Emperyalizm, Savaş ve Direniş

Ozan Tekin

Kapitalizm, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde hâlâ büyük çaplı savaşlara yol açmaya devam ediyor. ABD’nin 18 yıl önce başlattığı Afganistan işgalinin sonucunda, ülkede devam eden savaşta 2018 yılında 36 bin kişi yaşamını yitirdi.1

Yine 2018 yılında Yemen’deki savaşta ölümler 25 bini aştı.2 IŞİD’in “bitirilişinin” ilan edildiği Suriye’de ise 2011’den beri görülen en düşük seviyeye çekilen ölümlerin sayısı, Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin verilerine göre 2018 yılı için 23 bin oldu.3 İkinci Dünya Savaşı’nın ardından her yüz bin kişi içerisinde savaşlarda hayatını kaybedenlerin oranı azalmış ve Batı coğrafyası görece daha barışçıl bir döneme girmiş olsa da, Ortadoğu, Afrika ve Asya’nın birçok yerinde iç savaşlar, ülkeler arası çatışmalar, bunlara yapılan dış müdahaleler ve diğer silahlı mücadeleler büyük bir hızla sürüyor.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan savaş ve çatışma süreçlerinde dünyada yaklaşık 40 milyon kişi öldü.4 2016 yılı verilerine göre dünya üzerinde yalnızca 10 ülke (Botsvana, Şili, Kosta Rika, Japonya, Mauritius, Panama, Katar, İsviçre, Uruguay ve Vietnam) iç ve dış çatışmalardan azade, barışçıl kabul edilebiliyor.5 Airwars’un tuttuğu istatistiklere göre, IŞİD’e karşı kurulan uluslararası emperyalist koalisyon, 2014-2018 arasında Irak ve Suriye’ye havadan 32 bin ton bomba yağdırdı.

Bunun yanı sıra, savaşları sürdürebilmek için militarizme harcanan para da korkunç. 2019 yılında ABD’nin savunma bütçesi 716 milyar Amerikan Doları büyüklüğünde. Çin 224 milyar, Suudi Arabistan 70 milyar, Hindistan 55 milyar, Almanya 49 milyar Amerikan Doları’nı askeri harcamalarına ayıracak.6

Marksistlere göre savaşlar, devletler arasındaki belli başlı politik anlaşmazlıkların ürünü olarak ortaya çıkmazlar. Belirleyici olan, küresel sistemin nasıl devam edeceğiyle ilgili dinamikler ve var olan çelişkilerdir. Savaşların yalnızca komşu devletler arasında gerçekleşen askeri çatışmalar değil; gerçekleştikleri yerlerde hem iç güçlerin hem de uluslararası koalisyon veya ittifakların dahil olduğu daha karmaşık ilişkiler bağlamında devam ettiği bir dönemde bunu söylemek çok daha kolay. Bugün özellikle savaşların yoğunlaştığı bölge olan Ortadoğu’da yaşananları, emperyalizmin güncel hegemonya krizi bağlamında anlamak zorundayız.

Yeni binyılın başında, sosyolog Immanuel Wallerstein şöyle diyordu:

“Kaotik bir dünyaya giriş yapıyoruz. Bu bir sistem olarak kapitalizmin kriziyle ilgili ancak bunu şimdi burada tartışmayacağım. Diyeceğim şu ki, dünyadaki bu kaotik durum 20-30 yıl daha devam edecek. Kimse bunu kontrol etmiyor, en az kontrolü olan ise ABD hükümeti. ABD, tüm dünyayı kontrol etmeye çalıştığı bir duruma sürüklendi ancak bunu yapabilecek kapasitesi yok. Bu ne iyi ne kötü bir şey; ancak bu insanları ve yaslandıkları gücü abartmamalıyız.”7

Emperyalizm, yalnızca güçlü devletlerin dünyanın geri kalanını paylaşması ve daha zayıf ülkeler üzerinde kendi kontrolünü sağlaması anlamına gelmiyor. Aynı zamanda, itici gücün büyük kapitalist güçler arasındaki rekabet olduğu, kapitalistler arası ekonomik çekişmeyle devletler arasındaki jeopolitik karşıtlıkların iç içe geçtiği, kapitalizmin güncel hiyerarşik yönetme biçiminden bahsediyoruz.

Marksist emperyalizm teorisi asıl olarak, Birinci Dünya Savaşı’nın yaklaşmakta olduğu koşullarda, bu büyük boğazlaşmanın nereden kaynaklandığını anlamak isteyen sosyalistler tarafından geliştirildi. Kapitalizm bir yandan işçilerin ödenmemiş emeğine el koyarak patronların zenginleşmesi, diğer yandan da bu artı değer sömürüsünün getirdiği maddi gücün tekrar yatırıma aktarılmasıyla farklı firmalar arasında dizginsiz bir rekabetin oluşması anlamına geliyordu. Bu birikim sürecinin mantığı, sermayenin gitgide merkezileşmesini ve her sektörde gücün en büyük firmaların elinde yoğunlaşmasını beraberinde getiriyordu. Böylelikle oluşan tekeller, birbirlerine ve içinde bulundukları ulus devlete sarsılmaz bir şekilde bağlanmaya başladılar. Kendi ekonomilerini domine ettikten sonra dünyaya açılma gereğini hissediyorlar, burada da etrafında kümelenecekleri, onların çıkarlarını koruyacak bir militarist aygıta ihtiyaç duyuyorlardı.

Özetleyecek olursak, İngiliz marksist kuramcı Alex Callinicos’un deyimiyle, “Marksist emperyalizm kuramı, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş devam ederken yapılan ilk formülasyonundan bu yana, Büyük Güçler arasındaki küresel hâkimiyet mücadelelerinin 19. yüzyılın sonunda kapitalizmin yapısında gerçekleşen değişikliklerin -bilhassa, ekonomik gücün yoğunlaşmasının ve devletle birbirlerinin içine geçmelerininsonucu olduğu iddiasıyla tanımlanmaktaydı.”8

Farklı ulus devletlerin kendi aralarında ittifaklar kurarak bloklaşmaları, dünyanın nasıl paylaşılacağını belirleyen iki kanlı dünya savaşında on milyonlarca işçinin ölmesine sebep oldu. ABD bu iki savaştan, dünyanın yeni süper gücü olarak İngiltere’nin yerini almış bir şekilde çıktı. 1945’te tüm dünyada üretilen yıllık değerin %50’sini elinde bulunduruyorken, 1990’larda bu oran AB üyesi tüm ülkelerin birleşik gücüne, %22 civarında bir seviyeye geriledi.9 AB’nin yanı sıra Çin ve Japonya gibi yeni ekonomik merkezlerin ortaya çıkışıyla, rekabetin iki ana blok arasında gerçekleştiği Soğuk Savaş dönemi yerini çok kutuplu bir dünyaya bıraktı. ABD egemen sınıfının bu dönemde hegemonyasını nasıl yeniden kuracağı, 21. yüzyılı nasıl bir “Amerikan yüzyılı” hâline getirebileceği sorusuna verdiği yanıt, Soğuk Savaş döneminde inşa ettiği güçlü orduyu devreye sokmak oldu.

Bundan kısa bir süre önce, Doğu Bloku’nun yıkılmasının yarattığı ideolojik etkiye de yaslanarak, emperyalizm kuramlarının sorgulanması gündeme geldi. Chris Harman şöyle aktarıyor:

“1990’ların ortalarında birçok gazeteci, akademisyen ve siyasetçi ‘yeni küresel ekonomi’de devletlerin önemsiz olduğunu öne sürdüler. Ancak görünüşe bakılırsa, çokuluslu şirketlerin başları ve onlarla çalışan hükümetler böyle düşünmüyorlardı. Araştırmalara göre, böyle şirketlerin sahipleri ve yöneticileri belli ulus devletlere kökten bağlı kalmaya devam ettiler ve onları kendi çıkarlarının diğer yerlerde de korunması ve geliştirilmesi açısından üs olarak kullanmayı sürdürdüler.

(…)

ABD merkezli büyük çokuluslu şirketler, dünyanın geri kalanına kendi politikalarını dayatabilmek için ABD devletine yaslanıyorlardı.”10

Postmodernizmin ve sol liberalizmin basıncı altında öne sürülen argümanlar, pratikte emperyalizmin hamleleriyle sona erdi. Neoconlar, 11 Eylül saldırılarının yarattığı trajediyi fırsat bilerek, derhal militarist aygıtlarını Ortadoğu’ya taşımaya başladılar. Afganistan ve Irak işgalleri, ABD’nin petrol üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırmak için girilmiş bir savaştan ziyade, petrolün ABD’nin rakiplerinin kontrolüne geçmesini engellemeyi de içeren daha uzun vadeli bir jeopolitik planın ürünüydü.

Fakat bugünden bakıldığında, savaşların yoğunlaştığı süreç, ABD emperyalizminin bölgedeki nüfuzunu arttırmaktan ziyade zayıflıklarını ortaya sermiş oldu. ABD yirmi yıl önce baskın güç olarak diğerlerini arkasına dizme kabiliyetine sahipti, bugün ise Alex Callinicos’un deyimiyle emperyalizmin çoklu krizlerinin tarif edilebildiği bir dönemden geçiyoruz.11 Savaşlar, terörün kaynağı olarak gösterilen El Kaide’yi bitirmek bir kenara, ondan çok daha güçlü ve Irak ile Suriye’nin yarısından fazlasını kontrol edebilecek güce ulaşan, ayrıca başka ülkelerde üsler kuran ve Avrupa’da saldırılar gerçekleştirebilen IŞİD adlı örgütün ortaya çıkmasına yol açtı. Ortadoğu’da gelişen her olay ABD’nin kontrolünde olmadığı gibi, aşağıdan dinamiklerin yanı sıra farklı küresel ve bölgesel güçlerin saflaşmaları ve hızla değişebilen ittifakları, bu kontrolü iyiden iyiye zorlaştıran karmaşık bir manzara yaratıyor.

Büyük savaşların ABD egemenlerinin emellerinin aksine sonuçlar yaratıp emperyalizmi derin bir krize sokmasının sebeplerini üç ana başlıkta toplamak mümkün:

  1. Uluslararası savaş karşıtı hareketin ve bölgesel direnişin gücü. Milyonların katıldığı seferberlik sürecindeki propaganda savaşlarında, tüm dünyadaki savaş karşıtlarının teşhir faaliyeti neoconların tüm yalanlarını ortaya serdi. Saddam’ın kitle imha silahlarının bulunmadığının CIA tarafından kabulü ile bugün ABD medyasında Irak işgali “fiyasko” olarak anılıyor.12 Bundan da güç alarak, Irak’ta halk işgalden kısa süre sonra ABD güçlerine karşı kitlesel olarak direnişe geçti. Afganistan’da ise ABD’nin hedef aldığı güçler popülerleşti ve ülke bugün hâlâ devam eden bir istikrarsızlığa sürüklendi.
  2. Kapitalizmin 2008’de patlak veren küresel krizi, bunun Batı kapitalizmini zayıflatması ve ABD’nin ekonomik gerileyişini telafi edememesi. Bunun sonucu olarak Çin’in hegemonik ekonomik güç olarak ABD’nin yerine göz dikmesi ve ABD’nin de planlarını büyük ölçüde buna yanıt vermek üzere yeniden şekillendirmesi.
  3. 2011’de başlayan Arap devrimlerinin tüm coğrafyada egemenlerin hegemonyasını altüst eden sonuçlar yaratması.

Bu duruma nasıl gelindiğini kavramak için 2001’den itibaren Ortadoğu’da gelişen belirli başlı savaşların bilançosunu ele alalım.

 

Afganistan: Her şey nasıl başlamıştı?

11 Eylül 2001 sabahı, bu iş için özel olarak yetiştirilmiş ve hızlandırılmış pilotluk kursları almış El-Kaide militanları tarafından dört uçak kaçırıldı. Bu uçaklardan ikisi New York’ta bulunan Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine çarptı ve kulelerin yıkılmasına neden oldu. Uçaklardan biri Washington D.C.’deki Pentagon binasına çarptı ve hasara yol açtı. Dördüncü uçak ise iddiaya göre uçakta yaşanan bir boğuşma sonrasında Pensilvanya kırsalına düştü. Saldırılarda 2 bin 977 kişi yaşamını yitirdi. Dönemin ABD hükümeti, “terörizme karşı savaş” ilan etti. George Bush, tüm dünyaya bu konuda hareketsizliğe yer olmadığını ilan ediyordu: “Teröre karşı savaşta ya bizden yanasınız ya da bize karşısınız.”13

O dönem ülkenin büyük bir bölümünü kontrol etmekte olan Taliban’ı yok ederek El Kaide üslerini dağıtmayı hedefleyen Sonsuz Özgürlük Operasyonu, ABD tarihindeki en uzun savaş olarak kayıtlara geçti. Ve bugün gelinen noktada, Ocak 2019 itibariyle ABD yönetimi, Taliban’ın da tarafı olduğu bir ateşkes anlaşmasına ulaşmak üzere olduklarını açıkladı.

Arada geçen 18 yıllık sürede, ABD’nin başta vadettiği gibi Afganistan’a özgürlük gelmesi veya “kadın haklarının gelişmesi” bir kenara, siyasi istikrarsızlık ve ekonomik yoksunluk katlanarak arttı. Dünyanın en yoksul 10. ülkesi olan Afganistan, artık bütünüyle dış yardımlara bağlı. Taliban yok edilemediği gibi ülkenin güneyinde ve doğusunda büyük yerleşim bölgelerini, hatta Pakistan’ın da bir bölümünü kontrol ediyor. İşgalin vahşeti, Taliban’a desteği arttırdı.

Ölümlerin bilançosu 150 bini aşmış durumda. Birleşmiş Milletler verilerine göre Afganistan’daki çatışmalarda 2009’dan bu yana her yıl 6 ila 11 bin arasında sivil hayatını kaybetti.14 İşgal güçlerinin pek çok kez sivilleri sebepsizce öldürdüğüne dair kanıtlar ortaya çıktı. Öfke o kadar yaygınlaştı ki, NATO güçlerinin müttefiki olan Afgan askerlerinin ve polisinin ABD güçlerine saldırıları dahi ciddi bir sorun hâline geldi. 2001’de halk işgal güçlerine kitlesel olarak karşı koymuyordu. Ancak yıllar içerisinde kırsal kesimlerdeki köy baskınları ve bombardımanların sonucunda, sıradan insanlar da silahlanarak direnişe katılmaya başladı.

Afganistan toplumunu dağıtan ve altyapısını yok eden savaşın yıllar içerisinde idaresi de ABD açısından zor oldu. Örneğin, savaş karşıtı hareketin rüzgârı karşısında Irak’tan ABD askerlerini çekmeyi vadederek başkan olan Barack Obama, buna rağmen, Afganistan’da ilk başta ABD askerlerinin sayısını arttırdı. 2009’da bu sayı 100 bine kadar yükseldi.15 Ancak Taliban’ın mağlup edilememesinin ardından 2011’de askerler geri çekilmeye başlandı.16 Taliban’la mücadele yerel güçlere bırakılmak isteniyordu. Fakat Taliban’ın daha da güç kazanması, bu geri çekilme sürecinin de yavaşlatılmasına neden oldu.

ABD, savaşın ilk bir yılında fazla direniş görmeden ele geçirdiği Kabil’de, savaş baronları, çeteciler ve uyuşturucu satıcılarından oluşan Kuzey İttifakı’nı iktidara getirdi. 2000-2001’de Taliban kendi kontrolündeki bölgelerde afyon üretimini neredeyse tamamen bitirdi. Kuzey İttifakı’nın yönetimindeki yerlerde ise üretim 44 kat arttı. ABD ve İngiltere, uluslararası eroin üretiminin ve ticaretinin merkezinde konumlanmaya başlayan narkotik bir mafya rejimini destekliyordu. Bir NATO araştırmacısına göre, ülkeyi 2004-2014 arasında yöneten Hamid Karzai’nin döneminde Afganistan bir “mafya devleti” bile olamamıştı; “mafya yönetiminin standartlarına göre dahi 2002 sonrası Afganistan beklentileri karşılayamıyordu”.17 Halk yoksulluktan kırılmaya devam ederken, yolsuzluk ve rüşvet rejimin tanımlayıcı özellikleri hâline geldi. ABD’nin Ortadoğu’daki askeri operasyonlarının şefi olan komutan David Petraeus’un Karzai hükümetinden “suç karteli” diye bahsettiği biliniyor.

İlerleyen yıllarda işgalcilerin Karzai’den kurtulmak istemelerinin nedeni ise halkın basıncı altında, bu yöneticinin tamamen bir kukla olmaktan çıkması, askeri operasyonlara regülasyonlar getirmeye başlaması oldu. ABD bu kez onun güvenilmez biri olduğunu, seçimlerde hile yapıldığını, Karzai’nin kardeşinin uyuşturucu baronu olduğunu söylemeye başladı.18 Bu, askeri fiyaskonun yanı sıra, siyasi olarak da ne kadar yanlış işler yapıldığının bir itirafıydı.

Bugün ABD sözcüleri, 2010’dan beri zorlanan barış görüşmeleri sürecinde ilk kez bu kadar ciddi bir noktaya gelindiğini söylüyorlar. 18 yıl önce terörü beslediği için yok etme amacıyla savaş başlattıkları Taliban’dan bugün “Afganistan’ı ABD’ye saldırmak isteyen uluslararası terör grupları için üs olarak kullandırmama” sözü bekliyorlar. Taliban ise görüşmelerin neticelenmesi için ön şartın yabancı güçlerin Afganistan’dan çekilmesi olduğu konusunda ısrarcı.

Daha önce üç kez İngiliz sömürgecilerini, bir kez Sovyet işgalcilerini püskürten Afgan halkı, bu kez de direnişiyle ABD emperyalizmini mağlup etti.

 

Irak: Dünyanın ikna olmadığı savaş

Irak işgali, belki de ABD’nin küresel hegemonyasına vurulmuş en büyük darbelerden birisidir. ABD, Şili’den İran’a, Veneuzela’dan Irak’a tam olarak hoşuna gitmeyen her yerde “rejim değişikliği” deniyor veya denemeyi arzuluyor. Ancak bu çabanın altında demokrasilerle veya özgürlüklerle ilgili bir hassasiyet değil, ABD’li kapitalistlerin kısa ve uzun vadeli çıkarları yatıyor. Kamuoyu önündeki söylemin arkasında bunu dile getirmekten pek de çekinmiyorlar. ABD’li uluslararası ilişkiler stratejisti Geore Friedman şöyle diyordu:

“Irak’ın fethi tarihteki önemsiz olaylardan biri olmayacak: bu, Ortadoğu’ya yeni bir emperyal gücün girişini simgeleyecek. Amerika Birleşik Devletleri, çeşitli koalisyonlarla olayları etkileyen dışsal bir güç olmaktan çıkıp kendi başına da etkili bir şekilde operasyon yapabilen bölgesel bir güce dönüşecek. En önemlisi de Suudi Arabistan ve Suriye gibi ülkeler yeni ve hoşlarına gitmeyen bir dünyada yaşıyor olacaklar.”19

ABD birçok yerde en kanlı darbeleri veya diktatörlükleri destekleyebiliyor. Bugün Suudi Arabistan ve Mısır’daki rejimlere verilen destek, bunun güzel bir örneği.

Dolayısıyla, her ne kadar Saddam Hüseyin gerçekten de Irak’ın halklarına kan kusturmuş berbat bir diktatör de olsa, tüm dünyada eşitlikten ve barıştan yana olanlar, ABD’nin işgal hamlesine hiçbir şekilde destek vermedi.

İlerleyen yıllarda ABD’de Barack Obama, Irak işgalinin yanlışlığı üzerinden bir kampanya yürüterek ülkenin ilk siyah cumhurbaşkanı oldu. İngiltere’de ise Chilcot Raporu’ndan sonra dönemin başbakanı Tony Blair özür dilemek zorunda kaldı. Rapor, Blair’i yalancı ilan ediyordu.20 Irak’ta ölen İngiliz askerlerinden birinin kardeşi ise Blair’e terörist dedi.21 Bush ve çetesi, tüm dünyanın gözünde eli kanlı katillerdi.

ABD, Irak rejimi kitle imha silahları olduğuna dair iddialar için BM müfettişlerine izin verse dahi, bunu kabul etmeyeceğini dile getiriyordu. Üstelik daha önce Saddam Hüseyin, Kürtleri kimyasal silahlarla katlederken hiç sesleri çıkmamıştı. 1980-1988 arası süren ve 1.5 milyona yakın kişinin öldüğü İran-Irak savaşında, ABD, Irak’ı desteklemişti. Daha sonra 1990’lar boyunca ABD ve müttefiklerinin Irak’a uyguladığı ambargolar sonucu ise en az 500 bin çocuğun öldüğü tahmin ediliyor.22

Dünyada savaş karşıtı hareket aynı günde 36 milyon kişiyle sokağa çıkıp Irak işgaline karşı tarihin en büyük eylemlerinden birisine imza attı. Ama Irak’ın içerisinde durum tam da böyle değildi, işgal ilk başta destek görmüştü. Ancak bu durum işgalcilerin barbarlığıyla kısa sürede değişti. Irak’ın çok parçalı etnik ve dini yapısında, sıradan insanları birleştiren bir direniş gelişti. ABD bunu savaşı derinleştirerek ve mezhepçiliği kullanarak ezdi. Daha önce AltÜst dergisinde şöyle yazmıştım:

“Irak’ta Saddam rejimi, çoğunluğu oluşturan Şiilere ve Kürtlere karşı büyük bir baskı uyguluyor, her tür Şii muhalefet grubunu “beşinci kol” olarak adlandırıp eziyordu. ABD işgali bu yüzden başta Irak toplumunun çoğunluğu tarafından desteklenmişti. Ancak işgalin hemen ertesinde, muazzam bir direniş başladı. İşgale karşı mücadele, ortak örgütlenmelerde olmasa da, Şiileri ve Sünnileri bir araya getiriyordu. Sünni Felluce de, Şii Sadr ve Necef kentleri de işgale karşı savaşıyordu. Geçici Koalisyon Yönetimi’nin Mart-Mayıs 2004 tarihleri arasında hazırlattığı bir araştırmanın sonuçlarına göre, hem Sünni hem de Şii bölgelerinde halkın yüzde 80’i ABD güçlerini işgalci olarak görüp ayrılmalarını istiyordu. ABD, sonraki iki yılda bu birlikteliği bölmeyi, Şiileri Saddam sonrası yönetimde tutacakları yerin önemli olduğuna ikna ederek, Sünni aşiretleri ise direnişçilere karşı para ve askerî yardım karşılığında yanına çekerek başardı. 2006-2007, direnişin mezhepçi bir boğazlaşmaya evrildiği ve işgal sonrası yıllardaki en büyük ölüm oranlarına ulaşılan yıllar oldu.”23

Fakat yine de, Irak işgali, ABD için bir enkaza dönüştü. Savaş karşıtı dilbilimci ve akademisyen Noam Chomsky, başarısızlığı şöyle anlatıyor:

“Şaşkınlık içinde söylemeliyim ki, işgal başarılı olamıyor. Bunda başarısız olmak için gerçekten özel bir yeteneğe ihtiyaç var. Birincisi, askeri işgaller hemen hemen her zaman başarılı olur. (…) Dahası, Irak olağan dışı kolay bir örnek. Burada on yıl boyunca yüz binlerce kişiyi öldüren ve her yeri mahveden tehlikeli yaptırımlar sonucunda neredeyse tamamen yok edilmiş, savaşlarla yıkıma uğratılmış ve vahşi bir tiran tarafından yönetilen bir ülkeden bahsediyoruz. Bu şartlar altında ve direnişe dışarıdan hiçbir destek yokken bir askeri işgali sürdürememe fikri neredeyse akıl almaz bir şey. Düşünüyorum da, burada, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde şu an yanımızda iki kişi daha olsa, elektrik dağıtımının nasıl işlediğini çözebiliriz, ancak ABD işgal güçleri çözemedi. Irak işgali hayret verici bir başarısızlık oldu.”24

Dahası, Irak işgalinden sonra kurulan Şii hükümetler, bir süre sonra ABD’nin kontrolünden çıkarak İran yanlısı davranmaya başladı. Bu durum, her ne kadar Obama yönetiminde bir dönem kesintiye uğramış olsa da sık sık İran’ı kuşatma, yaptırımlarla yıpratma stratejisiyle hareket eden ABD devleti açısından olabilecek en büyük felaketlerden biriydi. Arap devrimlerinin yenildiği dönemde ise ABD’nin mücadele ettiği “İslami terörizm” çok daha korkunç bir yüzle, Irak Şam İslam Devleti’nin Musul’u ve Irak ile Suriye’nin büyük bir parçasını hakimiyeti altına almasıyla geri döndü. IŞİD’in alan hakimiyeti dört yıla varan uzun süreli ve çok kapsamlı bir askeri harekâtla ancak yok edilebildi. Dahası, Irak’ın kuzeyinde ABD’nin müttefikliğini yapan Kürtler, ilerleyen dönemde hem merkezi hükümetle hem de PKK’ye karşı müttefiklik ettikleri Türkiye ile aralarını açarak bağımsızlıkçı talepler öne sürmeye başladılar. ABD yönetimi, Barzani’nin bağımsızlık referandumunu da desteklemedi.

Özetle, Irak işgalinin ABD için bıraktıkları şunlardı: Devasa bir askeri maliyet, savaşı gerekçelendiren iddiaların yalan çıkması, dünyanın her yerinde Irak işgaline karşı sokakta seferber olan milyonlar, ABD kamuoyunun savaşa karşı bir pozisyona dönmesi, Irak’ta merkezi hükümetin ABD yörüngesinden çıkıp İran’la müttefik olması, IŞİD, ulusal sorunların derinleşmesi, bölgesel gerilimlerin ve istikarsızlığın daha da artması.

 

Libya: Arap devrimlerini boğma hamlesi

Bugün hâlâ savaşla ve istikrarsızlıkla boğuşan Ortadoğu&Kuzey Afrika ülkelerinin bir diğeri ise Libya. Kaddafi’nin on yıllarca önce Sovyetler, daha sonra da Rusya ile ittifak hâlinde, Batı karşıtı bir söylemle yönettiği Libya’da, Mısır ve Tunus’la başlayan Arap devrimleri etkisini gösterdi ve 2011’de halk ayaklandı. Kısa sürede taban hareketleri ülkenin önemlice bir bölümünde çoğunluk olduğunu ispatladı ve yönetimi ele geçirdi. Diktatör Kaddafi ise protestolara büyük bir şiddetle yanıt verdi. Mısır gibi ülkelerin aksine ülkede örgütlü bir işçi sınıfının ve deneyimli bir muhalefetin bulunmaması, şiddet karşısında devrimi çaresiz bıraktı. Bingazi’ye katliam beklenirken NATO öncülüğünde Libya bombalanmaya başlandı.

Mısır ve Tunus’ta süreçlere yeterince dahil olamayan ve kendi müttefiki olan eli kanlı diktatörlerin devrilmesini seyreden (mecbur kaldığında “demokrasi adına” onaylayan) ABD, Libya’da hem devrim dalgasına müdahale edebileceği hem de sevmediği bir rejimden kurtulabileceği bir fırsat gördü. Bu aynı zamanda Batı’nın Afganistan ve Irak işgalleriyle zayıflayan “insani müdahale” argümanını da canlandırabileceği bir sahaydı.

Kaddafi şiddeti, ordudan kopan bazı subayların kendilerini Ulusal Geçiş Hükümeti olarak tanımlamaları, silahlanmaları, rejimin şiddetine karşı koyamayan taban hareketliliğinin geri çekilmesi ve meselenin bir iç savaşa dönmesi sonucunu doğurdu. Batı burada ordudan ve rejimden kopan silahlı güçleri destekledi. Onlara “uçuşa yasak hava sahası” ilan ederek koruma sağladı.

Kaddafi askeri operasyonlar sonucu öldürülürken, devrim Batı’nın bombalarıyla ezildi, Libya’ya özgürlük veya demokrasi gelmedi. NATO bombardımanında ölen sivillere dair raporlar ortaya çıkmaya başladı. NATO, Souk al-Gomaa’da bebeklerin öldürüldüğü bir bombardımanla ilgili özür dilemek zorunda kaldı. İngiliz Parlamentosu Dışişleri Komisyonu, 2016 yılında, Libya’ya 2011’de yapılan müdahalenin gerçek dışı varsayımlara ve çarpıtmalara dayalı olduğunun altını çizen bir rapor hazırladı.25

İnsan Hakları İzleme Örgütü tarafından hazırlanan raporda, 19 Haziran 2011’de Trablus’ta, 20 Haziran 2011’de Sorman’da, 4 Ağustos 2011’de Zliten’de, 8 Ağustos 2011’de Majer’de, 29-30 Ağustos 2011’de Bani Walid’de, 16 ve 25 Eylül 2011 tarihlerindeki iki ayrı olayda Sirte’de, 23 Eylül 2011’de Gurdabiya’da hava saldırılarında sivillerin öldürüldüğü belgelendi.26 Bir diğer prestijli insan hakları örgütü olan Uluslararası Af Örgütü ise NATO’nun sivil ölümlerini araştırmakta başarısız olduğunu ilan eden bir açıklama yayımladı.27

Libya saldırısı Batı’nın “insani müdahale” sicilini olumlu yönde değiştirmediği gibi başka ülkelere demokrasi ihraç etme, özgürlük getirme gibi siyasi misyonlarını da yerine getirmedi. Ülkede Batı’nın desteklediği muhalefet, iktidarı ele geçirdikten sonra bölündü. Üstüne, IŞİD burada da kök saldı. Bu karmaşanın içinde ABD, Libya’ya kara gücü de çıkarmak zorunda kaldı. Libya bugünlerde General Hafter’in merkezi hükümete meydan okumasıyla çalkalanıyor. Ülkenin kıyılarıysa Avrupa’ya kaçmak isteyen mültecilerin köle ticaretine konu olduğu bir liman hâline geldi.

 

Suriye: Farklı emperyalist blokların kapışması

Ortadoğu’da savaş denilince şu an akla gelen asıl ülke ise Suriye. Arap devrimlerinin en görkemli ayaklanmalarından birine sahne olan ülkede, Baas diktatörlüğünün vahşi şiddeti, özgürlük mücadelesini çok farklı siyasi güçlerin ve dış ülkelerin müdahil olduğu kanlı bir iç savaşa dönüştürmeyi başardı.

Suriye üzerinden yürütülen tartışmalar, emperyalizmin doğasına ilişkin farklı kavrayışları da beraberinde getirdi. Soğuk Savaş’ın kampçılığını üzerinden atamayan Stalinist sol, bir kez daha Rusya’yı ABD’ye karşı antiemperyalist bir odak gibi tanımlamaya girişti. Rusya, Suriye’de rejimin baş destekçisi konumunda. Bu girişim, Esad rejiminin seküler ve meşru bir iktidar olduğu iddiasıyla desteklendi. Herhangi bir demokratik seçim dahi düzenlemeyen bu kapitalist diktatörlüğe karşı mücadele edenler ise topyekûn “İslamcı”, “şeriatçı”, “cihatçı” ilan edildi. Burada, ABD emperyalizminin 11 Eylül sonrası dünyaya kabul ettirmek istediği dil, solun da gayretleriyle yaygınlaştırıldı.

Enternasyonal Sosyalizm dergisini hazırlayan Uluslararası Sosyalizm Akımı ise Sovyetler Birliği’ni devlet kapitalisti bir rejim olarak tanımladığı ve müttefikleriyle birlikte bu bloku da emperyalist olarak tanımladığı için, Suriye’de de tuzağa düşmedi. Sosyalist İşçi gazetesinden aktaralım:

“SSCB’nin tarih sahnesinden silinmesinden itibaren geçen 17 yıl boyunca Rusya, sadece Doğu Avrupa ülkelerini değil, eski SSCB’yi oluşturan Cumhuriyetlerin bir kısmını da (Baltık Cumhuriyetleri) NATO’ya kaptırdı. Rusya, eski emperyalist gücünden çok şey kaybetmişti. Ama sınırsız hammadde ve enerji kaynaklarında ve nükleer güce sahip askeri aygıtta bir tükenme söz konusu değildi. Hammadde ve petrol ihracatı ile ekonomisini toparlamaya başlayan Rusya, 2008 yılından itibaren NATO’nun diğer eski SSCB cumhuriyetlerine, özellikle Ukrayna ve Gürcistan’a yönelik hamlelerine daha önce benzeri görülmediği şekilde sert askeri yanıtlar verdi ve bu ülkelerin NATO’ya dahil olmasını engelledi. Güçlenen ekonomisine paralel bir şekilde askeri yatırımlara yeniden hız veren Rusya yeni nesil kitle imha silahları, uçaklar ve tanklar ile ABD’ye tekrar göz dağı vermeye başladı. Rusya’nın yeniden küresel bir aktör olarak sahne aldığı yer ise Suriye oldu.

Askeri harcamalarda yarışan, bu harcamalar sonucu geliştirdikleri yeni nesil silahları denedikleri bölgeleri savaş alanına çeviren, bu bölgesel savaşlar sonucu yeniden bir küresel savaş riskini yaratan emperyalist devletlerden biri olan Rusya’yı başta ABD olmak üzere diğer emperyalistlerden birine tercih etmek için hiçbir nedenimiz yok.”28

Suriye’de mücadele eden Devrimci Sol Akım’ın önde gelen üyelerinden Ghayath Naisse de Rusya’nın rolünü şöyle tarif ediyor:

“Suriye neredeyse tüm emperyalist ve bölgesel güçlerin aynı bölgede hareket halinde olduğu olağandışı çok özel bir örnek teşkil ediyor.

İlk olarak Rusya ve müttefiklerinin müdahalesinden bahsedelim. Rus emperyalizminin bölgede önemli jeo-stratejik çıkarları var. Libya’nın ardından, bugün Suriye Rusya’nın onlarca yıldır askeri varlık bulundurduğu son mevziisi. Rusya’nın Tartus’ta, son zamanlarda genişletilen bir donanma üssü ile Lazkiye yakınlarındaki Hmeymim’de bir hava üssü bulunuyor. Yani jeostratejik düzeyde, eğer Suriye’yi kaybederse Rusya’nın Akdeniz havzasında bir varlığı ve diplomatik nüfuz sağlayabileceği bir kanalı kalmamış olacak.

Bu özel çıkar, daha genel bir çıkarla birleşiyor. Vladimir Putin’in yükselişinden bu yana Rusya büyük güçler arasında kaybettiği yerini geri kazanmaya çalışıyor. Diğer emperyalist güçlere kendi konumunu gerekirse güç kullanarak kabul ettirmeye çabalıyor. Ukrayna’daki ve Suriye’deki eylemlerine bu çaba yön veriyor.”29

“Ne Washington ne Moskova” sloganını savunanlar bu analizleri yaparken, Suriye’deki savaş bir yandan da Irak işgali sonrası ortaya çıkan manzarayı netleştiriyordu. Ortadoğu’daki bir ülkede ABD’nin dışında bir güç daha etkin olabiliyor, çıkarlarını müttefikleriyle birlikte savunabiliyor, bölgesel güçler de varlıklarını etkin bir şekilde hissettirebiliyorlardı. İsrail, İran, Türkiye, Suudi Arabistan gibi güçler Suriye’de operasyonel anlamda sahaya müdahil oldular. Hatta Türkiye, 2014’ten itibaren asıl amacı hâline gelen Rojava’da bir Kürt oluşumunun önüne geçmek için Rusya ile ABD arasındaki fay hatlarına oturdu ve iki devletle de işbirliğine yöneldi.

ABD kendi hegemonyasını zayıflatan bu durumu 2014 yılında başlayan IŞİD’e karşı kampanyayla değiştirmeye çalıştı. Böylelikle Suriye’nin doğusunda, özellikle Kürtlerin olduğu bölgelerde nüfuzunu arttırdı. Ancak Rusya’nın temel belirleyen olduğu gerçeğini değiştiremedi.

 

Yemen: Suudi Arabistan’ın gaddarlığı

Arap devrimleri sonrası gelişen savaşlardan biri de Yemen’deydi. 2011’de ayaklanma başladığında, Şii gruplarla Sünniler ve güneydeki ayrılıkçılar rejime karşı ortak hareket etmişti. Diktatör Salih, Batı’nın Arap Baharı için model yapmak istediği “yumuşak geçiş” sürecinin sonunda, yargılanmama garantisini alarak Suudi Arabistan’a kaçtı. Yemen’de rejim aynı kalırken başı değişmiş, seçimler sonucunda Abd Rabbuh Mansur al-Hadi iktidara gelmişti. Ona karşı Husiler ayaklandı, devrik diktatör Salih ise Husilere destek vermeye başladı. Bugünkü savaşın temel dinamiğini Husilerle Suudi Arabistan destekli güçler arasındaki mücadele oluşturuyor. Salih, 2015’te Husilere destek vererek Hadi’yi Suudi Arabistan’a kaçırttıktan sonra bir kez daha onların tarafına geçti. 2017 yılında Husi güçleri tarafından öldürüldüğü tahmin ediliyor.

Yemen’e Suudi Arabistan müdahalesi korkunç insani sonuçlara yol açtı. BM, Ekim 2018’de, gelen felaket haberlerin sonucunda bu ülkeye hava saldırılarını durdurma çağrısı yaptı.30 Aynı döneme ait bir BM raporunda, Yemen’de 13 milyon insanın açlıktan ölme riskiyle karşı karşıya olduğu söylenerek “son 100 yılın en büyük açlık olayı yaşanabilir” ifadeleri kullanıldı. Sosyalist İşçi gazetesinde çıkan bir makalede, durumun sebebi ve boyutları şöyle tarif ediliyor:

“Suudi Arabistan ülkeye karadan ve denizden ambargo uyguluyor. Hem bombardımanlar hem de iç savaş nedeniyle ülkenin altyapısı yıkılmış durumda. Su şebekeleri ve elektrik altyapısı çok nadiren işliyor. Gıda ve ilaç açısından tamamen dışarıya bağımlı olan ülkeye ambargo nedeniyle sınırlı sayıda ihtiyaç malzemesinin girişine izin veriliyor. Salgın hastalıklar, susuzluk, açlık, iç savaş ve hava bombardımanları nedeniyle ülkede yaşayan milyonlarca insan ölümle burun buruna bir yaşam sürdürüyor.”31

Ağustos 2017’de kolera salgınının iki bin kişiyi öldürmesi, 29 milyonluk nüfusun 22 milyonunun insani yardıma muhtaç olması, sivillerin savaşın bedelini ne kadar ağır ödediğini gösteriyor. Bütün bunlara sebep olan Suudi Arabistan ise “demokrasi” heveslisi olan Batılı emperyalistlerin bölgedeki önemli müttefiklerinden biri. Trump, göreve geldikten sonra ilk iş olarak Suud rejimiyle 110 milyar dolarlık savunma anlaşması imzaladı. Ülke, 17,5 milyar dolarlık anlaşmayla ABD’nin en büyük silah müşterisi oldu.32 Ülkenin bununla birlikte 2011’de Bahreyn’deki ayaklanmayı şiddetle ezmesi ve Mısır’daki Sisi cuntasının sponsorluğunu yapması, İngiliz yazar ve araştırmacı Anne Alexander’a göre, ekonomisindeki uzun vadeli değişimlerin sonucu olarak bölgede üstlendiği yeni alt-emperyalist rol ile ilişkili.33

Yemen, bölgedeki savaş ve istikrarsızlığın sembollerinden biri olmasının yanı sıra, yine emperyalizmin zayıflığını açığa çıkaran bir durum olmayı sürdürüyor. 2015 yılında şöyle yazmıştım:

“Bugün yaşananlar, ancak Ortadoğu’daki karşıdevrim sürecinin bir yan ürünü olarak anlaşıldığında anlamlı olabilir. Libya’da devrimin NATO müdahalesiyle boğulması ve keskin bir iç savaş, Mısır’da askeri darbe sonucu Mübarek rejiminin bir benzerinin Sisi tarafından kurulması, Suriye’de ise Esad diktatörlüğü katliamlara devam ederken karşı kutuptan IŞİD adlı canavarın yükselişi. Bölgede radikal değişim için girişilen mücadelelerin yenilgilerle sonuçlanmasından Yemen de payını aldı.

(…)

Ancak emperyalizmin bölgedeki hegemonya krizinin boyutları bununla sınırlı değil. ABD, Yemen’de Şiilere ve İran eksenine karşı Sünnilere destek verirken, Irak’ta Şii milisleri İran’la birlikte IŞİD’e karşı destekliyor. Hem Yemen’de hem Irak’ta hem de Suriye’de Rusya-Çin blokunun ve İran’ın etkinliği artarken, ABD’nin Soğuk Savaş sonrası çok kutuplu bir dünyada Ortadoğu hakimiyetini yeniden sağlamak için Afganistan ve Irak işgalleriyle başlattığı süreç büyük bir başarısızlıkla devam ediyor.”34

Bu tespitler geçerliliğini korumaya devam ediyor. ABD’nin Yemen’de desteklediği güçlerin daha da fazla teşhir olmasıyla birlikte.

 

Savaşa karşı mücadele

Kapitalizm dünyayı bir savaş cehennemin çevirirken, biz sosyalistler açısından barış mücadelesi dünyanın hangi köşesinde olursak olalım son derece önemli. Bu yüzden her yerde, dar kalıplara takılmadan, mümkün olan en geniş koalisyonlarla sokağa çıkıp halkın şiddete olan öfkesini örgütlemeye çalışıyoruz.

Savaş karşıtlığımız ise yalnızca insanların ölmesinin kötü olduğuna dair bir hissiyata dayanmıyor. Savaşlar, siyasi çelişkilerin ulusal burjuvazinin lehine çözülmesi yönünde girişimler oldukları ölçüde, işçi sınıfının düşmanıdırlar. Egemen sınıf, kendi ülkesini çıkarları için savaşa soktuğunda, tüm toplumu sosyal şovenist bir dalgayla kaplamak için elinden geleni yapar. Bu da emek hareketinin, solun ve tüm demokrasi güçlerinin, asıl düşmanı olan kapitalist sınıfla savaşmayı bırakıp, onun peşine takılmasına hizmet eder. Birinci Dünya Savaşı sırasında İkinci Enternasyonal’in tüm partilerinin aksine savaş karşıtlığını ve bu savaşın karakteri özelinde devrimci yenilgiciliği savunan Lenin, sosyal şovenizm tehlikesine şöyle dikkat çekiyordu:

“Sosyal şovenizm, bugünkü savaşta ‘anavatan savunması’ görüşünü desteklemektir. Bu görüşü mantıksal sonuçlarına kadar ilerletmek, savaş sırasında sınıf mücadelesinin bir kenara bırakılmasına, savaş bütçesi lehine oy kullanmaya, vb. varır. Sosyal-şovenistler aslında proletaryaya düşman bir burjuva politikası izliyorlar, zira gerçekte yabancı işgalcilere karşı savaşmak anlamında ‘anavatan savunması’nı değil, ‘büyük’ güçlerden birinin ya da diğerinin sömürgeleri yağmalama ve diğer ulusları ezme ‘hakkı’nı savunuyorlar. Burjuvazi halkı aldatmak amacıyla, savaşın ulusların özgürlüğünü ve varlığını korumak için verildiği yalanına başvuruyor. Sosyal şovenistler de bu yalanı tekrarlayarak proletaryaya karşı burjuvazinin yanında yer alıyorlar.”35

Yine Rus devrimcilerden Leon Troçki de Birinci Dünya Savaşı ile Avrupa’nın kan gölüne dönmesini tanımlarken, “kapitalist çakalların yurtsever ulumalarını”36 kınıyordu. Enternasyonalist geleneğin önemli temsilcilerinden olan Troçki, bu emperyalist paylaşım savaşına karşı bir broşür yazan ilk Rus sosyalist olmuştu.

Birinci Dünya Savaşı ile birlikte İkinci Enternasyonal’de yaşanan tartışmanın barış yanlısı tarafında kalan, bugün Marksist geleneğin temellerini oluşturdukları kabul edilen tüm önemli sosyalist aktivistler, savaşa karşı mücadele etrafında örgütlenerek güçlendiler. Bir diğer örnek olarak, Rosa Lüksemburg, Enternasyonal’in henüz 1907’de Stuttgart Kongresi’ne şu karar tasarısını önermişti:

“Savaş tehdidi hâlinde, ilgili ülkelerdeki işçilerin ve onların parlamentodaki temsilcilerinin görevi, savaşın patlak vermesini önlemek için, şüphesiz birinden ötekine değişebilecek veya sınıf mücadelesinin ve genel siyasal durumun şiddetine uygun ölçüleri kullanarak mümkün olan her şeyi yapmaktır. Buna rağmen savaşın patlaması hâlinde ise, onların görevi, mümkün olan en kısa zamanda savaşı sonuçlandıracak tedbirleri almak ve savaşın halk kitlelerinin çevresinde yükselttiği ekonomik ve siyasal buhrandan yararlanmak ve kapitalist sınıf egemenliğinin devrilmesini hızlandırmaktır.”37

Örnekler çoğaltılabilir. Şu açık ki, geçmişte bütün başarılı sosyalist örgütler ve işçi hareketleri, mutlaka yaklaşmakta olan veya yaşanan savaşlara karşı tutum aldılar, barış için mücadele ettiler. Afganistan ve Irak savaşlarına karşı mücadele, hem dünyada hem Türkiye’de bunun önemli bir örneğini oluşturuyor.

Türkiye’de Irak işgaline karşı örgütlenen eylemler, “manken-İslamcı-solcu koalisyonu” diye küçümsenmek istenen, geniş bir toplumsal ittifakı içinde barındırıyordu. Dönemin önde gelen aktivistlerinden Yıldız Önen, durumu şöyle tarif ediyor:

“Türkiye’deki siyasal kültürün özelliklerinden birisi; siyasette kutuplaşmanın egemenliğidir. Genellikle, siyasal sistem içinde iktidar-muhalefet, sağ-sol, dindar-laik, Kürt-Türk eksenlerinde bir çatışma siyaseti yürütülür. 2002-2003 yıllarında Türkiye’deki savaş karşıtı hareket bu genel çerçevenin dışına çıkmıştır. Vatandaşlar çok boyutlu siyasal katılım türlerini kullanarak, meclisin Irak savaşına ilişkin politikalarını etkilemeyi başarmıştır. Bu başarı, Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu (ISHK)’nun da içinde yer aldığı geniş bir muhalif hareketin eylemleri sonucunda kazanılmıştır. Koordinasyon sürecinde kutuplaşmalar bir kenara bırakılarak, Türkiye’yi etkileyen boyutta kitlesel bir siyasal katılım faaliyeti yürütülmüştür.”38

Bugün dünya, siyasetin sağa yöneldiği, her yerde otoriterleşmenin arttığı, tüm devletlerin güvenlikçi politikaları öne çıkardığı bir dönemden geçiyor. Trump, Putin, Bolsonaro, Orban, Erdoğan gibi liderler uluslararası sahada keskin saflaşmaların ve kapışmaların olabileceğinin sinyallerini veriyorlar. Trump açıkça ABD’yi yeniden “savaşlar kazanan bir ülke” yapmak istediğini söylüyor. Bolsonaro, askeri diktatörlük dönemini özlüyor. Çin’in ekonomik bir süper güç olarak ABD’ye yönelttiği tehdit, doğuda küçük askeri krizlerin birikimini ve olası daha büyük bir kapışma ihtimalini beraberinde getiriyor. Dünyaya hakim olan bu güçler, ekonomik krizin yarattığı istikrarsız ortamda çelişkilerini militarist politikalarla çözme eğilimine girebilirler.

Bu gidişatı durdurmak ve olası bir savaşı engellemek, tüm dünyada işçilerin çıkarına olan tutumdur. Fakat bu gayreti göstermenin önemli bir ayağı da savaş yanlılarının argümanlarıyla başa baş mücadele etmektir. Bugün yaşanan savaşların Ortadoğu’da cereyan ettiğini düşünürsek, bunların ilki, İslam dinine ilişkin özcü yaklaşımların terk edilmesidir. Türkiye’de siyasete AKP prizmasından bakmanın bir getirisi olarak, İslam’ın diğer tüm din ve inanışlardan daha geri olduğu, daha barbar toplumların oluşmasına katkı sunduğu ve bu yüzden asıl mücadelenin İslam’la olduğu, sol çevrelerde oldukça yaygın olan bir kanı. Oysa bu ideolojik formasyonun temelini Marksizm veya bir başka sol akım değil, yeni muhafazakârlık, yani ABD egemen sınıfının neocon kanadı oluşturdu. Dolayısıyla merkeze İslam’ın konulması, sömürgeciliği ve emperyalizmi görünmez kılıyor, hatta aksine, savaşa karşı mücadele edenlerin değil ama “radikal İslam’a” karşı veya “İslami terörizme” karşı savaş açanların, yani bahsettiğimiz savaşı yaratanların argümanlarını besliyor.

Örneğin “İslami faşizm”, “İslamofaşizm” veya “İslami faşistler” gibi kelimelerin popülerleşmesine George Bush’un katkısı büyük.39 Belirli bir kelimenin tüm dünyada yayınlanmış kitaplarda hangi dönemde ne sıklıkta kullanıldığını gösteren internet uygulamaları da bunu kanıtlıyor.40

Açıkça görülüyor ki, konu İslam’la ilgili toplumsal, entelektüel veya sol içi bir tartışma değil. İslamofaşizm kavramı ABD’nin Afganistan ve Irak saldırılarının başlayacağı dönemde bilinçli olarak dolaşıma sokulmuş ve Ortadoğu’daki savaşlar yükseldikçe kullanımı devam etmiş.

Üstelik meseleyi bir emperyalizm tartışması olmaktan çıkaran, sınıflar arasındaki mücadeleden kopararak ele alıp bir “medeniyetler” veya “kültürler” arası savaşa döndürmek isteyen cephenin argümanları genel olarak yanlış. Örneğin, İslam’ın özüne ilişkin gerekçelerle Müslümanların şiddete eğilimli olduğunu, bu yüzden en kanlı savaşların İslam coğrafyasında yaşandığını söyleyenler, basit gerçeklerle dahi doğrulanamayan ezberleri tekrarlıyorlar. Kabaca bir hesapla, insanlığın tarihinde 500-600 milyon kadar insanı öldüren en kanlı savaşlarda Müslümanların payı %1 civarında gözüküyor.41 Savaşların nedenleri herhangi bir dinin veya başka bir insan grubunun özsel nitelikleriyle alakalı değil; sosyal, politik gerekçeleri var.

Emperyalizm var, sömürgecilik var, başka çıkar çatışmaları var. Savaşlarla ilgili listeler, Hristiyanlıkla ya da Müslümanlıkla ilgili bir sonuca ulaşmamızı sağlamaz. Müslümanların ne kadar barbar olduğuna, savaşmaktan/öldürmekten başka bir şey bilmediklerine ve bu yüzden diğer tüm insanlardan farklı olduklarına dair “derin” analizler, genelde derin bir cahilliğin ürünü olarak karşımıza çıkıyor.

Savaş karşıtlarının dikkatli olması gereken bir diğer husus ise kimi kapitalist devletlere karşı işçi sınıfının gücünden başka güçleri, örneğin başka kapitalist devletleri destekleme ve onlara güvenme hatasına düşmemek olmalıdır. Örneğin Suriye özelinde Rusya’ya gözlerini kapatmanın, onun katliamlarına kılıflar üretmenin yanlışlığını vurgulamalıyız.

Kampçı anlayış, Soğuk Savaş döneminde ABD ve genel anlamda Batı emperyalizmine karşı Rusya ve müttefiklerini bir denge unsuru olarak görüyordu. Stalinizm’in ana temalarından biri olan bu görüş, Macaristan’dan Çekoslovakya’ya işçi ayaklanmalarının bastırılmasını, Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgal edilmesini destekledi. SSCB “sosyalist anavatan” ise her yerde sosyalizm mücadelesi o devletin dış politika çıkarlarını savunmak anlamına geliyordu. Oysa gerçek Marksist gelenek, işçi sınıfı enternasyonalizmini, tüm uluslardan işçilerin tüm uluslardan patronlara karşı birliğini sağlayacak politikaları savunuyor. Fransa’da işçi sınıfının ayaklanması Sovyetler Birliği’nin çıkarlarına ters düşüyorsa, sorun Fransız işçilerde değil Sovyetler Birliği’ndedir. Devlet kapitalisti rejimleri savunulması gereken en önemli mevzular olarak kodlayanlarla savaşa karşı geniş bir birlikteliği inşa etmek zordur. Büyük güçlerin arasındaki çekişmede, örneğin yakın gelecekte Rusya-Çin blokunu en büyük emperyal güç ABD’ye karşı savunmak, savaşlara ve emperyalizme karşı işçi sınıfının birliği ve aşağıdan mücadelesi temelinde inşa edilecek bir muhalefete asla hizmet etmeyecektir.

Hakiki bir barış hareketi ise sadece sosyalistlerin güçleriyle sınırlı kalmayacak; sendikaları, meslek örgütlerini, çevrecileri, feministleri, LGBTİ+ aktivistlerini, tüm azınlıkları ve ezilenleri kapsayacak genişlikte, işçi sınıfının tüm kesimlerini bir araya getirebilecek bir tarzda inşa edilmelidir. Böylesi bir deneyim, Irak tezkeresini durduranların hafızasında yer almaktadır.

Dipnotlar:

1 The Armed Conflict Location & Event Data Project (ACLED),  2019

2 a.g.e.

3 Syrian Observatory for Human Rights,

4 “List of wars and anthropogenic disasters by death toll”, 2019

5 Wihnall, 2016

6 Global Fire Power, 2019

7 Wallerstein, 2003

8 Callinicos, 2014a, s.

9 Aloğlu, 2004

10 Harman, 2008, s. 599.

11 Callinicos,

12 Associated Press,

13 CNN, 2001.

14 BBC Türkçe, 2019.

15 Schmitt, 2009.

16 CNN, 2011.

17 Felbab-Brown, 2013, s. 85.

18 Neale, 2010.

19 Cox, 2004, s. 121.

20 Rapora şuradan ulaşılabilir: https://webarchive.nationalarchives. gov.uk/20160708115158/http://www.iraqinquiry.org.uk/media/246416/the-report-of-the-iraq-inquiry_executive-summary. pdf

21 NTV, 2016.

22 Crossette, 1995.

23 Tekin, 2016, s. 12.

24 Chomsky, 2005, , s.46-47.

25 The Guardian, 2016

26 HRW, 2012.

27 Holden, 2012.

28 Sosyalist İşçi, 2018, s. 5.

29 Naisse, 2016.

30 UN News, 2018.

31 Özbay, 2018, s. 4.

32 Davies, 2018

33 Alexander, 2018

34 Tekin, 2015.

35 Lenin, 2009, 88.

36 Choonara, 2007, s. 15.

37  Cliff, 1998, s. 41.

38   Önen, 2015, s. 3.

39 Greene, 2006

40 Google Ngram uygulamasında “İslamofaşizm” diye arattığımızda çıkan sonuç altını çizdiğim noktayı doğruluyor.

41 Wikipedia, 2019

KAYNAKÇA

Alexander, Anne, 2018, “The contemporary dynamics of imperialism in the Middle East: a preliminary analysis”, International Socialism Journal, Sayı: 159.

Aloğlu, F., 2004, “Bush politikaları ve emperyalizmin çıkmazı”,

Sosyalist İşçi, Sayı: 225, s. 5.

Associated Press, 2005, “CIA’s final report: No WMD found in Iraq”, NBC News, http://www.nbcnews.com/id/7634313/ns/ world_news-mideast_n_africa/t/cias-final-report-no-wmdfound-iraq/#.XL0HD-gzbIU (Erişim tarihi: 07.04.2019)

BBC Türkçe, 2019, “ABD ile Taliban anlaştı: Afganistan’da ateşkes ilan edilecek, barış görüşmeleri yapılacak”, https://www. bbc.com/turkce/haberler-dunya-47034109 (Erişim tarihi: 11.02.2019)

Callinicos, Alex, 2014a, Emperyalizm ve Küresel Ekonomi Politik, çev.

İlkay Ata, Phoenix Yayınevi, Ankara.

Callinicos, Alex 2014b, “The multiple crises of imperialism”, International Socialism Journal, Sayı: 144.

Chomsky, Noam, 2005, Imperial Ambitions: Conversations On The Post-9/11 World – Interviews With David Barsamian, Metropolitan Books, New York.

Choonara, Esme, 2007, A Rebel’s Guide to Trotsky, Bookmarks Publications, Cambridge.

Cliff, Tony, 1998, Rosa Lüksemburg, çev. Metin Fırtına, Uluslararası Tanıtım ve Yayıncılık, İstanbul.

CNN, 2001, “‘You are either with us or against us’”, http://edition. cnn.com/2001/US/11/06/gen.attack.on.terror/ (Erişim tarihi: 21.01.2019)

CNN, 2011, “Obama announces Afghanistan troop withdrawal plan”, http://edition.cnn.com/2011/POLITICS/06/22/afghanistan.troops.drawdown/index.html, (Erişim tarihi: 10.04.2019)

Cox, Judy, 2004, “Imperialism: just a phase we’re going through?”,

International Socialism Journal, Sayı: 102.

Crossette, Barbara, 1995, “Iraq Sanctions Kill Children, U.N. Reports”, The New York Times, https://www.nytimes. com/1995/12/01/world/iraq-sanctions-kill-children-un-reports. html, (Erişim tarihi: 01.04.2019)

Davies, Rob, 2018, “How much damage can Saudi Arabia do to the global economy?”, The Guardian, https://www.theguardian. com/world/2018/oct/15/how-much-damage-can-saudi-ara-

bia-do-to-the-global-economy, (Erişim tarihi: 22.03.2019)

Felbab-Brown, Vanda, 2013, Aspiration and Ambivalence: Strategies and realities of counterinsurgency and state building in Afghanistan, Brookings Institution Press, Washington.

Global Fire Power, 2019 “Defense Spending by Country”, https:// www.globalfirepower.com/defense-spending-budget.asp (Erişim tarihi: 20.04.2019)

Greene, Richard Allen, 2006, “Bush’s language angers US Muslims”, BBC News, http://news.bbc.co.uk/2/hi/americas/4785065.stm, (Erişim tarihi: 05.04.2019)

Harman, Chris, 2008, A People’s History of The World, Verso, New York.

Holden, Michael, 2012, “NATO failed to investigate Libya civilian deaths: Amnesty”, Reuters, https://www.reuters.com/article/

us-libya-amnesty-nato-idUSBRE82I04Y20120319, (Erişim tarihi: 08.04.2019)

HRW, 2012, “Unacknowledged Deaths: Civilian Casualties in NATO’s Air Campaign in Libya”, https://www.hrw.org/report/2012/05/13/unacknowledged-deaths/civilian-casualties-natos-air-campaign-libya, (Erişim tarihi: 20.02.2019)

Lenin, Vladimir İ., 2009, Yenilgicilik ve Enternasyonalizm, çev. Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, İstanbul.

Naisse, Ghayath, 2016, “Ghayath Naisse ile röportaj: Suriye Devrimi’nin dersleri”, https://marksist.org/icerik/Dunya/6098/ Ghayath-Naisse-ile-roportaj-Suriye-Devriminin-dersleri, (Erişim tarihi: 13.04.2019).

Neale, Jonathan, 2010, “Afghanistan fears”, Socialist Review, Sayı: 349.

NTV, 2016, “Dünyanın en büyük teröristi Tony Blair’dir”, https:// www.ntv.com.tr/dunya/dunyanin-en-buyuk-teroristitony-blairdir, (Erişim tarihi: 25.04.2019)

Önen, Yıldız, 2015, Savaşa Hayır demenin birleştirici gücü: “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu deneyiminin Türkiyedeki siyasal kültüre etkisi, Yayınlanmamış Doktora Tezi.

Özbay, Özdeş, 2018, “Yemen: Savaşın yarattığı büyük yıkım”, Sosyalist İşçi, Sayı: 630.

UN News, 2018, “Saudi Arabia must halt air strikes in Yemen, says UN panel”, https://news.un.org/en/story/2018/10/1022852 (Erişim tarihi: 26.04.2019)

Schmitt, Eric, 2009, “Obama Issues Order for More Troops in Afghanistan”, The New York Times, https://www.nytimes. com/2009/12/01/world/asia/01orders.html (Erişim tarihi: 10.04.2019)

Sosyalist İşçi, 2018, “Rusya: Emperyalist bir odak”, Sayı: 614.

Syrian Observatory for Human Rights, 2018, “2018 under different titles”, http://www.syriahr.com/en/?p=111056 (Erişim tarihi: 11.03.2019)

Tekin, Ozan, 2015, “Yemen savaşı: Emperyalizm Arap devrimlerine karşı”, Marksist.org, https://marksist.org/icerik/Dunya/1401/ Yemen-savasi-Emperyalizm-Arap-devrimlerine-karsi, (Erişim tarihi: 05.02.2019)

Tekin, Ozan, 2016, “Mezhepçilik kader değil”, AltÜst, Sayı: 18.

The Armed Conflict Location & Event Data Project (ACLED), 2019, https://www.acleddata.com/data/ (Erişim tarihi: 21.04.2019)

The Guardian, 2016, “MPs deliver damning verdict on David Cameron’s Libya intervention”, https://www.theguardian.com/ world/2016/sep/14/mps-deliver-damning-verdict-on-camerons-libya-intervention, (Erişim tarihi: 18.03.2019)

Wikipedia, 2019, “List of wars and anthropogenic disasters by death toll”, https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_wars_and_anthropogenic_disasters_by_death_toll (Erişim tarihi: 26.03.2019)

Withnall, Adam, 2016, “Global Peace Index 2016: There are now only 10 countries in the world that are actually free from conflict”, The Independent, https://www.independent.co.uk/news/ world/politics/global-peace-index-2016-there-are-now-only10-countries-in-the-world-that-are-not-at-war-a7069816.html (Erişim tarihi: 16.04.2019)

Wallerstein, Immanuel, 2003, “U.S. Weakness and the Struggle for Hegemony”, Monthly Review, Cilt: 55, Sayı: 3.

Enternasyonal Sosyalizm