Tek Partili Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları

Sinan Laçiner

Giriş

Yaklaşık olarak 1850 ile 1950 arasındaki yüz yıllık zaman kesitinin “demografi mühendisliği” veya “nüfus mühendisliği” çağı olarak anılması yaygın kabul görmüştür1. Söz konusu mühendislik, uluslaşmada ve ulus-devletin inşasında gecikmiş, bu yüzden “acelesi olan” devletlerle çokuluslu imparatorluk yapılarında diğerlerine göre daha kıyıcı ve acımasız olmuştur. Sözgelimi Rusya’nın kendi içindeki Yahudi topluluklara veya Kafkas halklarına muamelesi bu cümledendir. Milliyetçi projenin buradaki görevi salt söz konusu imha ve/veya asimilasyon planlarını tasarlayıp uygulamak ve çoğunluğu bunun doğrultusunda kışkırtmak değil, aynı zamanda hedef başarılıp “engel” ortadan kaldırıldıktan sonra bunun unutulmasını, hiç olmamış gibi yaşantılanmasını da sağlamaktır. Nitekim Ernest Renan, “ulus olmak biraz da unutmaktır” demişti. Renan’a göre Fransa, Kalvinci Protestan bir azınlık topluluk olan Huguenot’ların vahşice katledildiği Saint Barthelemy katliamını anımsayarak ulus olamazdı 2.

Bu amaçla milliyetçi projenin sistematik biçimde şeytanlaştırarak çoğunluğa hedef gösterdiği azınlık gruplara yaşatılanlar, modern tarihin en kanlı ve dramatik öyküleridir ve yukarıda ifade edilen 100 yıllık zaman dilimi, bu nedenle “demografi/etnisite mühendisliği” çağı olarak da anılır. Bu yüz yıl boyunca bir yandan imparatorluktan ulus-devlete geçiş projesini yürürlüğe koyan siyasal kadrolar, diğer yandan da sömürgecilikte gecikmiş olmanın da beslediği saldırgan yayılmacılığı ırkçı tezlerle meşrulaştırarak kendisine “yaşam alanları” oluşturmaya çalışan faşist siyasal rejimler, dünyayı kan gölüne çevirme pahasına egemenlik iddiasında bulundukları coğrafyaların etnik, dinsel ve kültürel yapısını zor yoluyla dizayn etmeye koyulmuştur. Soykırım, etnik temizlik, homojenleşme, “tek millet” türü kavramların siyasal lügatin parçası haline gelmesi, tam da bu sürecin ürünüdür.

Bir imparatorluk bakiyesi olarak Türkiye’nin tarihi, bu sürecin izinin sürüleceği en tipik örneklerden biri kabul edilebilir. 1923’te Cumhuriyet ilan ederek imparatorluktan ulus-devlete geçişini deklare eden Türkiye, 1912’deki Balkan Savaşları ile başlayan 10 yıllık kesintisiz bir savaş sürecinin sonunda şekillenmişti. Bu şekillenme, bir dizi trajediyi içinde barındıran, oldukça travmatik bir sürecin ürünüydü. Zira 1877-78 Osmanlı Rus Harbi başlangıç alınırsa geride bıraktığı 45 yılda topraklarının

%85’ini, nüfusunun da %75’ini yitirmişti. Yaşanan bu kayıplar, bir ölçüde arkaik ve dejenere bir imparatorluk yapısı ile ulus-devlet ve emperyalizm çağında ayakta kalmaya çalışmanın yol açtığı “doğal” bir sonuç olarak görülebilirse de, bir kısmı da o çağa ayak uydurmanın gereği olarak görülen/tercih edilen bir tarz-ı siyasetin kıyıcı pratiklerinin ürünüydü. Bu tarz-ı siyaset Türkçülük ve aktif Türkleştirme politikaları idi.

 

Cumhuriyete Devreden Miras

Cumhuriyet döneminde söz konusu politikaların seyrini ve azınlıklar açısından sonuçlarını ele almadan önce, bu noktaya nasıl gelindiğini tartışan kısa bir özet yapmak faydalı olabilir. Çok etnili, çok dinli ve çok dilli bir imparatorluk olarak Osmanlı’nın son yüz yılı, bir tarafta ancak “düvel-i muazzama” karşısında güç ilişkilerini gözetmeye dayalı bir denge siyaseti ile ayakta kalınabilen bir “beka sorunu”nun, diğer yandan bu sorunun da alevlendirdiği görece zengin ve dinamik bir siyasal ve düşünsel atmosferin damgasını taşıdı. Tanzimat ile başlayıp Islahat Fermanı ile devam eden devleti modernize etme ve hukuka dayandırma çabaları, bu sürecin ürettiği yeni bir muhalif aydın tipinin kendisini gazeteler ve esnek politik örgütlenmeler yoluyla ifade etmeye başladığı düşünsel ortam, hak, özgürlük, eşitlik, anayasa, meclis gibi tümüyle yeni kavramların dolaşıma girmesi ve nihayet 1. Meşrutiyet ile söz konusu kavramların somutluk kazanması, son yüzyılın ilk evresinin belirleyici gelişmeleriydi.

Son yüzyılın bu evresine noktayı koyan, Sultan Abdülhamit’in Osmanlı-Rus Harbi’ni gerekçe göstererek kısa ömürlü anayasayı ve meclisi rafa kaldırması oldu. Bundan sonraki 30 yıllık ikinci evre, İmparatorluğu ayakta tutmak için yönelinen pragmatik bir İslamcılık siyaseti ile buna eşlik eden koyu bir baskı rejimi ve ancak gizli biçimde örgütlenebilen ve Abdülhamit karşıtlığında birleşebilen çoğul muhalefet odaklarının şekillenmesi ile geçti. Gerek İttihat ve Terakki Cemiyeti, gerekse de Taşnak ve Hınçak gibi devrimci Ermeni örgütler bu sürecin ürünüydü.

Kuruluş evresinde Yeni Osmanlı ve Jön Türk düşünsel mirası üzerine şekillenen İttihat ve Terakki, adına da yansıdığı biçimiyle meşruti rejim ve anayasacılıkta somutlaşan bir ilerleme düşüncesini, imparatorluğu oluşturan tüm unsurların birliği içerisinde tasavvur eden Osmanlıcı bir fikriyat üzerinden Abdülhamit yönetimine karşı muhalefet geliştirdi. İttihatçıların “İttihat-ı Anasır”ı önceleyen başlangıçtaki bu sahici Osmanlıcılığı, cemiyet kadroları içerisinde o “anasır”dan insanların da bulunması ve cemiyet dışında kalan Ermeni partilerle yakın temas ve işbirliğinde de somutlaşıyordu. Nitekim Abdülhamit’i devirip Meşrutiyet’i yeniden ilan eden 1908 Devrimi, bu işbirliğinin de ürünüydü.

Ne var ki 1908 ile başlayan üçüncü ve son evre, bir yandan unsurların birliğini esas alan “devleti kurtarma” fikirlerinin ve buna dayalı ittifakların temelden değiştiği, diğer yandan da imparatorluğun parçalanmasını getiren savaşlar silsilesi boyunca Gayrimüslim halkların -yeni devletin kurucu unsurlarından biri olmak şöyle dursun- topyekûn imhasına dayalı bir Türkleştirme siyasetinin egemen hale geldiği bir evre olarak yaşandı. 1912’de başlayıp iki yıl süren ve Osmanlı’nın Avrupa’daki topraklarının hemen hemen tamamını yitirmesiyle sonuçlanan Balkan Savaşlarının önünü açtığı bu yeni siyasal yönelim, artık ilk yıllarındaki gibi Osmanlıcı fikirlerle yönlendirilmeyen, belirgin biçimde Türkçü/milliyetçi ve militarist yeni İttihatçı kadroların 1913 Bab-ı Ali Baskını ile yönetimi tümüyle ele geçirmesiyle beraber daha da somutluk kazandı. Bunun bir yıl sonrasında Almanya’nın müttefiki olarak Dünya Savaşı’na giriş kararı imparatorluk topraklarını Gayrimüslimlerden arındırmaya dönük yeni yönelimin pervasızca uygulanabileceği ortamı yaratınca önce Ege ve Trakya’daki Rumların kaçırtılması, ardından da Ermeni Soykırımı, yitirilen savaşın sonunda elde kalan toprakların büyük ölçüde İslamlaştırıldığı yeni bir demografik yapı ortaya çıkardı. 1923’te ilan edilen Cumhuriyet, Türklük ve Müslümanlık üzerine inşa edilecek bir ulus-devlet için son derece elverişli bu demografik mirası devraldı.

 

Cumhuriyet: Kopuş mu Devamlılık mı?

Başta Mustafa Kemal olmak üzere Cumhuriyeti kuran kadrolar, kendi yeni siyasal tercih ve yönelimlerini meşrulaştırmak için oldukça çelişik bir pozisyon aldı. Bir yandan imparatorluğun yerine ulus-devletin kurulması, hilafetin kaldırılması, alfabenin değiştirilmesi, eğitimin birliği, laiklik ilkesinin anayasaya yerleştirilmesi gibi radikal reform hamleleriyle kendisini Osmanlı geçmişinden özenle ayrıştırdı; milatçı bir yaklaşımla tarihi kendisi ile başlattı. Gerisi karanlık önü aydınlık yepyeni bir döneme geçildiği iddiası, aynı zamanda bir reddi mirastı. Ancak diğer yandan yeni rejimin temel kurumlarının pek çoğu, kökleri Osmanlı’da olan bir tarihe sahipti ve isim değişikliği işlevsel bir farklılık yaratmamıştı. Cumhuriyeti ilan eden kadrolar da Osmanlı’nın tedrisinden geçmiş subaylardı ve etkisi altında oldukları fikir akımları, uzunca bir süredir Osmanlı münevverleri arasında tartışılarak olgunlaşmıştı. Ayrıca dünya savaşı sonrasında tasfiye olmuş görünen İttihat ve Terakki Partisi ve bir zihniyet olarak ittihatçılık, söz konusu kadrolar Müdafaa-i Hukuk Derneklerinin kadrolarına dönüştürülerek yaşatıldı; bir bakıma milli mücadelenin çelik çekirdeği kılındı. İlerleyen yıllarda cumhurbaşkanlığı da yapacak olan, tek parti döneminin önde gelen simalarından ve Demokrat Parti’nin kurucularından Celal Bayar, ölümünden kısa bir süre önce verdiği bir mülakatta “ben her zaman ittihatçıydım” diyecekti.

Konumuz açısından asıl önem taşıyan devamlılık çizgisi ise “ekalliyetler” olarak anılan Gayrimüslim azınlıklara yaklaşım, diğer bir ifadeyle Türkleştirme politikalarıdır ve “hep ittihatçı olmak” özellikle aktif Türkleştirme politikalarının seyri açısından özel bir önem taşımaktadır. Bu çerçevede makalenin devamında önce ulus-devlet ve milliyetçilik üzerine kısa bir teorik tartışma yapılıp bu çerçevede Türk milliyetçiliğinin bir ideoloji olarak inşası ve muhtevası ele alınacaktır. Ardından bu çerçevede yeni rejimin azınlıklara ilişkin tutum, söylem ve politikaları, belirli başlıklar altında tartışılarak tüm bu sürecin hem pratik, hem ideolojik sonuçlarıyla Türkiye kapitalizmi içerisinde egemen sınıfın tarihsel şekillenmesine ve egemen sınıfın çıkarlarını yansıtan fikirlere, buradan da ezilen sınıfları içeriden parçalayan etkili bir politik-ideolojik hegemonya aparatına nasıl dönüştürüldüğü ele alınacaktır.

 

Ulus, Ulus-Devlet ve Milliyetçilik

Modern bireyin tarihten bağımsız biçimde hep var olduğu zannıyla içselleştirdiği ve yerel ve küresel düzeyde siyasetin son yüzyılının en temel kurucu kavramlarından biri olan “ulus” veya “millet”, çifte devrimin, yani İngiliz Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’nin çocuğu olan bir kurgu ve modern bir kavramdır. Modern devlet aygıtının gereksinim duyduğu bu kurgunun gerçekleştirilmesi, yine modern bir siyasal ideoloji olan ama milleti önceleyen milliyetçiliğin görevi olacaktır. Bu bağlamda İngiliz Marksist tarihçi Eric Hobsbawm’ın da vurguladığı gibi millet, “ancak belli bir modern teritoryal devletle, ‘milli devlet’le ilişkilendirildiği kadarıyla bir toplumsal birimdir; bununla ilişkilendirilmedikçe milleti ve milliyeti tartışmanın hiçbir yararı yoktur. (…) Bazen önceden var olan kültürleri alıp onları milletlere çeviren milliyetçilik, bazen de milletleri icat eder ve genellikle önceden var olan kültürleri tamamen yok eder. Bu bir gerçekliktir. Kısacası analitik düzlemde milliyetçilik, milletlerden önce gelir. Milletler devletleri ve milliyetçilikleri yaratmaz, doğru olan bunun tam tersidir”3. Modern öncesi dönemde tümüyle farklı ve yer yer pejoratif anlamlarda kullanılan “ulus” ve “millet” kavramlarının günümüzdeki anlamına kavuşup itibar kazanması, burjuvazi ve kapitalizmin tarihsel şekillenmesi ile doğrudan ilintilidir.

Tarihin o anına kadar var olmayan bir entite olarak ulusa duyulan ihtiyaç4, bir yönüyle tanrı katından indirilmek istenen egemenliğin kaynağı olacak bir birime duyulan gereksinim ile ilgilidir. Bu biçimiyle, egemenliği kullanan halk olarak ulus kavramsallaştırması ilk olarak İngiltere’de, çifte devrimden de önce kullanılmaya başlanır5. Kuşkusuz bu kullanımın yaygınlaşması, birey, akıl, eşitlik, özgürlük, hak gibi tümüyle yeni kavramların Aydınlanma tarafından yükseltilmesiyle olacaktır. Akıl sahibi, evrensel haklarla donatılmış, eşit ve özgür bireylerden/yurttaşlardan oluşan ve nasıl yönetileceği üzerinde devletle sözleşmeye dayalı bir uzlaşı kurarak söz söyleyebilen halk olarak ulus tasavvuru, onu inşa eden milliyetçi ilkeleri başlangıç noktasında liberal ilkelerle iç içe geçirecektir. Ne var ki Fransız Devrimi ve Napolyon istilaları ile birlikte halka halka yayılan bu ilke ve fikirler, ulusu giderek egemenliğin kaynağı olmaktan çok bağlılık ve sadakatin kaynağı, bu şekliyle de benzersiz, üstün ve “biricik” kıldığı ölçüde milliyetçiliği liberal demokratik ilkeler zemininden uzaklaştırarak tutucu, militarist ve yayılmacı bir ideolojik kimliğe bürüyecektir.

Ulusun/milletin icadına başka bir çerçeveden yaklaşan Ernest Gellner’a göre milletler ve onu kuran milliyetçilik, durağan tarım toplumunun aksine devamlılık ve sürekli ilerleme fikri etrafında örgütlenen sanayi toplumunun gereksinimlerinin bir ürünüdür. Tarıma dayalı kapitalizm öncesi toplumlarda tebaasını oluşturan toplulukların birbirleriyle ve kendisiyle düzenlilik arz eden bir temas ve iletişim kurmasında hiçbir çıkarı olmayan devletin aksine sanayiye dayalı kapitalist toplumda devlet, yurttaşları ile sürekli iletişim kurmak mecburiyetindedir6. Zira böylesi bir toplumda bilgi ve beceri isteyen karmaşık nitelikteki işlerin yürütülmesi, merkezi ve standart bir temel eğitimi ve bunun ürünü olan uzmanlaşmayı şart koşar. Bu yolla her bir üyesi diğerinin yerini alabilecek anonim kitle toplumunun ulus birimi etrafındaki inşası, kapitalist sanayi toplumunun devamlılığının ve kendini yeniden üretebilmesinin ön koşuludur. Bu ön koşul da ancak, kendi meşruiyetini ulusa dayandıran modern devlet aygıtı tarafından örgütlenebilir.

Ne var ki ulus ve ulus-devlet etrafında şekillenecek bu yeni devlet ve toplum örgütlenmesi, devlet ve toplum arasında eski çağlardan çok daha yoğun ve süreklilik arz eden bir ilişkiyi de beraberinde getireceği için, amaçlanan siyasal/toplumsal yapının kültürel türdeşliği de sağlaması gerekecektir. Diğer bir ifadeyle ulus birimine dayanan modern devlet aygıtı, merkezi standart eğitim sistemi başta olmak üzere toplumu ihtiyaçlar yönünde biçimlendirmeye yarayan tüm aparatları aracılığıyla yurttaşları yalnızca çalışma yaşamının gerektirdiği mesleki teknik bilgi ile değil, bir ulusun parçası olmanın gerektirdiği diğer “bilgi”ler ve duygular ile de donatacak, böylelikle anonimliğin ön şartı olan bir kültürel türdeşlik de sağlanacaktır7. Milliyetçilik, tam da bu kültürel türdeşleşmeyi siyasal projeye dönüştüren akımdır.

Devlet örgütlenmesinin bir biçimi olarak ulus-devletin modernliği tartışılmazken ulusun/milletin modern mi, tümtarihsel mi olduğunun tartışılması, hatta ikincisinin en azından geniş kitlelerin zihninde daha geçerli olması, ulusu inşa eden milliyetçiliğin yeniden yazdığı tarihten, diğer bir ifadeyle milliyetçi tarih yazımından kaynaklanır. Calhoun’a göre geç 19. yüzyılda nelerin uygun siyasi birim sayılacağına ilişkin örtük mutabakatın en önemli parçasını oluşturmasının yanı sıra, kolektif kimliklerin oluşumunda temel olan özcü düşüncenin gelişimine de tarih yazıcılığı yoluyla büyük katkı sağlamıştır8. Kültüre ve tarihe özcü bir perspektiften yaklaşarak milletlere tarihten bağımsız bir öz atfeden milliyetçi tarih yazıcılığı, kendisini diğerlerinden ayıran otantik kültürel gelenekleriyle milletlerin öteden beri var olduğunu ve milliyetçiliğin de nihai olarak millet tarafından yaratıldığını savlar9. Son yarım yüzyılda yürütülen milliyetçilik çalışmaları tarafından dayanaksızlığı açık biçimde ortaya konan bu tezin yerinden edilemeyen gücü, her ulus-devletin bunu kendi ulusunu inşa için resmileştirerek yaymasının yanı sıra günlük siyasal ihtiyaçları karşılama ve karmaşık dünyada bireye bir amaç, kimlik ve anlam sunma yönünde basitleştirilmiş anlatı yapısına da dayanır. Milleti tarih dışılaştırarak yücelten bu anlatı yapısı, bu yolla tarihi de tarihsizleştirir. Suavi Aydın’ın ifadesiyle milliyetçi tarihyazımları “genellikle ilkçi bir tarih inşasına girişirler. Bu inşada tarihin derinliklerinden bu yana tarihsel düşmanlarını alt ederek başarıyla bugüne gelmiş modern ulusun çekirdeği olan bir etnik birimin mitoslarına inilir yahut uygun mitoslar icat edilir. Bu etnik birimin bütün tarihi anakronik atıflarla yeniden kurulur. Bir kabile ya da boy birliğinin şefi ‘ulusal idealler’ peşinde koşan bir öndere dönüştürülebilir; bugünkü çatışmalara uygun düşmanlar, dinsel kavrayışlar ve tavırlar ulusallaştırılır; kabile ve aşiret kimliğinin ötesine tarihsel olarak geçemeyecek kategoriler ‘ulusal bilinçle’ ve ideallerle yüklü eşitlere dönüşür (…) Kısaca tarih olabildiğince tarihsizleştirilir”.10

Tarihi tarihsizleştiren ve sınıftan arındırarak “milletlerin savaşı” olarak resmeden söz konusu anlatı yapısı, kendisini aynı zamanda bu sözde savaş tiyatrosunda bir biçimde sahne alan olumlu (yani “bizden”) ve olumsuz (yani “öteki”) tarihsel aktör ve toplulukların gerçek rollerinin çarpıtılması ve karakterlerinin uçlaştırılarak iyi veya kötü yönde abartılması biçiminde de ortaya koyar. Eski Yeşilçam gişe filmlerini andıran bu romantik anlatıda bizden olan iyiler, -ister “seçkin” bir devlet yöneticisi veya komutan, ister sıradan insan olarak karşımıza çıksıntüm olumlu insani (hatta kimi zaman insanüstü/doğaüstü) vasıf ve meziyetlerle donanmış bir kahraman, kötüler ise kişiliğinde iyiliğin kırıntısına dahi rastlanamayacak kötülük timsalleri olarak resmedilir11. Bu uçlaştırılmış iyi-kötü düalizmi içerisinde iyiler verili milletin fertleri olarak “biz”, kötü (ve düşman) olanlar ise diğer milletler, onların içerideki uzantıları ve çok yaygın biçimde etnik ve dinsel azınlıklardır.

Yazının girişinde ifade edilen 1850-1950 arasının etnik mühendislik çağı olarak anılması, tam da yukarıda ifade edilen nedenlerle etnik ve dinsel azınlıkların kültürel türdeşliği amaçlayan milliyetçi projenin önündeki en büyük engel olarak görülmesinden ötürüdür. Oldukça gecikmiş bir milliyetçilik olarak Türk milliyetçiliği de, kültürel bir akım olmaktan çıkıp 20. yüzyıl başlarında siyasallaşmaya başladığı ilk zamanlardan itibaren başta gayrimüslim olanlar olmak üzere giderek Türk olmayan azınlık toplulukları hem söylem, hem de pratik düzeyinde hedef almaya başlar.

Ne var ki Türk milliyetçiliğinin bu erken evresi, kendi ulus projesini gerçekleştirebilmek için salt “Türklük” etrafında etkin bir seferberlik oluşturmak için gerekli önkoşulların hemen hiçbirisinin var olmadığı bir evredir. Balkan Savaşları hezimeti ile birlikte “üç tarz-ı siyaset”ten Osmanlıcılık kesin olarak terkedilmiş, Türkçülük ise güç kazanmıştır. Öte yandan henüz inşa sürecinin emekleme aşamasındaki “Türklük”, halen çok etnili ve kendisini bu kavramla tanımlamaktan uzak imparatorluk ahalisini milliyetçi proje etrafında bütünleştirip onları harekete geçirecek mecale sahip olmaktan uzaktır. Nitekim Türk milliyetçiliğinin kurucu düşünürlerinden Yusuf Akçura bile, yeni çağda “dinlerin siyasi ehemmiyetlerini, kuvvetlerini kaybettiklerini” söyleyerek Türkçülüğü savunsa da “İslamiyet’te gördüğümüz o kuvvetli teşkilattan, o pür heyecan hissiyattan, hülasa sağlam bir ittihadı meydana getirebilecek madde ve hazırlıktan hemen hiçbirisi Türklükte yoktur” tespitini yapabilmektedir12.

Bu yüzden Türk milliyetçiliğinin bu erken evresi, “Türklük” imge ve vurgusunun İslamlık/Müslümanlık kozası ile sarıldığı ve bir bakıma tahttan indirilen Abdülhamit’in bir zamanlar Müslüman kardeşliği duygusunu bir tür siyasal bilince dönüştürerek yürüttüğü pragmatik İslamcılık siyasetine benzer bir “Müslüman milliyetçiliği”nin saf Türk milliyetçiliğine galebe çaldığı bir evre olarak yaşandı. Cumhuriyetin kuruluşuna kadarki bu erken evrede Ege ve Trakya’dan Rumların kaçırtılması, Ermeni soykırımı, Pontus soykırımı ve Mustafa Kemal liderliğindeki “milli mücadele” süreci, yönetici sınıfça sürekli pompalanan bu Müslüman milliyetçiliğinin hâkim ve seferber edici asli ideoloji olarak gördüğü işlev ile gerçekleştirilebildi.

Salt saf Türk milliyetçiliğine dayanan bir siyasal projenin toplumsal temelden yoksunluğu o kadar açıktı ki, aslında seküler (hatta dini inançsız) Türk milliyetçisi bir Osmanlı subayı olan Mustafa Kemal, Anadolu’da milli mücadeleyi örgütlerken İslami bir seferberlik dilini sıklıkla kullanmak durumunda kalmış, bu açıdan İttihatçıların Ermeni soykırımını yürütürken başvurduğu Müslüman milliyetçiliği çizgisine olduğu gibi sadık kalmıştır. Bunun bir gereği olarak Erzurum ve Sivas kongrelerine yalnızca Müslüman temsilciler çağrılmış, bu kongreler ve daha sonra Ankara’da kurulan meclis dualarla, besmelelerle açılmış, her fırsatta Müslümanların birliği vurgusu yapılmıştır13. Türklerin tek Müslüman halk olmadığı, Hilafet kurumuna sadakat ve İmparatorluk tebaası olma duygusunun baskın olduğu ve dinin halen temel tutkal ve birleştirici ideoloji olma vasfı taşıdığı bu aşamada Türklüğe yaslanan milliyetçiliği kozasından çıkarıp sahaya sürmek için henüz erkendir.

 

Cumhuriyet ve Azınlıklar: Zihniyet ve Söylem

Türk milliyetçiliğinin o kozadan çıkıp başat devlet ideolojisi olarak Türk ulusunu inşaya başlaması için tarihin zili, milli mücadelenin başarıya ulaştığı 1923’ten itibaren çalacaktır. O güne kadar yapılmasından özenle imtina edilen Türklük vurgusu, son aylarında rejimin adının da Cumhuriyet olarak ilan edileceği 1923 yılının ilk aylarından itibaren yapılmaya başlanır. Üstelik bu vurgu, Türk milliyetçiliğinin kendisini üzerine kurduğu düşman öteki imgesi olarak azınlıklar, daha özel olarak da Ermeniler üzerinden yapılacaktır. Söz konusu yılın Mart ayında Adana’daki Türk Ocağı binasında yaptığı konuşmada Mustafa Kemal şunları söyleyecektir: “Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihinde Türk idi, o halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. (…) Memleket en nihayet yine sahibi aslilerinin elinde kaldı. Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.”14

Mustafa Kemal’in işgalden kurtuluş sağlanıp yeni devlet ve rejimin ortaya çıkışının altyapısı oluşturulduktan sonra sergilediği bu “açıksözlü” Ermeni karşıtı söylem, kurulacak devletin yalnızca Ermenilere karşı değil başta diğer gayrimüslimler olmak üzere genel olarak Türk olmayanlara nasıl yaklaşılacağının da işareti sayılabilir. Nitekim ilerleyen yıllarda rejimin otoriter karakteri yerleşiklik kazanıp dünyada esen benzer yöndeki rüzgârlarla da bu otoriterlik meşruluk kazandıkça, kurucu kadroların diğer önde gelen isimlerinin de Türklük vurgulu ve Türk olmayanlara kin kusan demeç ve açıklamaları birbirini izleyecektir. Sözgelimi dönemin ikinci adamı Başbakan İsmet Paşa, 1925 Nisan ayında Türk Ocakları’nda yaptığı konuşmada şunları söyleyecektir: “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır”.15 Mustafa Kemal’in az önce alıntılanan sözlerinden farklı olarak Türklüğe asimile edilebilecek olanlara dönük olan bu ifadelerin asli muhatabının Kürtler olduğu açıktır. Yine de “Türk ve Türkçü olma” vurgusu ve buna karşı çıkacaklar için düşünülen akıbet Türk olmayan tüm unsurlara dönük açık bir tehdittir. Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) Bey’in 1930’daki “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da bilsin ki, bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır” şeklindeki meşhur sözleri de Türk milliyetçiliğinin kendisini olabilecek en ırkçı kalıplarla ifade ettiği bir açıklama, ama aynı zamanda yeni rejim ve devletin Türk olmayanlara karşı politika ve yaklaşımının da özlü bir ifadesidir.

Öte yandan Türk milliyetçiliğinin artık kendisi olarak sahne alması ve sıklaşan “Türklük” vurguları, Müslümanlığın tümüyle oyun dışı kalması anlamına gelmez. İslam belki artık başrol oyuncusu olmayacaktır ama devletin koyduğu sınırlar içerisinde önemli bir yardımcı oyunculuk görevi üstlenecektir: Türklüğün tanımlayıcısı olmak. Nitekim 1924 anayasası şekillendirilirken anayasa encümeninin “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın Türk ıtlak olunur” şeklindeki önerisi gayrimüslimlerin Türk sayılamayacağı gerekçesiyle şiddetli tepki görmüş, bunun üzerine ifade “vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” biçiminde yeniden düzenlenmiştir.16

Uygulamada bunun diğer bir çarpıcı örneği, 30 Ocak 1923’te Yunanistan ile imzalanan Nüfus Mübadelesi Antlaşması’nda da karşımıza çıkar. Bu antlaşmanın birinci maddesinde “1 Mayıs 1923 tarihinden itibaren, Türk topraklarında oturan Rum Ortodoks dinine mensup Türk uyruklular ile Yunan topraklarında meskûn İslam dinine mensup Yunan uyruklular zorunlu mübadeleye tabi tutulacaktır” denmektedir. Bunun anlamı, her iki ülke açısından ulusal kimliğin asli tanımlayıcısının etniklik değil dinsel mensubiyet olduğunun açık biçimde teyit edilmesidir. Söz konusu durumun bir diğer teyidi de Moldovya’da yaşayan ve Türkçe konuşan Gagavuz Türklerinin Türkiye’ye göçüne sıcak bakılmamasıdır. Günümüzde de süren bu bakış, Türk olmayıp Müslüman olan toplulukların göçüne ise aynı mesafe ile yaklaşmaz17.

Dinsel aidiyetin ulusal aidiyetin tanımlayıcısı olması, dolayısıyla dinsel birlik ile ulusal birlik arasında bağlantı kurulması, Türk milliyetçiliğinin kurucu düşünürlerinin bu dönemdeki yaklaşımlarıyla da uyumludur18. Örneğin Ziya Gökalp, 1922 Temmuz ayında “Milliyetleri bir olan zümreler, ümmetleri ayrı ise siyasi bir cemiyette yaşayamıyorlar. Arnavutluk’ta Hıristiyan ve Müslüman Arnavutlar bir millet haline giremedikleri gibi Suriye’deki Müslüman ve Hıristiyan Araplar da bir millet mahiyetini alamadılar. Yugoslavya’daki Ortodoks Sırplar, Katolik Hırvatlar ve Müslüman Boşnaklar aynı lisan ve harsa malik, aynı milliyete mensup oldukları halde bir millet gibi beraber yaşamaya bir türlü alışamıyorlar” diye yazıyordu. Dolayısıyla ona göre aynı milliyetten olmaktan önce aynı dinden olmak gerekmekteydi. Dil ve kültür farkı ise daha sonra egemen halkın dili (Türkçe) ve kültürü diğerlerine benimsetilerek mesele olmaktan çıkarılabilirdi. Elbette başlangıçtaki dillerini tümüyle unutup Türkçeyi “tek dil” kabul etmek şartıyla: “Mesela bugün Pomaklar Bulgarca, Girit’teki Müslümanlar Rumca konuştukları halde yarın Müslümanlığın tesiriyle Türkçeyi öğrenecekler ve bugünkü lisanlarını terk edeceklerdir. O halde bir milletin fertleri, yalnız lisanlarıyla değil dinleriyle de taayyün ediyorlar”19.

Bu şekilde ortaya konan yaklaşım ve zihniyet, Türklüğü inşa sürecinin nasıl gerçekleşeceğinin de çerçevesini oluşturur: Müslüman olmayanları ortadan kaldır, Türk olmayıp Müslüman olanları da Türklüğe asimile et. Ne var ki burada Türk olmayıp Müslüman olanlara sunulan Türkleşme “fırsatı”, bu teklif kendisine sunulan halklar tarafından reddedilir veya Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey’in “Türkçe konuşan, Müslüman olan ve Türklük sevgisi taşıyan” şeklindeki Türklük tanımındaki din dışında kalan şartlara uygunsuzluk saptanırsa ne olacaktır? Böylesi bir durumda onlar için ne şekilde düşünüleceğini, Necip Fazıl Kısakürek şu şekilde ifade eder: “Irk meselesi şuradan doğabilir ki, arnavutu, çerkezi, kürdü, hepsi Müslüman olarak nazarımızda müsaviyken, bunlar kendilerini İslamiyet dışı bir nisbetle bizden koparıp da infirada, ayrılmaya doğru giderlerse o zaman her birinin arnavutluğu, çerkezliği, kürtlüğü ayrıca kabahat olur. İşte o zaman Türklük girer araya”20. (Türk olmayan millet adlarının ilk harflerinin küçük yazılması Kısakürek’in tercihidir.)

 

Cumhuriyet ve Azınlıklar:

Yasal Düzenleme ve Pratik

Görüldüğü üzere zihniyet ve söylemde kurucu kadroların yaklaşımı, din önkoşulu üzerinden Türklüğü inşa etmek, bunun için de dinsel olarak Müslüman olmayanların tümünden “kurtulup”, İslam ortak paydasında buluşabilen tüm Türk olmayan halkları da Türklüğe asimile etmektir. Böylelikle en sonunda Türk Müslüman kimliği, diğer bir ifadeyle Müslümanlığı kendiliğinden içeren Türk kimliği etrafında bir ulus şekillendirilmiş olacaktır. Cumhuriyetin ilan edildiği 1923 yılı içerisinde bu hedef doğrultusunda iki önemli antlaşmaya imza atılır. Bunlardan birincisi Yunanistan ile yapılan nüfus mübadelesi antlaşması, ikincisi de uzun müzakereler neticesinde şekillenen ve genel çerçevesi Türk heyetinin yaklaşımını yansıtan “ekalliyetler” ile ilgili hükümlerin de içerisinde yer aldığı Lozan Barış Antlaşması’dır.

Yukarıda da ifade edildiği gibi seküler bir devlet amaçlamakla birlikte inşa ettiği ulusa ilişkin tanımını hâkim dinsel kimliğe dayandıran iki ülke, Yunanistan ve Türkiye arasında Ocak 1923’te imzalanan nüfus mübadelesi antlaşması, Türkiye açısından İttihatçıların 1914 Rum Kaçırtması ile kitlesel düzeyde başlatıldığı söylenebilecek Anadolu’yu Rumlardan arındırma hedefi doğrultusunda atılmış en büyük adım; öte yandan zorunlu olan bu mübadeleye maruz kalanlar açısından da Yunanistan ve Anadolu’nun en büyük trajedilerinden biridir. Türkiye’den bir milyonun üzerinde Ortodoks Hıristiyan’ın, Yunanistan’dan da 350 bin kadar Müslümanın yüzlerce yıldır yaşadıkları topraklardan sökülüp atılması, Yunanistan nüfusunun iki yıl içerisinde yüzde 25 artması21, Türkiye’nin hem nicel hem nitel anlamda önemli bir nüfus kaybı yaşaması gibi olgular bir yana, sökülüp Ege’nin diğer yakasına atılan insanlar için ağır bir dramdır22.

Ne var ki bu tür dram ve trajediler, İttihatçılarca başlatılıp temelde onların devamı olan Kemalist kadrolarca sürdürülen Anadolu’nun Türkleştirilmesi hedefi açısından başarıdır. Zira büyük mübadele ile yaklaşık 10 yıl öncesinde bugünkü Türkiye topraklarında yaklaşık %30 olan Gayrimüslim oranı, 1924 senesi itibariyle %3’e düşmüş olacaktır. Mübadele antlaşmasından altı ay kadar sonra imzalanan Lozan ise, söz konusu antlaşmaya kesinlik kazandırmanın yanı sıra, Türkiye’de yaşayan azınlıkların korunması ve onlara karşı ayrımcılığın önlenmesine ilişkin kısımda azınlığı Türk tarafının istediği gibi Gayrimüslimler ile sınırlamış, böylelikle Türkiye devletini azınlığın evrensel tanımlarına uyan Kürtler, Araplar, Çerkezler vs. gibi etnik, Aleviler gibi mezhepsel olarak farklı toplulukların haklarını gözetme sorumluluğundan azade kılmıştır23. Bunun da ötesinde Türkiye, esasen Lozan’a aykırı biçimde Gayrimüslimleri de pratikte Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler ile sınırlamış, Süryaniler, Nasturiler, Keldaniler, Yezidiler gibi diğer Gayrimüslim halkların bu antlaşmadan doğan hak ve ayrıcalıklarını yok saymıştır24.

Lozan antlaşmasının azınlıklara ilişkin koruyucu hükümlerini olabildiğince az sayıda insan ve gruba uygulayabilmek için önce azınlık tanımının Gayrimüslimlerle sınırlanmasını sağlayan, ardından da buna fiilen yalnızca Rum, Ermeni ve Yahudi toplumları olarak yaklaşıp uygulamada bir kez daha daraltan Türkiye’nin söz konusu toplumlara karşı yükümlülüklerini yerine getirdiğini, ilgili hükümlere daraltarak da olsa riayet ettiğini söylemek de mümkün değildir. Zira Lozan’ın ilgili kimi maddelerinin fiilen hükümsüz kılınması için fazla zaman geçmesi gerekmeyecektir. Makalenin bu kısmında, çeşitli alt başlıklar altında azınlıkların eşit yurttaşlık haklarını gasp etme, fiziksel şiddet, baskı, sınır dışı veya kaçırma yoluyla fiilen ortadan kaldırma, izlerini silerek görünmez kılma, iktisadi varlıklarına el koyma ve kültürel olarak asimile etmeye dönük yasal ve siyasal pratikler ele alınacaktır.

 

Ekonominin Türkleştirilmesi (1) Sermaye Gaspı ve Transferi

Cumhuriyetin ilan edildiği 1923 yılı, aynı zamanda yeni devlet ve kadrolarının ekonomi alanındaki tercih ve yönelimlerinin belirlenip duyurulduğu İzmir İktisat Kongresi’nin de gerçekleştirildiği yıl oldu. Bu kongrenin sonuçları, uluslararası sermaye ve yeni palazlanmakta olan Türk-Müslüman yerli sermaye sınıfı ile çeşitli uzlaşıları yansıtıyordu. Uluslararası sermayeye liberal iktisadın amentüsüne sadık olunacağı mesajı verilirken yerli burjuvaziye de devletin mevcut kaynakları onlara aktaracağı ve o zamana kadar daha çok Gayrimüslim sermayedarların kontrol ettiği uluslararası sermaye ile bağlantı ve aracılık işlevinin artık onlar eliyle yürütüleceği güvencesi verildi. Bu niyeti Mustafa Kemal, kongrenin açılış konuşmasındaki “İstiklal-i tam için şu düstur var: Hâkimiyet-i milliye hâkimiyet-i iktisadiye ile tarsin edilmelidir (sağlamlaştırılmalıdır)” vurgusu ile de ortaya koymuştu.25

Aslında ekonominin Müslüman-Türkleştirilmesi, 1923’ten yıllar önce niyet edilip uygulamaya da konmuş, ittihatçı bir projeydi. Osmanlı Devleti’nin dünya savaşına girmesiyle dış bağlantılarının kopması ve yıllık ithalatının 45 milyon Osmanlı lirasından bunun %3’ünün de altında bir seviyeye inmesi, ülkenin kendi yağıyla kavrulacağı yeni bir üretim ve ekonomi modeline ihtiyaç duyması sonucunu beraberinde getirmişti. “Alman İttihatçılığı” olarak adlandırdıkları Almanya’nın uluslaşma ve kalkınma modelini örnek olarak işaret eden ittihatçılar, bu süreçte rol oynayan Alman iktisatçı Friedrich List’in yaklaşımından esinlenerek izlenmesi gereken yeni ekonomik yönelimi işaret ettiler26. “Milli İktisat” adı verilen bu yeni ekonomik yönelim, bir yandan savaş nedeniyle dış bağlantıları kopmuş ülkenin kendi kaynaklarını aşamalı biçimde üretime dönüştürmesini sağlayacak, diğer yandan da Gayrimüslim sermayenin elindeki varlık ve imkânları onlardan alıp Müslüman-Türk müteşebbislere aktararak “milli burjuvazi”nin şekillenmesini sağlayacaktı.

Bu süreçte Türk milliyetçiliğinin bütün kurucu ideologları, milli iktisat ve milli burjuvazinin ne kadar yaşamsal önemi haiz olduğunu anlatmaya koyuldu. İktisadiyat Mecmuası’nın başyazarı ittihatçı Tekin Alp, Listçi ekonomi doktrininin ve “milli iktisat”ın bu dergi ile birlikte Türk Yurdu, İslam Mecmuası ve Yeni Mecmua gibi dergilerde ateşli savunuculuğunu yaparken Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura da yine çeşitli mecralarda bir milli müteşebbis sınıfının devlet eliyle ihyasının ne kadar elzem olduğunu yazdılar. Milli iktisadın etnik türdeşlik ve organik dayanışma ile gerçekleştirilebileceğini söyleyen Ziya Gökalp’e göre çağdaş devlet, ortak duygulara sahip etnik unsurların işbölümünden kaynaklanıyordu. Ona göre “müşterek bir vicdan” taşımayan farklı etnik unsurların bir devletin çatısı altında gireceği işbölümü karşılıklı asalaklığa yol açacak ve giderek bir cemaatler birliğine dönüşecek bu toplumsal yapı çağdaş devleti vücuda getiremeyecekti. Dolayısıyla Müslüman-Türkler, o güne kadar yaptıkları askerlik ve memurluk işlerinin yanı sıra daha çok gayrimüslimler tarafından yapılagelen zanaat ve ticaret gibi işleri de üstlenmeli, maddi yaşamdaki her türlü uğraşı kontrolü altına almalıydı. Türk Yurdu dergisinde benzer görüşler öne süren Yusuf Akçura da Osmanlı’nın kurtuluşunun ancak Türk burjuvazisinin doğuşu ile mümkün olabileceğini, yalnız asker, memur ve köylüden güç alarak çağdaş bir devlete dönüşemeyeceğini, batı kapitalizminin acenteliğini üstlenen Rum, Ermeni ve Yahudi gibi gayri Türk unsurların iş sahalarının Türkler tarafından devralınması gerektiğini yazdı27.

Dolayısıyla “milli burjuvazi” inşası, ulus inşasının mütemmim cüzü olarak Cumhuriyet’in kuruluşundan çok önce tartışılıp tasarlanmış, hatta uygulamaya konmuştur. Milli iktisat tasarılarının uygulamaya konma tarihinin aynı zamanda Ermeni soykırımının gerçekleştirildiği yıl olan 1915 olması elbette tesadüf değildir. Anadolu’nun her yerine yayılmış bir milyonun üzerindeki Ermeni’nin merkezi bir kararla Suriye’ye sürülme emri ve bu insanların çoğunun bu süreçte öldürülmesinin yol açtığı insani trajedi, aynı zamanda Ermeni nüfusun mülkiyet ve kontrolündeki sermayenin, iş sahalarının, toprakların ve araç gerecin de Müslüman halka aktarıldığı devasa bir sermaye transferini de içerisinde barındırmaktadır. “Tehcir” adı verilen soykırım kararının uygulamaya konmasından kısa bir süre sonra İttihatçılar “Emval-i Metruke” (Terkedilmiş Mallar) adında bir yasa çıkararak gasp edilen bu servetin -Alp, Akçura ve Gökalp’in kurtuluşun ve çağdaş devletin ön şartı olarak tanımladıklarımilli (Müslüman-Türk) burjuvazinin başlangıç sermayesi kılınmasının meşruiyet çerçevesini oluşturmuştur.

Savaş süreçlerinin geride kalması ve yeni kurulan devletin doğum belgesi olarak Lozan’ın imzalanmasıyla uluslararası dünyanın parçası olunması sayesinde 1914-15’teki ittihatçılardan farklı olarak dış dünya ile bağlantısı olan ve uluslararası sermaye ile iş yapmak isteyen kurucu kadrolar, böylelikle ittihatçıların 1908’in hemen sonrasındaki daha erken dönemleri ile daha uyumlu bir liberal ekonomi çizgisini tercih ettiler ama devlet eliyle “milli burjuvazi” inşa etme hedefinden kopmadılar. Bu hedef bir yandan Teşvik-i Sanayi Kanunu gibi yerli müteşebbisleri özendirici yasa ve yönetmeliklerle, diğer yandan da Gayrimüslim sermayeyi zayıflatıp buradan “milli” Türk burjuvazisine kaynak aktarılarak kovalanacaktı. Bu çerçevede nüfus mübadelesi, tıpkı 1915’teki Ermeni soykırımı gibi önemli bir sermaye gasp ve transferi işlevi gördü. Yunanistan’dan gelen 350 bin kadar Müslümana karşılık Türkiye’den 1,2 milyon Ortodoks Hıristiyan gitti ve önemli bir kısmı sanayi, ticaret ve zanaatta uzmanlaşmış bu büyük nüfusun biriktirdiği maddi servet, toprak ve iş sahaları, milli burjuvaziye aktarılmak üzere Türkiye’de kaldı. Rum malları ile birlikte ölçeği genişleyen “Emval-i Metruke”ye ilişkin ittihatçıların çıkarmış olduğu yasayı Kemalist kadrolar, milli mücadelenin sürdüğü dönemde kısa bir süre için kaldırdı, ama sonra küçük değişikliklerle tekrar yürürlüğe koydu28.

Yasal kılıf ve çerçeve oluşturarak temelde ekonomi dışı zora dayalı, uluslararası sözleşmelerle de güvence altına alınmış görünen hakları ve eşitlik prensibini açıkça çiğneyen sermaye transferinde mübadele son örnek değildi. Cumhuriyet döneminde bunun en dramatik örneği, 11 Kasım 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi Kanunu idi. Kanunun mimarı, 1942 Temmuz ayında aniden ölen Refik Saydam’ın yerine başbakanlığa atanan Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu idi. Nazi Almanya’sı yanlısı olduğu bilinen Saraçoğlu, 5 Ağustos’ta hükümet programını ve savaş koşullarında düşünülen iktisadi tedbirleri açıklamak üzere çıktığı meclis kürsüsünden şunları söyleyecekti: “Arkadaşlar biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve en az o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız. (…) Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hâkimiyetidir”.29

Devletin azınlıklara karşı zaten var olan kurumsal ayrımcılığının ötesinde ırkçı “fikir”ler taşıyan Saraçoğlu’nun iktisadi planlamaya ilişkin bu konuşmada vurgu yaptığı “Türk milletinin hâkimiyeti”nin, savaş koşullarını ve kendisinin de sempati duyduğu Nazilerden gelen ırkçı/ antisemitik genel havayı fırsata dönüştürmeye çalışan bir sermaye transferi iması taşıdığı açıktır. Nitekim bu “işaret fişeği” ile birlikte basında zaten bir süredir yaygınlaştırılmakta olan “savaş vurguncusu Gayrimüslimler” temalı haberler hızla çoğalır. Varlık Vergisi Yasası, işte bu şekilde oluşturulan ortamda yürürlüğe konur.

“Harp zamanında fevkalade kazanç sahibi olanlar”dan bu kazançları nispetinde vergi alınması gerekçesiyle yürürlüğe konan kanun, söz konusu kazanç sahiplerini Müslüman (M), Gayrimüslim (G), Dönme (D) ve Ecnebi (E) şeklinde gruplandırmıştı. Eşit muamele etmesi gereken yurttaşlarını bu şekilde kategorize etmesinin bizzat kendisi ırkçı olmakla beraber, yasanın fiili uygulanışı da hedef alınanın azınlıklar olduğunu açık biçimde ortaya koyuyordu. Öncelikle ödenecek vergi miktarı, vali veya kaymakamların başkanlık ettiği, tamamı CHP üyesi Müslüman Türklerden oluşan komisyonlar tarafından belirlenecekti. Yasa bu komisyonlara o kadar geniş yetkiler tanımıştı ki, tümüyle keyfi kararlar almaları durumunda dahi buna itiraz etmek veya idari ya da adli yargı organlarında dava açmak mümkün değildi. Bu komisyonlarca 15 gün içerisinde belirlenen vergi miktarları için tahsilat 15 gün sonrasında başlayacak, tebliğ tarihinden itibaren 15 gün içerisinde vergisini ödeyemeyen yükümlülerin menkul ve gayrimenkul mallarına el konabilecekti. İlandan itibaren bir ay içinde tahsilat yapılamayan yükümlüler, ücreti karşılığı bedensel işlerde çalıştırılacak, alacağı ücretin büyük kısmı “borcuna” mahsuben alıkonacaktı.30

Komisyonlar vergi oran ve miktarlarını açıkladığında, asıl hedefin Gayrimüslimler olduğu açığa çıktı31. Gayrimüslim cemaatlerin de bunu bir süredir beklediği, hatta yasa henüz hazırlanmadan Saraçoğlu ile bir görüşme yaparak vazgeçirmeye çalıştıkları biliniyor. Ne var ki tüm çabalara karşın bu biçimde şekillenmesi önlenemeyen yasa neticesinde Gayrimüslimlere Müslümanların iki ila iki buçuk katı vergi yüklendi. Ödeyemeyen mükellefler için planlanan bedensel iş, Erzurum Aşkale’deki çalışma kampı idi. Yaklaşık 8 bin kişi bu kamplara taş kırma ve yol inşaatı yapmaya gönderilirken bu insanların tamamı Gayrimüslim idi. Çoğu kentli ve ileri yaşta olan bu insanlardan 21’i, çalışma kampının ağır şartlarına dayanamayarak yaşamını yitirdi.

Çalışma kampı “buluşu”nun özgün olmadığı, Nazi Almanya’sından esinlenildiği açıktır. Bu yönüyle Varlık Vergisi, tüm Gayrimüslimlere dönük bir tehdit ve gözdağı boyutu da taşır ve onlar tarafından da büyük ölçüde böyle algılanmıştır. Almanya’nın yenileceği belli olduktan sonra, 15 Mart 1944’te çıkan bir yasayla kaldırılan Varlık Vergisi, Gayrimüslimleri ekonomik olarak zayıflatıp onlardan Türk-Müslüman burjuvaziye sermaye aktarımı işlevi gördüğü gibi, pek çok Gayrimüslim için ülke ile manevi bağlarının ağır biçimde zedelendiği bir duygusal kopuş anı anlamına da gelmiştir. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bir süre sonra kurulan İsrail’e yerleşmek için çok sayıda Türkiyeli Yahudi, Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’ne yerleşmek için de çok sayıda Türkiyeli Ermeni ülkeden ayrılır. Savaş yıllarında onları vurguncu, tefeci, hırsız diye yaftalayan basın, ayrılmayı tercih ettikleri için bu sefer onlara hain diyecektir.

 

Ekonominin Türkleştirilmesi (2)

Kamu Personel Rejimi ve Çalışma Yaşamına

İlişkin Düzenlemeler

Ekonominin Türkleştirilmesi, yalnızca Gayrimüslim tüccar ve sanayicinin gücü kırılarak oluşturulmaya çalışılan milli burjuvaziye ticaret ve sanayide kullanmak üzere sermaye aktarımı anlamına gelmiyordu. İstihdamda ve çeşitli mesleki alanlarda Türk-Müslüman olanlara ayrıcalık tanınması gerekmekteydi. Bu gereklilik, kamu personel rejiminde Türkiye vatandaşlığı yerine etnik olarak Türk olmayı şart koşarak, dolayısıyla mutlak bir düzeyde sağlanacak; tam olarak kamu alanına girmeyen veya bütünüyle özel teşebbüs sahası olan iş kollarında ise daha dolaylı yollardan sağlanmaya çalışılacaktı.

Daha önce de ifade edildiği üzere yeni rejim Türklüğü Müslümanlık ile iç içe tanımlamıştı. Diğer bir ifadeyle Müslüman olmak, Türk olmanın tanımlayıcı ön şartı idi. Bu da etnik olarak Türk olup Türkçe konuşsa bile Müslüman olmayanın Türk de olamayacağı anlamına geliyordu. Gayrimüslimlerin yeni rejimle hukuksal bağı anayasal vatandaşlık üzerinden kurulabilirdi, öyle de oldu ama Türk sayılmaları söz konusu değildi. Yurttaşlar içinde Müslüman olan ile olmayan arasındaki bu açık ayrım, 1926’da çıkarılan ve kamu personel rejimini şekillendiren “Memurin Kanunu”nda kullanıldı. Söz konusu kanunun 4/A maddesi, Türkiye Cumhuriyeti’nde memur olmanın birinci şartını “Türk olmak” şeklinde belirledi. “Türk/ Türkiye vatandaşı” olmak yerine bu ibarenin tercih edilmesi, açık biçimde Gayrimüslim vatandaşların devlet memuru olamayacağı anlamına geliyordu32.

Yalnızca kamu personeli olmak değil, askeri okullara öğrenci olmak veya Avrupa’ya öğrenci olarak gönderilmek de Türk olmayanlara yasaktı. Özellikle 1930’lu yıllarda gazetelere verilen öğrenci alımı ve yurtdışına öğrenci göndermeye ilişkin ilanlarda “Türk olmak” şartının yanı sıra “Türk soyundan olmak” ve “Türk ırkından olmak” gibi daha açık biçimde ırkçı ifadeler kullanıldı33. Bu tür ifadelerin 1945-1950’den sonra, yani II. Dünya Savaşı ve Faşizm/Nazizm atmosferinin dağılmasının ardından artık kullanılmadığını, fakat yazılı olmasa da son derece aktif bir filtre olarak günümüze kadar etki ve gücünü devam ettirdiğini söylemek mümkündür.

Ayrıca bu dönemde devlet memuriyeti olmayan fakat uygulanması yasalarla düzenlenen ve eğitimle edinilen kimi mesleklerde Gayrimüslimlerin varlığı sınırlanmaya veya ortadan kaldırılmaya da çalışılmıştır. Örneğin 24 Ocak 1924 tarihli “Eczacılar ve Eczahaneciler Hakkında Kanun”da eczacılık mesleğini yapmak “Türk bulunmak” şartına bağlanmıştır. Kanunun getirdiği kimi başka hükümlerle birlikte bu hükme dayalı olarak çok sayıda eczane kapatıldı. Bunların %87’si Gayrimüslimlerindi. Bundan kısa bir süre sonra, aynı yılın 3 Nisan tarihinde çıkarılan “Muhamat (Avukatlık) Kanunu”nun gereği olarak “kötü şöhretle tanınmamış olmak” ölçütü ile mevcut avukatlar incelenmiş, bunun sonucunda Rum avukatların %75’inin, Ermeni avukatların da %73’ünün meslek yaşamlarına son verilmiştir. 11 Nisan 1928 tarihinde çıkarılan “Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarz-ı İcrasına Dair Kanun”un birinci maddesinde, eczacılıkta olduğu gibi doktorlukta da bu mesleğin icrası “Türk bulunmak” şartına bağlanmıştır34.

Açık bir biçimde yurttaşların yasa önünde eşitliğine ilişkin temel burjuva hukuk kaidesi bir yana, henüz imzalanmış bulunan Lozan antlaşmasının ilgili hükümlerine de aykırı olan bu yasa ve düzenlemeler, “hayatın tüm alanlarında Türk’ü hâkim kılmak” biçiminde ifade edilen ırkçılık temelli ulus inşa projesinin sabit ajandası olarak sistematik biçimde uygulandı. Tek parti döneminde açık ve adlı adınca, çok partili dönemde ise daha örtük biçimde yürütülen bu ekonomi ve çalışma yaşamını Türkleştirme pratiği, hem Türk milliyetçiliğinin kurucu ideologları, hem de önde gelen devlet yöneticileri tarafından övünçle sahiplenildi. Ziya Gökalp’in “Evvelce Türkiye’de Türk milletinin hiçbir mevkii yoktu. Bugün her hak Türkündür. Bu topraktaki hâkimiyet Türk hâkimiyetidir; siyasette, harsta, iktisatta hep Türk halkı hâkimdir. (…) Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir”35 ifadesinin yanı sıra Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un meşhur olan son kısmı yukarıda alıntılanan konuşmasındaki Gökalp’in sözlerini bir ileri taşıyan şu vurgular, bu bakımdan ayrıca önemlidir: “Düne kadar vapurlarda, şimendiferlerde, memleketimizin bütün ticari ve mali müesseselerinde kimler çalışıyordu ve bunlar kimlerin ellerinde bulunuyordu? Türk olmayanların değil mi? Bugün kimlerin elindedir? Türklerin. Bütün bunlar Cumhuriyet Halk Fırkası’nın mahsulüdür. Bağlar, bahçeler, hatta dağlar, ovalar, mal, mülk, memleketin iktisadi hayatı baştan başa Türk olmayanların elinde değil mi idi? (…) Düne kadar yabancıların yanında amelelik yapan binlerce Türk’ün bağ, bahçe, mülk sahibi olduğunu az mı görüyoruz? Cumhuriyet Halk Fırkası’ndanım, çünkü bu fırka bugüne kadar yaptıkları ile esasen efendi olan Türk milletine mevkiini iade etti. Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da bilsin ki, bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır”36.

 

Fiziksel Şiddet ve Zor Kullanımı:

Pogrom, Sürgün, Kaçırtma

Gayrimüslim azınlıkların fiziksel varlıklarının sistemli biçimde ortadan kaldırılması, “ekalliyetler” olarak anıldıkları Osmanlı’nın son döneminden, özellikle de 1914-15’ten itibaren başlayan ve aslında hiçbir zaman son bulmayan, başlıca devlet tasarısıydı. Cumhuriyet döneminin İttihatçı son dönem Osmanlı yönetiminden farkı, 1924 itibariyle Gayrimüslim azınlıkların 1915’te olduğu gibi büyük bir kitlesel kıyım biçiminde imha edilmelerini gerektirmeyecek kadar az bir sayı ve orana düşmüş olmalarıydı. Yani “kalan iş” kan dökmeden de halledilebilir, hatta bu sınırlı varlıklarıyla dış politikada kullanılacak pazarlık kozu, yani bir tür rehine olarak işlev de görebilirlerdi. Yine de bu durum, devletin fiziksel şiddet ve zor kullanım araçlarından artık vazgeçtiği anlamına gelmedi.

Zor kullanımının yollarından biri, zorunlu göç ve iskân idi. Bu yöntem azınlık toplulukların kimi zaman açık olmayan biçimlerde, perde gerisinden ve dolaylı olarak göçe zorlanması, kimi zaman da yasalar yoluyla, açık biçimde gerçekleştirilmiştir. Bunların birincisinin ilk örneği, 1929-1930 arasında bir grup Anadolu Ermenisinin Suriye’ye göçüdür. Ermeni Patrikliği, Beyrut’taki ABD Konsolosluğu ve diğer gözlemciler farklı rakamlar vermekle söz konusu tarihler arasındaki 18 ay içerisinde 2500-6400 arası Ermeni Suriye’ye göçmüş ve oradaki makamlara Türk yetkilileri tarafından göçe zorlandıklarını ifade etmiştir37. Gerek hükümet, gerekse İstanbul’daki Ermeni cemaat temsilcileri tarafından bu göçte Türk hükümetinin bir zorlaması olduğu reddedilmiş olsa da hükümetin Gayrimüslim varlığını İstanbul’dakilerle sınırlama yönündeki eğilimi göz önüne alınınca bu inkarı makul bulmak zordur. Nitekim daha sınırlı ölçekte olmak kaydıyla 1934’te de 600 kadar Anadolu Ermenisi, yaşadıkları kent ve köylerinden tren istasyonlarına yürüyerek gitmek zorunda bırakılarak İstanbul’a sürülmüş ve buradaki kilise, okul ve terk edilmiş evlere yerleştirilmiştir.38

Devletin bu dönemde fiziksel şiddet olarak başvurduğu temel araçlardan biri de pogromdu. 19. yüzyılda Rus İmparatorluğu’nun ülkedeki Yahudi toplulukları kaçırtmak üzere örgütlediği “halk tepkisi” görünümlü şiddet eylemlerinden hareketle ve Rusça “isyan” sözcüğünden türeyen pogrom, belirli bir etnik veya dinsel topluluğa karşı bir güruh tarafından gerçekleştirilen saldırıları tanımlar. Devletlerin kendi kolluk güçleri aracılığıyla katılmadığı ve açık biçimde üstlenmediği fakat devlet desteği ve organizasyonu olmaksızın gerçekleştirilemeyecek bu saldırılar, kaba dayak, linç, tecavüz, talan, kundakçılık, mülk tahribatı ve cinayet biçiminde gerçekleştirilir. Pogromlar daha kısa süreli olması ve hedef alınan topluluğun tamamını kovma veya ortadan kaldırma amacı gütmemesiyle soykırım ve etnik temizlik gibi daha sistematik ve açık devlet yönlendiriciliğindeki imha operasyonlarına göre daha sınırlı bir şiddet biçimidir39. Öte yandan devletin perde gerisinden koordine edip şiddetin düzeyini kontrol edebilmesi ve bizzat yer almadığı için ortaya çıkan tahribatın sorumluluğunu üstlenmekten kaçabilmesi, pogromu etnik mühendislik tasarılarının gözde bir aracı kılar.

Cumhuriyet tarihinde bu kapsama giren ilk pogrom 1934’te Trakya’da gerçekleşir. Bu bölgede özellikle yoğun olan Yahudi nüfusu hedef alan Trakya pogromu, bir dizi siyasal gelişmenin kesişimi ile ortaya çıkmıştır. Öncelikle 1934 yılı, Almanya’da açık antisemitik dili ve siyasal programıyla Nazi Partisi’nin iktidarı ele geçirmesinden bir yıl sonrasıdır. Nazi ideolojisi içerisinde somut bir programa dönüşen Yahudi karşıtı ve genel olarak ırkçı fikirler Türkiye’de de destekçi bulmaya başlamış ve Nihal Atsız ile Cevat Rıfat Atilhan gibi Nazi yanlısı ırkçı yazarlar, Ege ve Trakya’daki Yahudileri hedef alan şedit bir dili çıkardıkları dergiler aracılığıyla yaymaya başlamışlardır40. Atsız ve Atilhan’ın Yahudileri aşağı gördükleri için özel bir gerekçeye ihtiyaç duymadıkları antisemitizmleri, Trakya bölgesindeki Yahudi tüccar ve tefecilere dönük Türk Müslüman esnafta var olan huzursuzlukla birleşerek potansiyel bir kitlesel şiddet eyleminin toplumsal altyapısını oluşturmuştur.

Öte yandan olayın bir de devlet yönü bulunmaktadır. İtalya’da Mussolini’nin iktidara gelmesi, 1929’daki büyük buhran ile devletçi iktisadi ve siyasi yönelimin tüm dünyada yaygınlaşması ve yönetim biçimi olarak burjuva demokrasisinin giderek gerileyişi gibi siyasal olgu ve gelişmeler Türkiye’de de karşılığını bulmuş, Cumhuriyet Halk Fırkası da bu dönemde genel sekreter olan Recep (Peker) Bey’in yönlendiriciliği ile ırkçı tonları daha belirgin bir Türkçülük hattı şekillendirmiştir41. Kurucu kadroların başlangıçtan beri var olan ulus inşa ve Türkleştirme politikalarının böylelikle faşizan bir çehre kazanması, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar ülkedeki tüm azınlıklar için zaten var olan baskının daha da koyulaşması anlamına gelecektir.

Ayrıca özel olarak Trakya’yı bu dönemde hareketlendiren devlet kaynaklı iki somut gelişmeden daha bahsetmek gerekir. Birincisi Mussolini’nin Ege adalarını silahlandırmasıyla birlikte bir savaş olasılığının belirmesi ve bu ihtimale karşı özellikle Trakya’nın “güvenilmez unsur” olarak görülen Yahudilerden arındırılması gerekliliğine ilişkin bir yaklaşımın devlet katında yaygınlık kazanmasıdır. İkinci somut gelişme de 14 Haziran 1934’te kabul edilen İskân Kanunu’dur. Zira bu kanun, Müslüman oldukları için Türklüğe asimile edilmesi mümkün görülen ama kendi coğrafyasında yaşadığı sürece potansiyel tehdit olarak algılanan Kürtlerin ülkenin uzak noktalarına iskân edilmesi amacıyla çıkarılmıştır ve bunun için düşünülen uygun yer Trakya’dır42.

Sonuç olarak 28 Haziran’da, İskân Kanunu’nun kabulünden yaklaşık iki hafta sonra Trakya bölgesinin çeşitli yerlerinde aynı anda olaylar başlamıştır. Edirne, Keşan, Çanakkale, Uzunköprü, Kırklareli ve Babaeski’de Yahudilerin ev ve dükkânlarına kitlesel biçimde saldırılmış, buralar yağmalanmış, çok sayıda dayak, linç girişimi, taciz ve tecavüz vakaları yaşanmıştır. Pogrom ancak Temmuz ayı başlarında, Yahudi cemaatinin önde gelen isimlerinin Kemal Atatürk’le yaptıkları gizli görüşme ve bunun bir gün sonrasında başvekil İsmet İnönü’nün meclis kapanış konuşması neticesinde son bulacaktır. CHF’nin olayların ardından hazırlamış olduğu rapora göre Trakya’da yaşayan 13 bin Yahudi’den üç bini İstanbul’a göç etmiş, bölgede yaşamını sürdüren Yahudiler ise yağmalanan varlıkları nedeniyle belirgin biçimde yoksullaşmıştır. Devlet yağmalanan bu varlıkların bir kısmını iade etmiş ve yaşanan olaylarla ilgili sorumluluğu olduğunu kabul etmemiş olsa da soruşturma açmadan konuyu kapatacaktır.

Azınlıklara karşı fiziksel zorun bir diğer biçimi de 1941’de gerçekleşen ve “20 Kur’a İhtiyatları” diye bilinen, Gayrimüslimlere özel bir seferberlik kararnamesi yoluyla zorla askere alımdır. İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı ve Türkiye’nin bu sefer tarafsız kalarak savaştan hasarsız çıkabilme hesapları yaptığı bir dönemde gerçekleşen olay, devletin Gayrimüslimlere düşmanla işbirliği yapabilecek “güvenilmez unsurlar” ve bir tür iç düşman olarak yaklaştığını açığa çıkarmasının yanı sıra Gayrimüslimlerde de devlete karşı güvensizliği büyütmüş ve eşit yurttaş sayılmadıkları bilgisini daha da kökleştirmiştir.

Olayı Almanya öncülüğündeki mihver kuvvetlerinin Balkanlar yönünde yayılması ve daha doğuya doğru yayılma işaretleri vermesinden kaynaklı olarak Ankara’da oluşan tedirginlik tetikledi. Meclis, olası bir işgal durumunda ne yapılması gerektiğini tartışmaya başladı. Kazım Karabekir CHP grubundaki tartışmalarda Trakya ve İstanbul’daki çok sayıda Gayrimüslimin güvenilmez unsur olduğunu, hepsinin Anadolu’ya gönderilerek yerlerine Anadolu’dan Müslüman, dolayısıyla “güvenilir” halkın yerleştirilmesini savundu43. Bu tür “fikirler” destek görmese de Gayrimüslimlere güvenilemeyeceği, dolayısıyla mevcut koşullarda bir biçimde enterne edilmeleri gerektiği yaygın kanıydı. Bulunan çözüm, belirli bir yaş aralığındaki tüm Gayrimüslim erkeklerin, askerliklerini yapmış olsalar da askere alınmaları oldu.

Sonuç olarak 10 Nisan 1941’de çıkarılan bir kararname ile 27-39 yaş aralığındaki Gayrimüslim erkeklerin Nafıa Vekâleti (Bayındırlık Bakanlığı) emrine verilmek üzere askere alınacağı ilan edildi. Kısa süre içerisinde evlerinden, işyerlerinden, hatta sokaklardan toplanan çoğunluğu İstanbullu bu Gayrimüslim erkekler arasında belirtilen yaş aralığının çok dışında, 60-65 yaşlarında olanlar da vardı. Askere alınan ama silah verilmeyen ve inşaat, taş kırma, yol yapma gibi ağır işlerde çalıştırılan Gayrimüslimler, ilk etapta beş bin kişilik, sivrisinek kaynayan ve sıtma yayan, su kıtlığı olan ve altyapısız kamplara gönderildiler44. Kesin rakam bilinmemekle birlikte yaklaşık 30 bin Gayrimüslimin, onlara özel bir kararname ile ve belirsiz bir süre için bu şekilde alıkonup zor koşullarda, ağır işlerde çalıştırılmaları, 1942 yılı Temmuz ayında, yani bir yıl kadar sonra terhis edilip başlarındaki çavuşların “unutunuz” dediği İstanbul’a tekrar dönmelerine rağmen Gayrimüslimlerin hafızasında derin izler bıraktı. Döndükleri kentlerinde de zaten onları yukarıda anlatılan Varlık Vergisi ve çalışma kampları bekliyor olacaktı.

 

Azınlıkların Görünmez Kılınması:

Azınlık Diller, Eğitim ve Kültür Üzerindeki Baskılar

Fiziksel şiddet araçlarıyla azınlıkların sayısal varlıklarının azaltılması ve kalanların da korkutulup sindirilmesi, yüzlerce yıldır o coğrafyada kendi dili, dini inancı ve kültürel değerleriyle var olup kök salmış insanların “yok hükmünde” sayılmasını sağlamaya yetmiyordu. Dolayısıyla “Bu memleket tarihte Türktü, şu halde Türktür ve ilelebet Türk olarak kalacaktır” milliyetçi iddiasının gelecek kuşaklar açısından “tartışmasız bilgi” kılınması için azınlıkların dil, din ve kültür kökleri de sökülüp atılmalı, böylelikle tarih açısından adeta hiç var olmamış, bugün için de görünmez, duyulmaz, bilinmez kılınmaları gerekiyordu. Diğer bir ifadeyle toplumsal hayat da Türkleştirilmeliydi.

Bu türden bir Türkleştirmenin ve türdeşleştirmenin önkoşullarından biri, kurumsal eğitimin düzenlenmesiydi. 3 Mart 1924 gibi oldukça erken bir evrede çıkarılan Tevhid-i Tedrisat (Eğitimin Birleştirilmesi) Kanunu, azınlık okullarını Maarif Vekâleti’nin (Milli Eğitim Bakanlığı) denetimi altına alarak keyfi biçimde düzenlemenin yolunu açtı. Kanunun kabulünden sonra artık Maarif Vekâleti’ne bağlanan azınlık okullarına ilk olarak laiklik ilkesine uymaları ve merkezi yurtdışında olanlara da bu bağlarını koparmaları talimatı gitti. Bununla bağlantılı olarak bu okullarda Patrikhane veya Hahambaşılık’tan alınan öğretmenlik belgelerinin geçersiz olduğu, bu öğretmenlerin yeniden sınava tabi tutulacağı ve öğretmen sayısı yetersiz olan okulların kapatılacağı bildirildi.45

Bu gelişme, azınlık okulları için henüz başlangıçtı. Zira yeni rejimin yönetim kadroları, birleştirilerek devlete bağlanan eğitim kurumlarının “milli” olması ve “milli terbiye” vermesi gerektiğini, “yekpare bir millet” olmanın yolunun buradan geçtiğini, bu eğitim kurumlarından yetişen öğrencilerin de “Türk milletine ve devletine sadık” olmaları gerektiğini açık biçimde ifade etmeye başlamıştı. “Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz tahsilin sınırı ne olursa olsun onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz: 1- Milletine 2- Türkiye Devletine 3- Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düşman olanlarla mücadele. (Bu mücadelenin) yöntem ve araçlarıyla donatılmış olmayan milletler için yaşama hakkı yoktur”46 diyen Mustafa Kemal’in yanı sıra Başvekil İsmet Paşa’nın 1925’te Muallimler Birliği’nde yaptığı konuşma da, bu vurgularla örülüydü. Bu konuşmasında İsmet Paşa “Bu millet henüz istediğimiz yekpare millet manzarasını göstermiyor. Eğer bu nesil şuurla, ilmin ve hayatın rehberliği ile (…) çalışırsa siyasi Türk milleti harsi, fikri ve içtimai tam ve kâmil bir Türk milleti olabilir. Bu yekpare milliyet içinde yabancı harslar hep erimelidir. Bu milliyet kütlesi içinde ayrı medeniyetler olamaz. (…) Yaşayacaksak yekpare bir millet kütlesi olarak yaşayacağız. İşte milli terbiye dediğimiz sistemin umumi hedefi”47 ifadeleriyle azınlık okullarını gelecekte nelerin beklediğinin açık işaretlerini vermiş oldu.

İsmet Paşa’nın bu konuşmasından kısa bir süre sonrasından itibaren Maarif Vekâleti, azınlık ve yabancı okullarına yönelik bir dizi genelge yayınlayarak söz konusu okulları “milli terbiye”nin gereklerine uygun hale getirmeye koyuldu. 1925’teki genelge ile haftada beş saat Türkçe, Tarih ve Coğrafya derslerinin okutulması, bu derslerin ayrıca Maarif Vekâleti tarafından belirlenecek Türk öğretmenler tarafından okutulması kararını bildirdi. “Öz Türk” ve “milli duyguları haiz” kişiler arasından seçilecek olan bu öğretmenlerin normalin çok üzerinde belirlenen maaşları da ilgili cemaat tarafından ödenecekti. Lozan ile azınlık okullarına maddi yardım yapmayı taahhüt etmiş olan devletin böyle bir yardım yapmadığı gibi bir de ilgili cemaatlerin rızası hilafına belirleyip görevlendirdiği öğretmenlerin yüksek maaşlarını ödeme dayatması, maddi olarak bu tür masrafları karşılamakta zorlanan cemaatlerin bu okullarından bazılarının kapanmasına yol açtı. 1926-1928 arasındaki bir dizi genelge ile azınlık okullarında ilk üç yıl, Fen Bilgisi, Matematik, Tarih vb. gibi o güne kadar Fransızca okutulan bir kısım dersin Türkçe okutulmasını kararlaştırdı. Ayrıca bu okulların öğretmen olacak kişilerin ana dilleri Türkçe olacak, mevcut öğretmenler Türkçe sınavına tabi tutulacak, başarısız olanların işlerine son verilecekti. Eğitim dilinde Türkçe dayatması nitelikli yabancı dil eğitimi verme avantajını da ortadan kaldırdığı için okul çağında çocukları olan cemaat mensupları açısından bu okulların cazibesini de oldukça azalttı.48

Azınlıklara dönük kültürel baskının bir diğer veçhesi de Türkçe dışındaki dillerin kullanımının kısıtlanması idi. Ulus inşa etmenin bir gereği olarak görülen türdeşleşmenin bir dil birliğini de şart koştuğu ön kabulü, Türk milliyetçiliğinin kurucu ideologları arasında zaten vardı. Yukarıda da ifade edildiği üzere Müslüman olup Türk olmayan unsurların Türklüğe asimile edilmeleri de zaten birincil olarak dil aracılığıyla gerçekleşecekti. Ancak dinsel farklılık nedeniyle Türklüğe asimile edilmeleri mümkün görülmeyen Gayrimüslimler, oldukça azalmış olsalar da özellikle İstanbul’da varlıklarını sürdürüyor ve kendi dillerini konuşmaya devam ediyordu. Kürtler başta olmak üzere Türkleştirilmesi amaçlanan Müslüman halklar ile birlikte Gayrimüslimlerin de bu dönemde kaderi, dilini özgürce konuşması üzerinde kurulacak baskılarla da mücadele etmek olacaktı.

Tek parti döneminde sokaklar dâhil olmak üzere her yerde herkesin Türkçe konuştuğu “tek ulus tek dil” anlayışının kuvveden fiile dönmesi, Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılması ve Takrir-i Sükûn ile başladı. Bu sürecin başlarında millet olmanın gereği olarak herkesin Türkçe konuşması/kullanması gereğine vurgu, daha çok yeni rejimin kültürel ve siyasal kodlarının halka benimsetilmesinde görevli kılınan basından gelecektir. 30 Nisan 1925’te Akşam gazetesine yazdığı başyazıda Necmettin Sadak, “Cumhuriyet’in devraldığı meselelerden biri” olarak azınlıkların Türkçeyi öğrenmeden Türk tebaası olarak kabul edilemeyeceğini yazarken Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin (Yalman) da “Milli Birlik ve Azınlıklar” başlıklı yazısında azınlıkların Türkçe konuşmasının ve Türkleşmelerinin zorunlu olduğunu vurguladı.49 Cumhuriyet Gazetesi başyazarı Yunus Nadi’ye göre de “Cumhuriyet ilkeleri, güzel Türk dilimizin ülkenin diğer unsurları arasında en kısa sürede yaygınlaştırılmasını temin etmemizi talep et”mektedir.50 Gelibolu milletvekili ve İleri Gazetesi yazarı Celal Nuri (İleri) de Yahudilerin Lozan’dan gelen bir hak olarak İspanyolca konuşabileceklerini ancak “Türklerin bu durumu kabullenmemeleri” gerektiğini savunarak Yahudilerin Türkçe konuşmadıkları sürece Türkiye’ye uyum sağlayamayacaklarını söylemiş, Tevhid-i Efkâr Gazetesi ise daha ileriye giderek Filistin’deki Türklerle Türkiye’deki Yahudilerin mübadele edilmelerini önermiştir.51

1925 senesi ve Şeyh Sait İsyanı’nı önemli bir kırılma kılan olgu, Füsun Üstel’in ifadesiyle isyanın “yurttaşlar topluluğu oluşturma idealinin sınırları konusunda uyandırdığı kuşku”52 olarak ifade edilebilir. Bu kuşkuyu berhava edebilmek için aynı dönemde Türkçe duayla namaz kılınması gibi İslamiyet’i Türkleştirme girişimleri de başlayacaktır. Dolayısıyla bu dönemde dilde türdeşleşme ve tekçilik, Gayrimüslimlerden çok Kürt Müslüman kimliğinin Türkleştirilmesine ilişkin kaygılar tarafından yönlendiriliyor gibi görünmektedir. Yine de bu dönemde gerek azınlık okullarında müfredatı Türkçeleştirmeye dönük girişimler, gerekse Türkçeleşme yönündeki basınca karşı başta Yahudi cemaati olmak üzere Gayrimüslimlerden gelen tepkiler sorunun muhatabının Türklüğe asimile edilmeye müsait görülen Müslüman halklarla sınırlı olmadığını göstermektedir. Nitekim uluslaşmanın kurucu unsurlarından biri olarak görülen dilde birliğin önemi 1926-27’den itibaren okutulan vatandaşlık bilgisi ders kitaplarında ve genel müfredatta vurgulanmaya başlamış, 1927’de CHF Nizamnamesine girmiş, yine aynı yıl Türk Ocakları Kurultayı’nda hararetle tartışılmıştır.53

Türk Ocakları’nın bu kurultayı ve yapılan tartışmalar, azınlıkları Türkçe konuşmaya zorlama pratiklerinin sertleşmeye başlaması bakımından önemlidir. Kurultayda söz alanların büyük kısmı, azınlıkların gündelik hayatta Türkçeyi kullanmaya zorlanmaları gerektiği görüşündedir. Örneğin Besim (Atalay) Bey, belediyelerin bu konuda inisiyatif alarak Türkçe konuşmayanları “ikaz, telkin hatta tehdit ederek” onlara Türkçe konuşturabileceğini, Türkçe konuşmayanlara para cezası uygulamaya başlayan Balıkesir Belediyesi’ni örnek göstererek savunmuştur. Bu yaklaşım diğer kimi delegelerden de destek alacaktır.54 Bundan birkaç ay sonra, 13 Ocak 1928’de Dar-ül-fünun Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti yapmış olduğu yıllık kongrede bunu bir adım ileriye taşıyacaktır. Kongrede cemiyet, “Türkiye’de yaşayanların Türkçe dışındaki dilleri konuşmalarını yasaklamaya ve Türkçe konuşmalarını temin etmeye yönelik faaliyetlerde bulunması için” Dâhiliye Vekâleti’ne başvurarak izin almasına karar verir. Bu, “Vatandaş, Türkçe konuş” sloganıyla bilinen ırkçı kampanyanın başlangıcı olacaktır. Talebe cemiyetinin başkanı bu kongrede yaptığı konuşmada “Türkiye’de Türkçeden başka dil konuşmak, Türk’ün hukukunu tanımamaktır” der.55 Bu konuşmasında cemiyet başkanının konuşmasındaki “özellikle İstanbul başta olmak üzere” vurgusu, kampanyanın Kürtler ve diğer Müslüman halklar kadar Gayrimüslimleri hedef aldığını göstermektedir.56

Kampanya kapsamında derhal şehrin çeşitli yerlerine “Vatandaş Türkçe konuş!” yazılı afiş ve levhalar asılmaya başlanır. Azınlıklar tarafından tepkiyle karşılanan kampanya, söz konusu afişlerin altında buluşup özellikle Ermenice, Rumca, İspanyolca, Arapça gibi dillerin konuşulması veya bu afiş ve levhaların sökülmesi/ yırtılması biçiminde protesto ve direniş eylemlerine yol açar. Buna karşı basın, Galata Yahudi Okulu öğretmeni Elie Nathan’ın raporunda belirtildiği gibi “bir tavsiyeden ziyade saldırıya uğrayıp hırpalanma ihtimalini içeren bir tehdit havası” taşıyan kampanyanın kendisine değil, kampanyaya karşı düzenlenen protestolara tepki gösterir. Cumhuriyet Gazetesi “Levha koparanlara hatırlatalım ki, yakalandıkları zaman en azından mükemmel bir falaka yiyeceklerinden hiç şüphe etmesinler”57 diye yazar.

Tek parti döneminde azınlıklar üzerinde kurulan Türkçe dışındaki dillerin kullanımına ilişkin baskısının daha da sertleşmesi ise 1930’ların hemen başlarında başlar. Bu dönemde CHF, 1929 Büyük Buhranı’nın da tetiklediği batıda esen otoriter, devletçi ve milliyetçi siyasal rüzgârlardan etkilenerek kendi program ve pratiğini bu ilkelere göre yeniden düzenleme süreci içine girmiştir. Mustafa Kemal’e en yakın isimlerden Falih Rıfkı’nın (Atay) “İnkılap fırkasını komünist ve faşist, yani eski bir nizamdan yeni bir nizama geçen memleketlerin fırkalarından örnek alarak kurmak” biçiminde ifade ettiği bu yeni yönelimin somutlaşması ilk olarak 1931’deki CHF Büyük Kongresi’nde alınan kararlarla gerçekleşecek, bunu bir yıl sonra 1. Türk Dil Kurultayı’nın toplanarak “Türk dilinin ulus dili olması” yönünde radikal adımların atılmaya başlanması takip edecektir.58

Ne var ki 1930’ların dil ve kültür üzerindeki koyulaşan baskısı, yalnızca Türkçe konuşma yönünde kampanya ve uyarılar düzeyinde değil, aynı zamanda azınlık kültürünü yansıtan dilsel göstergelerin silinmesi ve yeniden düzenlenmesi biçiminde gerçekleşecektir. Bunun en tipik örneği, 21 Haziran 1934’te kabul edilen Soyadı Kanunu ve aynı yılın Aralık ayında Bakanlar Kurulu’nda kabul edilen bu kanunun uygulanmasına ilişkin Soyadı Nizamnamesi’dir. Batıyı model alan Kemalist modernleşmeciliğin de bir gereği olarak Osmanlı’dan beri kullanılan “bey”, “ağa”, “paşa” gibi unvanların kaldırılmasını karara bağlayan ve “her Türk’ün” bir soyadı taşımaya mecbur olduğunu ilan eden kanun, nasıl uygulanacağına ilişkin detaylara bakıldığında salt bir batılılaşma hamlesi değil, aynı zamanda etnik olarak Türk olmayanların (Müslüman veya Gayrimüslim) Türkleştirilmesini veya görünmez kılınmasını da amaçlayan ırkçı bir perspektifin yansımasıdır. Zira Soyadı Nizamnamesi’nin 15 Aralık 1934’te kabul edilen ilk halinde “Soyadlarına yan, of, ef, vic, iç, is, dis, pulos, aki, zade, mahdumu, veled, bin gibi başka milliyet anlatan ve başka dillerden alınan ekler ve kelimeler takılamaz. Takılmış olanlar kullanılamaz. Bu eklerin yerine ‘oğlu’ konulur” diyen bir madde de yer almaktadır. Ne var ki ırkçı niyetin bu çıplaklıkla ortaya konması uygun bulunmadığından 24 Aralık’ta nizamnamede değişiklik yapılmış ve yukarıda alıntılanan Madde 7, “Yabancı ırk ve millet isimleri soyadı olarak kullanılamaz” biçiminde değiştirilmiştir.59

Türk dil ve kültürüne ait sayılmayan dilsel göstergelerin ortadan kaldırılarak Türkleştirilmesi yoluyla azınlıkların görünmez kılınmasına yönelik pratikler, soyadı değişikliğiyle sınırlı değildir. Özel olarak 1930’lara ait bir uygulama olmamakla birlikte, son dönem Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin başlıca Türkleştirme hamlelerinden biri de coğrafya ve yerleşim yeri isimlerinin değiştirilmesidir. Buradaki amaç açık bir biçimde fiziksel varlıkları ortadan kaldırılan veya Türklüğe asimile edilmeye çalışılan halkların, yaşadıkları coğrafyanın kolektif hafızasından silinerek hâkim unsurun inayetiyle yaşamını sürdüren “yabancı” unsurlar olarak algılanacağı yeni tarih anlatısına zemin ve meşruiyet oluşturmaktır.

Bu uygulamanın başlangıcı, İttihat ve Terakki Partisi yönetiminde Osmanlı Devleti’nin Dünya Savaşı’na girmiş olduğu Ocak 1916 tarihli bir tamimdir. Ermeni soykırımının hemen ertesine tekabül eden bir tarihte, bu soykırımın mimarlarından Enver Paşa’nın imzasını taşıyan tamimin birinci maddesinde “Memalik-i Osmaniyyede Ermenice, Rumca ve Bulgarca, hâsılı İslam olmayan milletler lisanıyla yadedilen vilayet, sancak, kasaba, köy, dağ, nehir, bilcümle isimlerin Türkçeye tahvili mukarrerdir. Şu müsaid zamanımızdan süratle istifade edilerek bu maksadın fiile konması hususunda himmetinizi rica ederim” denilmektedir60. Kanlı bir savaşı “müsaid zaman” olarak değerlendirme fırsatçılığı içerisinde önce Ege ve Trakya’dan Rumları kaçırtan, sonra da çok daha kanlı bir hamleyle Anadolu’da Ermeni varlığını büyük ölçüde ortadan kaldıran Enver Paşa ve İttihatçılar, bu tamim ile de Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde sürdürülecek bir geleneği başlatmıştır.

Sistematik biçimde yer adlarının değiştirilip Türk-leştirilmesi projesini uygulayan İttihatçı dönem ile Cumhuriyet dönemi arasında çeşitli farklar vardır. İttihatçılar yer adını değiştirirken eskisiyle ses ve anlam olarak benzeşmesini gözetirken Cumhuriyet döneminde eskinin izini daha radikal biçimde silebilmek için hiçbir benzeşme olmamasına özen gösterilmiştir. Bir diğer fark da yukarıda değinilen tamimdeki “Ermenice, Rumca ve Bulgarca, hâsılı İslam olmayan milletler” vurgusundan da anlaşılacağı üzere İttihatçılar sadece Müslüman olmayan halkların dillerini hedef alırken Cumhuriyet dönemi bunu tüm Türk olmayanları kapsayacak biçimde genişletmiştir.61

 

Sonuç

Tüm yukarıda yazılanlara ilişkin sonuca klişeleşmiş, ancak klişe olmaklığını saf hakikati ifade etmesine borçlu olan bir tespitle başlamak yerinde olacaktır: Türkiye devleti, soykırımcı kadrolar tarafından, Türk, Müslüman ve Sünni kimliğini “makbul vatandaş”, bunun dışındakileri de potansiyel tehdit ve iç düşman olarak saptamış bir ulus inşa projesi çerçevesinde kurulmuştur. Yüz yıllık tarihi boyunca şekillenen temel meselelerinin pek çoğunun kökeninde bu kıyıcı projenin yarattığı arazlar vardır.

Cumhuriyeti ilan eden kadrolar, etnik, dinsel ve kültürel çeşitliliğin kural olduğu bir imparatorluk yapısı içine doğmuştu. Ne var ki bu kadrolar, Osmanlı devlet örgütlenmesinin kaderine etki edebilecek konumlara geldiklerinde imparatorluk çözülmeye başlamıştı. Bu çözülmeye verdikleri yanıt, doğduklarında kural olan çeşitliliği istisnaya dönüştürecek tekçi bir milliyetçi projeyi, en kanlı biçimlerle hayata geçirmek oldu. Projenin Cumhuriyet öncesindeki en kanlı evresinde sağlanan “başarı”, yeni rejimin inşasında devletin yöneticilerine büyük kolaylık sağladı. Zira Cumhuriyet ile birlikte kapısı aralanan bu yeni dönem, birkaç sene öncesinden çok farklı olarak toplam nüfusun yaklaşık %97’sinin Müslüman, bunların da büyük kısmının Türk olduğu yeni bir demografik yapıyı devralıyordu.

Bir Türk milleti inşa etme hedefiyle yola çıkan kadrolar, hedef açısından son derece “avantajlı” bu demografik yapıyı devraldıktan sonra milliyetçi projelerini tamamlamayı amaçladılar. Bu amaçla “bu memleketin tarihte Türk olduğu ve ilelebet Türk olarak kalacağı” iddiasına meşruiyet çerçevesi oluşturacak ve Türk’ü bu milletin efendisi, Türk olmayanı da hizmetçi veya köle kılacak bir etnik mühendisliği ve kurumsal ırkçılığı, resmi devlet ideolojisi ve pratiğinin merkezine oturttular. Tasarlanan, Müslüman olmayanları ulusal ailenin dışında sayarak yurttaş dışılaştırmak ve tedricen tüm varlığını sonlandırmak, Türk olmayıp Müslüman olanları ise mümkün olduğu ölçüde Türkleştirmek, mümkün olmadığı noktada da imha etmekti. Artık yüz yıla dayanan tarihi boyunca da bunu yaptı.

Ne var ki bu projenin sorunsuzca sürdürülebilmesi, aynı zamanda kendisini hesap verme yükümlülüğünden de kurtaracak bir hafızasızlaşmayı kurumsallaştırmakla mümkündü. Diğer bir ifadeyle unutulmasını, hiç olmamış gibi yaşantılanmasını sağlamak gerekiyordu. Bu bağlamda Ernest Renan şöyle demişti: “Unutmak, bir ulusun yaratılmasında çok önemli bir etkendir ve bu nedenle tarih araştırmalarındaki ilerlemeler genelde ulus için tehlikelidir. Tarih araştırmaları gerçekten de tüm siyasal oluşumların başlangıcında yaşanan şiddet olaylarını aydınlatır. Tabi sonuçları bakımından çok yararlı olanlar da dâhil”.

Azınlıkların yok edilmesinin “yararlı” sonuçlarından istifade edenlerin, sınıfsal muhtevası görünmez kılınmış, hayali bir cemaat olarak ulus/ulusal bütün değil onun içerisindeki egemen sınıflar olduğunu vurgulamama herhalde gerek yok. Burada milliyetçiliğin ve milliyetçi tarih yazıcılığının en temel ideolojik işlevlerinden biriyle karşılaşıyoruz. Ulusu inşa ederken milliyetçilik, o ulusun fertlerini de kendi gerçek özne konumlarından uzaklaştırarak devlet ve ulus gibi düşünen ulus-bireylere veya ulus-öznelere dönüştürür. Milliyetçilik ve ulus-devlet çeşitli ideolojik aparatların düzenli faaliyeti yoluyla bunu başarabildiği ölçüde “ulusun yararına” olduğu söylenen her tür melanet ya unutulur, ya haklılaşır. Savaşlar, yıkımlar, soykırımlar, katliamlar, polis şiddeti, sansür, kapatılma, yasaklar, soygunlar, yolsuzluklar vs. tüm bunların ulus yararına olduğuna inandırılmış ulus-öznelerin kolektif rızası kazanılmadan yapılamaz.

Bu noktada “unutalım”cı, “tarihçilere bırakalım”cı zihniyetin gerisindeki devleti sakınıcı açık veya mahcup milliyetçilik (ki bunun sözde sol versiyonuna ulusalcılık deniyor) bir tarafa şunun açık biçimde görülmesi gerekir: Azınlıkları yok eden kitlesel kıyımlar, pogromlar, mübadeleler, yasal zorlamalar, yıldırmalar vs. bizim yalnızca geçmişimiz değil aynı zamanda bugünümüzdür. Bu, bir dizi gerekçeyle böyledir. Mevcut sermaye sınıfı, önce İttihatçılarca başlatılan, ardından Kemalistlerce devam eden “milli burjuvazi” yaratma hedefi doğrultusunda, bin yıllık topraklarından sürülen bu kadim halkların malı mülkü gaspedilerek, talan edilerek, devlet tarafından palazlandırılmıştır. Bugünün en köklü sermaye sınıfı temsilcilerinin elinde, sürülen Rumun, korkutulan Yahudinin, katledilen Ermeninin kanı vardır. Egemenler, bunun hafızasına sahiptir. Ezilenler de bu hafızaya sahip olmalıdır. Çünkü bu hafıza özgürleştiricidir. Zira azınlıkların yok edilmesinin dili, meşrulaştırıcısı olarak milliyetçilik ve ırkçılık, egemen sınıfın elinde ezilenleri bölüp birbirine düşmanlaştırmak ve böylelikle daha kolay sömürmek veya günümüzdeki gibi kriz koşullarında sahte ve çarpıtılmış bir birleştirici zamk olarak gerçek çıkarlarını çarpıtmak ve onları “ulus” adına fedakârlığa çağırarak krizin faturasını ödetmek amacıyla kullanılan etkili bir ideolojik prangadır. Bu prangadan kurtulmak, hem ezilen sınıfların gerçek çıkarları etrafında bütünleşebilmesini kolaylaştıracak, hem de onların gelecekte “ulus” adına olduğu söylenen savaşlar, askeri operasyonlar, cinayetler, pogromlar karşısında daha uyanık olup, bunların parçası olmak bir yana, bunları durdurmaya dönük bir siyasal bilinç ile davranabilmesinin yolunu açacaktır.

Azınlıkların yok edilmesinin güncelliği, resmi ve gündelik devlet dili ile somut devlet politikaları üzerinden de açık biçimde gösterilebilir. “Ermeni dölü”, “Rum tohumu” gibi tabirler veya her şeyin temelinde Yahudi komplosu arayan, işi “Hitler haklıydı” demeye vardıran ırkçı/antisemit nefret söylemi, bizzat devlet yöneticilerinin ağzından kolayca çıkabilmektedir. Ayrıca pekâlâ 1915’in devamı olan Hrant Dink suikasti de, Sevag Balıkçı’nın öldürülmesi de yakın tarihin hadiseleridir ve bu cinayetlere ilişkin hakikat, bugünün devlet iktidarı tarafından 1915 bilinci içerisinde karartılmaktadır.

Öte yandan azınlıklar, sadece gayrimüslimler de değildir. Özellikle Kemalist rejimin ilk günlerinden başlayan Kürtlerin sistematik biçimde asimilasyon döngüsü içinde yaşamaya mahkûm edilmesi, siyaset yapmasının önlenmesi, temel haklarının inkârı, düzenli olarak aşağılanması ve yok sayılması, güncel iktidar pratiklerinde de belki hiç olmadığı kadar görünür ve canlıdır. Daha yeni ama son derece yakıcı bir sorun da, Türkiye’nin yeni azınlıkları olarak Suriyelilerdir. Ülkelerindeki savaştan kaçıp sığındıkları ülkede hayatta kalmaya çalışan bu insanlar, kendilerini bu sefer kölelik düzeyinde bir sömürü, istismar ve ırkçılık sarmalı içinde bulmuş görünmektedir. Son birkaç yıl içerisinde sayısı giderek artan şekilde Türkiye’nin bir yerlerinden Suriyelilere dönük yeni bir linç girişimi haberi gündeme düşmektedir. Gerçekten de bugün Suriyeli/Arap düşmanı ırkçılık, siyasal yelpazede farklı konumlanmış gibi görünen çok çeşitli kesimlerin buluşma noktası haline gelmiş görünmektedir. Bu endişe verici tablo, konjonktürün uygun olması halinde yeni bir kırım dalgasının bu kez Suriyeliler için hazırlanmakta olduğu kaygısını beraberinde getirmektedir. Azınlıkların nasıl yok edildiğinin tarihsel bilgisine ve buradan kurulacak dayanışmacı bilince, Suriyeliler bağlamında da oldukça ihtiyacımız olacak gibi görünmektedir.

Dipnotlar:

1 Erik Jan Zürcher, “Demografi Mühendisliği ve Modern Türkiye’nin Doğuşu”, İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma, (Der.) Erik Jan Zürcher, İletişim Yayınları, İstanbul 2017 (8. Baskı), 9

2 İnci Özkan Kerestecioğlu, “Milliyetçilik”, Modern Siyasal İdeolojiler, (Der.) Birsen Örs, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2014 (7. Baskı), 319

3 Eric Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1993, s.24

4 Carr’a göre “ulus” biriminin ortaya çıkışı bağlamında Batı Avrupa açısından yukarıda “tarihin o anı” olarak ifade edilen an, 16-17. yüzyıllardır. Devlet gerek Habsburg ve Romanov hanedanları gibi imparatorluk yapıları, gerek küçük İtalyan ve Alman siyasal yapılarını, gerekse Batı Avrupa’nın devlet örgütlenmesini aynı anda ifade ederken ulus bu dönemde yalnızca Batı Avrupa’daki başlıca siyasal birim olarak bir anlam taşıyordu. Orta ve Doğu Avrupa’da ulus kavramının 19. yüzyıl öncesinde herhangi bir anlamı yoktu. Bkz. Edward H. Carr, Milliyetçilik ve Sonrası, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990, s. 77

5 İnci Özkan Kerestecioğlu, a.g.e., s. 329-330

6 Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, Hil Yayınları, İstanbul, 1992, 35

7 Ozan Erözden, Ulus-Devlet, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1997, s. 69

8 Craig Calhoun, Milliyetçilik, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007, s. 25

9 İnci Özkan Kerestecioğlu, a.g.e., s. 313

10 Suavi Aydın, “Etnik Bir Ad Olarak Türk Kavramının Sınırları ve Genişletilmesi Üzerine”, Birikim Dergisi, Mart-Nisan 1995 Sayı 71-72, s. 51

11 Uçlaştırma, aşırılık ve abartı gibi özellikleriyle tarih yazımında Romantizm, tüm milliyetçi tarih yazımları gibi Türk milliyetçiliğinin tarih yazıcılığına da derinlemesine nüfuz etmişti Klasik Kemalist dönemin tarih yazıcılığında merkezi konumda olan bir diğer akım olarak Pozitivizm, burada Romantizmle iç içe geçer. Büşra Ersanlı’nın da vurguladığı gibi bu iki akım, birbirinin zıddı, antitezi olmaktan çok birbirinin besleyicisi ve bütünleyicisi olmuştur. Ersanlı’nın Croce’den alıntıladığı ifadeyle pozitivist tarihçilik, “romantik eğilimlerin abartılmış bir şeklidir”. Bkz. Büşra Ersanlı, İktidar ve Tarih-Türkiye’de Resmi Tarih Tezinin Oluşumu (1929-1932), İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 33

12 Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hali, Birikim Yayınları, İstanbul 1998, s. 116

13 Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, Dipnot Yayınları, Ankara 2018, 151-152

14 Ayşe Hür, Gayri Müslimlerin Öteki Tarihi, Literatür Yayınları, İstanbul, Kasım 2016, s.317

15 Üstel, Füsun, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931), İletişim Yayınları, İstanbul 1997.

16 Baskın Oran, Etnik ve Dinsel Azınlıklar, Literatür Yayıncılık, İstanbul, s. 268;

17 Tanıl Bora, “Türkiye’de Milliyetçilik ve Azınlıklar”, Birikim Dergisi Mart-Nisan 1995 Sayı 71-72, s. 36-37

18 Bu olgu, yalnızca Türk milliyetçiliğinin kurucu ideologlarının yaklaşımlarıyla değil, Yunan milliyetçiliği ve Yunan ulus ve ulus-devletinin inşa süreci ile de uyumludur. Her iki ülke milliyetçiliğinin şaşılacak kadar ortak yön barındırdığını söyleyen Grigoriadis’e göre bu iki devlet, yüz yıllık bir ara ile seküler bir hareket noktasından çıkıp dinle uzlaşmış, ama bunu yaparken dinin milliyetçi projeye zarar verebilecek evrenselci yönlerini budayarak onu araçsallaştırmış, toplumsal bütünleşmeyi sağlayıcı yönünden istifade etmek için onu kullanmıştır. Ioannis N. Grigoriadis, Kutsal Sentez: Yunan ve Türk Milliyetçiliğine Dini Aşılamak, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2014, s. 21 vd.

19 Foti Benlisoy ve Stefo Benlisoy, Türk Milliyetçiliğinde KatedilmemBir Yol: “Hıristiyan Türkler” ve Papa Eftim, İstos Yayınları, İstanbul 2016, s.301-303

20 Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hali, Birikim Yayınları, İstanbul 1998, s. 130

21 Renee Hirschon, Mübadele Çocukları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2000, s.10

22 “Milli Mücadele” olarak adlandırılan sürecin pratikte Yunanistan ile savaş biçiminde cereyan etmesinden ötürü dramatik göç öykülerinin 1923-24’ten ibaret olmadığı, daha önceden başladığı söylenmelidir. Mübadelenin ayırt edici yönü, iki devletin sözleşmesine dayalı olarak kitlesel ve sistematik olarak yürütülmüş bir etnik temizlik operasyonu olmasıdır. Sonuçları bu bakımdan oldukça ağırdır. Yaşanan dram ve travmaya ilişkin fikir edinmek için yukarıdaki dipnotta belirtilen Hirschon’un çalışmasının yanı sıra şu kaynağa bakılabilir: Küçük Asya Araştırmaları Merkezi, Göç: Rumların Anadolu’dan Mecburi Ayrılışı (1919-1923), (Der. ve Çev. Herkül Millas), İletişim Yayınları, İstanbul 2014.

23 Türkiye Cumhuriyeti’nin azınlıklara ilişkin politika ve yaklaşımını konu alan bir metnin, çok çeşitli azınlık kategorilerinin tamamını içermesi beklenebilirdi. Ne var ki yaklaşık 100 yıllık bir süre içerisindeki azınlıklara ilişkin politikaların her bir grup için ayrı ayrı ele alınması, yalnızca Kürt sorununun ne kadar derin ve kapsamlı olduğu düşünüldüğünde bile başarılması zor, bir makalenin sınırlarını da hayli aşan bir hedeftir. Dolayısıyla belirli değinmelerin haricinde bu makalede azınlıklar, tıpkı Lozan’da Türk heyetinin kabul ettirdiği biçimiyle, yani Gayrimüslimler açısından ele alınacaktır.

24 Baskın Oran, Lozan’da Gayrimüslimler dışında üç hak grubunun daha var olduğunu belirtmektedir. Tanımlanan bu hak gruplarına ve haklara bakıldığında aslında kimsenin lafzen dışarıda bırakılmadığı görülür. Ne var ki yalnızca Gayrimüslimler olarak belirtilen hak grubu, “uluslararası güvence altındaki hak sahibi azınlık” niteliği taşır. Bkz. Baskın Oran, a.g.e., s.236-248. Öte yandan hakları uluslararası güvence altına alınmış görünen üç büyük grubun dışında kalan Gayrimüslim halkların bu haklarının de facto tanınmaması Lozan’ın açık bir ihlalidir. Bu ihlalin kolayca yapılabilmesinin bir nedeni söz konusu toplulukların sayısal olarak oldukça küçük ve dağınık olmaları olmakla birlikte asıl olarak onların haklarının takipçisi olan herhangi bir devletin olmayışı temel neden gibi görünmektedir.

25 Barış Ünlü, a.g.e., 186

26 Zafer Toprak, Milli İktisat-Milli Burjuvazi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, Eylül 1995, 13-14

27 Zafer Toprak, g.e., s. 150-151

28 Taner Akçam ve Ümit Kurt, Kanunların Ruhu: Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek, İletişim Yayınları, İstanbul 2012.

29 Ayhan Aktar,  Varlık Vergisi ve Türkleştirme  Politikaları,  İletişim Yayınları, İstanbul 2001 (5. Baskı), s. 142-143

30 Rıdvan Akar, Aşkale Yolcuları: Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları, Doğan Kitap, İstanbul 2009, s. 63-64

31 Başbakan Saraçoğlu, yasayı mecliste sunarken ülke ekonomisinin mevcut durumuna ilişkin gerekçe ve amaçlara göndermede bulunurken, iki gün öncesinde yapılan basına kapalı oturumda gerçek niyeti şu şekilde ifade etmişti: “Bu kanun aynı zamanda bir devrim Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz”. Akt. Ayhan Aktar, a.g.e., s. 148. Bu konuşmasında ülkedeki Gayrimüslim yurttaşlardan “yabancılar” diye söz eden Saraçoğlu, ilerleyen aylarda verginin uygulanışına ilişkin eleştirilere yanıt vermek için Times dergisine verdiği demeçte de onları “misafir” olarak algıladığını gösterecektir: “Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçacak kimseler hakkında bu kanun bütün şiddetiyle tatbik edilecektir”. Akt. Ayhan Aktar, a.g.e., s. 133

32 Baskın Oran, g.e., s. 289. 1926’daki bu kanun yaklaşık 40 yıl boyunca bu şekilde kalmış, ancak 1965’te 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ile değişerek devlet memuriyetine girişin ilgili şartı “Türk vatandaşı olmak” şeklinde düzenlenmiştir. Ne var ki fiili durum ve kimi güncel düzenlemeler, 1926’daki kanun maddesinin ruhunun halen yaşadığını ve devlet memuriyetine girişte etkili olduğunu göstermektedir. Yine Baskın Oran’ın sıraladığı 1989, 1992, 2004, 2006 ve 2009 gibi oldukça yakın tarihli Vatandaşlık ve İskân yasaları ve bunlarla bağlantılı yönetmelikler, devletin vatandaşlara yaklaşımda “Türk olmak” ve “Türk soyundan olmak” gibi ölçütleri önemsediğini, belirli durumlar için vatandaşın “soy durumunun araştırılması”nı şart koştuğunu göstermektedir. Bkz. Baskın Oran, a.g.e., s. 274

33 Ahmet Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene-Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları 1919-1938, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004 (2. Baskı), s. 327-333

34 Baskın Oran, g.e., s. 289-295. Oran bu kapsamlı çalışmasının aynı yerinde borsa acentesi olmanın da yasayla “Türk olmak” şartına bağlandığını, 1925’te başlayıp 1930’lara kadar süren İstanbullu Gayrimüslimlere izinsiz şehir dışına çıkma yasağı yoluyla Anadolu’ya mal satan toptancı tüccarları zora soktuğunu, yabancı şirketlere Müslüman-Türk personel çalıştırması yönünde ciddi baskılar yapıldığını, 1930’larda “Türk Malı Kullan”, sonrasında “Yerli Malı Kullan” ve 1950’lerde “Türk olmayanlardan alışveriş etme” biçiminde resmi ve gayrı resmî kampanyalar yoluyla tüm Gayrimüslim esnaf ve tüccara darbe vurduğunu da aktarmaktadır.

35 Barış Ünlü, g.e., s. 188-189

36 Barış Ünlü, a.g.e., s. 182

37 Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 103-104

38 Dilek Güven, a.g.e., s. 105

39 Benjamin Lieberman, Korkunç Kader-Modern Avrupa’nın Oluşumunda Etnik Temizlik, Heretik Yayınları, Ankara, 2016, 69

40 Rıfat Bali, Bir Türkleştirme Serüveni 1923-1945, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s. 244

41 Ayşe Hür, g.e., s. 349

42 Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 246

43 Rıfat Bali, a.g.e., s. 411

44 Rıfat Bali, a.g.e., s. 416

45 Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 188

46 İsmail Kaplan, Türkiyede Milli Eğitim İdeolojisi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s. 140

47 İsmail Kaplan, a.g.e., s. 143

48 Avner Levi, Türkiye Cumhuriyetinde Yahudiler, İletişim Yayınları, İstanbul, 1996, s. 38; Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 190-195

49 Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 106-107

50 Rıfat Bali, a.g.e., s. 132

51 Rıfat Bali, a.g.e., s. 107

52 Füsun Üstel, Makbul Vatandaşın Peşinde, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008 (3. Baskı), s. 166

53 Füsun Üstel, a.g.e., s. 167

54 Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği – Türk Ocakları (1912-1931), İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, 240-241

55 Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 135

56 Gerek Türk Ocakları Kurultayı, gerekse Talebe Cemiyeti yıllık kongresinde Türkçe dışında dil konuşulmasına duyulan tepkinin ana mesele olması ve nihayet bunun “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasına dönüşmesi, 1927 Nüfus sayımından hemen sonra gerçekleşen hadiselerdi Nitekim Fuat Dündar’a göre kampanya, nüfus içerisinde konuşulan dillere ilişkin verilerin de elde edildiği ve çoğunluk anadil olarak Türkçe konuştuğunu belirtse de halen farklı pek çok dilin konuşulduğu bilgisinin edinildiği nüfus sayımının hemen sonrasına denk getirilmiştir. Bkz. Fuat Dündar, Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar, Çivi Yazıları Yayınları, İstanbul, 2000, s. 49

57 Rıfat N. Bali, a.g.e., s. 136

58 Ayşe Hür, g.e., s. 349

59 Baskın Oran, a.g.e., 272

60 Sevan Nişanyan, Hayali Coğrafyalar-Cumhuriyet Döneminde Değişen Yeradları, Tesev Yayınları, İstanbul, 2011, s. 42

61 Sevan Nişanyan, a.g.e., 43

 

KAYNAKÇA

Akar, Rıdvan, 2009, Aşkale Yolcuları: Varlık Vergisi ve Çalışma Kampla, Doğan Kitap, İstanbul

Akçam, Taner ve Ümit Kurt, 2012, Kanunların Ruhu: Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek, İletişim Yayınları, İstanbul

Aktar, Ayhan, 2001, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, İletişim Yayınları, İstanbul (5. Baskı)

Aydın, Suavi, 1995, “Etnik Bir Ad Olarak Türk Kavramının Sınırları ve Genişletilmesi Üzerine”, Birikim Dergisi, Sayı 71-72

Bali, Rıfat N., 1999, Bir Türkleştirme Serüveni 1923-1945, İletişim Yayınları, İstanbul

Benlisoy, Foti ve Stefo Benlisoy, 2016, Türk Milliyetçiliğinde KatedilmemBir Yol: “Hıristiyan Türkler” ve Papa Eftim, İstos Yayınları, İstanbul

Bora, Tanıl, 1995, “Türkiye’de Milliyetçilik ve Azınlıklar”, Birikim Dergisi, Sayı 71-72

Bora, Tanıl, 1998, Türk Sağının Üç Hali, Birikim Yayınları, İstanbul

Calhoun, Craig, 2007, Milliyetçilik, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul

Carr, Edward H., 1990, Milliyetçilik ve Sonrası, İletişim Yayınları, İstanbul

Dündar, Fuat, 2000, Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar, Çivi Yazıları Yayınları, İstanbul

Erözden, Ozan, 1997, Ulus-Devlet, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara Ersanlı, Büşra, 2003, İktidar ve Tarih-Türkiye’de Resmi Tarih Tezinin Oluşumu (1929-1932), İletişim Yayınları, İstanbul

Gellner, Ernest, 1992, Uluslar ve Ulusçuluk, Hil Yayınları, İstanbul Grigoriadis, Ioannis N., 2014, Kutsal Sentez: Yunan ve Türk Milliyetçiliğine Dini Aşılamak, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul

Güven, Dilek, 2005, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul

Hirschon, Renee, 2000, Mübadele Çocukları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul

Hobsbawm, Eric J., 1993, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınları, İstanbul

Hür, Ayşe, 2016, Gayri Müslimlerin Öteki Tarihi, Literatür Yayınları, İstanbul

Kaplan, İsmail, 1999, Türkiyede Milli Eğitim İdeolojisi, İletişim Yayınları, İstanbul

Kerestecioğlu, İnci Özkan, 2014, “Milliyetçilik”, Modern Siyasal İdeolojiler, (Der.) Birsen Örs, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul (7. Baskı)

Küçük Asya Araştırmaları Merkezi, 2014, Göç: Rumların Anadolu’dan Mecburi Ayrılışı (1919-1923), (Der. ve Çev. Herkül Millas), İletişim Yayınları, İstanbul

Levi, Avner, 1996, Türkiye Cumhuriyetinde Yahudiler, İletişim Yayınları, İstanbul

Lieberman, Benjamin, 2016, Korkunç Kader-Modern Avrupa’nın Oluşumunda Etnik Temizlik, Heretik Yayınları, Ankara

Nişanyan, Sevan, 2011, Hayali Coğrafyalar-Cumhuriyet Döneminde Değişen Yeradları, Tesev Yayınları, İstanbul

Oran, Baskın, 2018, Etnik ve Dinsel Azınlıklar, Literatür Yayıncılık, İstanbul

Toprak, Zafer, 1995, Milli İktisat-Milli Burjuvazi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul

Ünlü, Barış, 2018, Türklük Sözleşmesi, Dipnot Yayınları, Ankara

Üstel, Füsun, 1997, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931), İletişim Yayınları, İstanbul

Üstel, Füsun, 2008, Makbul Vatandaşın Peşinde, İletişim Yayınları, İstanbul, (3. Baskı)

Yıldız, Ahmet, 2004, Ne Mutlu Türküm Diyebilene-Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları 1919-1938, İletişim Yayınları, İstanbul, (2. Baskı)

Zürcher, Erik Jan, 2017, “Demografi Mühendisliği ve Modern Türkiye’nin Doğuşu”, İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiyede Etnik Çatışma, (Der.) Erik Jan Zürcher, İletişim Yayınları, İstanbul (8. Baskı)

Enternasyonal Sosyalizm