1964 Sürgünü: Yine Bir “Milli” Dava

Özden Dönmez

Rum vatandaşların, mübadele, 1919 Pontus katliamları, çeşitli yangınlar, varlık vergisi, 6-7 Eylül pogromuna kadar pek çok hak gaspına, saldırıya uğradığını biliyoruz. Bunların bir kısmı Varlık Vergisi gibi, bizzat açık açık devlet eliyle gerçekleştirilmiş, bir kısmı da devletin müdahale etmediği ya da “bilmediği” bir şekilde gerçekleşmiştir. 1964 yılında 16 Mart’ta alınan karar ile Rumların İstanbul’dan sürgün edilmesi de yine bizzat devlet eliyle, açık açık yapılan bir hak gaspı, bir eziyettir.

Devlet eliyle yapılan diğer bütün hak gasplarında olduğu gibi, 1964 sürgünü için de bazı temel adımlar atılarak bu mesele “meşrulaştırılmıştır”. Her türlü saldırıda olduğu gibi hemen hemen hiç değişmeyen bu adımların bugün de her türlü hak gaspında karşımıza çıktığını, bu itibarsızlaştırma, yalan haber yayma, “dış güçlerin oyunu” palavrasının eskimediğini görüyoruz.

16 Mart 1964’te ne oldu?

16 Mart 1964 günü nasıl bir karar alındı?

Yunanistan ve Türkiye arasında 1930 yılında imzalanan “İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Anlaşması”nı Türkiye tek taraflı olarak feshetti.

Yine aynı iki devlet arasında 1923‘te Lozan’da imzalanan bir başka sözleşme daha var: “Türk ve Rum Halklarının Mübadelesi Sözleşmesi”. Bu mübadele anlaşması, Rum Ortodoks Türkiye vatandaşlarının Yunanistan’a zorunlu göçünü, Yunanistan’da yaşayan Müslüman Yunanistan vatandaşların ise Türkiye’ye zorunlu göçünü düzenliyordu. Mübadele anlaşmasına göre, 1,7 milyon insan kendilerine sorulmadan hiç tanımadıkları yerlere, hiç bilmedikleri şehirlere göç ettirildi.

İşte bu mübadele sözleşmesinde istisnai bir durum vardı: Mübadele, 1918 öncesinden itibaren İstanbul’da oturan Rumları ve Batı Trakya’da oturan Müslümanları kapsamayacaktı. İstanbul’da kalan Rumların bir kısmı en az 3000 yıldır İstanbullu olmasına ve hatta bir kısmı Yunanistan’a hiç gitmemiş olmasına rağmen, Yunan uyruklu olarak, 1930 yılında yapılan anlaşma uyarınca, İstanbul’da ikamet edip, çalışıp, yaşadılar. Bu karşılıklı anlaşmanın 16 Mart 1964’te tek taraflı olarak feshedilmesi ile de binlerce yıldır yaşadıkları İstanbul’da Yunan uyruklular olarak anılıp sınır dışı edildiler. Bu anlaşmanın feshedilmesi sonucunda 12 bin 7241 Yunanistan pasaportlu İstanbullu Rum, ikametleri yenilenmeyerek sınır dışı edildi. Sınır dışı edilenler yıllar ve kuşaklar boyu İstanbullu olan Rumlardı. Bu sürgün kararı sadece Yunanistan uyruklu Rumları etkilemekle kalmadı, Türkiye vatandaşı olan akrabalarını, eşlerini ve çocuklarını da etkiledi. 16 Mart 1964’te alınan karar ile 30 bin insan sürgüne gönderildi. Anlaşma feshedilirken söylendiği gibi büyük bir tehdit oluşturmuyorlardı. Çoğu pastaneci, terzi, restoran işletmecisi, berber gibi mesleklerdendi.

Giderken…

1930 tarihli anlaşma ile İstanbul Rumlarının ikamet etme, gayrimenkul alma, satma gibi hakları vardı. Ancak sürgüne gönderilirken bırakın evlerini, birikimlerini almayı, sadece 20 kiloyu aşmayan bir bavul ve 200 lirayı geçmeyen bir parayla sınır dışı edildiler. Bankadan işlem yapmalarına engel olundu, ardından bankadaki paraları bloke edildi.

Rumlara ait 2902 adet gayrimenkule el konuldu. Bu gayrimenkuller işlerini yaptıkları dükkân, oturdukları ev gibi çoğu sıradan ihtiyaçlarını giderdikleri mallardı. Hatta gelecekte vergilerini ödememeleri ihtimaline karşılık mobilyaları bile haczedildi.

Meşru zemin

16 Mart günü alınan kararla 30 bin insanın hayatı kökten değiştirildi. Kimsenin gıkı çıkmadığı gibi, ateşe çok önceden odun taşınmaya başlanmıştı bile. 1964 kararı da ülkenin kuruluşundan beri sistematik bir şekilde gerçekleştirilen Türkleştirme politikalarının bir parçasıydı.

Sık sık karşımıza çıkarılan Kıbrıs’taki olaylar ve ülkemizin düşmanları kozu yine İstanbul’da yaşayan Rumları hedef tahtasına getirdi. Tabi ki Kıbrıs’ta gerginlikler olmasaydı Rumlar da sürülmeyecekti demek çok yanlış olur. 1964 Rum sürgününü sadece Kıbrıs ve dış politika kozu üzerinden okursak Cumhuriyet’in kuruluş aşamasından beri yapılan hak ihlallerini açıklamakta zorlanırız.

Örneğin, 1925 yılında kilise nikâhının yasaklanmasını açıklayamayız. 1934’te çıkan soyadı kanunu ile yabancı ırk ve milletlere ait isimlerin kullanılması yasağını açıklayamayız. Varlık Vergisi ile eşitlik ilkesinin ihlal edilmesini açıklayamayız. Bu yasaların ve yasakların yanısıra 1930’larda, 1960’larda yaygın olan “Vatandaş Türkçe Konuş”, “Türk Malı Kullan” gibi kampanyaları açıklayamayız. Bu listeye eklenebilecek yasak ve sayısız ayrımcı yasa var. Bunlardan bazıları şöyle: 1925-1930 yılları arasında İstanbul il sınırları dışına izinsiz çıkma yasağı uygulaması; 1927-1951 ve 1964 yıllarında çeşitli uygulamalarla Rumca eğitimin yasaklanması; 1924 yılında eczacılık, 1928 yılında doktorluğun gayrimüslimlere yasaklanması, bu meslekler için Türk olma şartı aranması; 1924 yılında gayrimüslim avukatların tasfiyesinin gerçekleşmiş olması. Bu liste uzayıp gidiyor maalesef.2

İstanbullu Rumların sürgün edilmesine yol açan anlaşmanın 16 Mart 1964’te iptal edilme kararı alınmasında Kıbrıs meselesi tabii ki çok etkili olmuştu. Ama çıkarılması için değil, kararın sorgulanmaması, kararın meşrulaştırılması açısından etkiliydi. 16 Mart öncesinde, başta Hürriyet, Tercüman, Son Havadis, Ulus, Cumhuriyet gibi gazetelerde çıkan haberlerin ya da köşe yazılarının zeminini oluşturması açısından etkili oldu.

6-7 Eylül 1955 pogromu öncesinde de aynı hava hâkimdi. Yine basın yoluyla, Patrikhane açıklamalar yapmaya zorlanıyordu. Gazetelerde Rumlar hakkında olumsuz haberler, köşe yazıları yer alıyordu. Fener Rum Patrikhanesi de çok uzun zamandır baskı altındaydı. Lozan’da, Patrikhane’nin İstanbul’da kalmasının ancak siyasetle ilgilenmeme koşuluyla mümkün olabileceğini dile getiren Türkiye, her Kıbrıs krizi çıktığında Patrikhane’den siyasi beyan istiyordu. Patrikhane’nin Kıbrıs’taki olaylarla ilişkisi olmadığını kanıtlaması için yapılan baskının sınırı yoktu.

Tercüman gazetesi yazarı Ahmet Kabaklı Rum Patriği Athenogaros’a hitaben 20 Ocak 1964’te şöyle yazıyordu: “Siz, kiliseniz ve kavminiz bütün varlığınızla bizim aptallık derecesine varan tarihi müsamahamızın, merhametimizin ve uzağı göremememizin yaratığısınız… Kavminizi her tarafta koruyan, zengin eden ve bu kadar şımartan siz değilsiniz. Fakat bizim milli şuursuzluktan ve tarihi düşmanlarımızı tanımamaktan doğan eksikliğimizdir.”3

Ahmet Kabaklı kin kusan yazılarında sadece Patrik’e karşı ırkçılık yapmıyordu. Yazıları tüm Rumlara dönük bir nefret söyleminden oluşuyordu. 20 Ocak 1964’te Tercüman’da yazdığı “Vatan Satma Vesaire” başlıklı ırkçı yazısında şunları söylemiştir: “Tepeden tırnağa ırkçı, aşiretçi, şoven bir soysuzdur Rumlar. Su uyur onlar uyumaz. Karşılarında bir saniye millî şuurdan yoksun olmaya gelmez. Kandırırlar, kaçırırlar, aldatırlar. Denk gelince öldürürler de…”4

Öfke ve kin kusan başka yazarlar da vardı. Son Havadis gazetesi yazarı Mümtaz Faik Fenik berber, pastacı, terzi gibi meslekleri olan İstanbullu Rumlar için şunları söylüyordu: “Bunlar 1930 tarihli anlaşmanın kolaylıklarından, bizlerin müsamahasından, ilgililerin dalgınlığından faydalanarak yıllar boyu İstanbul piyasasında hüküm sürmüş, kanımızı emmiş, öyle gelişmiş birtakım mahluklardır…” Öfkesini kusmakta hiç çekinmemiş Mümtaz Fenik.

Bu saldırgan üsluba sahip olanlar sadece gazeteciler değildi, örneğin İstanbul İl Meclisi Başkanlık Divanı’na 1964 Ocak ayında, İstanbul’daki Rumca ad taşıyan semtlerin Türkçeleştirilmesi için bir önerge verildi. Öneri benimsendi ve Galata’nın adı Karaköy, Samatya’nın adı Kocamustafapaşa oldu. Adalardaki sokak isimleri değiştirildi, Türkleştirildi.5 Sokak, mahalle isimlerinin dışında şirket isimlerinin de Türkçe olması şartı getirildi. İsimlerini değiştirmeyen şirketlerin ruhsatlarının yenilenmeyeceği duyuruldu.

Meclis ve milletvekilleri de çok farklı bir havada değildi. Trabzon Senatörü Yusuf Demirağ Ocak 1964’te şu sözleriyle kinini kusmaktan çekinmiyordu: “Tarih boyunca uşaklıktan ve başkalarının aleti olmaktan kurtulamayan ve fırsat buldukça her türlü canavarlığı yapmaktan zevk alan bu gözleri dönmüş mahluklar iyi bilsinler ki yaptıkları her cinayeti birkaç misli ödeyeceklerdir.”6

Kararnamenin iptalinden tam bir ay önce Manisa Milletvekili Hürrem Kubat başbakanın cevaplaması için Meclis’e bir soru önergesi verdi.7 Soru önergesinde Yunan uyruklu kişilerin sayısı, ne kadar gelir vergisi ödedikleri, gelir vergisi ödemeyenlere ne yapıldığı, Yunan uyrukluların iktisadi ve sosyal çalışmalarının yakından takip edilip edilmediği gibi sorular vardı.

Bunlar 16 Mart’ta sözleşmenin feshinin açıklanmasından hemen önce gerçekleşenlerdi. Tabi ki hiçbir şey lafta kalmıyor başka adımlar da atılıyordu. Rum esnafın mallarının boykot edilmesi kampanyası başlatıldı. Fesih kararıyla aynı gün Büyük Millet Meclisi, Hükümete Kıbrıs’a müdahale yetkisi verdi.

Karar sonrası Patrikhane’ye karşı tutum

Sınır dışı etme kararını basın tahmin edilebileceği gibi sevinçle karşıladı. Tercüman sırada başka müjdelerin de olacağını, Akşamgazetesi Rumların panik içinde olduğunu, Cumhuriyet gazetesi sınır dışı edileceklerin şaşkınlık içinde olduğunu yazıyordu. Son Havadis durumdan memnuniyetini gizleyemiyordu ve “Koynumuzdaki yılandan kurtulduğumuz için” sevinilmesi gerektiğini belirtiyordu.8

16 Mart kararının ardından pek çok gazete ve yazar tarafından Patrikhane de hedef gösterilmişti. Patrikhane önceki yıllarda da hedef gösterilmiş, 6-7 Eylül pogromunda saldırıya uğramıştı, ancak ilk kez 1965 yılında Türkiye Cumhuriyeti devleti ile resmi olarak gerilim yaşıyordu.

1965’te Hükümet ilk kez Patrikhane’nin hesaplarını kontrol etti ve İstanbul’dan atılabileceği tehdidini savurdu.9 Patrikhane açıkça Kıbrıs olaylarını kınasa da hatta Kıbrıs Türkleri için yapılan para kampanyasına bağış yapsa da yaranamıyordu. Dahası Meclis’te CHP İzmir Milletvekili Osman Sabri Adal, hükümete Patrikhane ile ilgili soru önergesi verdi.10 Beş maddelik soru önergesi özetle Patrikhane’nin çeşitli faaliyetlerinden hükümetin haberinin olup olmadığı ile ve Kıbrıs konusunda Patrikhane’nin tavrı ile ilgiliydi. Hükümet, soru önergesi üzerine, kendilerinin bilgisi dışında kurulduğu için Patrikhane’nin matbaasının kapatılmasına karar verdi. Ardından papazlardan gelir vergisi alınmasına da karar verildi.

Aynı dönemde İstanbul Belediyesi de Patrikhane’nin beş metreyi bulan duvarlarını tehlikeli bularak yarım metreye indirilmesini kararlaştırdı. Adını açıklamayan bir bakanın Fener Rum Patrikhanesi’nin bir hafta içinde istimlak edileceğini söylediği bir haber de gazetelerde yerini almıştı.

1964 ve sonrası: İmroz ve Bozcaada

1960’larda Türkiye Cumhuriyeti devletinin Türkleştirme politikalarından nüfusunun çok büyük çoğunluğunu Rumların oluşturduğu İmroz ve Bozcaada da nasibini aldı. İmroz adasının yüzde 90’ı Rumlardan oluşuyordu, adada yaşayan Türklerin büyük çoğunluğu devlet memuruydu. Bozcaada’nın ise yarısı Rumlardan, yarısı Türklerden oluşuyordu.11

O dönemde iki adadaki okulların yönetimi Rumlara aitti. Ancak Çanakkale Milletvekili Burhan Arat, 37 vekilin imzasıyla meclise bu konuyla ilgili bir kanun teklifi sundu.12 Arat bu okulların yönetiminin Rumlara bırakılmış olmasının milli bütünlüğe darbe indirdiğini söylüyordu ve bu teklifi kabul edilerek adadaki Rum okulları Millî Eğitime bağlandı.

Aynı esnada gazeteler de yine boş durmuyor, iki Ada hakkında şöyle şeyler yazıyorlardı: “Adanın tüccarı, esnafı, dişçisi ve doktoru da onlardan”, “Papazlar dini kıyafetleriyle sokağa çıkıyorlar”, “Sinsi faaliyetler için Yunanistan’dan Rumca film ve piyesler istiyorlar.”

Adalara daha önce de iskân politikası ile müdahale edilmeye çalışılmıştı. Örneğin, önceki hükümetler 55 Sürmeneli aileyi İmroz’a yerleştirmişlerdi, ancak bu planlar pek tutmamıştı.13

1964’e gelindiğinde İmroz ve Bozcaada MGK’nın gündemine geldi. 27 Mart 1964’te MGK’da alınan kararlar özetle şöyle idi:

  1. Adaların kadastrosunun yapılması
  2. Kültürlü ve yüksel tahsilli bir müftü tayini
  3. Modern bir cami inşası
  4. Açık tarım cezaevi tesisi
  5. Devlet üretme çiftliği kurulması
  6. Yatılı ilk öğretmen okulu inşası
  7. Bir jandarma er eğitim taburunun İmroz’a intikali.14

Bu sefer, toplam nüfusu 7 bin civarında olan her iki adaya, 6 bin Türk’ün iskanına karar verildi. 6 Rum Okulu ve merkez Ortaokulu kapatıldı. Yarı açık bir cezaevi kurulmasına karar verildi, Balıkesir’den bir jandarma taburu adalara yerleştirildi. Millî Savunma Bakanlığı Rum arazilerini askerîleştirdi. Bu uygulamaların içinde en acımasızlarından biri, İmroz’a cezaevi açılması idi. 1966’da Dünya gazetesinde çıkan habere göre, Avrupa’nın en büyük cezaevi olacak ve 30 bin dönümlük bir alanı kapsayacaktı. İçindeki 2000 mahkûm serbestçe dolaşabileceklerdi. Cezaevinde jandarma bulunmayacak, savcılar tarafından yönetilecekti.15

Cezaevinin inşa edileceği 30 bin hektarlık arazi tabi ki Dereköylülerin topraklarına el konularak elde edilmişti. Haberi duyan 1600 Dereköylünün 300’ü hemen göç etti. Cezaevi açıldıktan sonra mahkûmların hemen cezaevinin yakınında olan Dereköy’deki evlere girdikleri, mallarını çaldıkları, kadınlara tecavüz ettikleri haberleri üzerine çok daha büyük göçler gerçekleşti.16 Bugün bile Cezaevi kapanmış olmasına rağmen Dereköy hala bomboş bir Rum köyüdür.

1984 yılına kadar Adanın bütününde uygulanan istimlak politikaları, geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlayan Rumları zor durumda bıraktı. Kullanılabilir arazinin yüzde 57’si 1969’a kadar, yüzde 95’i 1984’e kadar lojmanlar, kamu binaları, cezaevi, askeriye için istimlak edildi.17

Adada yaşayan Rumların hem tarım ve hayvancılık faaliyetine devam etmelerine izin verilmiyor hem okulları kapatılıyor hem açık cezaevi kuruluyor hem de topraklarına el konuyordu. Bütün bu politikaların sonunda adadaki Rum nüfusu 200 kişiye indi.

Rum Okulları

Rum okulları da bu süreçten hem İmroz ve Bozcaada’da olduğu gibi bazı özel hamlelerle hem de nüfusun azalmasından kaynaklı olarak etkilenmiştir. 1923’te 16.123 öğrencisi olan Rum okullarındaki öğrenci sayısı 1978 yılına geldiğinde 1147’ye düşmüştü. Hükümet, ihanet yuvası olarak gördüğü azınlık okullarını da çeşitli önlemlerle kontrol altına almak istiyordu.

1963 yılında yayınlanan kararname ile yabancılar tarafından açılmış özel okullara Türk müdür başyardımcısı atanmasına karar verilmişti. Ancak bu daha sonra Türk vatandaşı olan azınlıkların okullarına da Türk asıllı ve Türkiye Cumhuriyeti uyruklu müdür yardımcısı atanmasına dönüştü. Artık Türk vatandaşı olsun olmasın, azınlık okullarında geniş yetkilere sahip Türk müdür başyardımcıları bulunmaya başladı.18 Bu Türk müdür başyardımcılarının onayı olmadan hiçbir işlem yapılamıyordu.

Bununla birlikte, 1964’ten itibaren, azınlık okullarında Rum öğretmenlerin çalıştırılmasına yönelik bazı güçlükler çıkarılmaya başlandı. Örneğin, öğretmenlerin Türkçe yeterlilik sınavına girmesi şart koşuldu, okullardaki denetimler artırıldı. Mart 1964’te Ortodoks din adamlarının azınlık okullarına girmesi yasaklandı. Lozan’a aykırı olmasına rağmen, Ortodoks dualarının derslerde ve ders kitaplarında yer alması da yasaklandı.19

Zaten nüfusun azalması ile öğrencisiz kalan okullar bu tür baskılarla hepten güç duruma düştüler.

Babil Derneği’nin “20 Dolar 20 Kilo” sergisi için söyleşi yaptığı Andon Parizyanos İstiklal Caddesi’nde bulunan Rum okuluna ilişkin şunları anlatıyor:

Bizim bulunduğumuz okula, Özel Zoğrafyon Lisesi’ne 1962’de öğrenciler sığmıyordu. Yönetim Kurulu o zaman özel izinle iki kat ilave etti. Fakat 1964 sürgün olayından sonra okulun öğrenci sayısı yarı yarıya düştü.20

Gidenler

Azınlık okullarının, ibadethanelerinin, bağlarının, tarlalarının, hayvanlarının, evlerinin, köylerinin başına bunlar gelirken, yıllardır İstanbul’da yaşamış olmalarına rağmen Türk tebaasından sayılmayan İstanbullu Rumlar hakkında da sınır dışı edilme kararı çıktı.

Aslında imzalanan anlaşmayı tek taraflı iptal etmek de kolay değildi. Taraflardan birinin anlaşmayı tek taraflı iptali, karşı tarafı 6 ay önceden uyarması ile mümkün olabilecekti. Yani iptal kararı alınsa dahi aslında uygulamaya, yani zorunlu göçe 6 ay sonra başlayabileceklerdi. Ancak ülke güvenliği söz konusu ise karar hemen uygulanabilecekti. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti hemen bu maddeye sığındı ve ilk sürgünleri vermeye başladı. Tabi ki yine arkasına basının desteğini de alarak. Gazetelerde artık her türlü suçta kötü bir “Rum” geçmekteydi21: “Rumlarla iş yapan dolar sahtekârları yakalandı” (Son Havadis, 30 Nisan 1964), “Üç Rum genci bir Türk’ün yolunu keserek dövdü, nedeni bilinmiyor” (Son Havadis, 8 Eylül 1964), “Âşıklara tenzilat yapan Rum büyücü yakalandı” (Akşam, 10 Eylül 1964).

Yine “dış güçler devreye girmişti”, yine “devletimizin ve milletimizin bekasını tehdit edenler” vardı. 16 Mart’ın hemen ardından sınır dışı edileceklerin listeleri yayınlanmaya başladı. 2-10 gün içinde Türkiye’yi terk etmeleri söylendi. Şubeye götürülüp ne olduğunu okumalarına izin verilmeyen bir kâğıt imzalamak zorunda kaldılar. 1964 mağdurlarından Dionysos Angelopoulos yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

17 Temmuz 1964 Cuma günüydü, hatırlıyorum. 4. Şube’ye gitmiştik. Orada bir şeyler yazıldıktan sonra biz imzalamak zorunda kaldık. Daktiloya yazarken bir göz attım ve o anladı. Bana dedi ki “Okumayın, sizi alakadar etmez”. Ondan sonra parmak izi, numaralı fotoğraf, boy ölçümü… Dişlerimize baktılar, altın diş var mı diye…22

Bu imzaladıkları belge ile kendilerine yöneltilen suçları kabul etmek zorunda kalıyorlardı. Yasaları çiğnediklerini, Türkiye aleyhine faaliyette bulunduklarını, Kıbrıs’taki Yunan teröristlere para gönderdiklerini ve Türkiye’yi kendi hür iradeleriyle terk ettiklerini kabul ediyorlardı.

Pek çok abuk sabuk ya da yalan bahaneyle 12 bin insan yerlerinden edildi. Gün be gün sınır dışı kararı alınanların isim listeleri gazetelerde yayınlanıyordu. Sınır dışı edilmenin sebeplerinden bir tanesi de yalnızca Türklerin yapabileceği işlerde çalışmaktı. 375 kişiye sadece Türklerin yapabileceği işleri yaptıkları için sınır dışı edileceği, işlerini tasfiye etmeleri gerektiği uyarısı yapıldı.23 Bu 375 kişinin 108’i marangozdu, 65’i kunduracı, 10’u rahibeydi. Yapmaları yasak olan işler bu şekilde devam ediyordu; berberlik, ebelik, garsonluk…

TC’nin en sevdiği: Azınlık malları

Türkiye’de yerleşik, zaten yıllardır burada oturan insanlar apar topar yurtlarından oluyorlardı ama hiçbiri temelli gideceğini düşünmedi. Nasıl olsa geleceğiz, diye düşünüyorlardı. Babil Derneği “20 Dolar 20 Kilo” sergisi için yapılan söyleşide Büyükada sakinlerinden Ahmet Tanrıverdi şöyle diyordu: “Bazıları o kadar gitmeye hazırlıklı değildi ki ‘Biz nasılsa geleceğiz’ deyip buzdolabını bile fişte bıraktılar. Evini kapatıp gidenlerden iki tanesi anneme getirip anahtarlarını verdi. ‘Tekrar döneceğiz, sende dursun. Ama uzarsa iş, fişi çekersin, yemekleri çıkarırsın, kedilere verirsin…”24

Dönemediler, dönemedikleri gibi hayatları boyunca biriktirdiklerine de el konuldu. 17 Nisan tarihinde Maliye Bakanlığı tüm bankalardan Yunan uyruklu Rumların hesap durumlarıyla ilgili bilgi istedi, 7 Mayıs 1964’te ise tüm hesapları bloke edilmişti. Aynı yıl aralık ayında “gizli” bir kararname ile sadece bankadaki paraların değil, gayrimenkullerine ilişkin hakların da dondurulmasına karar verildi.25 Türk makamlarına göre, 1964’te 200 milyon dolar civarında gayrimenkule el konuldu. Bu sayı, Yunan makamlarına göre 500 milyon dolar civarındaydı. 1964’te toplam 1600 gayrimenkule el konduğu söylense de 1988’de 1964 kararnamesinin iptal edilmesiyle el konulan gayrimenkullerin sayısının 2902 olduğu ortaya çıktı.26

1964 yılında yaşanan sürgün kararı Türkiye’de yaşayan Rumların hepsini etkileyebilecek bir karar değildi elbette. Alınan karar “resmi” olarak sadece İstanbul’da yaşayan Yunanistan uyrukluları kapsıyordu. Ancak gerçekleşen gayri resmi sürgün bundan çok daha fazla insanı kapsadı. Boykotlar, yapılan kampanyalar, İmroz ve Bozcaada’da yaşananlar, Rumca eğitimin ve okulların durumu, Rumlara dönük iflah olmaz bir dilin hem siyasilerde hem de gazetelerde hâkim olması başka başka göçleri de getirdi.

Şimdi

Kimlerin başına ne geldi? Aileler nasıl dağıldı? İnsanlar nasıl üzüldü, kaç kişi intihar etti, gidenler neler yaşadı? Bu kadar acıyı bu satırlara sığdırmak maalesef mümkün değil.

Bu insanların acılarını dindirmemiz de mümkün değil. Ama görüyoruz ki itibarsızlaştırma, yalan haber yayma, hedef gösterme, “milli bütünlüğümüze engel olma” bahaneleri hiç eskimiyor. Her gün başka bir kimliğe, her an başka bir hakkımıza yapılacak yeni bir saldırının bahanesi olarak kullanılıyor.

Bütün bu bahanelerin hala eskimemesinin sebebi, geçmişle yüzleşememek, özür dilememektir. O halde, bu saldırıları durdurmak da bizim elimizde. Geçmişle yüzleşmek, özür dilemek de…

Kaynakça

Akgönül, Samim, 2012, Türkiye Rumları: Ulus Devlet Çağından Küreselleşme Çağına Bir Azınlığın Yok Oluş Süreci, Çev: Ceylan Gürman, İletişim, İstanbul.

Bağımsız Araştırma Bilgi ve İletişim Derneği, 2014, 20 Dolar 20 Kilo: Cumhuriyet Tarihinin En Büyük Sürgün Hikayelerinden Biri, İstanbul.

Demir, Hülya ve Akar, Rıdvan 1994, Rıdvan İstanbul’un Son Sürgünleri, İletişim, İstanbul.

Macar, Elçin ve Katsanos, Yorgos, 2019, “ İmroz’dan Gökçeada’ya giderken: 1964’te ne oldu? “, İstanbullu Rumlar ve 1964 Sürgünleri, Der: İlay Romain Örs, İletişim, İstanbul.

Oran, Baskın, 2019, “1964 Sürgünleri: Kıbrıs Meselesi mi “Prensip” Meselesi Mi?”, İstanbullu Rumlar ve 1964 Sürgünleri, Der: İlay Romain Örs, İletişim, İstanbul.

Örs, İlay Romain, 2019, İstanbullu Rumlar ve 1964 Sürgünleri, İletişim, İstanbul.

Oran, 2019, s. 22.

Oran, 2019, s. 27-28.

Demir ve Akar, 1994, s. 31.

Akgönül, 2012, s. 260.

Demir ve Akar, 1994, s. 31.

a.g.e., s. 31.

a.g.e., s. 33.

Akgönül, 2012, s. 262.

Demir ve Akar, 1994, s. 121.

10 a.g.e., s. 124.

11 a.g.e., s. 149.

12 a.g.e., s. 150.

13 a.g.e., s. 151.

14 Macar ve Katsanos, 2019, s. 167.

15 Macar ve Katsanos, 2019, s. 173.

16 Macar ve Katsanos, 2019s. 174.

17 Macar ve Katsanos, 2019, s. 176.

18 Akgönül, 2012, s. 296.

19 a.g.e., s. 297

20 Bağımsız Araştırma Bilgi ve İletişim Derneği, 2014, s. 19.

21 Demir ve Akar, 1994, s. 65.

22 Bağımsız Araştırma Bilgi ve İletişim Derneği, 2014, s. 25.

23 Demir ve Akar, 1994, s.80.

24 Bağımsız Araştırma Bilgi ve İletişim Derneği, 2014, s. 42.

25 Akgönül, 2012, s. 271.

26 Akgönül, 2012, s. 273.

Enternasyonal Sosyalizm