Doğan Tarkan’ın Devrimci Mirası Bağlamında Filistin’in Özgürlüğü – Şenol Karakaş

KULAĞIMDA SAKLI BULABİLECEĞİN ŞEYLER
I.
Kulağımı kesip açtığında, ona nazikçe dokun.
Annemin sesi içeride bir yerlerde dolaşır
Onun sesidir yeniden dengeye kavuşmamı sağlayan akis
dikkat kesilmekten başım döndüğünde.
Arapça şarkılarla da karşılaşabilirsin
kendime okuduğum İngilizce şiirlerle
veya arka bahçemizde cıvıldayan kuşlara söylediğim bir şarkıyla.
Kesiyi diktiğinde, yine hepsini kulağıma koymayı unutma.
Raflarda kitaplarını nasıl sıralıyorsan öyle sırayla geri koy.
II.
İnsansız hava aracının vızıldayan sesi,
F-16’nın kükremesi,
evlerin, tarlaların ve cesetlerin üzerine
düşen bombaların çığlıkları,
uçup giden bir roketin –
küçük kulak kanalımı temizle hepsinden.
Dikişin üzerine gülümsemenin kokusunu sık.
Beni uyandırmak için damarlarıma hayatın şarkısını şırınga et.
Nazikçe vur kulak zarıma ki zihnim seninkiyle birlikte dans edebilsin,
doktorum, gündüz gece.
Mosab Abu Toha

Türkçesi: Ümit Şahin

Doğan Tarkan’ın devrimci mirası bağlamında Filistin’in özgürlüğü

Doğan Tarkan’ın ölümünün üzerinden 10 yıl geçti. Bu 10 yılın çarpıcı gelişmelerini Doğan Tarkan yaşıyor olsaydı nasıl değerlendirirdi diye düşünmeden edemiyor insan. Ama bildiğimiz bir şey var, daima işçi sınıfının çıkarlarını, hareketini ve tüm ezilenlerin direniş hakkını savunurdu. 1980 darbesi döneminde Filistin’de kamplarda yaşadığı dönemlerin ayrıca etkisiyle Filistin’in İsrail tarafından korsanca işgali Doğan Tarkan’ın özel bir öfke duyduğu bir olguydu. Bu yüzden, yıllar önce Roni Margulies’le birlikte hazırladıkları Filistin broşüründe “İşte bu koşullarda Filistin halkının mücadelesi çok önemli. Filistin direnişi Orta Doğu ve tüm dünya halklarına cesaret veriyor. Dünyanın en modern silahlarına, en modern ordusuna ve onun arkasındaki muazzam desteğe boyun eğmeyenler kazanmanın yolunu gösteriyor.”1 diyerek tüm gücüyle Filistin’le dayanışma kampanyalarının örgütlenmesi için çabalıyordu.

Doğan birlikte çalışması çok kolay olan bir devrimci değildi. Çok sonraları, Doğan’ın “yaş aldığı” dönemde birlikte faaliyet sürdürme şansına sahip olanların daha sakin bir Doğan gördüklerini ve o günlere özlem duyduklarını biliyoruz. Ancak görünüş aldatıcıydı, Doğan Tarkan yoldaşlarıyla daima nezakete dayalı bir ilişki kurmaya özen gösterirken, politik tartışmalarda, teorik görüşlerini ifade ederken olduğu gibi son derece kararlı, tartışmanın bir aşamasında ise oldukça keskin bir üslup tuttururdu. Her konuda, örgütlenme, ikili ilişkiler, yavaş davranmak, hızlı davranmak gibi sayısız insan davranışında oldukça esnek olmasına rağmen söz konusu olan politik tartışmalar ve farklılaşmalar olduğunda keskin bir ton kendini yavaş yavaş belli etmeye başlardı.

Örneğin, yine çok güncel olduğu için Filistin’in işgali konusundan örnek vereceğim, ortalamacılığı, sağcı fikirlere taviz vermeyi ve üçüncü yolculuk adı verilen ama hemen her seferinde egemenlerin ekmeğine yağ süren görünüşte tarafsızlığı kabullenemezdi. İsrail korsanca, bir halkı oturduğu yerlerden söke söke ve bu cinayetlerini 50 yıldır sistematik hâle getirmişken, Hamas ve 13 örgütün ortaklaşa düzenlediği saldırıyı lanetlemeye çalışan ortalamacılıkla hiçbir şekilde uzlaşamazdı. Bu yüzden broşürlerinde İsrail’in kurucu liderlerinin ırkçı açıklamalarına sık sık yer verdiler Doğan ve Roni:

Beham Zeevi (Bakan): “Araplar bittir. Arafat Hitler’dir”

Benjamin Netanyahu: “Bazen saman yığını içindeki iğneyi bulamazsınız ve saman yığının yakıp yok etmek daha doğru olur.”

Benjamin Eliezer (Bakan): “11 Eylül’den sonra Cenin, Kabatyeh ve Tammun’da bütün dünyanın sessiz bakışları altında 14 Filistinli öldürdük.”

David Ben-Gurion (Cumhurbaşkanı): “Arap toplumunu oduncu ve garson düzeyine indirgeyeceğiz.”

Golda Meir (Eski Başbakan): “Filistinli diye bir şey yok. Hiçbir zaman olmadı.” 

Ariel Şaron (Başbakan) : “Ürdün’ün batısında ikinci bir Filistin devleti hiçbir zaman olmayacaktır.”2

Böyle bir devletin işgalciliği, sömürgeciliği, daha net bir ifadeyle aparthedcı karakteri ortadayken taraflara eşit mesafede almak Doğan Tarkan’ın hiçbir zaman benimseyemeyeceği bir tutumdur. İsrail, çok özel bir devlet örgütlenmesi. Hemen bütün devletler terör devletidir ama İsrail, terörü uygulamadan var olması mümkün olmayan bir devlettir. Michael Roberts, “İsrail: Bir rüyanın parçalanması” başlıklı son makalelerinden birisinde, Economist dergisinin İsrail’i yere göğe sığdıramadığı şu sözlerini alıntılıyor: 

Bugün İsrail çok zengin, tarihinin  çoğuna göre daha güvenli ve demokratik; eğer işgal ettiği toprakları dışlamaya hazırsanız ( aynen böyle!) . Savaşların, kuraklıkların ve yoksulluğun üstesinden, insangücü dışında çok az doğal yetenekle geldi. Ortadoğu’da sıra dışı bir örnek, inovasyonun merkezi ve küreselleşmenin kazananı.3

Roberts, alıntıdan hemen sonra İsrail devletinin gerçek tarihine bakınca bu sözlerin iğrenç bir şaka gibi göründüğünü söylüyor. 7 Ekim’de Filistinli direnişçilerin İsrail duvarlarını dağıtarak gerçekleştirdiği operasyon kafaları karıştırması, denilebilir ki İsrail devletinin gerçek tarihi hakkındaki bilgisizlikten ya da bu bilginin unutulmuş olmasından kaynaklanmıştır. Bu hafıza kaybı ve operasyonun ardından servis edilen görüntüler ve İsrailli sivillere yönelik saldırılar tartışmaların odağının kaymasına neden oldu. Sadece Hamas tüm direnişin temsilcisi gibi gösterilmekle kalmadı, Filistin direnişi şiddetle özdeşleştirildi. Gelişmeler hızla tepetaklak edilerek, Yahudilerin yeni bir soykırımın eşliğinde olduğu tespitleri yürürlüğe sokuldu. Gerçek tepetaklak edilirken, bir devletle bir direnişin güçleri eşitleniyordu. İşgalciyle işgal edilenin, cellatla kurbanın, terör devletiyle ulusal özgürlüğü gasp edilenin güçleri eşitleniyordu. Bunda bir sorun görülmüyor. Bu tutumu almakta acele edenler, birkaç gün içinde İsrail’in verdiği ve Filistin halkı açısından hiç de bilinmedik olmayan yıkıcı işgalci askeri yanıtı gördüklerinde ne düşünmüşlerdir acaba. Doğan Tarkan gibi devrimciler Hamas’ın eyleminin nedeninin İsrail’in uyguladığı zulüm olduğunu anlatanlarla tartışmaya İsrail’de sivillerin ölümünden söz ederek başlayanları hiçbir zaman affetmezlerdi. İsrail sivil ölümleri konusunda uzman bir devlettir. 7 Ekim’den bu yana yaşadıklarımız, Gazze’nin yakılıp yıkılması, gösteriyor bu gerçeği. 

Temmuz ayında kaybettiğimiz Roni Margulies, İsrail’in işgalci ve korsan varoluşu hakkında en berrak  şekilde yazan sosyalistlerin başında geliyordu. Hamas’ı, bir düşman olarak değil, Filistin halkının meşru bir temsilcisi olarak gördüğünü anlattığında dünyaya medeniyetler savaşı açısından bakan ve bu nedenle de Hamas’ta hem İslamcı hem faşist bir yanı aynı anda gören, en az İsrail kadar Hamas’a düşman olan ulusalcı sosyalistlerin şimşeğini üzerine çekerdi. Fakat yazdığı en son makalede Alex Callinicos’un da altını çizdiği gibi:

 Hamas’ı sevin ya da sevmeyin, Hamas’ın gücü sadece 2007’den beri kontrol ettiği Gazze’de değil, ezilen Filistin halkındaki köklerinden geliyor (…) İsrail askeri güçlerinin Hamas’ı yok etmeyi başarması düşük bir ihtimal olsa bile, Filistin halkının ezilme durumunun sürmesi yeni direniş hareketlerini ortaya çıkartacaktır.4 

Doğan Tarkan tıpkı Roberts, Callinicos ve diğer Marksistler gibi “Şiddet Hamas’ın ürünü mü? sorusuna benzer bir yanıtı verecekti. Öyle ki intihar saldırıları gibi kritik bir konuda bile şu cesur yaklaşımı dile getirebiliyordu: 

Bugünlerde en çok tartışılan sorulardan birisi de budur. Bu eylemlerden dolayı Filistin halkı terörist ilan edilmekte ve topluca cezalandırılmaktadır. Toplu cezalandırma sadece Alman Nazilerinin ve sömürgeci güçlerin yaptığı bir iştir. Bir Nazi bir direnişçi tarafından öldürüldüğünde onlarca sivil faşistler tarafından kurşuna dizilirdi. Bugün İsrail’in yaptığı aynı şey (20 sene sonra bugün de öyle-ŞK.).

Ortada eşit iki halkın mücadelesi yok. Bir tarafta hemen hemen bütün devlet yöneticileri teröre karışmış, kuruluşu bütünüyle teröre dayanan İsrail devleti var.

Diğer tarafta ise 50 yıldır işgal altında olan bir halk var. İntihar saldırılarını bu gerçeklere göre değerlendirmek  gerekir. Bütün bunlara rağmen intihar saldırıları Filistin halkının mücadelesini ilerletmiyor.  

Bireysel terör Filistinlilerin mücadelesine hiçbir yarar sağlamadı. Buna karşılık intifadada ortaya çıkan ve bugün de devam eden yığınsal mücadele Filistinlilerin kazanmasının tek yolu.5

Doğan’ın burada vurguladığı ve bireysel eylemlerle, terör yöntemleriyle karşıtlık için ele aldığı yığınsal mücadele bizzat sosyalizm anlayışının özünü oluşturur. Bir röportajında bu sosyalizm anlayışını şöyle özetliyordu: 

Biz birinci olarak, sosyalizmin büyük yığınların bir eylemi olduğunu, işçi yığınlarının eylemi olduğunu söyleriz. İki, sosyalizmin işçi sınıfının kendisini devlet olarak örgütlemesi olduğunu söyleriz, bir partinin iktidarından hiç bahsetmeyiz, ikameciliğe karşı çıkarız.1

Bu sosyalizm anlayışını, Doğan Tarkan, “sosyalizm işçi sınıfının kendi eylemidir” diyerek özetlerdi. 

Burada iki farklı sol yorumla büyük bir farklılaşma var. Öncelikle, sol saflarda giderek ağırlığını hissettiren reformizm, parlamentarizm, mecliste milletvekili olmak, milletvekillerine sahip bir sol parti olmak gibi eğilimlerin de bir parçası olduğu, burjuva toplumunun kökenlerine dokunmadan yukarıdan aşağı seçimler ve yasalarla radikal değişiklikler yapılacağına duyulan inançla hesaplaşmak gerekli. Reformları içeren bir yasa çıkartılabilir, toplumun ezilen çeşitli kesimleri bir derin nefes alabilir çok kısa süreliğine ama kapitalist üretimin zincirleri sürekli olarak ezilenlerin boynunu sıkmaya devam eder. Egemen sınıfların ihtiyaç duyduğu anda ise bir süre önce kazanılan reformlardan kısa sürede vazgeçilir. Bu, seçimlerin ve reformların önemsiz olduğu anlamına gelmez ama bu toplumun reformlar ve seçimler yoluyla değiştirilmesinin mümkün olmadığı anlamına gelir. 20. ve 21. yüzyıl parlamentolar tarihi seçilen vekillerin özellikle sol, sosyalist ve ezilen halklardan siyasi temsilcilerin hapse atılmalarının, meclislerin kapatılmasının, askeri darbelerin ve en demokratik görünümlü meclislerin savaş politikalarına onay vermesinin tarihidir. Siyasi özgürlüklerle ekonomik ücretli kölelik bir arada yaşayamaz. 

İster seçimlerin isterse işçilerin yığınsal şekilde partilerine katılacağı anın düşünü kuran, “işçiler partiye, parti iktidara” perspektifine sahip olan solun da işçi sınıfıyla kurduğu ilişki açısından reformist soldan hiçbir farkı yoktur. Doğan Tarkan’ın verdiği ilhamla devrimci bir örgütlenmenin tarihinin bir kısmını özetlemeye çalıştığım makalenin girişinde durumu şöyle özetlemeye çalışmıştım:

Sosyalizm işçi sınıfının kendi eseri olacaksa, parlamento sosyalizmin bir aracı olamaz. Sosyalizm işçi sınıfının kendi eylemi ise kendi örgütünü işçi sınıfı hareketinin yerine ikame eden geleneklerin harekete sadece zarar vereceği çok açık. İşçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin başarısı, aynı zamanda, işçi sınıfının kendi içinde sürdürdüğü mücadelede öncü işçilerin ve aktivistlerin daha geride duran işçilerle yaşadığı tartışmayı kazanıp kazanamayacağına bağlı. Bu mücadelenin hiçbir kestirme yolu olmadığı, bir yandan sınıf mücadelesinin içinde yer alırken bir yandan da tartışmaların içinde yer almak, sınıf hareketine hem eyleminde hem de tartışmalarında yardımcı olmak gerektiği çok açık. Devrimci bir partinin esas işlevini de bu yardımcı olmak ifadesi anlatıyor. Sosyalistler, işçi sınıfının efendisi değildir, işçi sınıfına yardımcı olmaya çalışırlar. Egemen sınıfın işçileri bölen fikirlerine karşı işçilerin her düzeyde birliğinin şekillenmesi için mücadele ederler. Bu, sadece bizim değil 1840’lı yıllarda başlayan işçi sınıfı mücadelelerine katılan, bu eylemlere yardımcı olmaya çalışan devrimci Marksist geleneğin de özetidir. Komünist Manifesto’nun da, Paris Komünü’nde çatışan işçilerin de, 1905 ve 1917 Rus devrimlerindeki sosyalistlerin de, İspanya iç savaşında faşistlere karşı yer alanların da, Stalin’in kamplarında diktatörlüğe karşı direnen Troçkistlerin de yapmaya çalıştığı, işçi sınıfına yardımcı olmaya çalışmaktı. Kaderini işçi hareketine bağlamayan, işçi sınıfı kaybederken kazanmayı maharet sanan, sosyalizm mücadelesini bir parti iktidarına indirgeyerek ezilenleri tahakküm altına almak için üretilmiş mekanizmaları yönetmeyi sosyalizmin zaferi olarak selamlayanlarla devrimci gelenek arasında köklü bir farklılık var. Bu fark, işçi sınıfını kurtarılması gereken bir nesne olarak görenlerle gezegenin ve insanlığın kurtuluşunu işçi sınıfının kendi eyleminde, bu eylemin birleşmesinde, politik bölünmüşlüğünü mücadele içinde aşmasında görenler arasındaki farktır.7

Doğan Tarkan’ın işçi sınıfının kendi eyleminin içinde egemen sınıfın fikirlerinin etkisinin kırılması için mücadele edilmesi yönündeki güçlü vurgusu onunla birlikte mücadele edenlerin popülizm ve ikamecilik gibi sol geleneklerle arasına büyük bir mesafe koymasına yardımcı oldu. Halkı kurtarmak değil, öncelikle işçi sınıfının kurtarıcılardan kurtulmasını sağlamak çok önemli bir bakış açısı farklılığı sunuyordu. Bireysel kahramanlık destanları yerine, polisle devrimcilerin düellosu yerine, en büyük kahramanlığın sıradan milyonlarca işçinin kendi eylemi olduğunu konusunda savunduğu orijinal yani klasik Marksist tezler, sürekli olarak işçi hareketi, işçi sınıfının kendisine özgü mücadele yöntemleri, toplumsal özgürlük mücadelesinin öncülüğünü yapacak bir toplumsal güç olduğu8 yönündeki vurgularla el ele gitti. 

Fakat bu, bir devrimci örgütü gereksiz kılmaz, tersine işçi sınıfının hem maddi hem de ideolojik-politik şekillenmesinin kopmaz bir parçası olan öncü işçilerden kurulu bir devrimci partinin varlığını, her günkü mücadele içinde inşa edilmesini bir ölüm kalım meselesi hâline getirir. Bunun nedeni (Doğan yüzlerce sayılık yayınların çıkartılması için canını dişine takarak tam da bu yüzden mücadele ediyordu) egemen sınıfın fikirlerinin egemen fikirler olmasıdır. Egemen fikirler ya da bu fikirlerin başkalaşmış hâlleri aşağıdan bir hareketin tüm gücüyle sürdüğü anda dahi etkisini kaybetmeyebilir. Egemen fikirlerin hakimiyeti, işçilerin hem farklı toplumsal ezilmişlik başlıklarına hem de tek tek işçilerin sahip oldukları kimliklere genel yaklaşımına göre üstünlük kurmayı sürdürebilir. Bunun çok iyi bir anlatımı, işçi sınıfı ve ezilen ulus sorununa bakışı özetlediği mektubunda Marx tarafından yapılıyor:

Ve en önemlisi! İngiltere’deki her sanayi ve ticaret merkezinde artık İngiliz proleterler ile İrlandalı proleterler şeklinde iki düşman kampa bölünmüş bir işçi sınıfı var. Sıradan İngiliz işçisi, kendi yaşam düzeyini düşüren bir rakip olarak gördüğü İrlandalı işçiden nefret ediyor. İrlandalı işçi karşısında, kendini egemen ulusun bir üyesi olarak görüyor ve bunun sonucunda İngiliz aristokratlarıyla kapitalistlerinin İrlanda’ya karşı bir aleti durumuna düşüyor, böylece onların kendisi üzerindeki egemenliğini güçlendiriyor. İrlandalı işçiye karşı dinsel, toplumsal ve ulusal önyargılar taşıyor. ABD’nin eski köleci eyaletlerinde “yoksul beyazlar”ın zencilere karşı tutumu neydiyse, İngiliz işçinin İrlandalı işçiye karşı tutumu da büyük ölçüde ona benziyor. İrlandalı, İngiliz işçiye bunu fazlasıyla geri ödüyor: İngiliz işçiyi İrlanda’daki İngiliz egemenlerin hem budala bir aleti hem de suç ortağı olarak görüyor. 

Basın, kilise, mizah dergileri, kısacası egemen sınıfların elindeki her türlü araç, bu düşmanlığı yapay olarak canlı tutuyor ve yoğunlaştırıyor. İngiliz işçi sınıfının örgütlülüğüne rağmen güçsüzlüğünün sırrı, işte bu düşmanlıkta yatıyorKapitalist sınıfın iktidarını sürdürmesinin sırrı da bu. Ve kapitalist sınıf bunu çok iyi biliyor.1

Marx, bu perspektifin sonucu olarak Enternasyonal içinde Londra’daki Merkez Konsey’in “özel görevi İrlanda’nın ulusal kurtuluşunun İngiliz işçi sınıfı için soyut adalet ya da insancıl duygular meselesi olmadığını, kendi toplumsal kurtuluşlarının ilk koşulu olduğunu İngiliz işçilerinin anlamasını sağlamaktır.” yorumunu yapıyor. Doğan da yukarıda adını andığım broşürde Kurtuluş örgütüyle alakasını anlatırken şunları söylüyor:   

Kurtuluş çok önemli bir rol oynadı Türkiye solu içerisinde, benim de katkılarım  oldu. Bu rol nedir, Kürt sorununu öne çıkardı, bu çok önemli bir şeydi, çünkü o zamana kadar Kürt sorununu öne çıkaran, bu konuda ajitasyon ve propaganda yapan, Kürt sorununu temel ilke olarak benimsemiş bir Türk sosyalist örgütlenmesi yoktu. Kurtuluş’ta biz bunu yaptık, bir dizi yazıyla, bir dizi politik tutumla Kürt sorununu öne çıkardık, … sömürge (tartışması yaptık-ŞK-), (Kürt halkının) kendi kaderini tayin hakkı olduğunu, ayrılma hakkı dahil olarak, kendi kaderini tayin etme hakkının olduğunu savunduk. Bu görüşleri o günden bugüne aynı biçimde savunuyorum, (…) Kürt sorununu tartışan başka bir sol örgütlenme yoktu. Hatta bazıları ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddediyorlardı, aynı siyasi eğilimler, bugün de, ulusların kendi kaderlerini eskimiş, geçmişte kalmış bir ilke olarak saptıyorlar ve reddediyorlar. Oysa ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmak bir sosyalist için en önde gelen görevlerden birisidir.10

İşçi sınıfı saflarındaki yanlış fikirler ve bu fikirler arasında en ölümcüllerinden birisi olan ırkçılık11, milliyetçilik Türkiye’de Kemalizm şeklini alarak zaman zaman solun önemli kesimlerini de içine çekip sürükleyen bir anafora dönüşebiliyor. İşçi sınıfının kendi eylemi bu açıdan sınıfa müdahale eden egemen sınıfın fikirleriyle ve solun yanlış gelenek ve fikirleriyle mücadele ve tartışma olmaksızın başarı kazanamaz. Doğan Tarkan açısından elbette sadece Kürt sorunu ve Kemalizm tartışmalarında alınan devrimci tutumlar yeterli değildi. Örneğin röportajı yapan gazetecinin “Farklı cinsel yönelimleri olanlar için partiniz ne düşünür?” sorusuna Doğan şu yanıtı veriyor:

Biz ilk defa, 1983’te eşcinsellikle ilgili makaleler yayınlamaya başladık, yurtdışında çıkardığımız Sosyalist İşçi’de. Türkiye’de de dağıtılıyordu, bazı komitelerimiz o sayfayı kesip dağıttılar. Bazı komitelerimiz öyle yapmadı, yani bu konuda tutuculuklar bizim örgütümüzde de vardı ama biz aralıksız olarak, o yıldan itibaren çok sık bir şekilde cinsel tercih konusunda yayın yaptık, çok yoğun yayın yaptık (…) Bizim bazı konularda  ki duyarlılığımız, Kürt Sorunu, azınlıklar, Ermeni Sorunu, Kıbrıs Sorunu, eşcinseller ve kadınlar konularındaki duyarlılıklarımız, aşırı denebilecek derecede yüksektir.12

Doğan Lenin’in devrimci geleneğine yaslandığı için ezme ezilme ilişkilerinde daima ezilenlerin mücadelesinin yanındadır ve sosyalist mücadeleyi tüm ezilenlerin mücadelesinin işçi sınıfı mücadelesi tarafından savunulması ve birleştirilmesi olarak ele alır: 

Sosyal demokratın ideali bir sendika sekreteri gibi olmak değil, nerede ortaya çıkarsa çıksın, hangi halk katmanını veya sınıfını etkileyecek olursa olsun zorbalığın ve baskının her ifadesine tepki gösterebilen, bütün bu ifadeleri genelleştirip polis şiddetinin ve kapitalist sömürünün tek bir tablosunu çizebilen, sosyalist inançlarını ve demokratik taleplerini herkesin önüne koyabilmek için ve işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinin dünya tarihindeki önemini herkese açıklayabilmek için ne kadar küçük de olsa her olaydan yararlanabilen halk önderi olmak olmalıdır.13

İşçilerin, ortalama bilinci aşıp sınıf çıkarlarının bütünüyle farkında olan devrimci işçilere dönüşmesi için bir seks işçisi öldürüldüğünde, bir LGBTİ+  bıçaklandığında, bir Kürt çocuk asker cipiyle ezildiğinde, bir Ermeni gazete binasının önünde katledildiğinde, bir HDP milletvekili hapse atıldığında, bir kadın cinayeti işlendiğinde, bir özgürlük yasaklandığında tüm bu baskı biçimlerine karşı sosyalist bir dinamikle yanıt vermeye başlaması bir zorunluluktur. Doğan Tarkan, ömrünü işçi sınıfının mücadelesinin kazanmasına adamıştı ama Marksist teoriyi sımsıkı kavrayan bir devrimci olduğu için, sadece ekonomik bir birim olarak işçilerin sadece ekonomik bir birim olan burjuvalara karşı mücadelesi olarak kabalaştırılan bir sosyalizm anlayışından fersah fersah uzak bir sosyalist mücadele perspektifine sahipti. Doğan için bir işçi aynı zamanda kadın, erkek, LGBTİ+, Kürt, Ermeni gibi diğer ezilmişlik biçimlerini de yaşayan ya da bu ezme ezilme ilişkileri içinde emek gücü sömürüsüne maruz kalan somut insan demekti. Her türlü ezen ezilen ilişkisinde, tıpkı Lenin gibi, “ama…fakat” demeden ezilenden yana tutum alırken, bu ezilme biçimlerini basitçe kimlik sorunu olarak tanımlayan ve bu sorunları gündeme getirmenin işçi sınıfını gerçek sorunlarından uzaklaştırdığını iddia edenlerle sürekli olarak tartıştı. Doğan’la sık sık tartışma fırsatı bulanlar, onun, defalarca, “tüm ezilenlerin sorunlarına sahi çıkmayı öğrenmeden ve kendi eylemini tüm ezilme biçimlerine karşı mücadelenin eylem platformu hâline getirmeden, bir işçinin sınıf bilinci son sınırına kadar gelişemez” dediğine tanık olmuştur.14

Filistin meselesi de bu sorunların içinde yer alır. Bu sorun ayrıca emperyalizm ve bölgesel güç olmak için çırpınan, aralarında Türkiye’nin de olduğu devletlerin iç ve dış politikalarıyla da yakından alakalı olduğu için Doğan Tarkan, Filistin halkının mücadelesine daima kendi mücadelesiymiş gibi baktı. Emperyalizm konusunda net bir Leninist görüşe sahipti ve dünyaya kan kusturan kapitalizmin bu son hâlinden nefret ediyordu. Emperyalizmi, ABD ve Batılı askeri güçlerden ibaret görmüyor, Çin, Rusya gibi güçlerin de emperyalist ülkeler olduğunun altını çiziyordu:

Doğu Bloku’nun ve SSCB’nin yıkılışından sonra dünyadaki tek süper güç haline gelen ABD, küresel egemenliği bütünüyle ele geçirerek, tüm rakiplerinden kurtulmak istiyor. Rakipleri, AB, Çin ve SSCB askeri olarak onunla rekabet edebilecek bir güce sahip olmasalar da kısa surede ekonomik olarak ABD’nin önüne geçip, gene kısa surede askeri olarak da rekabet etme olanaklarını yaratabilecek potansiyele sahipler. ABD’nin küresel hâkimiyet için gözü kapalı saldırganlığı bu rekabetin sonucu.

Önce Balkanlar, ardından Afganistan ve son olarak da Irak işgale uğradı. Bu süreç içinde ABD onlarca yeni ülkeye askerlerini yerleştirtirken kendisi acısından en önemli olan bölgeye, Orta Doğu’ya 175 bin asker ve her türlü ağır silah soktu. 

ABD’nin Orta Doğu’ya bu denli büyük güçlerle girmesinin tek nedeni var. Stratejik öneme sahip olan bu bölgeyi doğrudan kontrol etmek, rakipleri dışarıda tutmak. Geri kalan bütün nedenler göreceli olarak talidir. Petrolün kontrolü ise siyasal/askeri kontrolün yanı sıra büyük bir öneme sahip. Irak ise petrol acısından dünyanın belki de en önemli ülkesi. Irak petrol rezervleri bilinen ikinci büyük rezerv ve çıkarılması en kolay, dolayısıyla en ucu petrol.15

2000’li yılların başından itibaren Afganistan ve Irak işgallerinin bir yandan da emperyalistler arası hegemonya mücadelesinin araçları olduğunu savunuyordu. 2002 yılında Şaron liderliğinde İsrail Filistin’e saldırdığında, Doğan Tarkan tarafından editörlüğü üstlenilen Sosyalist İşçi gazetesi politik odağına Filistin’le dayanışmayı ve güçlü bir savaş karşıtı hareketin örgütlenmesini almıştı. Şu satırlar, tüm gazeteye sinen emperyalizm ve Siyonizm karşıtı öfkeyi ifade eden Doğan’ın kaleminden çıkmıştır: 

ABD’nin Siyonist katliama destek vermesi şaşırtıcı değildir. Dünyanın en büyük teröristi, kurulduğu günden itibaren bekçisi İsrail’e güvendi. Ortadoğu’daki zengin petrol yataklarının denetimi için bu saldırgan askeri gücü sürekli kullandı́. 1993’te kendi denetiminde imzalanan barış anlaşmasıyla Filistin’in özgürlüğünün yitirildiğini gördü, buna sevindi. ABD’nin 11 Eylül sonrası dünyanın yoksullarına karşı başlattığı savaş, şimdi Filistin’de yürütülmektedir. Bush-Şaron ittifakı dünya yoksullarının karşısına dikilmiş bir şer eksenidir.16

Savaş karşıtı bir hareketin dünyada 1999’dan beri patlama hâlini alan antikapitalist hareketin üzerinde hızla yükselebileceğini herkesten önce görmüştü Doğan. Bu hareketin inşasında Filistin halkıyla dayanışma çok önemli bir adım olmuştu. Haftalarca sürdürülen Filistin dayanışması üzerinden büyük bir savaş karşıtı hareket inşa edilmiş ve sınıf hareketi içinde pekişen bölünmüşlükler ve kutuplaşma da bu hareketle birlikte aşılmıştı:

Kampanya başlangıçta sönük ilerlese de devrimci Marksistlerin kampanyalar içindeki belirleyiciliği hareketin ilk adımlarını atmasında ve uzun süreli olmasında belirleyici oldu. Bir başka etkense, yine küresel hareketti. 11 Eylül sonrasında, savaş rüzgârları esmeye başlarken, antikapitalist hareket belki de hiç fire vermeden, savaş karşıtı harekete dönüştü. Seattle’dan beri yükselen antikapitalist hareketin üzerine oturmuş olması, savaş karşıtı hareketin dinamizmini, çok yönlülüğünü, kalıcılığını sağlama alıyordu. Hareketin büyük bir kesimi belki eylem gününden eylem gününe, ünlü konuşmacıların yer aldığı bir toplantıdan diğerine ortaya çıkıyor, ama yine büyük bir kesimi daha tutarlı, daha geniş bir muhalefet anlayışına sahip olduğu ve ABD’nin intikam savaşı ve Irak işgali planlarıyla emperyalizm arasında, emperyalizm ile neo-liberalizm arasındaki ilişkileri kurabildiği için çok birleştirici ve ilham verici olmuştu.17

Bu bağlantının Türkiye’de kurulmasında Doğan’ın hareketin yönünü herkesten önce görmek gibi Allah vergisi yeteneği sayesinde kampanyaya müdahale etmesi belirleyici bir rol oynadı. Türkiye’de 1 Aralık 2002’de ilk birleşik savaş karşıtı miting olmuşsa, herkesin bu birleşik miting fikrinin Doğan Tarkan tarafından ilk kez dile getirildiğini bilmesi gerekmektedir. 

Bugün yaşanan İsrail saldırganlığına karşı aynı netlik gerekiyor. Doğan’ın Filistin’le dayanışma için önerdiğine benzeyen fikirlerin bugün büyük bir önemi var. Örneğin Filistinli direnişçilerin neden şiddet uyguladığı konusunda sol saflara da sızan sağcı fikirler, gerçekte İsrail’in korsan yapısını meşrulaştırmaya yarıyor. 

1947’de İngiltere’nin de özel çabalarıyla İsrail devletinin kuruluşu ilan edildi. Hemen ertesi gün ilk Arap-İsrail savaşı başladı. 1949’da ateşkes ilan edildi. Ateşkes, Gazze Şeridi ve Batı Şeria diye iki bölge tanımladı. Batı Şeria, Ürdün’ün kontrolündeydi. 1967’de ise İsrail Mısır-Sina yarımadası, Batı Şeria ve Suriye’de Golan tepelerini aldı. Yayılmasını sürdürdü. Topraklarını üçe katladı. Kudüs’ün tamamını başkent ilan etti.18 Neden şiddet uygulandığını anlamak için Siyonizm’in kaynağına dönmek lazım. Burada Roni Margulies’i sarih bir şekilde anlattıkları çok önemli:

Bir Filistin devletinin kurulmasını, İsrail devleti her ne pahasına olursa olsun engellemek için özel bir örgütlenme şeklinde şekillenen bir devlettir. Siyonizm kendi halkına şunu anlatır: Bu topraklar 2 bin yıldır bizim topraklarımızdır. Biz buradan kovulduk, ama burası bizim topraklarımız ve burada Araplar oturamaz. İsrail devletinin resmi ideolojisi buna izin vermez. Bu aynı zamanda İsrail’in tekrar tekrar, beş on yılda bir Filistinlilere, Gazze’ye, Lübnan’a yani Filistinlilerin bulunduğu yerlere saldırmasını temel nedenidir.19

Nazi Almanya’sında Yahudilerin soykırıma uğratılmasına kadar, Filistin’e göç eden Yahudi sayısı 100 binin çok üzerinde değildi. Siyonistler Yahudilere yönelik düşmanlığı sınıflı toplumların özellikle kapitalizmin bir sonucu olarak ele almıyorlar, bunun insan doğasından kaynaklandığını, Yahudi düşmanlığının kaçınılmaz bir olgu olduğunu savunuyorlar. Yahudiler için de tek çıkar yolunun kendi devletlerini yaratarak tüm Yahudileri bu devlet çatısı altında toplamak olduğunu anlatıyorlar. Herzl’in Yahudi Devleti kitabında Siyonizm’in dinsel bir yönü yok. Bu devletin Filistin’de mi Arjantin’de mi kurulacağı tartışması var. Ama daha sonra mistik ve dinsel unsurlarla desteklenen argümanlarla Filistin toprakları üzerinde bir ulus devlet yaratmanın avantajlı olacağında karar kılınıyor. Emperyalist güçlerin desteğini alabilecekleri en uygun bölge, Filistin toprakları. Üstelik, jeostratejik olarak üslenmeleri gereken bir alan Ortadoğu emperyalistler açısından. Filistin’i Avrupa adına sömürgeleştirebileceklerini, bölgede Avrupa’nın bir uzantısı olarak var olabileceklerini düşünüyorlar. Herzl’ın sözleriyle:

Eğer  Sultan Hazretleri bize Filistin’i verseydi, biz Türkiye’nin bütün maliyesini yeni baştan düzenleme görevini üstlenebilirdik. Biz Türkiye’de Asya’dan gelen barbarlığa karşı koyan bir sınır karakolu, bir kale oluşturabilirdik. Biz varlığımızın garantisini verebilecek bütün bir Avrupa’yla ilişki hâlinde kalacak tarafsız bir devlet olarak kalmalıyız. Hıristiyanlığın kutsalları, uluslar yasası diye çok bilinen bir statü̈ gibi onlara özel topraklar statüsü̈ verilmesiyle korunabilir. Bu kutsalların onurunun korunmasını düzenlemeliyiz; varlığımızla bu görevin yerine getirebilmesi için sorumluluk almalıyız.”20

Bu cümlelerin özeti, Filistin’i sömürgeleştirme karşılığında İsrail devleti emperyalizmin çıkarlarını koruyan vahşi bir bekçi rolünü oynacak! Bu pazarlık I. Dünya Savaşı’nda Filistin’in kontrolü İngilizlerin elinde olduğu için  önce İngiliz hükümetiyle yapılıyor. Sizin adınıza “Süveş Kanalı’nın bekçisi olabiliriz“ diyorlar. Çok açık bir gerçek var, İsrail devleti kurulmadan emperyalist güçlerin desteğini aldı ve bu karşılıklı çıkar ilişkisi emperyalistlerin bölgedeki karakolu, bekçisi olma misyonu ABD başta olmak üzere, kuruluş aşamasından günümüze kadar aralıksız devam etti.

Bu açıdan, “Siyonizm bir sömürgecilik hareketi olmakla birlikte klasik Avrupa sömürgeciliğinden farklıdır” diyen Roni Margulies çok önemli bir noktanın altını çiziyor. Avrupa sömürgeciliği amaçlarından biri sömürgeleştirdiği ülkelerde yerel halkın emeğini kullanmak iken, Siyonizm sömürgeleştirdiği ülkede yerel halkı sınır dışı etmeyi amaçlamıştır.  İlk Siyonist önderleri Filistin topraklarını para ile satın almakla bu işi çözemeyeceklerini açıkça itiraf etmişlerdi. “Filistin’de iki ulus için yer yoktur, tek çözüm Arapların var olmadığı bir Filistin’dir ve bunun tek yolu Arapları buradan komşu ülkelere transfer etmektir; tümünü transfer etmektir; tek bir köy, tek bir aşiret kalmamalıdır. Ancak böylesi bir transferden sonradır ki bu ülke milyonlarca ırkdaşımızı içine alabilir hâle gelecektir.” Tüm bu tarih içinde Siyonistlerin iddiası “Filistinli diye bir şey yoktur. Biz gelip de Filistin halkını topraklarından atıp ülkelerine el koymadık. Filistinli diye bir şey hiçbir zaman olmadı” görüşüdür.

Bir süredir İsrail devletinin kurduğu rejimin istisnai bir apartheid olarak anılmasına tanık oluyoruz. Bu konuda Anne Alexander’in elinizdeki derginin 10. sayısındaki yazısı açıklayıcı bir çerçeve sunuyor.21 Bu makalede “Alex Callinicos, Güney Afrika’daki ırk ayrımı rejiminin sadece ‘salt barbar bir ırk egemenliği biçimi’ olmakla kalmayıp, orada ‘kapitalizmin kendine gelişme alanı yarattığı istisnai bir model’ olduğunu belirtmişti.” yazan Alexander, “Aynı durum İsrail apartheid’i için de geçerlidir.”22 diyor. Bu bağlam, Filistinli direnişçilerin uyguladığı şiddet de dahil olmak üzere Filistin’de derinleşen şiddetin kaynağını çok net gösteriyor. Bu kaynağı tamamen kavramak açısından Anne Alexander’ın şu vurgusunu da bütünüyle kavramak gerekiyor:

Kurumsal ırkçılık biçimleri her kapitalist toplumda var olsa da, İsrail kadar etnik-dini hiyerarşi ilkelerine göre açıktan faaliyet gösteren çok az sayıda çağdaş devlet vardır. Bunu sömürge döneminin bir mirası olarak görmek kısmi bir açıklama sağlar, ancak İsrail yönetici sınıfının yarattığı apartheid sisteminin nasıl bu kadar uzun süre hayatta kalmayı başardığını açıklayamaz. Burada üzerinde dikkatle durulması gereken, emperyalizmin küresel dinamikleri ile siyonist devlet inşa projesi arasındaki ilişkidir. Tabii ki bu ilişki, İsrail devletinin kuruluşundan önceye dayanmaktadır: İngilizlerin desteği olmasa Filistin’de bir siyonist koloni kurulabilmesi düşünülemezdi.23

Gazze’nin yıllar içinde değişen haritası da Filistin’de şiddetten söz edenin, İsrail’den söz ettiğini net bir şekilde gösteriyor. Tüm basın mecralarında bir dizi harita yayınlanıyor. Tarihi Filistin’den bugünkü Filistin’e, Filistin halkının elinde ne kaldığını gösteren haritalar bunlar. 41 km uzunluğunda, 15 km genişliğinde bir yer. 2.5 milyon insan yaşıyor. 1967’den sonra 38 yıl İsrail’in kontrolünde olan bir yerden söz ediyoruz:

Böyle bir bölgeye sıkıştırılmış bir halkın direnişinde ahlak aramak bu tartışmayı yapanları kötü bir duruma sokuyor. Böyle bir tartışma, daima tartışmayı yapanın politik ahlakına dönmek zorundadır. Şu anda İsrail tam bir ölüm makinesi gibi çalışıyor. Bu, Filistinli isyancıların 7 Ekim saldırısı nedeniyle gerçekleşmiyor. Üstteki haritanın gösterdiği gibi bu şiddet İsrail devletinin doğal hâli. Bugün, Açık Radyo’da 27 Ekim’de günü sözü olarak kullanılan cümle şu: “Gazze’de güvenli olan hiçbir yer yok ve hiç kimse güvende değil. İşgalin saldırganlığından ve vahşetinden hiç kimse kaçamıyor.” Yine radyoda Ali Bilge’nin vurguladığı gibi “Gazze toprakları toplu bir mezarlığa dönüşüyor.” Yoktan var edilen ve var edildiği yerdeki halkı öldüre öldüre, 75 yıl boyunca işkence ede ede kurulan bir devletin maruz kaldığı şiddet eylemlerinde bu devletin sorumluluğunu kalın harflerle, üstüne basa basa anlatmak yerine ezilenlerin şiddetinden ve ahlakından söz etmek, Chris Hedges’in sözünü ettiği “İsrail’in aldatma kültürü”nün etkisini gösteriyor:

İsrail yalanlar üzerine kurulmuştur. Filistin topraklarının büyük ölçüde işgal edilmemiş olduğu yalanı. 1948’de Siyonist milisler tarafından gerçekleştirilen etnik temizlik sırasında 750 bin Filistinlinin evlerini ve köylerini Arap liderler tarafından kendilerine söylendiği için terk ettiği yalanı. İsrail’in tarihî Filistin topraklarının yüzde 78’ini ele geçirmesine neden olan 1948 savaşını başlatanların Arap orduları olduğu yalanı. İsrail’in 1967’de yok edilmekle karşı karşıya kaldığı ve Filistin’in geri kalan yüzde 22’sinin yanı sıra Mısır ve Suriye’ye ait toprakları da işgal etmek zorunda kaldığı yalanı.24

İsrail yalanlarla ayakta durmaktadır. İsrail’in adil ve hakkaniyetli bir barış istediği ve bir Filistin devletini destekleyeceği yalanı. İsrail’in Orta Doğu’daki tek demokrasi olduğu yalanı. İsrail’in ‘barbarlık denizinde Batı medeniyetinin bir ileri karakolu’ olduğu yalanı. İsrail’in hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına saygı duyduğu yalanı.

Türkiye’de Filistin direnişinin gözden düşmesinin elbette bir nedeni var. Bu neden İslamofobi. Gazze’de Hamas’ın çoğunluğu kazanmasından sonra Türk solunda Kemalist laikliği savunan gelenek Filistin direnişine uzak durmaya başladı. Doğan Tarkan ve Roni Margulies’in İslamofobi hakkındaki görüşleri, tam da bu tartışmada çok önemli bir yer tutuyor. İşte 19 yıl öncesinden bir yazı:

Ama bugün Batı’da yükselmekte olan İslam/Arap düşmanlığının, geleneksel ‘böl ve yönet’ siyasetlerinin de çok ötesinde, küresel bir işlevi var. Bush ve çevresindeki yeni tutucuların ‘Yeni Bir Amerikan Yüzyılı Projesi’, Amerika’nın artık eski ekonomik üstünlüğünü yitirmiş olduğunu, ama askeri açıdan hâlâ ezici bir üstünlüğe sahip olduğunu ve müttefiklerine, rakiplerine ve potansiyel rakiplerine Amerikan hegemonyasını dayatmak için bu üstünlüğünü kullanması gerektiğini açık bir şekilde ifade ediyor. ‘Terörizme karşı savaş’, ‘önceden misilleme’ stratejisi, ‘şer ekseni’nin ilân edilmesi, Afganistan ve Irak saldırıları hep bu üstünlüğü dayatma çabasının ifadeleri. İslam/Arap düşmanlığının adeta resmî düzeye yükseltilmesi ise, aynı çabanın ideolojik boyutu, geçmiş ve gelecek saldırıları meşrulaştırmanın aracı. Yüz milyonlarca insanın dinî inançları ve etnik kökenleri nedeniyle yekpare bir bütün olarak görülmeleri, hepsinin potansiyel terörist, bombalı saldırgan, kadınları ezen fanatik dinci, her an uçak kaçırmaya hazır katil olarak görülmeleri, bu milyonların ya Amerika ve Avrupa’nın sokaklarında saldırıya uğramalarına ya da kendi ülkelerinde havadan bombalanmalarına zemin hazırlamaktadır. Bir yandan Amerika’nın yeni savaşlarını, Israil’in Filistinlilere karşı yeni yaptırımlarını meşrulaştırmakta, bir yandan da giderek artan sayıda insanın umutsuz ve çaresiz kalarak gerçekten terörizme yönelmesine yol açmaktadır. Kısacası, İslam/Arap düşmanlığı dünyayı sadece Müslümanlar için değil, herkes için olağanüstü tehlikeli bir yer hâline getirmektedir; hem etik hem politik nedenlerle karşı çıkılması, engellenmesi gerekir.25

Yıllar öncesinden İsrail’in bugünkü saldırganlığı karşısında yarı tarafsız yarı “ama”cıların siyasi görüşlerinin arka planını çok iyi özetleyen bir yorum. Son on günde İsrail’in işlediği insanlık suçlarının ardı arkası kesilmiyor. Hem 7 Ekim’de Filistinli direnişçilerin eylemi hem de İsrail’in bu eyleme yanıt verme bahanesiyle başlattığı katliam, bu katliama “Batı medeniyeti”nin, devletler nezdinde sessiz kalması ya da açıktan destek vermesi, İsrail etrafında inşa edilmesi olan ve inşa edilmeye devam eden Ortadoğu mimarisinin batı emperyalizmiyle askeri, ekonomik ve siyasal bağlarını bütünüyle teşhir etti. Şimdi bize düşen, bu teşhiri, işgali sona erdirecek bir dayanışma hareketinin iticisi hâline getirmek. 

Ölümünün ardından Doğan’ın Ermeni ve Kürt halklarının savaşçısı olduğunu yazmıştım. Bugün yorumun eksiklik taşıdığını düşünüyorum. Elbette Doğan Tarkan, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1915’ten devraldığı yapısını derinden kavrayan bir sosyalisttir. Ermeni soykırımı konusunda sol hareket içerisinde oldukça net bir perspektife sahiptir. 1915 ve 1923 arasında bağ kurmak ve hesaplaşmak mücadelesinde Doğan en öne saftaydı. 1915’le hesaplaşmayan ve devletten bu konuda özür dilemesini talep etmeyen solcuların gerçekten antikapitalist olamayacağını savunurdu ve elbette sadece şovenlere değil, sosyal şovenlere ve ulusalcı sosyalistlere de eleştirel bir yaklaşıma sahiptir. Kürt meselesini esasen bir halkın temel haklarının gasp edilmesi sorunu olarak kavrayan Doğan 1960’ların sonlarından itibaren Kürtlerin temel hakları ve özgürlükleri için mücadelesini destekledi, kendi kaderlerini tayin etme hakkını savunmuştur. Ortada durmadı. Ezilenden yana tutum aldı.

Çözüm sürecini, Kürt halkı için bir kazanım olarak görmekteydi. 

Doğan’ın, bu iki alanda sürdürdüğü mücadele, halen güncelliğini korumaktadır. İşçi sınıfının kazanması için bu mücadelelerin kazanılması gerekmektedir. Ama bir konuyu daha eklemek gerekir. Doğan sadece iklim krizine ilk dikkat çeken, kadın örgütleri 1990’ların ortalarında ayrı yürüyüşler yapma kararı aldığında bu kararı kabul ettiğini ilk açıklayan sosyalist değildi, Türkiye’de antikapitalist hareketin olanaklarını ilk kavrayan bu hareketin içinde serpileceği alanların kapısını ilk aralayan devrimci de değildi. O aynı zamanda Filistin halkının da savaşçısıydı.

Şimdi, İsrail devleti, Filistinlileri Gazze’yi terk etmeye çağırıp aynı anda geçiş yollarını bombalıyor. Öldürülen Filistinli sayısı binlerle hesaplanıyor. Şimdi iki adımın aynı anda atılması bir zorunluluk. Bir yandan ABD’de ve Londra’da on binlerce insanın katıldığı dev gösteriler örgütlemek gerekiyor. Küresel bir intifada her ülkenin egemen sınıflarını köşeye sıkıştırmalı. Ama aynı anda bizler de Türkiye’de birleşik, kararlı, işçi sınıfı saflarındaki kutuplaşmayı aşan, uzun soluklu ve Türkiye’nin İsrail’le tüm anlaşmaları iptal etmesi gerektiğini savunan bir hareketin inşası için kolları sıvamalıyız. 

Bu adımı atarken iki tartışmayı birden yapmak zorundayız. Hem sosyal medyada çeşitli hesaplar hem de Yeni Şafak gibi gazeteler ırkçı bir manevra yapıp, İsrail devleti yerine Yahudi kelimesini koyuyorlar. Irkçı bir devletin katliamını böylece bir halkın sırtına yüklemiş oluyorlar. Sadece Filistin’de yaşayan, dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan Yahudileri değil, özellikle Türkiye’de yaşayan Yahudilere yönelik bir nefret kampanyası örgütlüyorlar. Öncelikli amaçları, ırkçı nefretlerine bir hedef yaratmak. Ama bu ırkçılığın bir işlevi daha var: İsrail’in katliamlarına karşı gelişen öfkeyi bölmek, bu öfkeye sahip insanların dikkatini dağıtmak, iktidarın İsrail’le ilişkilerini sorgulayacak bir hareketin yanı başında yaşayan Yahudilere düşmanlık yapmasını sağlayarak, öfkeyi devletlerden alt kata çekip, emekçilerin kendi aralarındaki bölünmüşlüğünü derinleştirmek.

İkinci tartışma ise İslamofobiklerle sürdürülmek zorunda. 7 Ekim’de Filistinli isyancı güçlerin İsrail’e saldırması ve saldırı sırasında sivilleri ölmesi İslamofobiklerin İsrail yalan makinesinin gönüllü sözcülerine dönüşmelerine neden oldu. Tüm siyasi gelişmeleri AKP’nin prizmasından ele alan, AKP’yi şeriatla, Arapları AKP’yle, Arapları ve AKP’yi IŞİD’le özdeşleştiren bu yaklaşım, daha önce de söylediğim gibi liderliği arasında Hamas da olduğu için Gazze direnişiyle dayanışma öremiyor.  

Gelişmeler Doğan Tarkan’ın yaptığı tartışmaların, teorik, politik ve örgütsel mücadelesinin ne kadar güncel olduğunu gösteriyor.

Dipnotlar:

  1. Tarkan ve Margulies, 2002, sf6-7,
  2. a.g.e sf. 10.
  3. Roberts, 2023.
  4. Callinicos, 2023
  5. Tarkan ve Margulies, 2002, sf. 6
  6. “Doğan Tarkan’ın anlatımıyla: Sosyalizm işçi sınıfının kendi eylemidir”, Sosyalist İşçi gazetesinin özel ekidir. Bundan sonra broşür olarak anılacak.
  7. Karakaş, 2021, sf. 118-119
  8. a.g.e, sf. 21.
  9. Marx, 2019
  10. Tarkan, Broşür, sf4.
  11. Doğan Tarkan ise Sosyalist İşçi’nin  11. sayısında “Aydınlık Yazarının Yahudi Düşmanlığı” başlıklı makalesinde şunları yazıyordu: “Türkiye gibi çeşitli halkların ve dinsel görüşlerin yan yana bulunduğu ve bir ulusun ve bir dinin bir mezhebinin, Sünni Türklerin, egemen olduğu bir toplumda bir azınlığa karşı olmak daha da tehlikelidir. Antisemitik olmak anti-Kürt olmaktan farklı değildir. Kategorik olarak Yahudi düşmanı olan Kürt, Arap, Laz, Rum, Hıristiyan, Alevi düşmanıdır da.”
  12. a.g.e. sf. 46.
  13. Cliff, 1987, sf. 95.
  14. Karakaş, 2013, sf. 7.
  15. Tarkan, 2003.
  16. Sosyalist İşçi, 2002, 172. sayı
  17. Karakaş, a.g.e, sf138.
  18. Kudüs’ün başkent olduğunu tanımak ise Trump’a nasip oldu.
  19. https://youtu.be/dJNUeAv7Qd8?si=sMZChT7ZuBrnt42u Roni’nin iki yıl önce yaptığı bu konuşmayı herksin dinlemesini öneririm. 
  20. Herzl, 2007, sf. 34-35.
  21. Tarihi Filistin sınırları içinde yaşayan herkesin hayatını kontrol eden ırkçı sistem, Güney Afrika’daki siyah çoğunluğa uygulanan baskıları anımsatan tutumlar nedeniyle, giderek bir tür “apartheid” olarak anılmaya başlandı. İsrail siyasi sistemine getirilen bu analiz şimdilik yalnızca Filistin’deki hareketler ve dayanışma aktivistleri tarafından kabul görüyor, oysa yakın zamanda ABD’nin liberal İnsan Hakları İzleme örgütü tarafından hazırlanan yüksek profilli bir rapor da bu analizi destekliyor. Analiz, Filistin’in “Ürdün Nehri’nden Akdeniz’e kadar Yahudi egemenliği” rejimi tarafından yönetildiğini söyleyen önde gelen İsrailli insan hakları örgütü B’Tselem tarafından da desteklendi.[3] İnsan Hakları İzleme Örgütü ve B’Tselem’in ileri sürdüğü argümanların temelinde, bölgede tek bir devletin, İsrail devletinin egemenliği elinde bulundurduğu ve Filistinliler ile İsraillileri ulusal kökenlerine göre ayrımcı ve eşitsiz bir tutumla yönettiği kabul ediliyor. Filistinlilere yöneltilen eşitsizliğe dayalı bu muamele, ister İsrail vatandaşı olsunlar ister işgal altındaki toprakların sakinleri olsunlar, her iki durumda da geçerlidir. Dahası, İsrail Devleti yalnızca dini ve etnik terimlerle tanımlanan bir grubun (“Yahudi halkı”) üyelerine tam vatandaşlık hakkı tanıdığı için, Filistinlilerin bu hiyerarşideki yerlerinden kurtulmalarının hiçbir yolu yoktur. Alexander, 2022.
  22. Age.
  23. age. sf. 60.
  24. Hedges, 2023.
  25. Margulies, 2004.

KAYNAKÇA

Alexander, Anne, 2022, “Filistin’de Apartheid’ı Bitirmek: Devrimci Bir Strateji Örneği”, Enternasyonal Sosyalizm, 10. sayı.

Callinicos, Alex, 2023, “Biden backs Israel in an unwinnable war”, Socialist Worker, Sayı: 2878.

Cliff,  Tony, 1994, Lenin: Partinin İnşası, çev: Tarık Kaya-Roni Margulies, Z Yayınları, İstanbul.

Hedges, Chris, “İsrail’in Aldatma Kültürü”, https://acikradyo.com.tr/ceviri/israilin-aldatma-kulturu

Herzl, Theodor, 2007, Yahudi Devleti, çev. Sedat Demir, Ataç Yayınları, İstanbul.

Karakaş, Şenol, 2013, “Doğan Tarkan: Ermeni ve Kürt halklarının savaşçısı”, Sosyalist İşçi, Sayı: 473.

Karakaş, Şenol, 2021, “Devrimci Bir Partinin İnşası”, Enternasyonal Sosyalizm, 8. Sayı.

Margulies, Roni, “Batıda yükselen ırkçılık: İslam/Arap düşmanlığı”

Marx, Karl, 2019, “İrlanda Sorunu Hakkında Marx’tan Mektup”, https://www.altust.org/2019/03/irlanda-sorunu-hakkinda-marxtan-mektup/ Roni Margulies alıntının altına şu açıklamayı yapmış: “Bu mektup Marx ve Engels’in mektuplarının toplandığı Seçme Yazışmalar 2, 1870-1895 (Sol Yayınları, 1996) adlı kitaptan alınmış ve tercümenin üzerinden geçilmiştir.”

Roberts, Michael, 2023, “Israel: Shattering of a dream”, https://thenextrecession.wordpress.com/2023/10/18/israel-the-shattering-of-a-dream/

Sosyalist İşçi, 11. sayı

Sosyalist İşçi, 2002, 172. sayı

Tarkan, Doğan ve Margulies, Roni, 2002, Direnen Filistin, Z yayınları, İstanbul.

Tarkan, Doğan, 2003, “ABD hegemonyası ve solda birlik”, Sosyalist İşçi.

sosyalizm