Afganistan İşgalinin Sonu: Küresel Hegemonya Mücadelesinde Yeni Dönem

Levent Şensever

 

Bundan yirmi yıl önce, 11 Eylül 2001’de, kendi topraklarında gerçekleşen ve yaklaşık 3 bin vatandaşının ölümüyle sonuçlanan en kanlı terör saldırılarının ardından ABD, “Terörle Savaş[1]” adı altında küresel düzeni kendi çıkarları doğrultusunda yeniden inşa etmek üzere, yeni askeri bir seferberlik başlattı.

Dönemin ABD Başkanı George W. Bush 11 Eylül saldırılarının hemen ertesi günü, “Bu savaş zaman alacak ve kararlı olmamıza bağlı. Ancak hiç kuşkunuz olmasın ki bu savaşı kazanacağız,” demiş ve bu yeni dönemde dünyanın “ya ABD’den yana ya da ABD’nin karşısında” olacağını ilan etmişti. Öte yandan, dönemin ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice da “[saldırıların] Soğuk Savaş döneminin gerçek sonu” olduğunu iddia ediyordu.[2]

Geçtiğimiz eylül ayı, 11 Eylül saldırılarının 20’nci yıldönümüydü. İronik bir şekilde, savaşla geçen 20 yılın ardından yine bir eylül ayı, ABD’nin Afganistan’daki başarısızlığını kabul ederek, tamamen çekilmesine sahne oldu. Çekilme henüz tamamlanmadan, Afganistan’daki kukla hükümet de Batı’nın şaşkın bakışları arasında, rekor düzeyde bir hızla devrildi ve Taliban, ülkenin bütününde hakimiyeti el geçirdi. Bir başka ironi de Taliban tarafından kurulan yeni hükümetin 11 Eylül tarihinde yemin ederek göreve başlamasıydı.

Bu gelişmeler aynı zamanda, ABD’nin son 20 yıldır sürdürdüğü, başta Ortadoğu, Asya ve Kuzey Afrika’daki Müslüman ülkeler olmak üzere, onlarca ülkeye yönelik kanlı savaş ve işgalleri içeren militarist stratejisinin de sonuna ve aynı zamanda küresel ‘yeni bir dönemin’ başlangıcına işaret ediyor.

Pahalıya mal olan Afganistan yenilgisi: Bir dönemin sonu

Afganistan, 32 yıl içinde, Sovyetler Birliği ile ABD ve NATO müttefikleri olmak üzere, dünyanın iki büyük süper gücünün yenilgisine tanık oldu.

Soğuk Savaş döneminin hemen ardından başlayan bu yeni dönem, küresel çapta yaşanan çatışmalar ve gerilimlerle kendisinden önceki dönemi pek aratmadı. Bu strateji, başta siyasi, askeri, jeopolitik ve ideolojik olmak üzere, çok boyutlu bir kapsama sahipti.

Bush’un 11 Eylül saldırılarının hemen ardından dile getirdiği iddiasının aksine, ABD’nin yürüttüğü teröre karşı savaşın kazanını olmadığı gibi, bu ‘savaşın’ maliyeti de çok yüksek oldu. Terörle Savaş’ta ABD’nin tek başına harcadığı 14 trilyon dolar ve yaşamını yitiren 7 binin üzerinde Amerikalı asker ve görevlinin ardından, Müslüman militanların sayısının Afganistan’ın işgali öncesine göre artış göstermiş ve çok daha geniş bir coğrafyaya yayılmış olması, söz konusu bu stratejinin en azından askeri hedefleri açısından başarısızlıkla sonuçlanmış olduğunun bir göstergesi.

Ancak şunu da eklemek gerekiyor ki savaşlar hemen hemen hiçbir zaman dile getirilen ‘meşru’ gerekçeler nedeniyle başlamaz; dolayısıyla terörle savaşın ileri sürülen hedeflerine ulaşamamasını söz konusu savaşın başarısızlığı olarak değerlendirmek, madalyonun ancak bir yüzünü yansıtıyor. Zira, 20 yıl boyunca yürütülen terörle savaş stratejisi, küresel hegemonyası açısından ABD’ye ve ideolojik dünya görüşlerini küresel düzeyde hayata geçirebilmiş olmaları bakımından, bu dönemi başlatan Amerikalı muhafazakarlara çok elverişli bir kaldıraç sağladı.

Biden, bu dönemin bitişini “Uzaklardaki savaşlar döneminin sonu,” sözleriyle ifade ediyor ve ABD’nin Afganistan’dan çekilmesini, “ABD, 20 yıldır ilk kez savaşmıyor. Bu defteri kapattık,” sözleriyle açıklıyor.[3] Aslında bu ifade gerçeği yansıtmıyor. ABD’nin Afganistan’la olan savaşı sonlanmış olsa da hala onlarca farklı ülkede savaşlar devam ediyor. ABD, dünyanın dört bir köşesinde işgal altında tuttuğu bölgeler ve askeri varlığını sürdürdüğü coğrafyalardan tamamen çekilmedikçe de savaşlar sürecek. Biden’ın bu sözleri daha ziyade, ABD’nin küresel hegemonya mücadelesine yönelik değişmekte olan küresel stratejinin ve atılmakta olan yeni adımların işareti niteliğinde.

ABD ordusu ve müttefik ülkeler, 2001 yılından bu yana Terörle Savaş stratejisi gereği onlarca ülkede, direnen gruplar ve masum sivillerin üzerine 152 binden fazlası Irak ve Suriye’de olmak üzere, toplam 326 binden fazla bomba ve füze attı. Bu, gün başına atılan ortalama 46 bomba anlamına geliyor. Görece daha güvenilir verilere sahip olunan 2019 yılı boyunca ABD ve müttefikleri tarafından, Afganistan’da günde 20 olmak üzere, dünyada her gün toplam 42 bomba ve füze atıldı.[4]

Üstelik bu korkunç veriler, sürdürülen acımasız ve kesintisiz saldırıların boyutunu ancak kısmen yansıtıyor, zira askeri saldırılara ilişkin bilgilerin önemli bir kısmı gizli tutuluyor.

Günümüzde ABD’nin yürüttüğü ‘terörle mücadele’ savaşları, tüm dünyada 85’ten fazla ülkede yürütülüyor. Afganistan dışında aralarında Irak, Suriye, Pakistan, Somali, Yemen gibi ülkelerin bulunduğu 10 kadar ülkede sürüyor. Bunların dışında Libya, Nijer, Mali ve Uganda gibi ülkelerdeki askeri müdahaleler zaman zaman kamuoyuna da yansıyor. Ek olarak çeşitli ülkelerde, o ülkelerin silahlı güçleriyle birlikte yürütülen çok sayıda askeri operasyonlar söz konusu.[5]

Hemen her insani trajedide olduğu gibi, 11 Eylül saldırıları, savunma sektöründeki yüklenici firmalar için harika bir haber oldu. 11 Eylül sonrası dönemde Terörle Savaş stratejisi kapsamında yürütülen mücadele, savaş alanlarındaki faaliyetlerin birçoğu doğaları gereği kâr amacıyla faaliyet gösteren özel firmalara devredildi. Savaş bölgelerinde kâr amacıyla hareket eden özel firmaların artan ağırlığı, sorunların diplomatik yollardan çözülmesinden ziyade, çatışma ve savaş seçeneklerinin artması gibi sonuçlar doğurdu. Zira söz konusu şirketler bu sayede ‘hizmetlerini’ daha fazla pazarlama ve daha fazla silah tedariki ve hizmet sözleşmesi kazanma şansı elde edebilmekteydi. Washington’daki silah tüccarları ve savunma şirketlerinin lobi faaliyetleri, ABD’nin askeri seçeneklere daha fazla başvurmasında önemli bir rol oynadı. Savaşlar ve askeri konulara ilişkin politikalarda özel şirketlerin artan etkisi, ABD’nin devlet kurumlarında militarizmin ağırlığını artırmasıyla sonuçlandı. Örneğin Pentagon, Amerikan kamu kurumları arasında bütçeden aslan payını almaya başladı[6]. Amerikan ordusunun generallerinin konumu, kamu görevlileri arasındaki hiyerarşide üst düzeylere tırmandı.

Bu nedenle 21’inci yüzyılın ilk 20 yılında askeri harcamalar muazzam oranda artarken, küresel silah ticareti ve bütçeden Pentagon’a ayrılan pay da büyük oranlarda artış gösterdi.

Pentagon, 20 yıl süren savaş boyunca yaklaşık 14 trilyon dolar (Türkiye ulusal gelirinin yaklaşık 19 katı) harcarken, bunun yarıdan fazlası savunma sanayinde faaliyet gösteren yüklenici özel sermaye firmalarına gitti. Bir tahmine göre, yüklenici firmaların elde ettiği toplam gelir 7,35 trilyon dolara (Türkiye’nin ulusal gelirinin yaklaşık 10 katına) ulaştı.[7]

11 Eylül saldırılarının ardından kapanan New York borsası, 17 Eylül’de tekrar açıldığında, S&P 500 Endeksi yüzde 5 gibi ciddi bir oranda kayıp yaşarken, savunma şirketlerinin hisseleri aksine değer kazandı. Örneğin dünyanın en büyük savunma şirketlerinden biri olan Lockheed Martin’in hisselerinin değeri yüzde 15 oranında arttı. Şirketin savunma sanayi kaynaklı gelirlerinin toplamı 2000 yılında 18 milyar dolar düzeyindeyken, 20 yıl sonra, 2020 yılında 63 milyar dolara yükseldi.[8] Firma, 2021 yılı başı itibariyle kazandığı 74 milyar dolarlık sipariş bedeli ile dünyanın en büyük savunma şirketi unvanına sahipti.

Son yıllarda Pentagon’un imzaladığı sözleşmelerin yaklaşık üçte biri doğrudan en büyük beş Amerikan savunma şirketine gitti.[9] Bu şirketlerin sadece 2019 ve 2020 döneminde, iki yıl içinde kazandığı sözleşmelerin toplamı 286 milyar doları buluyordu. Aynı beşli, 2001 ile 2020 yılları arasında Pentagon ile toplam 2,1 trilyon dolar tutarında sözleşme imzaladı.[10]

Terörle Savaş’ın kazananı savunma sanayindeki özel şirketler olurken, kaybedeni de her zaman olduğu gibi yoksul sivil halklar oldu.

Afganistan’da savaşın sürdüğü 20 yıl boyunca ölen Amerikalı askerlerin sayısı 2400’ün üzerinde olurken, ölen Afgan sivillerinin sayısı ise 40 bini aştı. Tüm dünyada yürütülen Terörle Savaş’ta ölen Amerikalı askerlerin sayısının 7050’den fazla olduğu tahmin ediliyor. Kesin veriler elde edilemese de bu savaşlarda ölen sivil savunma şirketlerinin personel sayısının da yaklaşık 8 bin olduğu belirtiliyor.[11]

Yapılan bir araştırmaya göre, savaşın doğrudan sonucu olarak bombalar, kurşunlar ve açılan ateş sonucu Amerikalı askerler, müttefik ülkelerin personeli, direnen grupların militanları, siviller, gazeteciler, insani yardım kuruluşlarının personeli, vb. kesimlerden ölenlerin toplam sayısının 897 bin ile 929 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. Bu veri, savaşın yan etkisi sonucu gerçekleşen ve doğrudan ölenlerin sayısının birkaç katı daha fazla olduğu tahmin edilen ölümleri kapsamıyor. Savaş nedeniyle ölen sivillerin toplam sayısı ise 387 binden fazla.

Savaşlarda ölenlerin yanı sıra, Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye, Libya, Yemen, Somali ve Filipinler gibi ülkelerde 38 milyon insan savaş nedeniyle yerlerinden oldu ve mülteci konumuna düştü.[12]

Savaşların bir başka vahim sonucu da iklim değişikliğine olan olumsuz etkisi. Tüm dünyada ordular, en fazla sera gazı emisyonuna yol açan kurumlar arasında yer alıyor. Bombaların yol açtığı tahribat, savaş bölgesindeki toprakların uzun yıllar kirlenmesi ve erozyona uğramasına neden oluyor. Öte yandan savaş ve çatışma dönemleri, sivil haklar ve insan haklarının en çok ihlal edildiği dönemler.

Genel kanının aksine, terörizmle mücadele sadece ‘terör gruplarının’ bulunduğu ülkelerle sınırlı kalmadı. Terörle mücadele seferberliği, Batılı ülkelerde yeni ulusal güvenlik stratejilerini de beraberinde getirdi ve ‘güvenlik’ algısının değişmesine yol açtı. Bununla birlikte, tüm dünyada olduğu gibi, Batılı ülkelerde de tüm vatandaşlar olası birer şüpheli; çantaları, ceplerindeki eşyaları ve paketleri potansiyel risk olarak görülmeye başlandı. Kamusal alanlara yönelik güvenlik önlemleri artırıldı, bu doğrultuda giderek büyüyen ve kamusal alanın her bir köşesinde etkili olmaya başlayan bir ‘güvenlik’ sektörü oluştu. Vatandaşların her anı, her adımı, konuşmaları, mesajları, tüm sosyal medya paylaşımları izlenmeye; tüm sokaklar ve kamu binaları kameralarla gözetim altında tutulmaya başlandı. Vatandaşlara, yaşamlarının her alanında bıraktıkları dijital ayak izlerinin takibini kolaylaştıran dijital kimlikler, çipli banka ve ulaşım kartları dağıtılmaya, telefonunuz konumunuzu santim santim kayıt altına almaya başladı, kamerayla yüz tanıma teknolojileri geliştirildi ve uygulamaya sokuldu. Merkezi hükümetler tarafından ‘sakıncalı’ görülen internet erişimleri kısıtlandı, ‘uygun görülmeyen’ içerikler sansürlendi, ‘riskli görülen’ içeriklere erişen vatandaşların göz altına alınmaları, tutuklanmaları ve mahkûm edilmeleri yaygınlaştı.

Bu dönemde özellikle Batılı ülkelerde olağan şüphelilerin başında Müslümanlar yer almaya başladı. İslamofobik (Müslüman karşıtlığı) saldırılar ve etnik köken ve inançlara yönelik nefret suçları hızla arttı; kişilerin inançları, özel yaşamları ve giyimleri, birer terör şüphelisi olarak görülmelerinin gerekçesi haline geldi. Medya başta olmak üzere, kamuoyunda “İslami terör,” “radikal İslamcı” ve “cihatçı militan” gibi kavramlar türemeye ve yaygınlaşmaya başladı. Medya, bir yandan Müslümanların adının karıştığı terör saldırılarına, diğer inanç grupları, Neo-Naziler veya ırkçı beyaz grupların karıştığı terör olaylarından çok daha fazla yer vererek, kamuoyunun olumsuz algısını ve önyargılarını pekiştirirken, bir yandan da bizzat kendisi bu nefret söylemlerinin faili oldu. Bazı ülkeler tarafından, Müslümanların yoğun olduğu ülkelere yönelik özel kısıtlayıcı vize rejimleri uygulandı ve sınırlarda özel önlemler alındı.

Kısacası Müslümanlar, Batı’nın küresel hegemonya mücadelesinde ‘elverişli’ bir düşman haline geldi; militarist politikaların yürütülmesi ve ‘güvenlik’ odaklı önlemlerin yaygınlaştırılmasına yönelik kullanışlı bir kaldıraç oldu.

Bütün bu trajik ve vahim sonuçları doğuran terörle savaş, ardında büyük acılar, kanlı bir miras ve hayatımıza dair onulması zor kısıtlayıcı koşullar bıraktı. Kuşkusuz, Afganistan’daki işgalin sona ermesi, ne yaşanan trajik ve kanlı olaylarla hesaplaşmayı getirecek, ne de terörle savaş stratejisinin sonucu olarak yaşanan sorunlarla yüzleşmeyi sağlayacak. Bununla birlikte, yukarıda belirtilen insani trajedileri yaratan koşulların kısmi olarak dahi hafiflemesi, bu trajedilerin ve acıların doğrudan mağduru olan sivil halklar açısından görece somut bir kazanım olacağı açık.

Militarizmin yeniden yükselişi

Küresel bir hegemonya belli dönemlerde görece daha kolay kazanılsa da bu hakimiyeti küresel düzeyde korumanın bedeli oldukça ağır.

Nitekim, ABD’nin Afganistan yenilgisi bunun en güzel göstergesi niteliğinde. ABD’nin ülkedeki askeri varlığı, 2011 yılında doruk noktasındayken, en az 10 askeri üste konuşlanmış 100 binden fazla Amerikalı askere ulaşmıştı. 20 yıl süren savaş boyunca rotasyonlarla birlikte ülkede toplam 800 binden fazla asker konuşlandı.

Günümüzde Afganistan’daki tüm Amerikalı askerler çekilmiş olmakla birlikte, ABD’nin kürenin dört bir yanındaki askeri varlığı devam ediyor. ABD, bu yılın temmuz ayı itibariyle en az 80 ülkede 750’den fazla askeri üsse sahipti. Pentagon bu tür verilerin hepsini paylaşmadığı için, muhtemelen bu sayı daha da fazla. Amerikan askerlerinin son 70 yılda küresel düzeyde toplam 200’den fazla ülkede konuşlanmış olduğu biliniyor.[13]

Amerikan askeri üslerinin bulunduğu ülkeler arasında Japonya, 120 aktif üsle başı çekerken, bu ülkeyi, 119 üsle Almanya ve 73 üsle Güney Kore izliyor. Asker sayısı bakımında da bu üç ülke aynı sırayla yer alıyor: Japonya’da 53.700, Almanya’da 33.900 ve Güney Kore’de 26.400 ABD askeri konuşlanmış durumda.

Brown Üniversitesi’nin Watson Enstitüsü’nün verilerine göre, 2001 sonrası dönem boyunca Afganistan ve Irak’ta toplam 1,9 ile 3 milyon arasında Amerikan askeri konuşlandı. Günümüzde Ortadoğu’daki en büyük üs ise Katar’da yer alıyor. 1966’da kurulan bu üste yaklaşık 11 bin Amerikan ve müttefik ülke askeri bulunuyor. 2003 yılında ABD tarafından işgal edilen Irak’ta, asker sayısı bakımından doruk noktasına ulaşan 2007’de toplam 170 bin Amerikan askeri konuşlanmıştı.[14]

Kuşkusuz bu kadar geniş coğrafyaya dağılmış bir askeri varlığı sürdürmenin ekonomik bir bedeli de var. Brown Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre, ABD’nin son 20 yıldır küresel düzeyde sürdürdüğü savaşların maliyeti 8 trilyon doları aşıyor (Türkiye’nin ulusal gelirinin yaklaşık 10,8 katı). Sadece Afganistan’daki savaşın günlük maliyeti, 20 yıl boyunca 300 milyon dolar dolayında gerçekleşti.

Her ne kadar terörle savaş döneminin sona erdiği ilan edilmiş olsa da dünya son birkaç yıldır hızla silahlanıyor. 2020 yılında, dünya toplam askeri harcamaları, bir önceki yıla göre yüzde 2,6 ve 2017 yılına göre ise yüzde 9,3 oranında arttı. Aynı yıl askeri harcamaların dünya toplam gayri safi hasılasındaki payı yüzde 2,4’e yükselerek, toplam 1,98 trilyon dolara ulaştı (Türkiye gayri safi hasılasının 2,6 katı). Bu artışın Covid-19 nedeniyle tüm dünyada ekonomik faaliyetlerin gerilediği bir dönemde gerçekleşmiş olması özellikle dikkat çekici.

2020 yılında önde gelen ilk beş ülkenin (ABD, Çin, Hindistan, Rusya ve Birleşik Krallık) toplam askeri harcamaları, dünya toplam askeri harcamalarının yüzde 62’si düzeyinde gerçekleşti.

2020 yılı içindeki askeri harcamalarda sağlanan artış sadece en güçlü ordulara sahip ülkelerle sınırlı kalmadı. Bir önceki yıla göre askeri harcamalar Afrika’da yüzde 5,1, Avrupa’da yüzde 4, Orta ve Güney Amerika’da yüzde 3,9, Asya ve Okyanusya ülkelerinde yüzde 2,5 arttı. Konuya ilişkin veri elde edilen 11 Ortadoğu ülkesinin toplam harcamaları ise yüzde 6,5 düzeyinde artış gösterdi.[15]

ABD’nin 2020 yılı itibariyle yıllık savunma bütçesinin toplamı 778 milyar dolar düzeyindeydi.[16] Bu miktar, savunmaya ayrılan bütçeler bakımından kendisinden sonra gelen 10 ülkenin toplam bütçelerinden fazla. Savunma bütçesi sıralamasında ABD’den sonra sırasıyla 252 milyar dolarla Çin (Amerikan savunma bütçesinin yüzde 32,39’u düzeyinde), 73 milyar dolarla Hindistan, 62 milyar dolarla Rusya ve 59 milyar dolarla Birleşik Krallık geliyor.[17]

Çin günümüz itibariyle henüz ABD’nin silahlanmaya ayırdığı payla baş edecek düzeyde savunma bütçesine sahip olmamakla birlikte, ülkenin savunma bütçesi her yıl düzenli olarak artıyor.

Bir yandan askeri bütçeler artarken, askeri rekabetin bir başka boyutunu da yeni askeri teknolojiler oluşturuyor. Günümüzde gelişmiş ordular, insansız silahlı araçlar, altıncı nesil ‘hayalet’ süpersonik uçaklar, lazer silahları, robot askerler, yapay zekayla otonom çalışan silahlar, uzak mesafelerden hedefe tam isabet eden, sesten en az 5 kat daha hızlı ‘hipersonik’ bombalar ve benzeri teknolojilere dayanan savaş stratejileri yürütüyor.

Dolayısıyla değişen bu savaş konsepti, bir yandan bu teknolojilere sahip olmayan daha güçsüz ordular karşısından stratejik bir avantaj sağlarken, aynı zamanda bu teknolojilere sahip ülkelere daha az insan kaybı vererek, kanlı savaşları kamuoyunun gözetiminden uzak yürütebilme yeteneği kazandırıyor.

Buna paralel askeri rekabet ulusal sınırların ötesine yayılmış durumda. Bugüne kadar askerden arındırılmış ve ulusal devletlerin egemenliği altında olmayan kutuplarda, “bilimsel araştırma” adı altında yeni askeri üsler kurulurken, askeri rekabet bir yandan da uzaya sıçradı. Yakın zamanda ABD ile Rusya’nın ortak işlettiği “Uluslararası Uzay İstasyonu’na,” Çin’in kurduğu, “Tiangong” isimli yeni bir istasyon eklendi. Aynı zamanda Çin’in uzaydan ateşlenebilecek lazer silahları konuşlandırmak üzere çalışmalar yürüttüğü dile getiriliyor. ABD, Rusya ve Çin ayda üs kurma yarışına girerken, bir yandan da Mars’ta koloni kurmaya yönelik yürütülen sıkı bir mücadele söz konusu.

NATO, 2021 yılında Brüksel’de gerçekleştirilen yıllık toplantısında, örgütün kuruluş belgesi olan “Kuzey Atlantik Paktı’nın” 5’inci maddesini[18] güncelledi ve maddeye, “…doğrudan uzaydan veya uzay yoluyla yapılacak düşmanca saldırıların… 5’inci maddenin yürürlüğe sokulmasına yol açabileceği…” ifadesi eklendi.

Dünyanın yörüngesinde aktif durumda olan yaklaşık 3000 uydunun yarıdan fazlası, NATO üyesi ülkelere ait bulunuyor. NATO, 2020-2034 yıllarını kapsayan dönemde yeni askeri uydular için 1,2 milyar dolarlık bütçe ayırmış durumda.[19]

Küresel ittifaklar yeniden şekilleniyor

Amerika Birleşik Devletleri, Soğuk Savaş döneminin sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından, tek başına küresel bir süper güç olarak dünya hakimiyetini elde etti. Ancak günümüzde, tıpkı 20’nci yüzyılın başında dünya haritasının değişmesine benzer bir şekilde, bu kez jeopolitik stratejiler ve buna bağlı olarak ittifakların haritası yeniden şekilleniyor. Aslında bu gelişme pek de yadırganacak ya da sürpriz oluşturacak bir durum değil. Tüm dünya uzun bir süredir Çin ve ABD arasında stratejik ve jeopolitik olası bir çatışmanın gerçekleşmesi beklentisi içindeydi.

ABD, Çin’in askeri ve militarist yükselişiyle birlikte bir yandan Afganistan, Suudi Arabistan, Irak ve Suriye gibi, geçmiş dönemin önemli stratejik coğrafyalarından geri çekilirken, buna paralel olarak Hint-Pasifik bölgesine yönelik yeni stratejik adımlar atıyor.

Tüm dünyaya yayılmış olan askeri güçlerinin önemli bir kısmını bu bölgeye yığarken, bir yandan da Çin’e karşı bölge ülkeleriyle stratejik iş birlikleri ve ittifaklar kuruyor. Nitekim bu tür girişimlerden biri de geçtiğimiz eylül ayında Avustralya, Birleşik Krallık ve ABD arasında kurulan yeni ittifakın adı, bu ülkelerin İngilizce adlarından kısaltılarak, AUKUS oldu. Bu girişim birçok uzman tarafından, tüm dünyayı etkileyecek ‘yeni bir Soğuk Savaş’ girişimi olarak yorumlandı.

ABD’nin bu adımının, Çin’le artan hegemonya mücadelesinin en dramatik adımı olduğu söylenebilir. Bu ittifak çerçevesinde Avustralya’ya sağlanacak olan en az 8 nükleer denizaltı (ve bu denizaltıların nükleer füze atabilme kabiliyetleri), bölgedeki süper güçlerin hegemonya mücadelesinin temel sahnesini oluşturan denizler ve denizcilik alanının önemini yansıtır nitelikte.

Küresel hegemonya mücadelesinin ekseninin Hint-Pasifik bölgesine kayıyor olmasının nedeni, ABD’nin küresel hegemonyasına karşı en büyük rakibi olarak gördüğü Çin’in bu bölgede bulunuyor olmasıyla sınırlı değil. Genellikle Asya ve özellikle Güneydoğu Asya, 1990’lı yıllardan bu yana ekonomik anlamda ağırlığını artırıyor.

Küresel ticaretin değer bazında yüzde 70’i ve miktar bazında yüzde 80’i deniz yoluyla gerçekleştiriliyor ve söz konusu küresel ticaretin miktar bazında yüzde 60’ı ise Hint-Pasifik bölgesinden geçiyor.[20] Ekonomik açıdan son derece önem arz eden bu durum, bölgenin önemli stratejik bir değer kazanmasına yol açıyor. Dolayısıyla, özellikle ticaret ve enerji tedariki bakımından Hint-Pasifik bölgesinin deniz rotalarının güvencesi, sadece bölgenin güçlü ülkeleri olan Çin, Hindistan ve Japonya gibi ülkelerle sınırlı kalmayıp, bu coğrafyada doğrudan yer almayan çok daha fazla sayıda ülke açısından da stratejik bir önem arz ediyor.

Nitekim, yukarıda bahsi geçen AUKUS ittifakı, bu gelişmelerin bir yansıması. Kuşkusuz AUKUS’un en önemli yanı, Biden’ın ilk kez Çin’e karşı doğrudan askeri hedefleri içeren ve nükleer silahları kapsayan somut bir adım atmış olması.

Benzeri bir şekilde, Biden’ın iktidara gelişinin daha ikinci ayını doldurmadan, bölgenin Çin dışındaki diğer üç önemli ülkesi olan Hindistan, Japonya ve Avustralya ile ittifak kurmak üzere bir araya gelmesi de bunun bir göstergesi. Dörtlü, “Çin’in artan nüfuzuna” birlikte karşı çıkmayı hedefliyor. Biden, bu konuda üç ülke ile düzenlediği toplantının açılış konuşmasında, “özgür ve açık bir Hint-Pasifik bölgesinin” gereğine vurgu yaparken, Avustralya Başbakanı Scott Morrison, bu girişimin gelecekte “bir Hint-Pasifik angajmanı” olacağının altını çizdi.[21]

Bölgenin stratejik önemi ABD’nin askeri stratejisine de yansımış görünüyor. Son yıllarda ABD ordusunda ağırlık kara kuvvetlerinden, deniz ve hava kuvvetlerine doğru kayıyor. 2013 yılında ABD’nin silahlanma bütçesinin yüzde 48’i deniz ve hava kuvvetlerine ayrılırken, bu pay 2021 yılında yüzde 52’ye yükseldi ve aynı süre içinde kara kuvvetlerinin payı ise yüzde 35’ten yüzde 32’ye geriledi.[22]

ABD ile Çin arasında tırmanan küresel hegemonya mücadelesi ve ABD’nin bu bağlamda Hint-Pasifik bölgesine odaklanıyor olması, kuşkusuz aynı zamanda dünyanın geriye kalan coğrafyalarının stratejik öneminin azalması anlamına geliyor.

ABD açısından artık Avrupa bölgesi stratejik bakımdan eskisi kadar önemli değil. Nitekim AUKUS, Avrupa Birliği ülkeleri için büyük bir sürpriz oldu, zira Biden, bu ittifakın kurulmasından önce hiçbir AB ülkesini bilgilendirmemiş, görüşlerini almamıştı. Bu nedenle, başta Fransa olmak üzere, AB üyesi ülkeler bu durumdan son derece rahatsız oldu. Avustralya’nın daha önce Fransa’ya ısmarladığı ve 60 milyar doları aşan denizaltı siparişini iptal etmesi, Fransa Başkanı Emmanuel Macron’u son derece öfkelendirdi. Fransa, bu gelişmeyi “sırtından bıçaklanma” olarak gördüğünü açıkladı. Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian bu girişimin, “barbarca, tek taraflı ve önceden kestirilmeyen bir karar” olduğunu açıkladı ve kızgınlığını şu sözleriyle dile getirdi: “Öfkeliyim ve kötü hissediyorum. Bu müttefikler arasında olacak bir şey değil.”[23]

Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, “ittifaktan yeni haberdar oluyoruz… AB’nin güvenlik politikalarından sorumlu temsilcisi olarak bu durumdan haberdar değildim. Öte yandan, sanırım bu çapta bir anlaşma bir gecede kararlaştırılmamıştır,” diyerek hayal kırıklığını dile getiriyordu. Borell, AB’nin anlaşmanın parçası olmamasını “esefle karşıladığını” dile getirmekle birlikte, bu durumun ABD ile AB’nin ilişkilerine yönelik etkisini fazla “dramatize” etmemek gerektiğinin de altını çizdi.

AUKUS ittifakı, tam da AB’nin Hint-Pasifik stratejisinin açıklandığı döneme denk geldi. AB’nin yeni stratejisi, birliğin gerçekleştirdiği küresel ticaretin yüzde 40’ının Güney Çin Denizi’nden taşınıyor olması olgusunu dikkate alan ve bu doğrultuda, birliğin çıkarlarını koruma amaçlı bir kapsama sahip.

Stratejide, “Güney ve Doğu Çin denizleri ve Tayvan Boğazı’nda gerçekleşen güç gösterileri ve bölgede artan gerilimlerin, Avrupa’nın güvenliği ve refahına yönelik doğrudan etkisi” olduğunun altı çiziliyor. Belgenin, “Çin ile olan çok yönlü ilişkilerin” bir yansıması olduğu belirtilerek, Birliğin iklim değişikliği ve biyo-çeşitlilik gibi konularda Çin ile iş birliğini sürdürürken, insan hakları gibi temel anlaşmazlıklar konusunda da geri adım atmayacağı vurgulanıyor.[24] Belge dikkatli incelendiğinde, özellikle diyalog ve iş birliği odaklı olduğu ve bu bakımdan, ABD’nin Çin stratejisinden farklılıklar içerdiğini görüyoruz.

Aslında 27 üye devletin olduğu AB’de Çin’e karşı kararlı ve birlikte bir yol izlemek çok zor, zira üye ülkeler arasında bu konuda çok farklı yaklaşımlar söz konusu. Örneğin Fransa AB’nin bağımsız askeri bir aktör olmasından yana iken, Almanya daha ılımlı bir tutuma sahip.

Gelecekte artan küresel gerilimler ve ABD’nin yeni stratejisi gereği Avrupa’ya eskisinden daha az önem vermesiyle birlikte, Birliğin ABD ve Çin arasındaki hegemonya mücadelesinde daha net bir tutum almaya zorlanması büyük bir olasılık.

Nitekim, Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, yaptığı son Birliğin Durumu konuşmasında, Fransa’nın uzun bir zamandır savunduğu, AB’nin stratejik olarak daha özerk bir yol izlemesi gereğini savundu. Borell de verdiği bir demeçte, ABD’nin Afganistan’dan çekilmesinin “Avrupa Birliği’nin jeopolitik bir aktör olmasına yönelik tartışma için bir fırsat yarattığını,” belirtti, ancak bunun, “[AB içinde] irili ufaklı konulara ilişkin birlik gerektirdiğinin,” altını çizdi.[25]

Bu tartışmalara paralel olarak, özellikle Trump iktidarı döneminde dile getirilmeye başlanan, AB’nin kendi askeri gücünün oluşturulması yeniden gündeme taşındı. Birlik içinde birçok konuda olduğu gibi, bu konuda ortak bir tavır olmasa da Avrupalılar açısından büyük bir sürpriz olan, ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi ve kendilerine bu konuda önceden bilgi verilmemiş olmasının ardından, konu yeniden gündeme geldi. Borell, konuya ilişkin “Avrupa’nın savunmasının gerekliliği, Afganistan olaylarının ardından hiç bu kadar aşikâr olmamıştı,” görüşünü dile getirdi. AB Askeri Komite Başkanı Claudio Graziano da “hızlı bir müdahale gücünün” oluşturulması yönünde harekete geçilmesinin zamanı geldiğini belirtti.

Ancak, bu görüşlere katılmayan dönemin Almanya Savunma Bakanı Annegret Kramp-Karrenbauer,[26] yaptığı açıklamada, “Avrupa’nın stratejik özerkliğine ilişkin illüzyonlara son verilmesi gerektiğini,” ileri sürerek, buna ilişkin görüşlerini şu sözleriyle açıkladı: “Avrupalılar, Amerika’nın güvenlik açısından kritik rolünün yerini dolduramayacaklardır.”[27]

ABD’nin bu yeni jeopolitik stratejisinden nasibini alan sadece Avrupa değil. ABD açısından başta Ortadoğu olmak üzere, birçok bölge ve ülke de bu yeni strateji çerçevesinde eskisine göre önemini yitiriyor.

4 Şubat 2021’de Başkan Biden, “Savunma Bakanı Austin’in ABD’nin askeri varlığı, dış politikası ve ulusal güvenlik önceliklerine uygun bir şekilde dağılımını gözden geçirecek bir komiteye başkanlık edeceğini,” açıkladı. Nitekim, Biden yönetiminin bu yıl içinde, bazı savunma füzeleri ve askeri güçlerini “farklı bölgelere kaydırmak üzere” Ortadoğu’dan çektiği haberleri paylaşıldı.

ABD’nin yeni stratejisi doğrultusunda, başta Avrupa ve Ortadoğu ile Kuzey Afrika gibi bölgeler olmak üzere, dünyanın birçok bölgesinden askerlerini ve silahlarını çekerek, Hint-Pasifik bölgesine konuşlandırması karşısında, yıllardır Amerika’nın askeri güvenlik şemsiyesi altında yaşayan bölge rejimlerinin, ABD’nin kendilerini ortada bıraktığı tarzında eleştirilerine yol açtı.

Oysa şunu belirtmek gerekiyor ki ABD bu bölgelerden tamamen çekilmiyor veya bölge üzerindeki hakimiyetinden vaz geçmiş değil. Atılan adımlar bir bakıma, bölgedeki askeri varlığının görevlerini deniz aşırı kuvvetlerine aktarmış olmaktan ibaret. Bu adımı atabilmesinin önemli ön koşullardan biri ise, ABD’nin bölgedeki ekonomik ve jeopolitik çıkarlarını 1980-2000’li yıllar arasındaki dönemde olduğu gibi doğrudan tehdit eden bir durumun söz konusu olmaması. O dönemde Ortadoğu’da, ABD’nin çıkarları açısından ciddiye alınması gereken ciddi bir Sovyetler Birliği etkisi ve bölge ülkelerinde yaşanan istikrarsızlıklar söz konusuydu. Daha sonraki dönemde bölgedeki istikrarsızlığı arttıran İŞİD ve El Kaide unsurları, günümüzde büyük ölçüde temizlendi. Bir başka önemli istikrarsızlık unsuru olan İsrail-Arap gerginliği, bölgedeki birçok güçlü Arap ülkesinin İsrail’le barış yapması ve bu ülkenin ulusal egemenliğini tanıması sonucu büyük ölçüde ortadan kalktı.

Dolayısıyla, bölgede çok maliyetli olan doğrudan askeri bir müdahale gücü bulundurmak eskisi kadar gerekli olmaktan çıkmış durumda.

ABD ve Çin arasındaki rekabet

Dünya 21’inci yüzyıla girdiğinde, günümüzdeki görünümünden çok farklı bir durumdaydı. O dönem, küresel ekonomide ‘karşılıklı bağımlık’ rüzgarları esiyordu.

1991 yılında Sovyetler Birliği çökmüş, Batı’da büyük bir coşku ile “kapitalizmin nihai zaferi” kutlanıyordu. Ertesi yıl, Amerikalı bir siyaset bilimcisi olan Francis Fukuyama, “Tarihin sonunu” ilan etmişti. 1992 yılında yayınladığı kitabında dile getirdiği görüşüne göre, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte, insanoğlu sadece savaş sonrası ortaya çıkan bir dönemin sonuna gelmekle kalmamış, bu durum aynı zamanda tarihin de sonuna işaret etmekteydi. Kitabında, “artık insanoğlunun ideolojik evrimleşmesinin sona erdiği, insanlığın nihai bir yönetim biçimi olarak, Batılı liberal demokrasinin evrensel bir hakimiyet kazandığı” görüşünü ileri sürmekteydi.[28]

Bu dönemde, artık savaşlar döneminin sona erdiği, sınır-ötesi sermayenin küresel hakimiyetiyle birlikte, ulusal sınırların öneminin kalmadığı ve bununla birlikte milliyetçiliğin sonunun geldiği gibi abartılı ve gerçekçi olmayan görüşler hakimdi. Aradan geçen 30 yılın ardından, o dönemde yapılan ve popüler hale gelen bu görüşlerin ne kadar yanlış olduğu ortaya çıktı.

ABD’nin Avrasya bölgesine olan ilgisi yeni değil. Son 60-70 yıldır yürüttüğü büyük savaşların (Vietnam, Kore, Afganistan, Irak, vb.) önemli bir kısmı bu bölgede gerçekleşti. Söz konusu savaşların gerekçeleri her ne kadar “terörle savaş” veya “kitle imha silahları” gibi meşru nedenlere sahip gibi görünse de bu operasyonların temel unsurunun, bölgede yer alan ve potansiyel olarak ABD’nin küresel hegemonyasına tehdit oluşturacak ülkeler veya bölgesel hakimiyetin pekiştirilmesi olduğunu unutmamak gerekiyor.

Günümüzde ABD’nin Çin’le olan rekabeti de bu çerçevede ele alınmalı. Değişen tek şey, bu kez ABD’nin karşısında hem ekonomik hem de askeri bakımdan çok daha dişli bir rakibin olması.

Uzun bir süredir dünyanın ekonomik ağırlık merkezi doğuya doğru kayıyor. 2030’lu yıllar itibariyle en büyük gelişmekte olan 7 ülkenin ekonomisinin, G7 ülkelerinin ekonomik büyüklüğünü yakalaması bekleniyor. Aynı gelişmekte olan 7 ülkenin ithalatının da 2050 yılı itibariyle G7 ülkelerinin piyasalarının boyutuna ulaşacağı hesaplanıyor.[29]

Meseleye bu perspektifle bakıldığında, şayet Batı yarıküresinde küresel düzeyde bir strateji hedefliyor ve dünya nüfusunun çoğunluğunun, kaynakların ve ekonomik faaliyetlerin kendi yarıkürenizde değil de özellikle Avrasya bölgesinde yer aldığının farkındaysanız, söz konusu rekabette işinizin eskisi kadar kolay olmayacağı gerçeğinin bilincinde olmanız gerekir.

Çin’in ekonomisi, 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) üye olduğu sırada ABD ekonomisinin yaklaşık sekizde biri büyüklüğündeydi. Dolayısıyla o dönemde ABD açısından bugünkü kadar bir tehdit oluşturmuyordu.

ABD, Çin’in DTÖ’ye katılmasını, komünizme karşı yeni bir zafer olarak görmüştü. O dönemde ABD’nin Çin’in küresel ‘liberal kapitalist sisteme’ entegre olmasıyla birlikte çıkar çatışmalarının azalacağı ve o oranda ‘karşılıklı’ ortak çıkarların ön plana çıkacağına ilişkin naif Çin algısı, günümüzde tamamen değişmiş durumda. Çin’in son yıllarda hızlı ekonomik ve militarist yükselişi, ABD’nin bu ülkeyle olan ilişkilerini temelden gözden geçirmesine yol açtı.

Çin’in Batılı ‘liberal kapitalist’ sistemine entegrasyonu odaklı iyimser yaklaşımlar, Çin küresel arenada giderek güçlenip, uluslararası sahnede daha aktif oldukça, ortadan kalktı. Zira, ABD perspektifinden bakıldığında, Çin, günümüzde ABD önderliğindeki Batılı liberal düzeni yıkmaya, yerine Çin’in merkezinde yer alacağı küresel bir düzen kurmaya çalışan ciddi bir rakip olarak algılanıyor.[30] Dolayısıyla, Washington’un Çin’e yönelik yaklaşımı, o dönemdeki stratejik partnerlik arayışından, günümüzde ‘stratejik tehdit’ algısına doğru evrildi.

ABD ile Çin arasında süren bu rekabete dayalı ilişki, özellikle Biden’ın başkanlığı döneminde daha da yoğunlaştı. Zira Biden, ABD’nin küresel bir lider olarak hegemonyasını yeniden güçlendirmesine yönelik, ‘Çin tehdidini’ merkezine alan yeni bir stratejiyi hayata geçirmeye başladı.

Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Antony J. Blinken, “Çin, ABD dış politikasını zorlayan meselelerin başında geliyor” diyerek, sorunun altını çiziyor.[31] ABD Deniz Kuvvetleri Akademisi Başkanı Del Toro ise akademide yaptığı bir konuşmada konuya ilişkin görüşünü şu şekilde dile getiriyor: “Sovyetler Birliği’nin yenilgisinden bu yana, ilk kez bize rakip olabilecek, hatta bazı alanlarda bizi geçen düzeyde deniz kuvvetleri kapasitesine sahip stratejik bir rakiple karşı karşıyayız.”[32]

23 Temmuz 1921’de kurulan Çin Komünist Partisi, geçtiğimiz temmuz ayında kuruluşunun 100’üncü yılını kutladı. Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri ve Çin Halk Cumhuriyeti Başkanı Xi’nin sık sık belirttiği gibi, ülkenin sivil girişimlerle askeri güçlerinin entegrasyonuna ve buna bağlı olarak bütünleşik ulusal bir stratejinin geliştirilmesine büyük önem veriliyor: “Çin, büyük projelerin uygulanmasını hızlandıracak, savunma kaynaklı bilim, teknoloji ve endüstriyel reformları güçlendirecek, daha geniş çaplı askeri-sivil entegrasyonu sağlayacak ve bütünleşik ulusal stratejiler ve stratejik kabiliyetleri inşa edecek.”[33]

***

Çin’in küresel liberal sisteme entegrasyonu ABD sermayesi açısından muazzam çıkar sağlamakla birlikte, Çin’in dünya sahnesinde ABD’ye karşı İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en güçlü rakip olarak yükselmesine yol açan, önceden hesaba katılmayan sonuçlar da doğurdu.

Çin’in ekonomisi, 1980 yılında dünya ekonomisinin yüzde 2’si ve ABD’nin ekonomisi yüzde 25 düzeyindeyken, günümüzde ABD’nin ekonomisinin yaklaşık dörtte üçü düzeyine ulaşmış durumda. Kilit birçok bakımdan Çin henüz zaaflara ve bu nedenle kırılganlıklara sahip olmakla birlikte, son 40 yıldır elde edilen büyüme sayesinde, dünya ölçeğinde bir güç haline gelmeyi başardı. Buna paralel Çin’in artan askeri gücü, bölgesel düzeyde ABD’nin hegemonyasına tehdit oluşturuyor. Bu durum, ABD’nin müttefiki Japonya, Güney Kore ve Tayvan’ın da bulunduğu bölgenin askeri bakımdan dünyanın en istikrarsız bölgesi olmasına yol açtı ve bölgede silahlı bir çatışmayı belirgin bir şekilde olasılık haline getirdi.[34]

Sonuç olarak önümüzdeki dönem daha da yoğunlaşacak gibi görünen bu rekabet, dünya düzeninin yeniden şekillenmesine yol açacak boyuta ulaşmış durumda. Diğer ülkelerin bu yeni düzende konumlanmalarına ilişkin alacağı tavırlar da söz konusu mücadelenin sonuçlarına göre netleşecek.

 

[1]     İngilizcesi: War on Terror

 

[2]     The Economist, “America then and now,” s. 9, 11 Eylül 2021

 

[3]     Mazzetti, Mark,” Biden Declared the War Over. But Wars Go On,” The New York Times, https://www.nytimes.com/2021/09/22/us/politics/biden-war.html, (Erişim tarihi: 26 Eylül 2021)

 

[4]     Benjamin Medea ve Davies Nicolas J.S., “Trump and Biden’s secret bombing wars: One thing that hasn’t changed,” Salon.com, 05.03.2021, https://www.salon.com/2021/03/05/trump-and-bidens-secret-bombing-wars-one-thing-that-hasnt-changed/ (Erişim tarihi: 05 Mart 2021)

 

[5]     Arkin William M., a.g.e.

 

[6]     ABD’nin 2020 yılı için savunmaya ayırdığı bütçe, dünya toplam savunma bütçelerinin yüzde 39’u düzeyindeydi. Aynı yıl Çin’in payı yüzde 13, Rusya’nın yüzde 3,1 ve Türkiye’nin payı ise yüzde 0,9 düzeyindeydi. Kaynak: SIPRI Fact Sheet 2020, “Trends in world military expenditure,” Nisan 2021, https://sipri.org/sites/default/files/2021-04/fs_2104_milex_0.pdf, (Erişim tarihi: 11 Ekim 2021)

 

[7]     Hartung, William D., “Profits of War: Corporate Beneficiaries of the Post-9/11 Pentagon Spending Surge,” Center for International Policy, 13 Eylül 2021

 

[8]     Salmon, Felix, “Defense contractors generated $7.35 trillion since 9/11,” Axios, https://www.axios.com/military-spending-911-c78c56b9-6fcc-4bee-b866-aa854070d0a2.html (Erişim tarihi: 26 Eylül 2021)

 

[9]     Bu şirketler: Lockheed Martin, Boeing, General Dynamics, Raytheon ve Northrop Grumman.

 

[10]    Hartung, William D., a.g.e.

 

[11]    Summary of Findings, Brown University, “Cost of War,” https://watson.brown.edu/costsofwar/papers/summary, (Erişim tarihi: 2 Ekim 2021)

 

[12]    Cost of War, a.g.e.

 

[13]    Hussein, Mohammed ve Haddad, Hussein, “US military presence around the world,” Aljazeera, https://www.aljazeera.com/news/2021/9/10/infographic-us-military-presence-around-the-world-interactive, (Erişim tarihi: 23 Eylül 2021)

 

[14]    Hussein, Mohammed ve Haddad, Hussein, a.g.e.

 

[15]    SIPRI Fact Sheet, a.g.e.

 

[16]    Bu miktar, ABD’nin aynı yılki federal bütçesinin yüzde 16,24’ü düzeyindeydi. Aynı yıl Almanya’nın savunma bütçesi, toplam federal bütçenin yüzde 11,32’si ve Türkiye’nin savunma bütçesi, genel bütçenin yüzde 12,’isi düzeyindeydi.

 

[17]    Hussein, Mohammed ve Haddad, Hussein, a.g.e.

 

[18]    Bu madde, bir NATO üyesine yönelik saldırının, ittifakın tüm üyelerine yapılmış sayılacağı ve bu durumda saldırgana tüm üye devletler tarafından karşılık verileceğini belirtiyor. Paktın bu maddesi ilk kez ABD’ye yönelik gerçekleştirilen 11 Eylül saldırılarının ardından uygulandı. Kaynak: North Atlantic Treaty Organization, “Collective Defence – Article 5,” https://www.nato.int/cps/en/natohq/topics_110496.htm, (Erişim tarihi: 22 Eylül 2021)

 

[19]    Harper, Jon, “Air, Naval Forces Eating into Army’s Share of Budget,” National Defense Magazine, Ağustos 2021, s. 10

 

[20]    Nicolas, Françoise, “The regional economic order: Four scenarios,” French Institute of International Relations, https://www.ifri.org/en/publications/publications-ifri/articles-ifri/regional-economic-order-four-scenarios, (Erişim tarihi: 30 Eylül 2021)

 

[21]    Şensever, Fikret Levent, “Biden Dönemi: ABD Siyasetinde Yeni Dinamikler ve Politik Gelişmeler,” Enternasyonal Sosyalizm, sayı 8, s.16

 

[22]    Harper, Jon, a.g.e.

 

[23]    Feng, John, “Joe Biden Acted Like Donald Trump to Stab France in the Back, Official Says,” Newsweek, https://www.newsweek.com/joe-biden-acted-like-donald-trump-stab-france-back-official-says-1629723, (Erişim tarihi: 20 Eylül 2021)

 

[24]    Bermingham, Finbarr, “EU unveils Indo-Pacific strategy, and admits US’ new ‘Aukus’ alliance came as a surprise,” South China Morning Post, https://www.scmp.com/news/china/article/3149057/eu-unveils-indo-pacific-strategy-and-admits-us-new-aukus-alliance-came?module=perpetual_scroll&pgtype=article&campaign=3149057, (Erişim tarihi: 3 Ekim 2021)

 

[25]    Dettmer, Jamie, “European Leaders Mull Strategic Autonomy but Doubts Persist,” Voice of America, https://www.voanews.com/a/europe_european-leaders-mull-strategic-autonomy-doubts-persist/6219343.html, (Erişim tarihi: 3 Ekim 2021)

 

[26]    26 Eylül 2021’de yapılan Almanya federal seçimlerini sosyal demokrat SDP kazandı, dolayısıyla da hükümet değişikliği gündeme geldi. Yazı kaleme alındığında henüz yeni hükümet kurulmamıştı.

 

[27]    Wheeldon, Tom, “Proposals for an EU army re-emerge after Afghan pullout – but many remain ‘hard to convince’” France24, https://www.france24.com/en/europe/20210902-proposals-for-an-eu-army-re-emerge-after-afghan-pullout-%E2%80%93-but-many-remain-hard-to-convince, (Erişim tarihi: 3 Ekim 2021)

 

[28]    Fukuyama, Francis, 2016, “Tarihin Sonu ve Son İnsan,” Profil Kitap

 

[29]    Global Trade Outlook, Department for International Trade, Birleşik Krallık, Eylül 2021

 

[30]    Almén, Oscar, Englund, Johan ve Ottosson, Björn, “Great Power Perceptions,” Swedish Defence Research Agency, s.6

 

[31]    Al Jazeera, “Blinken says China presents top challenge to US foreign policy,” 03.03.2021, https://www.aljazeera.com/news/2021/3/3/blinken-says-china-presents-top-challenge-to-us-foreign-policy (Erişim tarihi: 4 Ekim 2021)

 

[32]    Larson, Caleb, “The U.S. Navy Has Big Plans To Wage a War Against China,” 19fortyfive.com, https://www.19fortyfive.com/2021/10/the-u-s-navy-has-big-plans-to-wage-a-war-against-china, (Erişim tarihi: 10 Ekim 2021)

 

[33]    Wu, Xiangning, “Technology, power, and uncontrolled great power strategic competition between China and the United States,” China International Strategy Review 2020, s. 108

 

[34]    Budd, Adrian, “China and imperialism in the 21st century,” ISJ, sayı 170

 

Enternasyonal Sosyalizm