Sayı 9

Enternasyonal Sosyalizm sayı 9, Ekim 2021.

 

 

“Kitle grevleri, proletaryanın her büyük devrimci mücadelesinin ilk doğal ve dürtüsel biçimidir.”

 

Büyük devrimci Marksist Rosa Luxemburg, devrimci mücadele dalgası yükselirken kitle grevlerinin belirleyici ve etkili bir rol oynadığını ilk kavrayan aktivistler arasında yer alıyor. Bu yaklaşıma bugün de sahip çıkmak çok önemli. 2019’a gelindiğinde sınıf mücadelesi keskinleşmiş, grevler, kitle eylemleri, meydan işgalleri, iklim aktivistlerinin blokaj eylemleri, öğrencilerin okul eylemleri Latin Amerika’dan Güney Kore’ye, Hong Kong’dan Londra’ya, Hindistan’dan Ortadoğu ülkelerine, ABD’den Fransa’ya kadar radikal bir eylem zinciri halini almıştı. Siyasal rejimleri zorlayan eylemler pandemi nedeniyle bir anda kesilse de 2020’nin ortalarından itibaren eylemler yeniden yükselmeye başlamıştı. ABD’de Siyah Hayatlar Önemlidir eylemleri, bu ülkenin tarihinin en büyük isyan dalgası halini aldı.

Trump’ın ipini çeken bu hareket oldu.

Trump’ın yenilmesi, otoriter liderlerin küresel düzeyde estirdikleri terörün gerilemeye başlamasını simgeliyor olabilir. Pandemiyle mücadelede gösterdiği içler acısı performans nedeniyle Covid-19 soykırımcısı muamelesi gören Bolsonaro da Trump’ın kaderini paylaşabilir. Brezilya’da salgın nedeniyle ölenlerin sayısı dehşete düşürücü seviyeye ulaşıp, 600 bin kişiyi geçti.

Brezilya’da, sokaklardaki Bolsonaro karşıtı hareket milyonları içine katıyor. Hindistan’da da salgın sırasında iktidarını pekiştirmek için pervasız adımlar atan Modi geriliyor. Ülkede, 2019’da 250 milyon işçi genel greve çıkmıştı. 2021 yılının başında on milyonlarca işçi ve çiftçi bir kez daha harekete geçti.

Tüm bu gösteriler, otoriter liderliklerin gerileyişini hızlandırma potansiyeline sahip. Bu rejimler, kitlesel gösteriler tarafından sarsılmadıkları Türkiye ve Macaristan gibi ülkelerde de kendilerine oy veren toplumsal kesimler dışındaki tüm kesimleri

düşmanlaştırıp derin bir siyasal kutuplaşmayı elleriyle inşa ettikleri için gerilemeye başlıyor, azınlığa düşüyorlar. Gerileme aşamasındaki otoriter rejimler, karşılarında kitle eylemliliklerini de bulduklarında daha zor toparlanıyorlar.

Eğer bu kitle hareketleri içinde, sınıf mücadelesi daha berrak bir hale gelirse, sadece otoriter rejimlerin gerilemesinden değil antikapitalist radikal bir dönüşümün işaretlerinden de söz ediyoruz demektir. Kitle grevleri, devrimci bir mücadelenin işaret fişekleri olarak hem grevci işçilere kendi kolektif gücünü göstermekte hem de toplumun tüm ezilenlerine işçi sınıfının kolektif eyleminin sürükleyici, belirleyici ve giderek hegemonya kurucu olan gücünü göstermekte kritik bir öneme sahip.

Koşullar değişmezse, 2022’de Brezilya’da, 2023 yılında Hindistan’da ve Türkiye’de genel seçimler gerçekleştirilecek. Anketlerin, İşçi Partisi adayı Lula’nın gerisinde kaldığını gösterdiği Bolsonaro Eylül ayında taraftarlarını sokaklara çağırdı. Böylece Trump’ın sadece başkanlığı sırasında değil seçim yarışını kaybettikten sonraki eylemleriyle de kendisi için örnek oluşturduğunu vahim bir eylemle göstermiş oldu. Bolsonaro, Trumpçıların Kongre baskını gibi bir süreci tetiklemeye çalışıyor.

Azınlığa düşen ama hâlâ çoğunlukmuş gibi davranan rejimlerin temel işlevi, kitleleri sindirmek üzere korku duvarları inşa etmek, bu duvarların temellerini güçlendirmek.

Rosa Luxemburg’un sözünü ettiği kitle grevleri, işte bu nedenle özel bir öneme sahip. Milyonlarca kadın ve erkek işçinin gücünün farkına varması, kitle grevlerinin militan dalgasının doğrudan bir ürünü. Milyonlarca insanın biriken öfkesini açığa çıkartan kitle grevleri, korku duvarını inşa eden otoriter liderlerin gidişini hızlandırmakla kalmayıp, mücadele içinde kapitalizmin herhangi bir yönetimsel şekli hakkında üretilen tüm sahte umutları da dağıtır.

 

Seçim tartışmaları başlarken

Enternasyonal Sosyalizm’in 9. sayısını, kitle grevleriyle desteklenen kitle eylemlerinden – ya da gücünü kitle eylemlerinden alan kitle grevlerinden – aldığımız umutla hazırladık. Ayrıca bu sayıyı hazırlarken, bir başka gelişme Türkiye’de politik tartışmaların merkezine oturuyordu. Hem iktidar ittifakı açısından hem de muhalefetin tüm sesleri açısından seçim tartışması giderek daha fazla merkezi bir konum elde ediyor. Seçim anketlerinin yapılma sıklığı ve çeşitliliği, iktidar yöneticilerinin açıklamaları, tutumları ekonomiden iklim krizine, Kürt sorunundan adalet alanında yaşanan gelişmelere kadar her bir sürecin seçim açısından ele alınmaya başladığını gösteriyor. Seçmen algısının nasıl

değiştiğini ölçen son bir anket, “Erdoğan seçimi kesin kazanır ya da kazanır” diyenlerin oranının Eylül ayında yüzde 44.1’e gerilediğini gösteriyor. Bu oran Ağustos’ta yüzde 55.4’tü. Bu türden veriler sadece iktidarın canını sıkmakla kalmıyor. Nitekim, Erdoğan, anket şirketlerine güvenmediğini söylerken, muhalefet partileri de seçimi çoktan kazanmış gibi davranıyorlar. Bu seçimlerde “Bitti, gitti bu iş” havası muhalefetin saflarında giderek yayılıyor. Bu, sosyalistler açısından şöyle bir manzara sunuyor: Çürüyen, Sedat Peker gibi insanların oluk oluk muhaliflerin ve barış isteyenlerin kanını akıtacağını söylediği mitingler yapmasına ön ayak olan, faşist bir partiyle ittifak halindeki otoriter ve aşırı sağcı iktidara karşı faşist partiden henüz kopmuş ve göçmen düşmanlığını bayrak haline getiren İYİP’le, Kemalist CHP’nin içinde olduğu bir muhalefet ittifakıyla karşı karşıyayız. Bu ilk bakışta radikal muhalefet açısından çok açık ki bir sıkışmışlığa işaret ediyor. Bu sıkışmışlığın ürünü olan seçim stratejisi, özetle, “şundan bir kurtulalım” önerisinde somutluk kazanıyor. Köprüyü geçene kadar ses etmememizi öneren bir yaklaşım bu.

Bu seçim tartışmasının bu haliyle gündeme gelmiş olması, tüm gelişmelerin, potansiyellerin ve mücadelelerin seçimlere ertelenmesine neden olmakla kalmıyor sadece, diğer yandan burjuvazinin bir kanadının programına karşı burjuvazinin bir başka kanadının programını savunmaya zorlanıyoruz.

Seçimler yaklaştığında, bir seçim takvimi belirlendiğinde, elbette, oldukça keskin bir viraj olacak olan ve milyonlarca emekçinin dahil olacağı seçim tartışmasını yapacağız. 31 Mart seçimlerinde benzer tartışmaları yaşamıştık: AKP-MHP ittifakına karşı CHP-İYİP ittifakına mahkûm olduğumuz fikri, bu sağcı iklim içerisinde tek doğru politika gibi sunulmuştu. Bu politika doğru olmadığı gibi bütünüyle tehlikeli bir seçim taktiğini içinde barındırıyordu, işçi sınıfını sağcı iktidar blokuna karşı başka bir sağcı seçeneğe mahkûm ediyordu. Mücadeleyi 5 dakikalık demokrasi alanına, sandığa indirgeyen bu yaklaşımın muhalefetin geniş kesimlerinde hakim hâle gelmesi, 31 Mart seçim sürecinin sıkışmışlığının da göstergesiydi.

Enternasyonal Sosyalizm dergisini çıkartan aktivistler ve yazarlar, 31 Mart seçimlerinde “Oylarımız bölgede HDP’ye, batıda ise il genel meclislerinde kendi adaylarını çıkarttığı yerlerde HDP’ye! Irkçılığa, milliyetçiliğin işçi sınıfını bölen baskıcılığına karşı çıkıyoruz.” diyerek seçim kampanyası yapmışlardı. İşçi sınıfının haklarını, demokratik alanın sınırsızca geliştirilmesini, halkların kardeşliğini, kadınların özgürlüğünü ve iklim krizini durdurmayı ve ekolojik dengeyi korumayı, barış ve diyalog girişimlerini programının en başına yazan adayların, sosyalist, işçi, Kürt, kadın, LGBTİ+ adayların ve partilerin kazanması için mücadele de bir seçenek.

CHP seçmeni gibi, CHP’den belediye başkanı aday olmak gibi, İYİP-CHP ittifakını desteklemenin dışındaki her türlü ihtimal tarihsel bir felaketmiş gibi bir politik havanın dalga dalga yayılması, en başta Rosa Luxemburg’dan aktardığımız kitle grevleri ihtimalini, kitlesel mücadele potansiyellerini, milyonlarca insanın yakıcı olduğu çok açık olan öfkesini ve bu öfkenin örgütlenme ihtimallerini yok saymak anlamına geliyor.

Berbat bir iktidardan kurtulmak için içinde ırkçıların da olduğu ittifakları yüceltmenin de seçim ittifakı uğruna mücadeleleri, prensipleri, yan yana gelişleri erteleyen sihirli bir politik manevra gibi görmenin de alemi yok. İstanbul Sözleşmesi, kenara atalım, Kürtlerin hakları, kenara atalım, LGBTİ+ hakları, bir kenara bırakalım şimdi ittifaka zarar verir, göçmenlerin hakları, bu konuyu tartışmaya hiç gelmez, diyerek gerçeklerin teşhir edilmesinin yasaklanmasının seçim kazanma stratejisi olarak görüldüğü bir yaklaşım ne yazık ki hâkim hale geliyor muhalefetin radikal kanadının saflarında.

Şimdilerde antikapitalist bir alternatifi inşa etmek, göçmenlerle dayanışma ağlarını güçlü bir şekilde örmek, dünyayı her geçen saniye yaşanması zor bir yere çeviren iklim krizine karşı sokakta milyonların hareketini örgütlemek için çabalamak, yolsuzluğa, fakirliğe, açlığa karşı biriken öfkeyle buluşmak, Kürtlerin ağırlaştırılmış siyasal baskıya karşı biriken kızgınlığının ifade olabileceği birleşik kanalları yaratmak atılması gereken asli politik adım. Muhalefet ittifakına oy verip vermeyeceğini tartışmak, bu asli politik zemini silikleştirdiği ve öfkeli kitlelerin buluşmasının yolu liderliğini CHP ve İYİP’in yaptığı bu koalisyonu desteklemekten geçiyormuş algısı yarattığı için çok önemli bir yanılgıyı barındırıyor.

Bugün herkes hatta zaman zaman bizzat Erdoğan bile AKP’ye karşı çıkabiliyor. Bugün maharet AKP’ye karşı olmayı başarmak değil. Herkesin AKP’ye karşı olduğu yerde AKP karşıtlığının altını iyice kazıyıp neleri gizlediğini, hangi ırkçıların, milliyetçilerin sadece AKP’ye karşı oldukları için muhalif kabul edildiklerini görme şansımız olur. Bu, aynı zamanda Kemalizm’den bir tür solculuk çıkartmaya çalışanlarla da tartışmak anlamına gelir.

Enternayonal Sosyalizm’in Nisan 2022’de çıkacak 10. sayısında bu tartışmalara kapsamlı bir şekilde değineceğimizi umuyoruz.

Dergimizin bu sayısında iki kapsamlı yazıyı çeviren Arife Köse ve çevirileriyle bize destek olan TN ve Onur Devrim Üçbaş’a teşekkür ediyoruz.

Şenol Karakaş, “İktidarın Sınırları ve Dönüşümü” başlıklı yazısında, bu partinin 20 yılda yaşadığı dönüşümü, kitle tabanındaki, devlet ve diğer siyasal partilerle ilişkisindeki değişiklikleri tartışarak değerlendiriyor. İktidarın sınırlarını çizen çoklu krizler başlığının tartışılması da yazının odaklandığı konular arasında.

Pandemiden çıkarken sınıfların durumu” başlıklı makalesinde Faruk Sevim, iki yıldır tüm dünyayı etkisi altına almış olan ve milyonlarca insanın ölümüne, on milyonlarcasının ise hastalığı ağır geçirmesine neden olan Covid-19 salgının sosyal sınıflar açısından etkisini inceliyor. Yazarın önemli vurgularından birisi, salgının kendisinden önceki eşitsizlikleri daha da derinleştirip giderek bir işçi sınıfı hastalığına dönüşmüş olması.

George Monbiot, “Gezegeni tahrip etmek ve parayı saklamak kapitalizmin bir sapkınlığı değildir: Kapitalizm bizzat budur” başlıklı makalesinde, Pandora Belgeleri’nde açığa çıkan çeşitli devletlerin yönetici ve bürokratlarıyla sermaye gruplarının gizli servet transferlerinin kapitalizmin kurallarından bir sapma olmadığını, bunun, sistemin doğuşundan beri kopmaz bir parçası olarak yaşanmaya devam ettiğini tartışıyor.

Joseph Chonnora ise “Muazzam gayrişahsi güçler: Biden, devlet ve sermaye” başlıklı yazısında Trump’ın yenilgisiyle kurulan Biden iktidarıyla birlikte hem ABD’de sınıf dengelerinin nasıl ivmelendiğini ve Biden’dan umutlu olmanın handikaplarını ele alıyor, hem de ‘devlet – sermaye’ ve ‘devlet kapitalizmi’ başlıkları altında, kapitalizmin tarihsel evrimi ile sistemin krizlerinin doğasını tartışıyor.

Levent Şensever ABD’nin Afganistan’dan çekilmesinden yola çıkarak kaleme aldığı “Afganistan işgalinin sonu: Küresel hegemonya mücadelesinde yeni dönem” başlıklı yazısında, bu çekilişin arka planında yatanlara götürüyor bizleri; tüm dünyayı ve bölgesel güç olmaya çalışan kapitalist ülkeleri derinden etkileyen emperyalist hegemonya mücadelesinin yarattığı krizlere. Makale çok sayıda veriyle emperyalistler-arası yarışın silahlanma alanında yarattığı etkiyi de ayrıntılarıyla inceliyor.

Marx ve Engels’in kadınların kurtuluşu için mücadelesi” başlıklı kapsamlı yazısında Judy Cox işçi sınıfı devrimci geleneğinin inşasında temel rol oynayan bu iki ismin kadın sorununa yaklaşımını ve hareket içinde kadın aktivistlerin mücadelelerinin nasıl ele alındığını çok yönlü bir şekilde tartışıyor.

Şiddet insanın doğasında mı vardır, yoksa çevresel etkilerin sonucu olarak mı ortaya çıkar? Tuna Emren bu sorudan yola çıkarak yıkıcılığın kökenini araştırdığı “İnsandaki Yıkıcılık Sorunu” başlıklı yazısında; insanı ve çevresel koşullarını şiddet-iktidar-mülkiyet ilişkileri bağlamında bir incelemeye tabi tutup, her iki kuramın da bireyleri tam gelişimleri için ihtiyaç duyulan koşullardan yoksun bırakan kapitalizmin aklanmasına hizmet ettiğini söylüyor.

Enternasyonal Sosyalizm Yayın Kurulu olarak Ferda Keskin’le bir röportaj yaptık. “Marx’ın haklılığından şüphe etmek için hiçbir neden yok” başlıklı röportajda, aktivistlerin neden umutlu olması gerektiğinden, Marx’ın işçi sınıfı analizinin bugün hâlâ geçerli olup olmadığından Stalinizm’in kökenlerine kadar bir dizi başlıkta devrimci perspektiflerin ele alındığı bir sohbet gerçekleştirdik.

İnsanmerkezciliğe karşı eko-merkezcilik: Yanlış bir ikilik üzerine notlar” başlıklı makalesinde insanmerkezciliğin ekolojik yıkımın sorumlusu olduğu fikriyle tartışan Ian Angus şu temel vurguyu yapıyor: “Gerçek dünyada, küresel ısınmanın hem insan hem de insan dışı doğa üzerindeki etkisinin ayrıntılı hesaplarını içeren bir yığın bilimsel kanıt, sera gazı emisyonlarında pratikte hiçbir fark yaratmadı. Çevre gündemini bilim veya etik değil, fosil yakıt endüstrisinin ve müttefiklerinin gücü ile kârları belirler.”

Milyonlarca yıl küçük, gezginci, avcı toplayıcı gruplar halinde yaşadıktan sonra ne oldu da günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce insanlık yerleşik yaşama geçmeye başladı ve nispeten kısa süre içinde, bulunduğu her yerde köy hayatına ve tarımsal üretime geçti? Niye? Yine kısa süre içinde, küçük köylerde değil Ur, Uruk, Babil gibi kocaman şehirlerde yaşıyordu. Niye? Ve üstelik bu şehirlerde toplum, tarihte ilk kez, sınıflara bölünmüştü; çalışanla çalışmayan, yönetilenle yöneten, yoksulla zengin artık farklı hayatlar yaşıyordu. Sınıflar, eşitsizlik, adaletsizlik nasıl ortaya çıkmıştı ve toplumun çoğunluğu tarafından niye kabul görmüştü? “Göbekli Tepe ve Neolitik Devrim: Yerleşik yaşama ve tarıma geçiş” yazısında Roni Margulies bu soruları cevaplarken hem Neolitik Devrim’i anlatıyor, hem de Göbekli Tepe’de Engels ile Gordon Childe’ın Marksist yaklaşımının altüst edildiğini iddia edenlerin yanıldığını gösteriyor.

Figen Dayıcık Fırat Dünden bugüne sanat ve faşizm” başlıklı yazısında faşizmin sanat eserlerinde nasıl yansıdığını tartışıyor. Sanat eserlerinden yansıyan faşist fikirlerin özellikle eleştirilmesinin önemini vurgulayan yazar, faşist görüşlerle mesafesini koyan sanat eserlerini öne çıkartmanın faşizmle mücadelede bir perspektif olarak görülmesi gerektiğini söyleyerek bir tartışma için kapıyı aralıyor.

Nisan ayında buluşmak umuduyla.