Türkiye’de iklim politikası

Erkin Erdoğan

Küresel iklim değişikliğinin en önemli ve acil sorunlarımızdan biri olduğu, dünyada ve Türkiye’de giderek daha fazla sayıda insanın üzerinde anlaştığı bir düşünce haline geldi. Konda’nın 2019 yılında yayınladığı bir anket çalışmasına göre[1] Türkiye’de her on kişiden en az altısı iklim değişikliğinden endişe ettiğini belirtiyor ve katılımcıların yarısı iklim değişikliğinin etkilerini hâlihazırda hissettiğimizi söylüyor. Toplumun yüzde 55’i hükümetin bu konuda bir şey yapmadığı, on kişiden altısı ise yerel yönetimlerin çaba göstermediği düşüncesine sahip. İklim krizi hakkında yükselmekte olan farkındalığı her şeyden önce iklim aktivistlerinin ve iklim bilimcilerinin muazzam çabasına borçluyuz. Toplumun küresel iklim değişikliği hakkındaki fikrini değiştiriyor olması, her türden inkârcılığa ve fosil yakıt endüstrisinin oldukça varlıklı lobilerine karşı büyük bir kazanımdır. Ancak ortaya “iklim değişikliğini durdurmak için ne yapmalıyız” diye bir soru atarsak, karşımıza çıkan yanıtlar işin hâlâ başında olduğumuzu ortaya koyar nitelikte olacaktır. Hele Türkiye gibi bugüne dek atmosfere salınmış sera gazlarındaki tarihsel sorumluluğu nispeten az olan piyasa ekonomilerinde, çözüm konusundaki kafa karışıklığı çok daha üst seviyelerde seyrediyor.

İklim değişikliğinin çok boyutlu ve kapitalist ekonomik yapı içerisinde rekabet ve sermaye birikimi gibi mekanizmalar nedeniyle kendiliğinden çözüme kavuşturulamayacak bir konu olduğunu akıldan çıkarmadan bu meseleye yaklaşırsak, iklim politikalarının üzerindeki sır perdesini aralamak bir nebze daha kolaylaşacaktır. Kapitalizm olarak adlandırdığımız dünya çapındaki üretim şebekesi ve bu mekanizmanın başında duran sermayedarlar, varlıklarını her şeyden önce doğal süreçler üzerine kurdukları birikim sistemine borçlu. Bugüne dek hakim olan doğayla ilişkilenme biçiminde iklim değişikliğinin dayattığı zaruretler nedeniyle değişiklikler yapma gereksinimi, bir dizi zincirleme reaksiyona neden oluyor. Sermaye birikim sürecinin önceki konumlanışındaki bu zaruri değişiklik ister istemez hem egemen sınıflar içerisindeki, hem de işçi sınıfı ile sermaye arasındaki mücadelenin düzeyine göre yeni bir diziliş yaratıyor. Bu sınıf mücadelesine dinamizmini veren somut soru şu: İklim değişikliğine uyum politikalarının ve karbon emisyonlarını azaltacak düşük karbon ekonomisine geçişin maliyetini kim ödeyecek? İklim değişikliğini durdurmak için gerekli olan çabanın dünya çapında verilmesi gerektiğini de göz önüne alırsak, sorunun boyutunu biraz daha büyütebiliriz: İklim değişikliği politikalarının hayata geçirilmesinde hangi ülkenin ne kadar sorumluluğu var; bu politikaların maliyeti nedir ve bu maliyeti ülkeler içerisinde hangi sınıf ne kadar üstlenecek?

İklim politikasına her farklı çıkar grubunun, endüstrinin ve ülkenin kendi öncelikleri doğrultusunda müdahale ettiği ve kendi işine gelen araçları ön plana çıkardığı bir sır değil. Karbon emisyonlarını azaltma noktasında yarardan çok zararı olan emisyon ticaret sistemi gibi araçların karşımıza hâlâ çözüm olarak çıkarılıyor olması, tam da bu tür mekanizmaların bazı şirketlerin ve devletlerin çıkarlarıyla örtüşüyor olmasıyla alakalı. İklim değişikliği politikalarının sahte değil, gerçek değişimleri yaratabilmesi ve iklim krizinin oluşturduğu maliyetin işçi sınıfına ve ezilenlere değil, bu krizi yaratan sermayedarlara çıkarılabilmesi büyük ölçüde bu tartışmalara müdahale yeteneğimize, iklim hareketinin net tutumlar almasına ve güçlü bir antikapitalist iklim hareketini örebilmemize bağlı.

Türkiye’deki iklim aktivistleri olarak işe öncelikle kendi evimizin önündeki çöpü temizleyerek başlamamız gerekiyor. Bunun için de Türkiye’deki iklim politikasının nasıl bir eksende belirlendiğini, ne tür çözümlerin tartışıldığını ve bu çözümler içerisinde hangi araçların iklim krizini durdurmak için anlamlı katkılar sunabileceğini detaylı bir şekilde incelemek önemli bir adım. Bu yazıda iktisat, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler yazını içerisinde Türkiye’deki iklim politikaları üzerine yapılan tartışmaları eleştirel bir gözle değerlendireceğim. Elbette ki akademisyenlerden ve araştırmacılardan beklediğimiz şey çok seslilik ve farklı fikirlerin, hele iklim değişikliği gibi kritik ve çok odaklı bir konuda, canlı tartışmaların yürütülmesi. Ancak baştan ifade etmem gerekiyor ki, maalesef değerlendireceğim makalelerde yapılan tartışmanın yürüdüğü anaakım piyasacı eksen oldukça rahatsız edici ve bir aşamadan sonra da can sıkıcı. Sadece adını bile duymadığımız akademik dergilerdeki tartışmaların tonundan bahsetmiyorum, mesela WWF Türkiye ve İstanbul Politikalar Merkezi’nin 2015 yılında yayınladığı “Türkiye İçin Düşük Karbonlu Kalkınma Yolları ve Öncelikleri – Türkiye’de İklim Dostu Kalkınma: Makro Düzeyde Bir Değerlendirme” raporu[2] da böylesi bir zeminde. Ama belki tam da iklim hareketi içerisinde birlikte mesaimiz olmuş arkadaşların böylesi piyasacı çözümleri raporlarla ve makalelerle karşımıza çıkarması, bu konuya nasıl yaklaştığımıza dair temel soruları sormanın ne kadar elzem olduğunu bir kez daha gösteriyordur.

İklim Değişikliği Politikasının Motivasyonu

İklim değişikliğinin Türkiye’ye etkileri üzerine yapılan çalışmaların 2000’li yıllardan ve özellikle de Kyoto Protokolü’nün parlamentoda onayladığı 2009 yılından itibaren yoğunlaştığını görüyoruz. Türkiye Doğu Akdeniz havzasında iklim değişikliğinden doğrudan etkilenecek bir coğrafyada yer aldığı için, bu çalışmaların ortaya çıkardığı detaylı tablo, iklim politikası açısından temel bir hareket noktası oluşturuyor.

Uzuner ve Dengiz’in bu yıl yayınladığı bilimsel bir makaleye göre[3] Türkiye’nin sadece yüzde 12’lik bir kesimi çölleşme riskinden muaf bulunuyor. Ülkenin yüzde 60’lık bir bölümü çölleşme açısından hassas ve kritik bölge kategorisinde. İklim değişikliğinin Türkiye’de orman yangınlarını artırması ve yağışlarda azalma, kuraklık, sel ve aşırı sıcak dalgaları gibi uç iklim olaylarına sebebiyet vermesi bekleniyor.[4] Tarım ve Orman Bakanlığı’nın kısa zaman önce yayınladığı “İklim Değişikliği ve Tarım” başlıklı rapor[5] Türkiye’nin olası senaryolar üzerinden politika planlaması yaparken önümüzdeki 10 ila 20 yıllık bir vadede 2-3 °C’lik bir ortalama sıcaklık artışını göz önünde bulundurması gerektiğini ifade ediyor. Rapor, TÜSİAD’ın “Tarım ve Gıda 2020” başlıklı çalışmasına referansla, ortalama 1,1 ila 1,3 °C’lik bir sıcaklık artışının 2030-2034 arasını kapsayan ilk dönemde yüzde 1’lik, 2040-2049’u kapsayan ikinci dönemde ise yüzde 1,4’lük bir Gayri Safi Milli Hâsıla (GSMH) azalışına yol açacağı tahminine yer veriyor. Resmi düzeydeki iklim değişikliği politikasını belirleyen makasın bir ucunda yer alan olgu bu. Eğer önlem alınmaz ise iklim değişikliği kaçınılmaz bir şekilde refah kaybına ve bir dizi felakete sebep olacak.

Makasın diğer ucunda ise iklim değişikliğini önlemek için gerekli olan politikaların maliyeti yer alıyor. Son yıllarda sekteye uğramış gibi görünse de, Türkiye, gelişmekte olan bir piyasa ekonomisi olarak hızlı bir kalkınma süreci içerisinde ve bunu sürdürmek için yüksek büyüme hedeflerine sahip. Türkiye, hükümet sözcülerinin sıklıkla tekrar ettiği gibi, Dünya Bankası verilerine göre 2018 yılında 771 milyar dolar GSMH ve 9370 dolar kişi başı gelirle dünyanın 19. ekonomisi olmayı başarmış bir ülke. Son 15 yıl içerisinde başta imalat, ticaret ve inşaat olmak üzere birçok sektörde gözle görülür büyüme oranları yakalandı. İklim politikasını belirlerken Türkiye egemen sınıfının göz önünde bulundurduğu temel öncelik, bu büyüme patikasına herhangi bir şekilde zarar vermemek ve iklim politikalarını mümkün olduğunca ekonomi üzerinde ekstra bir yük yaratmadan hayata geçirmek. Birçok belgede bu yaklaşımın izlerine rastlamak mümkün, ama belki de en öz ifadesi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın hazırladığı “Türkiye İklim Değişikliği Stratejisi 2010-2023” belgesinde bulunuyor:

“Türkiye gelişmekte olan bir ülke konumundadır. Bu nedenle, emisyon azaltımı, kapasite geliştirme, uyum, teknoloji transferi, ormansızlaşma ve orman alanlarının bozulması neticesinde artan emisyonların azaltılması konularında gelişmekte olan ülkelere yönelik mevcut ve yeni oluşturulacak finansman imkanları ve mekanizmalardan ülkemizin de faydalanmasına olanak tanınması gerekmektedir. Bir başka ifade ile, Türkiye benzer ekonomik gelişmişlik düzeyindeki ülkelere sağlanan finansman ve teknoloji transferi imkanlarından da yararlanmak suretiyle emisyon azaltım eylemlerini ve iklim değişikliğine uyum sağlama çabalarını sürdürmeyi hedeflemektedir.”[6]

Net olarak ifade edildiği gibi, Türkiye’nin iklim değişikliği ile ilgili maliyet yaratabilecek bir adım atması, bunun gelişmekte olan ülkelere tanınan uluslararası fonlarla karşılanması koşuluna bağlanıyor. Aynı şekilde Türkiye’nin UNFCCC’ye sunduğu Yedinci Ulusal Bildirim’de belirlenen artıştan azaltım hedefi de böyle bir şarta bağlı: “Türkiye’nin Yeşil İklim Fonu’ndan uluslararası finansal, teknolojik, teknik ve kapasite geliştirme destek finansmanını kullanabilmesi şartıyla, ilgili COP Kararlarını anımsatan, Azaltım (Önlemler Gözetilen) Senaryosu, 2030 yılına kadar olan Referans (Önlemler Gözetilmeyen) Senaryoya kıyasla yaklaşık 246 Mton CO2 emisyon azaltımı önermektedir.”[7] Fakat Türkiye, Kyoto Protokolü ve Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) içerisinde gelişmekte olan ülke kategorisinde değil, emisyon azaltım yükümlülüğü olan Ek-I ülkeleri arasında yer aldığı için böylesi bir yardımın Türkiye’ye sağlanması söz konusu olamaz. Dolayısıyla da iklim değişikliği konusunda resmi makamlar laf çevirmek ve soyut ifadelerle süslü dokümanlar hazırlamak dışında somut bir adım atmıyor.

İklim Değişikliği Politikalarının Maliyeti

Türkiye’nin iklim stratejisinde kilit bir noktada olan maliyet üstlenmeme tavrının arkasında çeşitli faktörler bulunduğunu öne sürebiliriz ve odaklanmamız gereken şey tam da bu yaklaşımın kendisi. Öncelikle bu maliyet öngörüsünün neye dayandığına ve eğer gerçekten var ise iklim politikasının Türkiye için nasıl bir masraf çıkaracağına bakalım.

İklim politikalarının olası ekonomik ve çevresel etkileri üzerine Türkiye’de yapılmış çalışmaların sayısı son derece sınırlı. Benim bilgim dahilinde olan ilk önemli çalışmalardan biri Çağatay Telli, Ebru Voyvoda ve Erinç Yeldan’a ait olan 2008 yılında yayınlanmış “Türkiye’de Çevre Politikasının Ekonomisi: İklim Değişikliği Sektörel Emisyon Azaltım Politikalarının Genel Denge Araştırması ile Ekonomik Bir Değerlendirmesi” başlıklı makale. Makalede yazarlardan birinin Devlet Planlama Teşkilatı’nda görevli olduğu, diğer ikisinin ise ODTÜ ve Bilkent’te görev yapan akademisyenler olduğu belirtiliyor. Ayrıca makale Türkiye hükümetinin de doğrudan desteklediği bir proje sayesinde hazırlanmış; dolayısıyla etkili bir çalışmadan bahsettiğimizi ifade etmek gerekiyor. Araştırma 10 sektöre dayanan bir Hesaplanabilir Genel Denge (HGD) modeli üzerine inşa edilmiş. Analize konu olan çeşitli politika senaryoları bulunuyor, ki bunlardan en önemlileri yüzde 90, yüzde 80 ve yüzde 60 olmak üzere üç farklı oranda emisyon kotası oluşturmayı hedefleyen karbon vergisi uygulamaları ile yüzde 10 ve yüzde 20’lik iki farklı orandaki enerji vergisi.[8] Modelde çevre politikası sonucu elde edilen vergilerin eşzamanlı olarak kamu bütçesine dahil edildiği varsayılmış.

2003-2020 arası bir dönem için projeksiyon yapan çalışmanın sonuçları oldukça çarpıcı. Yazarlar referans senaryoya göre yüzde 60’lık karbon emisyonu kotası (yani görece olarak yüzde 40 emisyon düşüşü) elde etmek için, 2006-2020 yılları arasında yıllara göre değişen yüzde 15 ila 20 oranında bir karbon vergisi uygulamak gerektiğini hesaplıyor. Bu uygulamanın sonucu ise 2020’ye gelindiğinde referans senaryoya göre yüzde 30’luk bir GSMH düşüşü. Yüzde 20 oranında uygulanacak enerji vergisi (modelde kömür, petrol, doğal gaz ve elektrik olmak üzere dört tip enerji girdisi bulunuyor) kotadan farklı olarak yüzde 25,8’lik bir karbon emisyonu düşüşüne yol açıyor ve GSMH’da yüzde 8,8’lik bir azalma yaratıyor. Ancak enerji vergisinin, karbon kotasından farklı olarak neredeyse yüzde 20’ye varan bir işsizliğe yol açacağı bulgusuna ulaşılmış. Makalede bir dizi başka iklim değişikliği politika senaryosu daha analize konu ediliyor, ancak ifade etmek istediklerim açısından bu iki sonuç yeterli olacaktır.

Telli, Voyvoda ve Yeldan’nın araştırmasında yer alan bulguların işaret ettiği temel şey, iklim değişikliğini durdurmak için uygulanacak politikaların Türkiye’de daha önce görülmemiş büyüklükte bir milli gelir kaybına sebebiyet vereceği. Türkiye ekonomisi 1990’lı yıllardan itibaren bir dizi ekonomik kriz yaşadı ve GSMH 1994’te yüzde 6,1, 1999’da yüzde 6,1 ve 2001’de yüzde 9,4 küçüldü.[9] Makalede öngörülen görece yoksullaşma, bu krizlerin toplamda yarattığı kaybın bile daha ötesinde. HGD modellini kullanan birçok makalede gördüğümüze benzer şekilde, Telli, Voyvoda ve Yeldan’nın araştırması veri kaynağı, modelin mekaniği ve iklim değişikliği politikalarının işleyişi hakkında sınırlı bilgiler içeriyor. Fakat yine de yüzde 20’lik karbon vergisinin yüzde 30’luk bir milli gelir kaybına yol açacağı gibi uç bir iddiada bulunan bu modelin problemli yanlarına dair temel birkaç yorum yapmak isterim.

Öncelikle genel denge analizi, kökeninde yer alan neoklasik Cobb-Douglas üretim fonksiyonu ve buna bağlı olarak var olduğu kabul edilen bir dizi hayal ürünü ön koşul nedeniyle içsel kusurlar barındırır. Bu nedenle modelin dinamiği ve politika senaryolarının dayandırıldığı referans senaryonun kendisi problemlidir. Bu yazıyı bir neoklasik iktisat eleştirisine çevirmek belki gereksiz olacak, ancak son dönemde iklim değişikliği alanında çalışan anaakım iktisatçılar arasında HGD modelleri kullanmak adeta moda haline geldiği için, bir iki noktayı daha kısaca açmakta yarar görüyorum.

Telli, Voyvoda ve Yeldan’nın modelinde yer alan Walrasgil yaklaşım ve genel olarak neoklasik iktisat, ekonomi teorisini, yanlışlığı ve gerçek hayata uyumsuzluğu defalarca kanıtlanmış olan bir varsayımlar dünyası üzerine kuruyor. Bu dünyada bireyler fayda maksimizasyonu ve diğer ekonomik aktörler de kâr maksimizasyonu sağlamak için rasyonel tercihler yapmaktadırlar. Bu rasyonel tavrın sürdürülebilmesi için gerekli olan bilgi toplumla tam ve kusursuz bir şekilde paylaşılır. Fiyatlar arz ve talebin buluştuğu noktada oluşur. Her arz kendi talebini yarattığı ve eksik talep gibi bir durum olamayacağı için sistem sürekli olarak optimal bir dengededir. Tasarruflar hep yatırıma dönüşür, para sadece bir değişim aracıdır. Üretim ve gelir paylaşımı sınıf mücadelesinin değil, sermaye ve işgücü arasındaki faktör donatımının bir fonksiyonudur. Piyasaları güç ilişkileri değil, kaynakların fiyat mekanizması üzerinden etkin dağılımı belirler. Öyle bir dünyadır ki bu, “diğer faktörleri sabit tutup ücretleri düşürürseniz, sonuç daha fazla insanın istihdam edilmesi olacaktır”.[10] Yani aslında işsizlik de sistemden değil, yapısal olgulardan veya yüksek ücret talep eden çalışanlardan kaynaklanır.

Anaakım iktisat kuramının merkezinde duran Walrasgil yaklaşımın günümüzde genel denge modelleri ile karşımıza tekrar tekrar çıkarılmasını ekonomik eğilimleri anlamaya çalışma ve dünyayı açıklama çabasından ziyade, ideolojik bir manifesto olarak görmek daha doğru olacaktır. Çünkü bu modeller hakikati değil, ideolojik beklentilerin gücünü ölçmeye yarıyor.

Marx’ın Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerinde detaylı olarak ortaya koyduğu üzere, kâr oranlarının düşme eğilimi[11] nedeniyle sermayenin yeniden üretimi ve dolaşımı[12] hiçbir zaman denge düzeyinde gerçekleşmez. Kapitalist birikim süreci içerisinde, Marx’ın sabit sermaye olarak ifade ettiği makine ve fabrika gibi yatırımların oranı, değişen sermayeye, yani emek gücüne harcanan miktara göre artacaktır. Piyasaya verilen ürün miktarının kaçınılmaz olarak fazlalaşması ve fiyatların giderek düşmesi ile birlikte sistem bir aşırı üretim krizine sürüklenecek; bu döngü genişleme, durgunluk ve kriz dönemleri şeklinde devam edecektir.

Konu ettiğimiz makaleye dönecek olursak, Telli, Voyvoda ve Yeldan’ın 2003-2020 yılları için hesapladığı referans senaryoya baktığımızda, modelin yukarı yönlü ve yaklaşık olarak çizgisel bir büyüme oranı izlediğini gözlemliyoruz ki bu büyüme de yazarların verdiği yıllık ortalama yüzde 2’lik faktör üretkenlik artışı ile koşullanmış. Bu üretkenlik artışının nasıl bir arka plana dayandırıldığını bilmiyoruz, ancak hâlihazırda 2020 yılında olduğumuz için, modelin tahminleri çıkmış mı diye geriye dönük bir kontrol yapabiliriz. Yazarlar modelin yaptığı sektörel tahminleri sınırlı olarak paylaştığı için detaylı bir şey söylemek zor, ancak sunulan özet grafiklerin ve tabloların incelenmesi sonucunda, referans senaryonun ekonomik gelişmeleri tahmin etmekte ciddi anlamda yetersiz kaldığını, ekonominin dinamik yapısı içerisindeki bir dizi uzun erimli eğilimi yakalayamadığını ve birçok tahmin hatası barındırdığını ilk elden belirtebilirim. Somut bir iki örnek vermek gerekirse, tarım sektörünün ekonomik çıktısı ile ilgili yapılan tahmin neredeyse iki kata varacak kadar hatalı. Model fazla iyimser bir büyüme tahmini yapmış ve enerjiden kaynaklanan karbon emisyon oranını gerçekleşen miktarın yaklaşık yüzde 30 üzerinde hesaplamış. En azından zaman serisi analizinin basit araçları kullanılıp trendlere bir bakılsa idi, bu kadar büyük tahmin hataları yapılmazdı veya en azından model nerede hata yapıyor sorusu sorulurdu.

Genel denge modellerinde üzeri örtülen başlıca olgulardan biri, az önce de ifade ettiğim üzere, kapitalist üretim, gelir paylaşımı ve rekabet gibi unsurların birer sınıf çatışması sürecinin sonucunda belirleniyor oluşu. İklim değişikliği gibi karmaşık ve egemen sınıflar açısından farklı çıkarların birbiriyle yarıştığı ve doğal olarak karar alması zor olan bir meseleyle ilgili ekonomi politikalarının kapsamı ve yol açacağı sonuçlar, basit bir maksimizasyon problemi üzerinden anlaşılamaz. Eğer öyle olsaydı, bu konu hâlihazırda gündemimizden çıkmış olurdu. Fosil yakıt endüstrisinin ekonomi politiği hakkında bir analiz yapmadan, düşük karbon ekonomisine geçişi teknik bir inovasyon düzeyinde incelemeye kalkarsanız, sadece yanlış tahminler yapmakla kalmaz, aynı zamanda kendinizi iklim krizini yaratanların ekmeğine yağ sürerken bulursunuz. Telli, Voyvoda ve Yeldan’nın makalesini bunun acı bir örneği olarak görüyorum. Muhtemelen yazarların ortaya koyduğu sonuçları gören bakanlık yetkilileri ve karar alıcılar, oyalama taktikleri ve soyut ifadeler üzerine kurulu olan İklim Değişikliği Strateji belgesinde ne kadar da doğru bir çerçeve çizdiklerini, Türkiye’yi büyük bir yoksullaşma ve işsizlik riskinden koruduklarını düşünüyorlardır.

Ayrıca, model tasarımı ile ilgili verilen bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla, karbon vergisi hesaplanırken, atıkların ve tarım-hayvancılık faaliyetlerinin neden olduğu emisyonlar göz ardı edilmiş. Türkiye’de bu konudaki istatistikler pek detaylı ve güvenilir olmasa da, evsel ve endüstriyel atıklar ile tarım ve hayvancılığın toplamda sebep olduğu karbon emisyonunun 2012 yılı için toplamda yüzde 15’e tekabül ettiğini görüyoruz. Eğer bu faaliyetler de karbon vergisi kapsamında modele eklense idi, muhtemelen hesap edilen yoksullaşma daha da feci bir hal alacaktı. Yine bir başka sıkıntı, endüstriyel işlemlerden kaynaklanan karbon emisyonunun sektörlerin ürettiği çıktı ile doğru orantılı olduğu varsayımı. Hâlbuki her sektör farklı bir endüstriyel süreç izliyor ve doğal olarak farklı bir karbon emisyonu yoğunluğuna sahip. Örnek vermek gerekirse, mineral, kimya ve metal gibi sektörler ile elektronik sektörünün endüstriyel işlemler nedeniyle açığa çıkardığı karbon emisyonları birbirinden oldukça farklı. Bu örnek üzerinden ifade edecek olursak, Türkiye’de elektronik sektörünün endüstriyel işlem karbon emisyonu çok az iken, bahsi geçen diğer sektörlerdeki durum bunun tam tersi. Dolayısıyla farklı sektörlerin farklı emisyon yoğunluklarını hesaba katmayan bir vergi politikası analizi, model varsayımlarının da ötesinde bir dizi sistematik hata barındıracaktır.

Yeşil büyüme?

Türkiye’de olası iklim politikası varyasyonlarını genel denge modeli ile analiz eden bir başka çalışma 2015 yılında yayınladı.[13] Dünya Bankası’nda görevli olan Bouzaher ve Sahin ile az önceki makalenin yazarlarından Prof. Dr. Erinç Yeldan’ın kaleme aldığı bu makale, 2002 yılında Türkiye İstatistik Kurumu’nun yayınladığı girdi-çıktı tablosundaki verilere dayanıyor. Yazarlarca bu tablodan 2010 yılına ait 12 sektörlük bir sosyal hesaplar matrisi türetilmiş ve onun üzerinden de 2010-2030 yıllarını kapsayan bir referans senaryo oluşturulmuş. Makalede herhangi bir çevre politikasının öngörülmediği referans senaryoya kıyasla iki temel çevre politikasının ekonomiye etkisi analiz ediliyor. Bir önceki makale için ifade ettiğim HGD yaklaşımına dair tüm çekinceleri yine tekrarlıyorum. Ancak bu kez bir ek yapmam gerekiyor.

Yazarlar makalede yanıt aradıkları soruları ifade ederken, “yeşil büyüme”yi sağlayacak en uygun politika bileşimini bulmaya çalıştıklarını belirtiyor. “Yeşil büyüme” olarak ifade edilen kavram Dünya Bankası’ndan IMF’ye, BM’den OECD’ye, Uluslararası Enerji Ajansı’nda çeşitli hükümet yöneticilerine herkesin ağzında adeta sihirli bir konsepte dönüşmüş anahtar bir ifade. Birbirinden farklı düzlemlerde bu kadar sık kullanıldığı için de aslında ne anlam ifade ettiği giderek tartışılır hale geldi.[14] Ancak yazarların da paylaştığını anladığım görüş, kapitalist ekonomilerde zenginliğin ve gelişmenin temel göstergesi olarak değerlendirilen GSMH artışının çevre politikaları vasıtasıyla sürdürülebileceği varsayımı. Yani iklim değişikliği özelinde ifade edersek, teorik beklenti, GSMH ile karbon emisyonlarının bir korelasyon içerisinde olmaması. Dolayısıyla böyle bir bağlantı olmadığına göre, küresel ısınmayı durdurmak için doğru bir çevre politikasını kapitalizmin inovatif, yenilikçi ve refahı maksimize eden yapısı ile bir araya getirmek yeterli olacaktır. Böylesi bir “yeşil büyüme” patikası ile hem küresel ısınma ve çevre sorunu, hem de az gelişmişlikten kaynaklanan bir dizi sosyal problem, aynı anda giderilebilir.

Bouzaher, Sahin ve Yeldan “yeşil büyüme” konseptinin görece yeni olduğunu söylemiş, ancak benim bildiğim kadarıyla bu akım ABD’li girişimci ve yazar Paul Hawken’ın 1993 yılında yayınladığı “Ticaretin Ekonomisi: Bir Sürdürülebilirlik Deklarasyonu” kitabındaki görüşlere dayanıyor, yani yaklaşık 30 yıllık bir tartışmadan bahsediyoruz. Hawken bu kitapta kapitalizmin büyüme sayesinde kat ettiği baş döndürücü mesafeyi irdeliyor ve pürist serbest piyasacı ekole karşı büyümenin ekolojik limitlere dayandığı ve bu şekliyle sürdürülemeyeceği, büyümenin yönetilmesi gerektiği argümanlarını öne sürüyor. Yönetilmeyen büyümenin yol açtığı şeylere verdiği örneklerden biri endüstrileşme nedeniyle yaşanan kirlenme ve ortaya çıkan zehirli atıklar. ABD 1970’lerden bu yana 1 trilyon doların üzerinde bir bütçeyi kirlilikle ve zehirli atıklarla ilgili izleme, mahkeme süreçleri, atıkların bertaraf edilmesi ve azaltılması faaliyetlerine harcamış. İyi ki de bu önleme faaliyetleri hayata geçirilmiş, çünkü atıkların etrafa serbestçe yayılmasına müsaade edilse idi, ortaya çıkacak zarar 1 trilyon dolardan çok daha fazla olurdu.[15] Daha fazla insan hastalığa yakalanırdı, işgücü zarar görürdü, doğal kaynaklarda azalma yaşanabilirdi, vb… Hawken’in verdiği bir diğer örnek ise nükleer santraller. Topluma nükleer enerjinin maliyeti söylenirken, bir gün bu santrallerin sökümü için yapılması gereken masraf ve santralde kullanılan plütonyumun aktif kalacağı 200 bin yıl boyunca ne kadara mal olacak ekstra bir yatırımın sonucunda güvenli bir şekilde korunacağı bizlerden özenle saklanıyor.[16] Oysaki öngörülü bir ekonomik yaklaşım, yatırım aşamasından önce bu tür masrafları hesaba katar. Benzer bir durum fosil yakıtlar için de geçerli. Eğer küresel ısınmaya yol açan bu endüstrileri, vergiler veya karbonun fiyatlandırılması yoluyla sebep oldukları zararı karşılamak durumunda bırakır ve var olan inovasyon ve elimizde olan teknolojiler ile bu yatırımları dönüştürmeye başlarsak, hem CO2 sorunumuzu çözmüş, hem de bu dönüşüm yolunda yapacağımız birçok yeni yatırım ve araştırma-geliştirme faaliyeti ile büyük bir büyüme oranı yakalamış oluruz.[17]

Hawken’in tezleri, ekolojik iktisat akımı içerisinde Herman E. Daly gibi yazarların öne sürdüğü fiziksel ürünlerde artışı ifade eden büyüme politikalarının sorunun kaynağı olduğu görüşü ile bir kontrast yaratıyor. Ancak bir yandan iklim krizi derinleştikçe küresel kapitalizmin motor gücü diyebileceğimiz uluslararası kurumlar içerisinde “yeşil büyüme” perspektifinin adeta bir can simidi gibi sahiplenildiğini gözlemliyoruz. Günümüzde iyice ana akım eksene oturmuş olan Almanya ve Avrupa’daki Yeşil partilerin de bu teorik yaklaşımın ve bir tür “yeşil kapitalizm”in siyasi temsilcisi haline geldiğini belirtebiliriz.

Açık söylemek gerekirse ben de “yeşil büyüme” denilen şeyin, en azından teorik düzlemde, mümkün olabileceğini düşünüyorum. Ancak böyle düşünmemin sebebi Hawken’in fikirleri ve bunun tek akılcı çözüm olması değil, David Harvey’in bahsettiği gibi “sermayenin çevresel sorunları büyük bir işkolu haline dönüştürmüş olması” ve “çevre facialarının ‘felaket kapitalizmi’ için pek çok tatlı kâr fırsatı” yaratması.[18] Harvey ekolojik iktisat akımı ve eko-sosyalistlerle tartışırken doğanın ekonomisi üzerine bir dizi önemli tespit yapıyor. Hatırlayacak olursak, Daly büyüme paradigmasını ele alırken, ekonomik yapıyı doğal sistemlerin kapalı bir alt kümesi olarak tanımlıyordu.[19] Buna göre, doğa, insanın kontrolsüz biçimde sömürüsüne tabi, “sınırlı bir gezegende” “sınırlı kaynaklara” sahip olan dışsal bir varlıktı. Fakat Harvey’in ve onun doktora öğrencisi Neil Smith’in öne sürdüğü gibi, doğa ve insanı düalist bir yapı içerisinde tanımlayan bu bakış açısı gerçeği yansıtmaz ve asıl olarak kökeni Descartes ve Kant’a kadar götürülebilecek bir felsefi yaklaşımın ürünüdür.[20] Günümüzdeki birçok modern düşünce okulunun bu tür felsefi dikotomiler üzerine kurulu olduğunu belirten Smith, bakmak gereken temel şeyin, içinde yaşadığımız sistem tarafından doğanın nasıl üretildiği sorusu olduğunu söylüyor.[21] Harvey ise buradan devamla, ekolojik iktisatçıların iddia ettiğinin aksine, doğal sistemlerin sermayenin dolaşım ve birikim süreçlerinin içsel bir parçası olduğunu belirtiyor. Bunu tarımsal üretimde görebiliriz örneğin. Üretimin planlamadan başlayarak tüm aşamaları, tohumların büyüme ve hasat edilebilecek ürünler haline gelme döngüsü üzerine kuruludur. Kârlı bir üretim yapmak verimi artırmaya bağlı olduğu için, tohumların ıslah edilmesi ile başlayan ve genetik çalışmalarına kadar giden bir sürecin önü açılır. Yani sermaye ve doğa birbirinden ayrı iki yapı değildir. Aksine, “sermaye işleyen ve evrilen bir ekolojik sistemdir ve bu sistemin içinde hem doğa hem de sermaye sürekli olarak üretilmekte ve yeniden üretilmektedir.”[22] Harvey ve Smith’in doğa kavramını klasik Marksist çizgi çerçevesinde ele alması, onları John Bellamy Foster, Paul Burkett ve Fred Magdoff gibi eko-sosyalist çizgideki yazarlardan ayırıyor ve doğa ile sermayenin problematik ilişkisine sermaye birikim süreçlerinin dinamiğiyle bakmanın önünü açıyor. Bu perspektiften şu önermeye varabiliriz: İklim krizi nedeniyle eskisi gibi kârlı olmadığı anlaşılan bir dizi üretici gücün ortadan kaldırılması, krizin ne yönde çözüleceğine bağlı olarak, ya üretim ilişkilerinin yeniden tanımlanmasına, ya da yeşil kapitalizmin yeni birikim olanakları yaratarak ortadaki boşluğu doldurmasına sebebiyet verecektir. “Yeşil büyüme” ancak bu anlamda, sermayenin iklim krizine fosil yakıt endüstrisi yıkıldıktan sonra vereceği yanıtlardan biri olarak mümkün olabilir.

Harvey’in ve Smith’in yaklaşımını aklımızın bir köşesinde tutup, “yeşil büyüme” konseptinin iklim değişikliğini bugün durdurmak için faydalı bir araç seti sunup sunmadığı sorusuna dönersek, buna verebileceğimiz cevap negatif olacaktır. Uluslararası kuruluşların da yardımıyla birçok gelişmekte olan piyasa ekonomisinde “yeşil büyüme” adı altında uygulamaya konan kalkınma planları bu yaklaşımımızı doğrulayan örneklerle dolu. Güney Kore’nin 2009 yılında açıkladığı, sürdürülebilir kalkınmanın modern bir versiyonu olarak ifade edebilecek “Yeşil Büyüme için Ulusal Strateji” adlı planın içinden nükleer enerji santralleri ve büyük baraj inşaatları çıktı.[23] “Yeşil büyüme”nin önde gelen örneği olarak görülen Brezilya’da ormanlar yok olmaya devam ediyor ve fosil yakıt bağımlılığı artıyor.[24] Avrupa Birliği’nin 20-20-20 adı verilen 2020 yılına kadar karbon emisyonlarını 1990 seviyesine göre yüzde 20 azaltma, yenilenebilir enerji kullanımını yüzde 20’ye çıkarma ve enerji verimliliğini yüzde 20 geliştirme planı, iklimi korumaktan ziyade bir büyüme ve kâr yapma hadisesi.[25] Bu nedenle de şirketlerin çıkarlarıyla çeliştiği tüm durumlarda böyle bir plan yokmuş gibi yapıldı.

GSMH’nın çevre sorunları ve karbon emisyonları ile ilişkisi akademik yazında uzunca bir süredir tartışılan ve farklı ülke bağlamlarında birbirinden farklı ampirik sonuçlara ulaşılan bir konu. Çevresel Kuznet eğrileri olarak bilenen hipotez, kişi başı milli gelir arttıkça çevresel bozulmanın da bir süre doğru orantılı olarak artacağını, ancak gelir belli bir seviyeyi aştıktan sonra çevresel sorunların, grafikte ters bir u şeklini takip edecek şekilde, aşağı doğru bir eğilim izleyeceğini öne sürüyor.[26] Türkiye’nin 1970’li yıllarda çevre sorunlarından ilk kez bahsettiği kalkınma planlarına bakarsanız, orada da kirlilik gibi problemlerin az gelişmişlikle ilgili olarak ele alındığını, dolayısıyla zenginleşmenin çevre sorunlarını hafifleteceği varsayımı ile bir kalkınma stratejisi oluşturulduğunu göreceksiniz.[27] Türkiye’ye ait kişi başı GSMH ve kişi başı karbon emisyonu verilerini incelediğimizde, gelir artışının emisyon yoğunluğunda her hangi bir azalmaya neden olmadığını gözlemliyoruz. Her iki olgu da neredeyse birbirine paralel şekilde yukarı yönlü istikrarlı bir artış izliyor. Yakın zamanda akademik bir dergide yayınlanan Katircioglu ve Katircioglu’nun makalesi, çevresel Kuznet eğrileri hipotezinin Türkiye için geçerli olup olmadığını karbon emisyonları, GSMH, enerji kullanımı, kamu harcamaları ve toplanan vergilere ait 1960-2013 verileri üzerinden inceliyor.[28] Yazarlar vergi politikası ve kamu harcamalarının bileşiminden oluşan maliye politikası varyasyonlarının karbon emisyonlarına, istatistiksel olarak anlamlı bir negatif etkide bulunduğu sonucuna ulaşıyor. Ancak bu etki kişi başı emisyon oranını azaltacak kadar güçlü değil, sadece artış hızında bir yavaşlamaya neden oluyor. Dolayısıyla Türkiye için, gelir ve karbon emisyonları arasında ters u şeklinde bir çevresel Kuznet eğrisinden bahsetmek istatistiksel olarak mümkün görünmüyor.

Bouzaher, Sahin ve Yeldan’ın makalesine geri dönersek, yazarlar soyut bir arka plana ve çevresel düzenlemelerin inovasyona etkisini araştıran makalelere dayandırdıkları “yeşil büyüme” perspektifini Türkiye ölçeğinde HGD analizi ile inceliyorlar. Araştırmaya konu edilen iki politikadan ilki bir tür çevre vergisi. Ciddi sağlık riskleri yaratan PM10 kirliliğiyle ilişkili olarak endüstriyel işlemler, yanma reaksiyonu ile elde edilen endüstriyel enerji kullanımı ve evsel enerji kullanımı, ve bunun yanı sıra kentsel katı atık ve atık su oluşumuna sebebiyet veren firma ve haneler, kirleten öder prensibiyle Avrupa Birliği standartları baz alınarak vergilendiriliyor. Bu politika sonucunda firmaların rekabetçi kalabilmek adına daha az kirliliğe sebep olan teknolojilere yatırım yapacağı ve kaynakları daha etkin kullanmak için araştırma-geliştirme faaliyetlerine yöneleceği varsayılıyor. Bu iki varsayım, tam olarak nasıl hesaplandığı açıklanmayan kalibrasyonlar vasıtasıyla ve yine yıllık yüzde 2 GSMH artışı ile birlikte HGD modeline ekleniyor. 2010-2030 yılları için yapılan projeksiyonda çevre vergisi ile kirliliğin önemli ölçüce azaltılabileceği, ancak 2030 yılına gelindiğinde referans senaryoya göre yüzde 10 ila 14 oranında bir GSMH azalması yaşanacağı sonucuna varılıyor. İstihdamın ise daha da kötü etkilenmesi söz konusu. 2030 yılı itibariyle toplam çalışan kişi sayısı referans senaryoya göre yüzde 22 oranında (yaklaşık 6 milyon kişi) azalıyor.

İkinci politika analizinde ise çevre vergisinin yanı sıra karbon vergisinin uygulamaya konacağı varsayılıyor. Elde edilen vergi geliri ile politika senaryosu çerçevesinde yeşil işler destekleniyor ve bunun yanı sıra araştırma-geliştirme faaliyetlerinin finanse edilmesi ile stratejik sektörlerde (otomotiv, inşaat, elektronik, demir ve çelik, makine endüstrisi, beyaz eşya ve tarım) firmaların üretkenlikleri artırılıyor. Bu kez elde edilen sonuç bir öncekinden epey farklı. 2030 yılına gelindiğinde referans senaryoya göre yüzde 2,4’lük GSMH artışı sağlanıyor ve istihdama yüzde 3,5 oranında yeşil iş ekleniyor. İstihdamda toplam olarak da küçük bir artış var. Çevresel iyileştirme yönünde ise, referans senaryoya göre hava kirliliğinde yüzde 30 azalma ve CO2 emisyonlarında yüzde 25’lik bir düşüş elde ediliyor. Yazarlar model ile 2020 yılı için CO2 tonu başına 62 dolar, 2030 yılı için ise 52 dolar marjinal azaltım masrafı hesapladıklarını belirtiyor. Dolayısıyla varılan sonuç, doğru bir politika tasarımı ile hem çevrenin iyileştirilebileceği, hem de GSMH ve istihdamda artış yaratılabileceği, yani “yeşil büyüme” tezinin Türkiye örneğinde geçerli olduğu.

HDG modellerini geçerli bir ekonomik tahmin aracı olarak görmemek gerektiğini düşünsem de, Bouzaher, Sahin ve Yeldan’ın ikinci politika analizi ile ulaştıkları sonucu heyecan verici buluyorum. Ancak birkaç şeye açıklık getirilmesi, bu sonuçları tartışabilmemiz açısından çok daha elverişli bir zemin sağlardı. İlk olarak, modelde kullanılan 2002 yılına ait girdi-çıktı tablolarının ve oluşturulan sosyal hesaplar matrisinin 2010 yılına nasıl bir metodoloji ile güncellendiğinin açıklanmaması sıkıntılı bir durum. 2001 krizinin ardından yaşanan toparlanma süreci ve 2000’li yıllar boyunca AKP hükümetlerinin uyguladığı AB yanlısı neoliberal politikalar hem sektörel bazda hem de makro düzeyde Türkiye ekonomisinde birçok önemli değişim yarattı. Bunlar modele dahil edilmiş mi, edilmişse bu nasıl yapılmış bilmiyoruz.

Bir diğer konu ise politika senaryosunun işleyişi ile ilgili. Kirliliğe yol açan veya karbon emisyonu yapan firmalar ve haneler bir vergi veya harç ödemek zorunda bırakılıyor, bunun karşılığında elde edilen gelirle stratejik sektörlerin üretkenliklerini artırmak maksadıyla araştırma-geliştirme faaliyetleri finanse ediliyor ve yeşil işler destekleniyor. Yazarlar inovasyon fonunun kamu kontrolünde bir kuruma aktarıldığını ve bu inovasyon sonucunda yüksek oranda bir verimlilik artışı varsaydıklarını ifade etmişler. Bu yüksek verimlilik oranının ne olduğunu bilmiyoruz ve ayrıca yazarlar da kabul etmiş ki, böylesi bir inovasyon mekanizması gerçekçi değil. İnovasyon ve teknoloji konusu kendi içinde ayrı ve uzun bir tartışma, o yüzden kısa bir iki şeyi belirtip geçeceğim. Benim bildiğim kadarıyla Türkiye’nin teknolojisini geliştirdiği İHA’lar ve SİHA’lar dışında bir ürün grubu bulunmuyor. Üretim yapan firmalar, teknoloji ve inovasyon konusunda neredeyse tamamen dışa bağımlı. Dolayısıyla gerçekte Türkiye’de bu işe para koysanız da, çok muhtemelen, 20 yıl içerisinde herhangi bir verimlilik artışı elde edemezsiniz. Bu nedenle teknoloji düzeyi, inovasyon fonundan etkilenmeyen dışsal bir faktör olarak modele dahil edilseydi çok daha mantıklı olurdu. Ancak büyük olasılıkla bu durumda “yeşil büyüme” tezinin geçerli olmadığı sonucuna ulaşılacaktı, dolayısıyla böyle bir varyasyonu makalede görmüyoruz. İnovasyon konusunun ne denli zor ve karmaşık bir mesele olduğuna Almanya’daki otomotiv endüstrisi örnek verilebilir. Otomotiv sanayisinin önde gelen oyuncularından biri olan Almanya, geleneksel içten yanmalı motorların kurulu endüstriyel sistem içerisindeki ağırlığı nedeniyle, elektrikli arabalar için gerekli inovasyon hamlesini yapmakta ABD’ye göre geç kaldı. Volkswagen gibi bir dizi büyük firma elektrikli arabalara geçiş kararı almış olsa da, sektör temsilcileri bu konuda trenin kaçırıldığını düşünüyor. Bu nedenle Almanya’da, pil teknolojisi gibi geride olunan bir alana büyük yatırımlar yapmaktan ziyade, endüstri olarak bir sonraki büyük dönüşüm olacağı düşünülen hidrojen teknolojisinin geliştirilmesine odaklanma kararı alındı. Bu kapsamda yaz aylarında Alman hükümeti ülke çapında 30 yılı kapsayan bir hidrojen stratejisi belirledi ve bu işe teknolojinin geliştirilmesini ve yaygınlaştırılmasını önceleyen kısa vadede harcanacak 9 milyar avro ayrıldı. Bu endüstri politikalarının bize söylediği şey şu: Ciddi verimlilik artışı yaratacak inovasyonlar ancak büyük yatırımlarla mümkün olur ve bu yatırımlar ancak uzun vadede bir sonuç verebilir.

Düşük Karbonlu Kalkınma Patikası

İklim politikalarının Türkiye’ye maliyetini ve elde edilebilecek faydaları ölçmek için yapılan bir başka çalışma, yine 2015 yılında WWF Türkiye ve Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi tarafından “Türkiye İçin Düşük Karbonlu Kalkınma Yolları ve Öncelikleri” adıyla yayınlandı.[29] Yukarıda değindiğimiz iki makaleye de referans veren ve makroekonomik analiz anlamında onların üzerine inşa edildiği anlaşılan çalışma, Prof. Dr. Erinç Yeldan ve Doç. Dr. Ebru Voyvoda tarafından hazırlanan bir HGD modeline dayanıyor. Veri seti olarak yine 2002 yılına ait olan girdi-çıktı tablosu kullanılmış ve buradan hareketle 2005 yılını baz alan bir sosyal hesaplar matrisi hazırlanarak model oluşturulmuş. Girdi-çıktı tablosunun “2002 sonrası GSYH verileri ve makro toplamlar göz önüne alınarak 2010 yılı dengelerini göstermek üzere” güncellendiği ifade ediliyor.[30]

Bu kez modelin biraz daha detaylandırıldığını ve 18 sektör üzerinden analiz yapıldığını görüyoruz. 2010-2030 dönemini kapsayan projeksiyon, hükümetin planları dahilindeki bir resmi senaryoyu, daha gerçekçi tahminlere dayanarak hesaplanan bir referans senaryoyu ve “İklim Politikası Paketi” adı verilen alternatif bir senaryoyu içeriyor. “İklim Politikası Paketi” kapsamında (a) atmosfere salınan CO2 tonu başına 70 ila 230 dolar arasında değişen bir karbon vergisinin uygulanması ve (b) bu vergi gelirlerinin aktarıldığı bir yenilenebilir enerji yatırım fonu kurulması öngörülmüş. Ayrıca (c) otonom bir şekilde, yani sistemde kendi dinamikleriyle gelişen enerji verimliliği ve buna bağlı olarak yıllık yüzde 1,5 oranında verimlilik artışı varsayımı yapılmış.

Politika paketinin 2030 yılına kadar uygulanması sonucunda GSMH’nın yüzde 1,2’si kadar bir karbon vergisinin toplanacağı, bu sayede referans senaryoya göre yüzde 23, resmi senaryoya göre yüzde 40 CO2 emisyon düşüşü elde edileceği ve GSMH seviyesinde yıllık yüzde 1,3 ila 0,1 arasında düşüşler yaşanacağı hesap ediliyor. İstihdamın ise, sebebi tam olarak anlaşılamayan bir biçimde, 2030 yılına gelindiğinde referans senaryoya göre yüzde 3,5 daha düşük seviyede gerçekleşeceği bulgusuna ulaşılmış.

Genel denge analizi ile ilgili hâlihazırda belirttiğim tüm handikapların bu model için de geçerli olduğunu belirttikten sonra, sonuçlar üzerine kısa bir iki şey söylemek faydalı olacaktır. Modelde neoklasik iktisat doktrini çerçevesinde farz edilen o kadar çok şey var ki, bir aşamadan sonra karşımızda bir tahminin değil, bir kurgunun olduğunu anlıyoruz. Yazarların görüşlerini yansıttığını düşündüğüm için bu kurgunun sonuçlarını önemli bulsam da, HGD yöntemi ile oluşturulan modelin, bir dizi sistematik hata ve hayal ürünü varsayım nedeniyle isabetli bir tahmin yapamayacağını vurgulamak gerekir. Kaldı ki yazarlar da bir uyarı yaparak, “söz konusu modelin ilgili politika araçlarının maliyetini olduğundan daha yüksek gösterme eğiliminde olduğunu” göz önüne almamızı istemiş.[31] Sonuçlarda bunu yazacak kadar bir gariplik olduğunu düşünüyorsanız, niye araştırma yöntemini sorgulayarak işe başlamıyorsunuz?

Muhtemelen bize söylenmeyen bir sebebi vardır, ancak hesap edilen karbon vergisinin tasarımında tam olarak nedenini anlayamadığım problematik görünen bazı yanlar olduğunu belirtmeliyim. Şöyle ki, raporda, CO2 emisyonlarının, endüstriyel işlemlerden, birincil ve ikincil enerji kullanımından ve evsel enerji kullanımından kaynaklandığı ve toplam emisyonun bu gaz salınımlarından meydana geldiği belirtilmiş.[32] Oysa bu bilgi doğru değil. Sera etkisine sebep olan bileşikler içerisinde metan (CH4) ve nitröz oksit (N2O) gibi bir dizi gaz daha bulunuyor ve bunların miktarı, hangi aktiviteler sonucu ortaya çıktığı Türkiye makamlarınca 1990 yılından beri düzenli olarak UNFCCC’ye raporlanıyor. OECD’nin 2000 yılında yayınladığı “CO2 Dışındaki (CH4, N20, HFCs, PFCs ve SF6) Sera Gazları İçin Vergi Enstrümanlarını Kullanma Potansiyeli” adlı raporda, insan aktivitelerinden kaynaklanan sera gazının sadece yüzde 60’ının karbon dioksit nedeniyle gerçekleştiği, yüzde 15-20 oranında metan, yüzde 20 oranında ise nitröz oksit ve diğer gazlar nedeniyle sera etkisinin oluştuğu ifade ediliyordu.[33] Türkiye için söylersek, Yeldan vd.’nin raporunda yer alan 2010 yılına ait emisyon envanter tablosunda, sera gazlarının yüzde 21’inin (85,64 milyon ton CO2 eşdeğeri emisyon) karbon dioksit dışı bileşikler halinde atmosfere yayıldığı görülüyor.[34] Çoğunlukla tarım ve hayvancılık, endüstriyel işlemler ve atıklar nedeniyle oluşan bu sera gazı emisyonu, anlaşıldığı kadarıyla, modelde karbon vergisine tabi değil. Oysaki OECD raporunda da belirttiği üzere, bu gazların oluşmasına sebebiyet veren ekonomik aktiviteler vergilendirilmeye uygundur ve vergilendirilmelidir.

Bu çalışmada en azından Bouzaher, Sahin ve Yeldan’ın makalesinde gördüğümüz inovasyon fonu ve sıra dışı verimlilik artışı gibi garipliklere sapılmamış olması sevindirici. Dolayısıyla “yeşil büyüme” gibi gerçeklikle bağlantısı epey sorgulanır durumda olan bir yere savrulmak yerine, iklim politikasının bir maliyetinin olacağı tespiti bizlerle paylaşılıyor. Fakat bu sefer de modelin dinamiğinde kulağı tırmalayan başka bir yan var. İklim politikası çerçevesinde bir karbon vergisi öngörülüyor ve gelen para yenilenebilir enerji yatırım fonuna aktarılıyor. Üçüncü bir politika aracı ise hiçbir harcama yapılmadan kendi kendine gerçekleşen enerji verimliliği. Bu sayede “enerji kaynaklarından birim başına kademeli olarak daha yüksek enerji çıktısı (yılda yüzde 1,5 oranında artış) elde edileceği varsayılıyor”.[35] Otomatik olarak gerçekleşen ve raporda herhangi başka bir bilimsel çalışmaya dayandırılmayan böyle bir verimlilik artışı tahmini normal mi? Modele zaten (ne kadar olduğu belirtilmeyen) bir faktör verimliliği artışı dışsal olarak eklenmiş. Buna ek olarak enerji verimliliği artışı koyuluyorsa, en azından bu hesaplamanın mantığını açıklamak gerekmez mi? Ayrıca verimlilik sayesinde niye enerji talebi azalmıyor da, aynı kaynaktan elde edilen enerjinin miktarı düzenli olarak artıyor, anlaşılması güç. Yaptığınız baraj her yıl yüzde 1,5 daha fazla mı elektrik üretecek? Nükleer santralde plütonyumun verimliliği mi her yıl yüzde 1,5 artacak? Bir olasılık, elektrik şebekelerinin yenileştirileceği öngörülüyordur diye düşünüyorum, ancak enerji verimliliği politikası çerçevesinde bir yatırım yapılmadığı için, bunun kendi kendine nasıl gerçekleştiği bir soru işareti. Eğer böyle bir verimlilik artışının maliyetsiz bir politika sonucunda uygulanması mümkünse, bunu sadece “İklim Politikası Paketi” senaryosuna değil, referans senaryoya da koymak daha makul olurdu.

Son bir nokta da karbon vergisinin miktarı ve yaratacağı emisyon düşüşü ile ilgili. Hesap edilen ton başına karbon emisyon azaltım maliyetinin 70 ila 230 dolar seviyesinde olacağı öngörülüyor ki bu sonuç okuduğum diğer çalışmalarla da uyumlu bir tahmin. Kanada, 2019 yılında ton başına 20 dolar ile başlayan, 2022 yılında 50 dolara çıkacak olan bir karbon vergisi politikasını hayata geçirdi. Ancak bu vergi oranı, olması gerekenin altında olduğu için eleştiriliyor. William Nordhaus’un 2017 yılında yayınladığı bir çalışma, küresel ısınmayı 2,5 °C ile sınırlandırmak için 230 dolar karbon vergisi uygulanması gerektiği sonucuna varıyordu.[36] Bu konuda yapılmış bir literatür taraması, 75 bilimsel çalışmaya dayanan 588 tahminde, karbonun ortalama sosyal maliyetinin ton başına 196 dolar olarak hesaplandığını gösteriyor.[37] Ancak hâlihazırda birkaçını incelediğimiz, iklim politikalarının Türkiye ekonomisine etkilerini araştıran makalelerde karbon azaltım maliyeti konusunda ciddi farklar içeren bulgular var. Yeldan ve Voyvoda’nın 2015 yılında yayınladığı analiz, Telli, Voyvoda ve Yeldan’nın 2008 yılında yayınladığı çalışmaya göre, benzer bir emisyon azaltımını sağlayan karbon vergisi miktarı hakkında farklı bir hesaplama yapıyor. Telli, Voyvoda ve Yeldan’nın 2008 yılında yayınladığı çalışmada, 2003-2020 yılı için yapılan yüzde 20 karbon vergisi senaryosu analizinde, yüzde 21 ila yüzde 22 CO2 emisyonu düşüşüne yol açacak karbon vergisinin GSMH’nın yüzde 0,86’ına ulaşacağı tahmin ediliyordu. Yeldan ve Voyvoda’nın 2015 yılında yayınladığı çalışmada ise yüzde 23 emisyon indirimi sağlayacak senaryoda karbon vergisinin 2015-2030 yıllarında GSMH’nın yüzde 1,05 ila yüzde 1,20’ine tekabül edeceği hesaplanıyor. Aynı veri setine dayanan ve yazarları büyük ölçüde aynı olan iki çalışmada, karbon azaltım maliyetleri (veya başka bir ifadeyle belirlenmesi gereken karbon vergisi miktarları) arasında fark olması biraz garip.

Kısaca özetlemek gerekirse, WWF Türkiye ve İstanbul Politikalar Merkezi’nin yayınladığı rapor, iklim değişikliğinin Türkiye’ye etkileri ve alternatif politika setlerinin kapsamı hakkındaki düşünceleri okumak açısından önemli olsa da, çalışmanın dayandırıldığı makroekonomik model, bu modele içkin olan liberal ve neoliberal varsayımlar, sonuçların önceki literatürle farklar taşıması ve bunlara dönük bir açıklama getirilmemesi nedeniyle sorgulanır hale geliyor.

Türkiye’nin İklim Değişikliğiyle Mücadelesi

Şu ana kadar üzerinde durduğum yazına iktisadi metodoloji ve incelenen veri seti açısından bir yenilik getirmese de, araştırdığı politika senaryoları, geniş yazar kadrosu ve yayıncı kurumun Türkiye siyasetindeki konumu nedeniyle önemli bulduğum bir başka çalışma 2016 tarihli “Ekonomi Politikaları Perspektifinden İklim Değişikliğiyle Mücadele” başlıklı TÜSİAD raporu. Prof. Dr. Erinç Yeldan’ın proje koordinatörlüğünde hazırlanan bu rapor toplam 22 yazar ve 3 editör tarafından kaleme alınmış.[38] Analiz, TÜİK tarafından yayınlanan 2002 yılı girdi-çıktı tablosu verilerine dayanıyor ve bu tablodan hareketle kurgulanan 2005 bazlı bir sosyal hesaplar matrisini kullanıyor. HGD modeli 18 sektör üzerinden çalışıyor ve 2010-2030 yılları için projeksiyon yapıyor.

Raporun kapsamlı durum tespiti oldukça yararlı bilgiler içeriyor, ancak makroekonomik analiz için aynı şeyleri söylemek zor. Model yine bir HGD analizi üzerine kurulmuş ve öncekilere benzer bir karbon vergisi uygulaması öngörmüş. Karbon vergisinin sadece enerjiye odaklanması ve genel olarak HGD modelleri ile ilgili önceden belirttiğim çekinceleri hatırlatmakla yetiniyorum. Rapor içerisinde Türkiye’deki çevre vergilerine dair kanıtlanmaya muhtaç bir dizi sav bulunuyor. Örneğin yönetici özeti bölümünde şu ifadeyle karşılaşıyoruz: “Kirletici endüstriyel proseslere alternatif seçeneklerin teşvik edilmediği bir durumda, yüksek vergi yoluyla elde edilen tek sonuç üretim maliyetlerinin artması ve maliyeye gelir sağlanması olmakta, bunun ötesinde çevresel etkilerin azaltılması yolunda anlamlı bir başarı elde edilememektedir.”[39] Kirliliği azaltacak alternatif seçeneklere teşvik istenmesini anlıyorum, ancak ‘yüksek vergiler sadece maliyetleri artırıp çok vergi toplamaya yarıyor’ savını öne sürdüğünüzde, fiyat mekanizması denilen şeyin iklim değişikliğini önlemek için bir işe yaramayacağını söylemiş oluyorsunuz. Çünkü karbon vergisi gibi Pigou vergilerinin özünde üretim maliyetini artırmak vardır, alternatifleri teşvik etmek değil. Ekstra maliyet sayesinde negatif dışsallık yaratan ürünlerin fiyatı yükselir ve sonuç olarak bu ürünler daha az tercih edileceği için, toplumsal refaha zarar veren ekonomik etkinlikler azalır. Elbette ki fiyat esnekliği olmayan ürünlere fazla vergi koysanız da, insanlar veya firmalar mecburen tüketime devam edecektir. Ancak bu, fiyat mekanizmasının çalışmadığını değil, o ürünün fiyat esnekliğinin olmadığını gösterir. Raporun devamında, Türkiye’de çevre vergilerinin GSMH’ya oranla yüzde 4-5 seviyesinde olduğu belirtiliyor ve OECD ortalamasının yüzde 1 ila 1,5 olduğuna dikkat çekilerek şu sonuca varılıyor: “Buna karşın, CO2 emisyonunun artış temposunun durdurulamadığı gözlenmektedir. Dolayısıyla, sadece vergilendirme yoluyla, çevre korunması ve iklim değişikliği ile mücadelede başarı elde edilememiştir.”[40] Türkiye’de karbon emisyonlarını azaltmayı hedefleyen herhangi bir vergi var mı ki böyle bir sonuç elde edilsin? Kamu maliyemiz, gerçek amacı olan çok vergi toplamakta bir sorunla karşılaşmamak için, talep fiyat esnekliği düşük olan ürünlere vergi koymaya özel bir dikkat gösteriyor. Bu durum, Türkiye’nin OECD’ye “çevre vergileri” diye raporladığı, ancak gerçekte çevreyle pek bir alakası olmayan vergiler için de geçerli. Nasıl alkole konulan vergiler alkol tüketimini azaltmayı hedeflemiyorsa, benzine konulan vergiler de insanların daha az yolculuk yapması gibi bir gaye gütmüyor. Dolayısıyla sorun çevre vergilerinin işe yaramaması değil, vergi politikasının doğru bir hedefleme yapmaması.

Raporda referans senaryo ve iki alternatif senaryo için projeksiyon yapılmış. Alternatif senaryolar belirlenirken, yazının başında belirttiğimiz, Türkiye’nin UNFCCC’ye sunduğu Yedinci Ulusal Bildirim’de, “Yeşil İklim Fonu’ndan uluslararası finansal, teknolojik, teknik ve kapasite geliştirme destek finansmanı” alma koşuluna bağlı olarak vaat ettiği, referans senaryoya göre 245 milyon ton (yüzde 21) CO2 azaltım hedefi baz alınıyor ve bir anlamda bu planın maliyeti çıkarılıyor. Analiz, önceki HGD modellerinde gördüğümüz gibi, nasıl hesaplandığını, ne tür bir arka plana dayandığını bilmediğimiz uzunca bir varsayımlar silsilesinin üzerine kurulu. Örneğin işsizliğin yüzde 9,5 seviyesinden 2030’da yüzde 8 seviyesine gerileyeceği varsayılıyor ve reel ücret de buna göre kalibre ediliyor.[41] Neye göre? Referans senaryolarda karbon emisyonu düşüşünün sadece fosil yakıtlara uygulanacak bir enerji vergisi ile sağlanması ne kadar makul, bilmiyorum. Bu sayede endüstriyel işlemler karbon vergisinin dışında bırakılıyor ve politika senaryosu karbon emisyonunun sadece yüzde 70’i ile ilgilenmeyi önüne koymuş oluyor. Başka bir ifadeyle kalan yüzde 30’luk emisyonu oluşturan endüstriyel işlemler (yüzde 15), tarım ve hayvancılık (yüzde 10) ve atıklar (yüzde 6) karbon vergisinden muaf tutuluyor. Bunu şirketlerin üzerindeki vergi yükünün azaltılması olarak da okuyabiliriz.

Modeldeki birinci alternatif senaryonun analizi sonucunda, yüzde 21 oranında CO2 emisyon azaltımı için 2030 yılı itibariyle milli gelirin yüzde 4,62’si oranında bir enerji vergisi gerektiği sonucuna ulaşılıyor. Vergi politikasının özellikle enerji yoğun demir çelik, tekstil ve otomotiv gibi sektörlerde ciddi bir etki yaratacağı ve referans senaryoya göre yüzde 26 üretim kaybı yaşanacağı hesaplanmış. Toplam GSMH kaybı ise 2030 itibariyle yüzde 8,7 seviyesinde. İkinci bir politika senaryosunda ise enerji vergisi aynen korunuyor ve elde edilen vergi geliri ile firmalara istihdam vergilerinin azaltılması şeklinde bir destek sağlanıyor. Bunun sonucunda CO2 emisyonunun referans senaryoya göre 2030 itibariyle yüzde 15,5 seviyesinde azalacağı, GSMH’nın ise yüzde 3,7 düşük seviyede gerçekleşeceği sonucuna ulaşılmış. İstihdam birinci senaryoda 29,3 milyondan 27,1 milyona düşerken, ikinci senaryoda 29,3 milyonda sabit kalıyor. TÜSİAD raporunun incelediği ikinci alternatif senaryonun, Telli, Voyvoda ve Yeldan’ın 2008 yılında yayınladığı çalışma ile bir dizi benzerlik taşıdığını söyleyebiliriz. 2008’deki çalışmada yüzde 10 oranında uygulanacak ve GSMH’nin yüzde 0,47’ine tekabül eden bir karbon vergisi ile herhangi bir geri aktarım mekanizması olmadan 2020 itibariyle yaklaşık yüzde 15 CO2 emisyon düşüşü sağlanacağı hesaplanıyordu. Şimdi ise 2020 itibariyle yüzde 14, 2030 itibariyle yüzde 15,5 emisyon düşüşü elde etmek için GSMH’nin yüzde 4,62’si oranında bir enerji vergisi toplanması gerektiği hesaplanıyor, ki bu sonuç da ancak toplanan verginin istihdam desteği olarak şirketlere geri aktarılmasıyla mümkün. Aynı veriyi, aynı metodolojiyi ve aynı modeli kullanan iki çalışmanın bu kadar benzer senaryolarda bu kadar farklı sonuçlar elde etmesi açıklanmaya muhtaç bir durum.

Kısaca sonuçlarına bakmakta yarar gördüğüm son çalışma ise Sevil Acar, Ebru Voyvoda ve Erinç Yeldan’ın 2018 yılında “Düalist bir Ekonomide İklim Değişikliği’nin Makroekonomisi: Bir Bölgesel Genel Denge Analizi” adıyla İngilizce olarak yayınladığı kitap. Adından da anlaşılacağı üzere, kitap bir HGD modeli üzerine kurulu. Ancak bu kez model oluşturulurken TÜİK’in 2016’da yayınladığı 2012 yılına ait girdi-çıktı tablosu ve sosyal hesaplar matrisi temel alınmış. Türkiye’de bölgesel girdi-çıktı tabloları yayınlanmıyor olsa da, yazarlar, hane halkı anketlerinin sonuçlarını ve ILO’nun ücret istatistiklerini kullanarak Türkiye içerisinde 7’si yüksek gelirli, 19’u düşük gelirli toplam 26 bölge tanımladıklarını ve yerel yatırım teşviklerini modele dahil edecek şekilde bölge temelli bir sosyal hesaplar matrisi oluşturduklarını ifade ediyorlar.[42] 18 sektör üzerine kurulan modelde 2015-2040 yıllarına ait referans bir senaryo ile dört önlemi içinde barındıran bir “yeşil kalkınma” senaryosu projeksiyonu yapılıyor. Yeşil kalkınma senaryosuna dahil edilen unsurlar (a) GSMH’nın yüzde 0,1’ne tekabül eden kömür sübvansiyonlarının kaldırılması, (b) takriben GSMH’nın yüzde 2’si kadar bir karbon vergisi toplanması, (c) karbon vergisi gelirlerinin aktarılacağı bir yenilenebilir enerji yatırım fonunun kurulması ve (d) otonom bir şekilde gelişen enerji verimliliğinin birincil ve ikincil kaynakların birim başına enerji çıktısını yüzde 0,5’ten yüzde 1,5’a çıkarması olarak öngörülmüş. Yapılan projeksiyonda referans senaryoya göre ilk on yılda GSMH’nın yüzde 1 azalacağı hesaplanıyor. Ancak 2025 yılı itibariyle milli gelir her iki senaryoda başa baş noktaya geliyor ve 2040 yılı itibariyle “yeşil kalkınma” senaryosunun GSMH’sı yüzde 7,2 daha yüksek seviyeye ulaşıyor. Yani “yeşil büyüme” tezini destekleyen bir sonuç söz konusu. Toplam CO2 emisyonları alternatif senaryoda 2040 itibariyle yüzde 19 azalıyor, elektrik üretiminde güneş ve rüzgârın payı 2012’de yüzde 4 iken 2040’ta yüzde 55’e çıkıyor, kömürün oranı aynı zaman aralığında yüzde 28’den yüzde 10’a, petrolün ise yüzde 44’ten yüzde 28 iniyor. Bu sonuçlara ulaşılması için ton başına konulan karbon vergisi ise 51,3 dolar. Düşük ve yüksek gelir bölgelerinin yeşil kalkınma planına verdiği reaksiyon hemen hemen aynı, sadece GSMH’ya yaptıkları katkının mutlak değerleri arasında fark bulunuyor.

Araştırmaya konu edilen “yeşil kalkınma” senaryosu, WWF Türkiye ve İstanbul Politikalar Merkezi için hazırlanan rapordakine benzer bir nitelikte, fakat bu kez model, bölgesel bazı dinamikleri de içerecek şekilde detaylandırılmış, veri olarak 2012 yılına ait girdi-çıktı tablosu kullanılmış ve politika senaryosuna kömür sübvansiyonlarının kaldırılması dahil edilmiş. WWF Türkiye ve İstanbul Politikalar Merkezi’nin çalışmasında “İklim Politikası Paketi” senaryosu çerçevesinde 2030’a kadar yüzde 23 emisyon indirimi (659,3 milyon ton CO2’den 505,8 milyon ton CO2’ye) sağlamak için GSMH’da yüzde 1,3 ila 0,1 kayıpları ve istihdamda yüzde 3,5 düşüşü göze almak gerekiyordu. Şimdi ise aynı senaryoya kömür sübvansiyonlarını kaldırmayı dahil edip yüzde 21 emisyon indirimi sağlıyor, GSMH’yı yüzde 7,2 oranında yükseltiyoruz. Ayrıca istihdam 33,15 milyondan 34,22 milyona çıkıyor, yani yüzde 3,2 artış sağlanıyor. Yazarlar bu kadar büyük hesap farklarının neden kaynaklanabileceğine dair bir şey söylememiş. Aklıma gelen olasılıklar şunlar: (a) Önceki veri seti yanlıştı, (b) bu veri seti yanlış, (c) modellerin varsaydığı büyüme dinamikleri arasında fark var, (d) işsizlik oranı varsayımları farklı, (e) yenilenebilir enerji sektörünün büyüme hızı ve yatırım fonuna verdiği yanıt aşırı iyimser hesaplanmış. Olasılıklar artırılabilir, ancak tabii ki en iyisini yazarlar biliyordur. Dolayısıyla, akademik bir yayında bu karşılaştırmalı yorumlara yer verilmemesi büyük bir kayıp.

HGD model yaklaşımından ve neoklasik iktisadın varsayımlarından kaynaklanan bütün problematik yanlar, elbette ki son çalışmada da devam ediyor. Örnek vermek gerekirse, yazarların yayınladığı bir grafikte[43] “yeşil kalkınma” politikasının hayata geçmesinin ardından bir yıl içerisinde enerji sektörünün karbon yoğunluğu neredeyse yüzde 30 oranında azalıyor. Devamındaki 21 yılda ise karbon yoğunluğu çizgisel yatay bir eğilim izliyor. Böyle bir hesaplamanın muhtemel sebebi, üretim faktörleri arasındaki ikame esnekliği ve kâr maksimizasyonuyla ilgili yapılan neoklasik varsayımlar olabilir. Dolayısıyla firmanız bir yıl önce bir kömür madeni açmış olsa da, yenilenebilir enerji desteği sayesinde o alan daha kârlı hale geldiğinde madeninizi hemen satıp yeni bir rüzgâr santrali açıyorsunuz. Bu gibi varsayımlara inanıyorsanız, HGD modelleri sizin için yaratılmış.

Sonuç

Matematik yalan söyleyen bir bilim değil, insanlar yalan söyler. Ekonominin matematiksel bir uzmanlık alanı haline getirilmesi ve iktisat teorisinin simgelerin arkasına gizlenmesi de bununla ilgili. Doğrudan ifade edildiğinde karşı tarafa kabul ettirilemeyecek bir dizi şey, rakamlar, uzun formüller ve şaşalı grafikler ile paketlenip yeni bir buluş gibi tekrar ortaya atılıyor. Gerçeklik ise bunun sadece yeni bir ikna mekanizması olması.

Sayısal modellerin ve matematiğin iktisatta kullanılmasını ben de belli durumlarda faydalı buluyorum. Eğer bir teoriniz varsa, matematiğin ve istatistiğin sağladığı araçlarla bunu geliştirebilirsiniz ve teorinizin gerçek hayat uygulamalarına nasıl yanıt verdiğini ölçmeye çalışabilirsiniz. Ancak döneceğiniz yer yine teori olacaktır. Bir modele ne koyarsanız, sonucunda onu alırsınız. Eğer bir olguyu aynı veri seti ve aynı metodoloji ile ölçüp beş farklı sonuca ulaşıyorsanız ve bunu açıklamaya çalışmak yerine “ne yapalım model bu sonucu veriyor” diyorsanız, ya ne dediğinizin farkında değilsinizdir, ya da kasıtlı olarak bir şeyi saklamaya çalışıyorsunuzdur. Bu yazıda değerlendirdiğim makroekonomik modelleri kuran hocalarımızın uzmanlık seviyelerine baktığım zaman, üzülerek ikinci seçeneğinin geçerli olduğunu görüyorum.

Daha temel bir noktayı belirteyim. Akademinin, kurumların ve genel anlamda iklim hareketinin işi, sermayeyi “yeşil büyüme” gibi konseptlere ikna etmeye çalışmak mıdır? İklim krizinin verdiği alarm sizin o noktayı geçmenizi hâlâ sağlamadı mı? Elbette ki hem sermayenin aklı çalışan temsilcileri, hem de antikapitalist iklim hareketi, gelmekte olanın “yeşil büyüme” gibi gerçek olamayacak kadar iyi masallar değil, büyük bir yıkım ve distopik felaketler yığını olduğunu görüyor. Fakat kapitalizm birikim ve rekabet mekanizmaları nedeniyle çaresiz ve iklim değişikliğini durduracak adımları atamıyor. Ülke, endüstri ve sermaye blokları içerisinde herkes iklim değişikliği politikalarının maliyetini birbirinin üzerine yıkmaya çalışmakla meşgul ve Türkiye gibi ülkeler free rider (bedavacı) pozisyonunda mümkün olduğu kadar uzun bir yol kat edip, arada da yer altındaki bütün kömür rezervlerini çıkarmaya çalışıyor. Günümüzde bu yok oluş cenderisini kırabilecek tek aktör sokaktaki iklim hareketi, bu hareketin toplumu ikna yeteneği ve fosil yakıt endüstrisini durdurmak için yapılan antikapitalist doğrudan eylemler. Umarım bir gün iktisat hocalarımız da piyasaların görünmez eli üzerine üretim fonksiyonları tanımlayıp, şeffaf olmayan modellerle ulaştıkları sentetik sonuçları kalibre etmeye çalışmak yerine, bilim etiği ve iklim dostu bir gelecek adına bu harekete yardımcı olmanın yollarını aramaya başlarlar.

Kaynakça:

Abramovay, R., 2016, The green growth trap in Brazil, Green Growth: Ideology, political economy and the alternatives kitabı içerisinde, der. Gareth Dale, Manu V. Mathai and Jose A. Puppim de Oliveira, s. Londra, Zed Books.

Acar, S., Voyvoda, E. ve Yeldan E., 2018, Macroeconomics Of Climate Change In A Dualistic Economy: A Regional General Equilibrium Analysis, London, Academic Press,

Bluemling, B. ve Yun, S. Y., 2016, Giving green teeth to the Tiger? A critique of ‘green growth’ in South Korea, Green Growth: Ideology, political economy and the alternatives kitabı içerisinde, der. Gareth Dale, Manu V. Mathai and Jose A. Puppim de Oliveira, s. Londra, Zed Books.

Bouzaher, A., Sahin, S., & Yeldan, E., 2015, How to Go Green: A General Equilibrium Investigation of Environmental Policies for Sustained Growth with an Application to Turkey’s Economy, Letters in Spatial and Resource Sciences, 8(1), 49-76.

Dale, G., 2015, Origins and delusions of green growth, International Socialist Review (97), Center for Economic Research and Social Change.

Daly, H. E. ve Farley, J., 2011, Ecological Economics : Principles and Applications (2nd ed.), Washington DC, Island Press.

Doğru, B., Bagatır, B., ve Pultar, E., 2019, Türkiye’de İklim Değişikliği Algısı 2019, İstanbul, KONDA Araştırma ve Danışmanlık Şirketi.

Harvey, D., 2015, On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu, Çev. Esin Soğancılar, İstanbul, Sel Yayıncılık.

Hawken, P., 1993, The Ecology of Commerce : A Declaration of Sustainability, Harper Business.

Karluk, S. R., 2004, Türkiye Ekonomisi, (8. Baskı), İstanbul, Beta.

Katircioglu, S. ve Katircioglu, S., 2018, Testing the role of fiscal policy in the environmental degradation: the case of Turkey, Environmental Science and Pollution Research (25), 5616–5630.

Mahnkopf, B., 2016, Lessons from the EU: Why capitalism cannot be rescued from its own contradictions, Green Growth: Ideology, political economy and the alternatives kitabı içerisinde, der. Gareth Dale, Manu V. Mathai and Jose A. Puppim de Oliveira, s. Londra, Zed Books.

Marks, K., 2013, Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi – Cilt: II, İkinci Basım, İstanbul, Yordam Kitap.

Marks, K., 2015, Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi – Cilt: III, Birinci Basım, İstanbul, Yordam Kitap.

Nordhaus, W. D., 2017, Revisiting the social cost of carbon, Proceedings of the National Academy of Sciences, 114 (7), 1518-1523.

OECD, 2000, The Potential for Using Tax Instruments to Address Non-CO2 Greenhouse Gases, Document No: 96985, COM/ENV/EPOC/DAFFE/CFA(99)110/FINAL, Paris, Organisation for Economic Co-operation and Development

Orhan, G., 2007, Institutions and ideas in the institutionalisation of Turkish environmental policy, Critical Policy Studies, 1(1), 42-61

Özlü, H., Engürülü, B., Özbek, A. K., Aydın, A., & Özüstün, A. Ö., 2020, İklim Değişikliği ve Tarım, Ankara, Türkiye Cumhuriyeti – Tarım ve Orman Bakanlığı – Tarımsal Çevre ve Doğal Kaynakları Koruma Daire Başkanlığı.

Smith, N., 2008, Uneven Development : Nature, Capital, and the Production of Space, Athens and London, The University of Georgia Press.

Şen, Ö. L., 2013, A Holistic View of Climate Change and Its Impacts in Turkey, İstanbul, İstanbul Politikalar Merkezi – Sabancı Üniversitesi – Stiftung Mercator Girişimi.

Telli, Ç., Voyvoda, E., & Yeldan, E., 2008, Economics of environmental policy in Turkey: A general equilibrium investigation of the economic evaluation of sectoral emission reduction policies for climate change, Journal of Policy Modeling, 30(2), 321-340.

T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 2010, Türkiye İklim Değişikliği Stratejisi 2010-2023, Ankara, Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü – İklim Değişikliği Dairesi Başkanlığı, https://www.gmka.gov.tr/dokumanlar/yayinlar/Turkiye-Iklim-Degisikligi-Stratejisi.pdf

T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 2018, Türkiye’nin Yedinci Ulusal Bildirimi, Ankara, Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü – İklim Değişikliği Dairesi Başkanlığı, https://webdosya.csb.gov.tr/db/cygm/icerikler/yed-nc–ulusal-b-ld-r-m-20190909092640.pdf

Tol, R. S., 2013, Targets For Global Climate Policy: An Overview, Journal of Economic Dynamics & Control, 37, 911-928.

Uzuner, Ç. ve Dengiz, O., 2020, Desertification risk assessment in Turkey based on environmentally sensitive areas, Ecological Indicators (114).

Weeks, J., 2012, The Irreconcilable Inconsistencies of Neoclassical Macroeconomics: A False Paradigm, Oxon, Routledge.

Yandle, B., Bhattarai, M. ve Vijayaraghavan, M., 2002, The Environmental Kuznets Curve: A Primer. Bozeman, Property and Environment Research Center

Yeldan, E., Voyvoda, E., Berke, M.Ö., Şahin, Ü., Gacal, F., 2015, Low Carbon Development Pathways and Priorities for Turkey – Climate-Friendly Development in Turkey: A Macro Level Evaluation, İstanbul, WWF-Turkey, Sabancı University Istanbul Policy Center.

Yeldan, E. vd., 2016, Ekonomi Politikaları Perspektifinden İklim Değişikliğiyle Mücadele, Yayın No: TÜSİAD- T/2016 T/2016,12 – 583, İstanbul, TÜSİAD, https://tusiad.org/tr/yayinlar/raporlar/item/download/8413_6162f22e86d7d7c12d3c5a9a77011c75

 

DİPNOTLAR

[1]     Doğru vd., 2019.

[2]     Yeldan vd., 2015.

[3]     Uzuner ve Dengiz, 2020.

[4]     Şen, 2013.

[5]     Özlü vd., 2020.

[6]     T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 2010, s. 17.

[7]     T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 2018, s. 14.

[8]     Telli vd., 2008.

[9]     Karluk, 2004, s. 481.

[10]    Weeks, 2012, s. 8.

[11]    Marks, 2015, Bölüm: 13, s. 217-236.

[12]    Marks, 2013, Bölüm: 21, s. 466-497.

[13]    Bouzaher vd., 2015.

[14]    Dale, 2015.

[15]    Hawken, 1993, s. 122.

[16]    a.g.e., s. 188.

[17]    a.g.e., s. 281.

[18]    Harvey, 2015, s. 252-253.

[19]    Daly ve Farley, 2011, s. 61.

[20]    Smith, 2011, s. 12.

[21]    a.g.e., s. 49-91.

[22]    Harvey, 2015, s. 251.

[23]    Bluemling ve Yun, 2016.

[24]    Abramovay, 2016.

[25]    Mahnkopf, 2016.

[26]    Yandle, 2002.

[27]    Orhan, 2013.

[28]    Katircioglu ve Katircioglu,2018.

[29]    Yeldan vd., 2015.

[30]    a.g.e., 27.

[31]    a.g.e., s. 28.

[32]    a.g.e., s. 62.

[33]    OECD, 2000.

[34]    Yeldan vd., 2015, s. 67.

[35]    a.g.e., s. 35.

[36]    Nordhaus, 2017.

[37]    Tol, 2013.

[38]    Yeldan vd. 2016.

[39]    a.g.e., s. 21.

[40]    a.g.e., s. 98.

[41]    a.g.e. 109.

[42]    Yeldan vd., 2018, s. 107-110.

[43]    a.g.e., s. 136.

 

Enternasyonal Sosyalizm