugünkü ordu o eski ordu kadar iyi değildir, ama yine de Belli 1960’larda “yurtsever” subayların “ilerici” bir darbesini beklemekte olduğu gibi, 2003 yılında “Türkiye yurtseverliği nedir?” başlıklı bir makalesinde şöyle der: “…biz Türk ordusunun, Kurtuluş Savaşımızın geleneğine sadık kalarak Wolfowitz gibilerini [yani Türkiye’yi Amerika’nın yanında Irak, İran ve Suriye’ye karşı savaşa sokmaya çalışan emperyalistleri] düş kırıklığına uğratmaya devam edeceğine inanıyoruz. Bunu umuyoruz. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne duyulan bu göz yaşartıcı güven en veciz ifadesini İlhan Selçuk’ta bulmuştur: “Nerede ordu sosyalist akımın yanında ise orada sosyalizm gerçekleşiyor, nerede karşısında ise orada faşizm galip geliyor. Ordunun milliyetçi güçler safında yer alacağı konusunda tereddüde düşen sosyalist akım başarıya ulaşamaz. Türkiye’de milli kurtuluş savaşı geleneğinde bir ordu var.” (“Devrim stratejisi üzerine açık oturum”, Ant dergisi, sayı 56, 23.01.1968).

[4]     Buna karşılık, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini egemen sınıfın çıkarlarına/ihtiyaçlarına bağlamak zor değildir: Birincisi 68 hareketini ve onun yarattığı radikal değişim havasını bastırmak için, ikincisi Turgut Özal’ın 24 Ocak kararlarını hayata geçirebilmek ve ekonomiyi liberalize edebilmek için yapılmıştır.

[5]     AKP’nin yüzde 34,28 oy alarak seçildiği 2002 seçimlerinde bir önceki koalisyon hükümetinin üç ortağının aldığı oylar şöyleydi: Bülent Ecevit’in DSP’si yüzde 1,22, Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı yüzde 5,13 ve MHP yüzde 8,36.

[6]     AKP’nin “şeriatçı” olduğu görüşü/tehlikesi uzunca bir zamandır pek dile getirilmiyor. Ama dönemi yaşayanlar hatırlar, Erbakan’ın seçilmesinden itibaren 10-15 yıl boyunca “şeriat geliyor” yaygarası dağı taşı inletti. Sonra herhalde en kazma Kemalistler bile bu yaygaranın inandırıcı olmadığını fark etti ve şeriat konusu kapandı.

[7]     Bu operasyon hakkında daha kapsamlı bir analiz için bkz. Margulies, 2019.

[8]     Bu girişimler kuşkusuz eksik, yamuk ve çekingen adımlardı; özellikle Barış Süreci devletin çıkarlarına zarar vermeyecek şekilde, mümkün olduğunca az ödün vererek ve Türklerin Kürtlere lütfettiği bir adım olarak tasarlanmıştı. Buna rağmen, bu girişimlerin yarattığı genel havayı, bu konuların Cumhuriyet tarihinde ilk kez gündeme getirilip tartışılmasının yarattığı özgürleştirici etkiyi azımsamamak gerekir. Özellikle Kürt illerinde hiç kimsenin azımsadığını sanmıyorum. Barış Süreci öncesinde Diyarbakır’da sokağa çıkmak bile korku verici bir deneyimken, Süreç ile birlikte birkaç yıl süren bambaşka, korkusuz bir dönem yaşadı Kürt halkı. Ben bile, hayatımda daha önce bölgeye hiç gitmemişken o dönemde Diyarbakır, Batman, Mardin, Bingöl ve Lice’de yirmi küsur siyasî toplantıya, konferansa, yürüyüşe katıldım.

[9]     Andımız’ın sonuna 1972’de “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözleri de eklendi.

[10]    “Azınlıklara tek taraflı taviz vermek” ifadesi ilginç. Unutmayalım, söz konusu azınlıklar Türkiye devletinin vatandaşları. Devletin verdiği “taviz” ise geçmişte el koyduğu mülkleri kendi vatandaşına iade etmek. Öymen bunun “tek taraflı” olmasına itiraz ettiğine göre, mülklerin iadesine karşılığında devletin kendi gayrımüslim vatandaşlarından bir taviz istemesi gerektiğini düşünüyor!

[11]    Azınlık vakıflarının mülklerinin iadesi konusuyla ilgili ayrıntılı bilgi için: Agos, 2011 ve Agos, 2013.

[12]    Değişikliklerin Baskın Oran tarafından yapılmış kısa bir özeti için: Oran, 2020.

[13]    Son gördüğüm anket 9 Kasım günü Metropoll Şirketi tarafından yayınlandı. “Bu Pazar milletvekili seçimi olsa” AKP’ye oy vereceğini söyleyenler yüzde 28,5 düzeyindeydi.

[14]    Benim bu satırları yazmamdan birkaç gün önce, sendika konfederasyonları hükümetin kıdem tazminatlarıyla ilgili olarak geçirmeye çalıştığı bir yasayı engelledi.

Enternasyonal Sosyalizm