Milliyetçilik ve Toplumsal Cinsiyet

Meltem Oral

ABD’de Trump, Brezilya’da Bolsonaro, Macaristan’da Orban veya Türkiye’de Erdoğan gibi liderler, içeriği farklı tonlarda da olsa sık sık kadınlara dair cinsiyetçi açıklamalarıyla gündeme geliyor. Söz konusu liderlerin cinsiyetçi söylemlerinin hedefinde bazen doğrudan gazeteciler veya rakip siyasetçiler olabildiği gibi, genel olarak tüm kadınlar yer alıyor. Bir kadın muhabire “sen tecavüz etmeye bile değmezsin” diyen Bolsonaro veya “güzel kadınlar oldukça tecavüz de olur” diyen Filipinler lideri Duterte gibi tecavüzü meşrulaştıran da var, “kocasını tatmin edemeyen ülkesini nasıl tatmin edecek” diyen Trump gibi siyasi rakibini güya aşağılamaya çalışan da. Ancak bu liderlerin hepsi ve daha fazlası, kadınların kendi bedenlerine dair kendi kararlarını vermesine ve sistemin dayattığı geleneksel rolleri reddetmesine karşı. Hepsi kürtaj hakkına karşı ve kadınların doğal rolünün annelik olduğunu düşünüyor. “Kürtaj olan kadınlar bir şekilde cezalandırılmalı”, “kürtaj annelere ve doktorlara idam etme hakkı vermek demektir”, “doğum kontrolü ile halkımızı kısırlaştırdılar”, “kürtajı bir cinayet olarak görüyorum, buna kimsenin müsaade etme hakkı olmamalı” gibi cümlelerin tamamı yukarıda bahsedilen liderler tarafından son yıllarda ifade edildi. Ancak kadınların kazanılmış hakları söz konusu olduğunda günümüzde karşı karşıya kaldığımız tehlike sadece sağ muhafazakâr liderlerin cinsiyetçi açıklamalarından ibaret değil.

Aile ve annelik vurgusu tüm dünyada yükselen sağ siyasetin en önemli enstrümanlarından. Sağ partilerin politik programları, propagandaları, iktidarda olanların icraatları kadın bedenini denetleyen ve doğum kontrol yöntemlerini kısıtlayan girişimlerle, önceki yıllarda kazanılmış olan hakların törpülenmesine yol açıyor. Elbette milliyetçilik ve militarizmin toplumsal cinsiyet rolleriyle ilişkisi yeni bir mefhum değil. Milliyetçi söylemin kadına yaklaşımının merkezinde her zaman “annelik” yer alıyor. Kadın esas olarak annelik kimliğiyle tanımlanırken, zorla dayatılan diğer tüm roller de bu kimliğin uzantıları olarak eşlik ediyor. Kadınların doğurganlığı ulusun, milletin devamlılığının garantisi olarak görülürken, anneliğe atfedilen özellikler sadece doğurganlıkla sınırlı kalmayıp ulusal aidiyetin, milli bilincin nesillere aktarımında, yani milletin yetiştirilmesinde öncelikli kaynak olarak kabul ediliyor.

Bu noktada faşist rejimlerin ve ulus devletlerin kadınların doğurganlığı üzerinden inşa ettiği toplumsal cinsiyet rollerinin bizzat kapitalist üretim modeline içkin bir özellik olduğuna dair geniş bir parantez açmak gerekir. Aslında cinsiyetçi işbölümünün tarihi sınıflı toplumlar kadar eskidir ve kadın bedenini kontrol altına almak isteyen nüfus politikalarının kurumsallaşması son derece köklüdür. Siyasi otoritenin yasalar yoluyla evliliği ve doğurganlığı düzenleme girişimleri Roma İmparatorluğu’nda bile görülür. İmparator Augustus çıkardığı bir dizi yasayla evliliği ve cinsel birliktelikleri düzenlerken, nüfusu arttırmaya dönük tedbirler almıştır. Özgür vatandaşların seks işçileriyle, pezevenklerle veya zinayla suçlanmış kişilerle evlenmesi yasaklanır, 20-50 yaş arası kadınların ve 25-60 yaş arası erkeklerin evlenmesi zorunlu hale getirilir, çocuk yetiştirmek hukuki olarak “teşvik edilir”.1 Jus trium liberorum, en az 3 çocuk sahibi olan vatandaşlara ve en az 4 çocuk sahibi olan azat edilmiş kölelere sosyal haklarda ayrıcalık tanıyarak nüfus artışını hedefleyen bir uygulamaydı.

 

Cadı Avı Ve İlkel Sermaye Birikimi

1.Henry’nin söylediği iddia edilen “bir kralın gücü ve zenginliği, vatandaşlarının sayısına ve refahına bağlıdır” ifadesi, Ortaçağ’da da muktedirler arasında hakim olan bir görüşü yansıtır.2 Nüfusun çokluğu aynı zamanda zenginliğin ve gücün ölçütüdür.

İtalyan Marksist feminist Silvia Federici, kapitalizmin ilkel sermaye birikimi sürecinin sadece ortak alanların çitlenmesi yoluyla köylülerin topraksızlaştırılmasıyla gerçekleşmediğini, aynı zamanda kadın bedeninin disipline edilmesiyle de sağlandığını iddia eder. 15. yüzyılın sonlarından itibaren köylülerin zorla topraksızlaştırılması, kapitalist üretim tarzının temelini atmıştır.3 “Koca bir sınıfın üretim araçları üzerindeki kontrolü şiddete dayalı mülksüzleştirme yoluyla sona erdirilmiş; bunun için önce yasadışı eylemlere, ama nihayetinde Britanya’daki çitleme yasalarında olduğu gibi, devletin eylemlerine başvurulmuştur.”4 İlkel sermaye birikimi ve modern proletaryanın oluşumunun, köylülerin ortak alanlarının gasp edilerek toprağın özelleştirilmesinin yanı sıra, cadı avları ve kitlesel kadın kıyımlarıyla birlikte gerçekleştiği öne sürülür. Bu yüzyıllar aynı zamanda büyük veba salgınlarının, savaşların, kıtlığın, ekonomik krizin ve köylü isyanlarının eşlik ettiği bir nüfus krizine tanık olmuştur.

Cadı avları, ilk olarak Kara Ölüm olarak bilinen veba salgınının tüm Avrupa kıtasını yerle bir ettiği dönemde heretiklik bağlamında başlamış, 16.-17. yüzyıllara gelindiğinde ise feodal ekonominin krizi ve kapitalizmin kendisini örgütlemesiyle zirvesine ulaşmıştır. Bir yüzyıl içinde heretiklik artık doğrudan “kadınlık” olmuştur. Cadı avlarının arka planında ekonomik kriz ve artan yiyecek fiyatları karşısında topraksızlaştırılan köylülerin feodal otoritelere karşı isyanı vardır. Tırmıklarla, küreklerle silahlanan kadın, erkek, çocuk köylüler muktedirlere karşı isyanlar başlatır. Bu isyanlar birçok kez kadınlar tarafından başlatılmıştır. Vahşice bastırılan isyanlardan kısa bir süre sonra, isyanın yaşandığı her yerde bir cadı avı furyası başlamıştır. Hem ayaklanmaların bastırılmasında, hem de ayaklanan yoksulların kadınların günah keçisi ilan edilerek bölünmesinde bir araç olarak kullanılır. Federici’ye göre nasıl kapitalist üretim için gerekli ilkel birikim toprakların çitlenmesiyle sağlandıysa, nüfus kontrolünün kurumsallaşması, yani kadınların kendi bedenleri üzerindeki tayin hakkının kontrol altına alınması da cadı avıyla sağlanmıştır. “Sonuçta toprak özelleştirmeleri ve ortak alanların etrafının çitlerle çevrilmesiyle gerçekleştirilen fiziksel çitlemeye, işçilerin yeniden üretiminin açık alanlardan eve, toplumdan aileye, kamusal alandan (ortak alan, kilise) özel alana kaymasıyla birlikte bir de toplumsal çitlenme eklenmiş oldu.”5

Buradaki kilit mesele, kadınların doğurganlığıdır. Batı Avrupa’da Kara Ölüm’ün ardından en büyük nüfus krizi, 16. – 17. yüzyıllar arasında yaşanır. Nüfusun üçte birinin yok olduğu Almanya gibi ülkelerde nüfustaki azalış sadece salgın hastalıklara değil, azalan doğum oranlarına ve yoksulların çocuk sahibi olmamasına bağlanır.6 Ortaçağ’da yoksulluk, toprak ve zanaatkârlıktaki kısıtlar gibi faktörlerin sonucu olarak köylüler arasında çocuk sayısının kontrol altına alınması, çocukların terk edilmesi veya evliliğin geciktirilmesinde artış yaşanır. Ayrıca sonradan katı yasaklarla cezalandırılacak farklı doğrum kontrol yöntemleri uygulanmaktadır. Ancak

17.yüzyılla birlikte doğurganlığın kontrolü, cinselliğin disipline edilmesi devlet politikasıyla kurumsallaşır ve Michel Foucault’nun deyişiyle “Viktoryen burjuvazinin tekdüze gecesi”7 başlar. Avrupa genelinde zamana yayılarak, üretken olmayan cinsel ilişkiler, yaş ve sınıf farkına sahip olanların birlikteliği, kolektif cinsellik, çıplaklık, dans, hatta halk festivalleri yasaklanır. Kilise tarafından eşcinselliğin yasaklanması ve hangi cinsel birleşme pozisyonlarının geçerli olacağının belirlenmesi gibi uygulamalar cinselliğin, bedenin ve evliliğin üzerindeki otoritenin kurumsallaştığı örneklerdir. Cinsel ilişki ehlileştirilir. Avrupa ülkelerinde daha önce yoksul kadınların ekonomik nedenlerle tercih ettiği düşünüldüğü için görece hoşgörü ile yaklaşılan kürtaj ve doğum kontrolüne yönelik yasak ve cezalandırmalar bu yüzyıllara damgasını vuracaktır.

Kitlesel cadı avlarının esas motivasyonu, cadıların şeytana çocuk kurban ettiği iddiası ve üreme normlarının çiğnenmesidir. İşgücünün devamını, yani kapitalist üretim modelinin sürekliliğini garanti altına alan kadınların doğurganlığıdır. Dolayısıyla kadınların kendi bedenleri üzerinde bu garantiyi zedeleyecek her türlü tasarrufu cadılıkla özdeşleştirilir. Ayrıca cadılık suçlamasının dışında da çocuk öldürmek iddiasıyla kadınlar yüzyıllarca cezalandırılır. Hatta “istatistikler aynı zamanda bebek öldürmenin cadılık suçundan daha sık cezalandırıldığını ortaya koymaktadır…Avrupa’da kadınlar 18. yüzyıla değin bebek katli suçundan idam edilmiştir.”8

Devletin doğurganlığı düzenlemek üzere yasalar çıkarması ve kadınların kendi doğurganlıkları üzerindeki denetimini ortadan kaldırmak için zorun kullanılması bu dönemde yaygınlaşır. Sadece kürtaj ve doğum kontrolünün yasaklanması değil, hamileliğin kayıt altına alınmasının zorunlu hale getirilmesi gibi yasalar da meselenin Engizisyon’un katı dindar yaklaşımının ötesinde bir nüfus kontrolü müdahalesi olduğunu ortaya koyar. Hatta cadı avlarının geneli Engizisyon’un geçerli olduğu ülkelerle sınırlı değildir. “Kalıplaşmış fikirlerin aksine, cadı avı yalnızca Katolik bağnazlığın ya da Roma Engizisyonu’nun kumpaslarının bir ürünü değildir. Cadı avı zirvesine ulaştığında davaların çoğunu seküler mahkemeler görürken, Engizisyon’un işlediği ülkelerde (İtalya ve İspanya) idamların sayısı nispeten daha azdı.”9 Bu yüzyıllarda kadınlar Avrupa mahkemelerinde en çok ‘bebek katletmek’ suçuyla cezalandırılır.

Üremenin garanti altına alınması için tıpkı Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi aileyi düzenleyen farklı yasalar çıkartılır. Kısaca “mülkiyet devrinin ve işgücünün yeniden üretiminin temel kurumu olarak aileye yeni bir önem verilmeye” başlanır.10

 

Milletin Anaları

Kadının doğurganlığı buna bağlı olarak da annelik kavramı, sınıflı toplumların tarihindeki serüveninin veya kapitalist üretim ilişkilerindeki öneminin yanı sıra 19. yüzyıldan itibaren milliyetçilik ve ulus devletler bağlamında ele alındığında farklı tartışmaları da beraberinde getirir. “Milliyetçiliğin gelişimini anlamak için siyaset meydanına veya meclis kürsüsüne bakmak yeterli değildir. Mutfağa ve yatak odasına bakmak da bir o kadar önemlidir.”11

Ulusun bizzat kendisi gibi, kadınlık, erkeklik, annelik, aile gibi kavramlar da üretilmiş olgulardır. Sabit, mutlak bir biyolojik kadınlık ve erkeklikten bahsedemeyeceğimiz gibi annelik de toplumsal koşullara göre farklı anlamlar içeren, farklı misyonlar atfedilen tarihsel ve kültürel bir kavramdır. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte ulus devletler ve milliyetçi ideoloji kader ortağı oldukları sistemin geleceğini garantileyecek bir kadınlık ve erkeklik üretmiştir.

Milliyetçilik ve ulus analizlerine toplumsal cinsiyet perspektifinden katkıların yoğunlaştığı 1990’lı yıllarda, Nira Yuval Davis ve Floya Anthias ulusal söylemin kadına yaklaşımını özetleyen beş maddelik genel bir çerçeve oluşturur. Buna göre kadınlar;

“etnik toplulukların mensuplarının biyolojik üreticileri olarak, etnik ve ulusal grupların sınırlarının yeniden üreticileri olarak, topluluğun ideolojik yeniden-üretiminde merkezi bir rol alarak ve kültürün aktarıcısı olarak, etnik ve ulusal farklılıkların gösterenleri olarak yani etnik ve ulusal kategorilerin dönüşümü, yeniden üretimi ve inşasında kullanılan ideolojik söylemlerin merkezinde yer alan semboller olarak, ulusal ekonomik, politik ve askeri mücadelelerde katılımcı olarak”12 ulusla ilişkilendirilirler.

Türkiye’deki ulus devlet inşa süreci bu ilişkiye dair en sarih örneklerden birisidir. Cumhuriyet tarihi boyunca farklı mecralarda tekrarlanan “ordu-millet miti” Türklerin en iyi askerler olduğu iddiasına dayanır. Sürekli bir tehdit algısıyla pekiştirilen milliyetçilikle militarizm iç içe geçmiştir. Ulusla orduyu özdeşleştiren bu anlatı toplumsal cinsiyet rollerini de belirler. Kutsal vazife olan askerlik pratiğiyle erkeğin toplumsal konumu tayin edilirken, kadınların doğal misyonu ise kutsal annelik olarak belirlenmiştir.13 Mustafa Kemal Atatürk’ün “ev işleri kadının en ufak ve önemsiz görevidir. Kadının en büyük görevi analıktır”14 sözleriyle ifade ettiği gibi Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının kadına biçtiği rolün merkezinde annelik vardır. Bu dönemde ulusun erkeği zaten doğal olarak Mehmetçik’tir ve ulusun geleceğini korumak için bir aile kurmak, tıpkı askerlik gibi, vatani bir hizmettir. “Mehmetçik’in en büyük insanlık özelliklerinden biri de erkekliği, babalığıdır… Çoluksuz çocuksuz Mehmetçik düşünülemez… Mehmetçik doğar, büyür, erginleşir, hemen evlenir ve çocuk yapar. Dünyaya gelen çocuklardan 10-12 tanesi ebesizlik, hekimsizlik, hastalık ve sıtmadan ölür. Yine de 2-3 çocuk sahibi olur. Mehmetçik onları besler, sağlar, her biri birer Mehmetçik, yahut Ayşecik, Fatmacık oluncaya kadar Mehmetçik her şeyden önce kocadır, babadır.”15 Kısaca kadının ve erkeğin ayrı rollerle hizmet ettiği bu ulusta, aile kurmak da vatani bir görevdir.

Bu anlayışa göre Cumhuriyet’in “yeni kadını” asli görevi olan anneliği doğru bir şekilde icra edebilmek için bilinçli olmalıdır. Çünkü kadınlar milleti sadece biyolojik olarak üretmez aynı zamanda kültürün ve ideolojinin aktarımında birincil kaynak annedir. Milletin anası 16;

“…Bilgisizliğin karanlığından kurtulmuş, aklını kullanabilen, yurtsever, sorumlu, ırkçı-dinci bağnazlıktan uzak, yalnızca ev içinde değil dışında da varlığını ve üretkenliğini sürdürebilen, eğitim görme, çalışıp para kazanabilme, mal-mülk edinebilme haklarının bilincinde, erkeklerin üstlendiği toplumsal işlevlerin altından kalkabileceğine inanan, tekeşliliği savunan, Cumhuriyet’e borçluluk duyan ve ona hizmet edebilme arzusu ile güçlenmiş bir…vatandaştır.”

Ayrıca resmî ideolojide ulusun biyolojik devamlılığının sigortasına indirgenen kadınlar, tıpkı vatan gibi erkekler tarafından korunması gereken, sahiplenilecek, uğruna fedakarlıklar yapılacak edilgen varlıklar olarak kabul edilir.

Milliyetçi anlatıda kadınlara doğurganlığı nedeniyle “milletin anaları” olma vasfı yüklenirken vatan ve aile kavramları çokça birbirinin metaforu olarak kullanılır. Anayasa’da da açıkça ifade edildiği üzere; Türk toplumunun temeli ailedir. “Aile küçük ölçüde bir hükümete benzer. Baba onun başkanı, ana bakanı, çocuklar da tebaasıdır.”17

Kadının, ailenin ve vatanın bekası, birliği, namusu, varlığı birbirini temsil eder. Cumhuriyet’in ilk yıllarında okutulan ders kitaplarında aile ve vatan birliği sıkça işlenir. “Tıpkı bir ana ve baba gibi bizi bağrına basan; canımızı, istiklalimizi ve varlığımızı koruyan devletimize karşı da bazı borçlarımız olmalıdır: Kanunlara boyun eğmek ve vergi vermek”.18 Aileler hayırlı evlatlar yetiştirmeli, vatanın evlatları ise ana babalarına itaat etmeli ve vatani vazifelerini yerine getirmelidir.

Kuşkusuz Cumhuriyet’in “10 yılda 15 milyon genç yaratmak” için kadına ve aileye yüklediği misyonun temel faktörü, savaştan çıkmış yeni ulusun iş gücünün sağlama alınması gibi ekonomik gerekçelerdi. Ancak nüfusun artması sadece iş gücü olarak değil aynı zamanda “milli güç” için de önemlidir. Ayrıca milliyetçiliğin yükseltilmesinde aile kurumu kritik bir öneme sahiptir. Ulusun inşasında merkezi önemde olan annelik, sadece biyolojik üretimle değil gelecek kuşakları ideolojik olarak yetiştirdiği için de devletin bekasının sigortasıdır. Aile ve devlet/millet/ulus arasında kurulan ilişki milliyetçi ideolojinin yükseltilmesinde önemli bir rol oynar.

Kadın ve vatan metaforuyla kurulan ilişkinin birçok farklı yönü de vardır. Ulusun namusu, onu iğfal etmek isteyen düşman erkeklere karşı korunmalıdır veya bu anlayışın tam tersi olarak düşmanın kadınının bedeni işgal edilecek bir alan olarak görülür. Kadınlara tecavüzün bir savaş yöntemi olarak kullanılması farklı coğrafyalardaki çatışmalarda sıklıkla karşılaşılan, yakın tarihte en çok Bosna savaşıyla zihinlerimize kazınan bir mefhumdur. Milliyetçiliğin kadınları vatan gibi korunması gereken analar, bacılar olarak görmesiyle, kadınlar üzerinden düşmandan intikam alma pratiği aynı madalyonun iki farklı yüzüdür. Son yıllarda tanık olduğumuz, Kürt illerinde yatak odalarındaki aynalara rujlarla “kızlar biz geldik” yazılması bu durumun en sembolik örneklerinden birisidir.

 

Faşizm, Aşırı Sağ ve Otoriterizm

Anneliğin kadınların vatani görevi olarak görülmesi 1930’larda Almanya ve İtalya’daki faşist rejimlerin de sahip olduğu bir politikadır. Almanya’da Weimar Cumhuriyeti yıllarında kamusal alanda yeni bir figür haline gelen, o zamana dek sadece erkeklere açık olan piyasada iş gücü olarak yer almaya başlayan, siyasette aktif rol oynayan, saç kesiminden giyimine alışık kalıpları yıkan kadınların kazanımları Nazi iktidarıyla birlikte son bulur.19 Boşanma, doğum kontrolü ve kürtaj oranlarında artış yaşanır. Ancak geleneksel aile içerisinde kadının alışıldık rollerini yerine getirmemesi ve nüfus üretiminin azalması Naziler tarafından ideolojik ve ekonomik olarak tehlikeli görülür. Ekonomik krizle birlikte Nazilerin kadınlara yönelik temel sloganı “Kinder, Küche, Kirche” yani “Çocuk, Mutfak, Kilise” dir.20

Nazi rejimi için de aile ve kadınların doğurganlığı merkezi önemdedir. Doğum oranlarını arttırmak için sadece aile propagandası yapılmaz ayrıca yasalar da buna göre düzenlenir. Evliliği ve doğumu teşvik etmek için Roma İmparatorluğu’ndan günümüze dek karşılaştığımız uygulamalara devreye sokulur. 1933’te yeni evli çiftlere, kadının çalışmayı bırakması karşılığında devlet tarafından kredi verilmeye başlanır ve doğacak her bir yeni çocukla birlikte çiftin geri ödemesi gereken miktar kesilir. 1939’dan itibaren çocuk sahibi olmayan beş yıllık evli çiftlerin vergileri arttırılır.

İtalya’da Mussolini’nin faşist rejimi toplumda doğurganlığı teşvik etmek için birçok yol dener. Bunlardan en çarpıcı olanı, 1933’ten itibaren diktatörlüğün kutladığı anneler günüdür. O zamana kadar, 25 Mart’ta Meryem’e Müjde Günü* vesilesiyle anneler günü kutlayan birkaç şehir dışında ülke çapında özel bir önem atfedilen bir gün değildir. Faşist rejim anneler günü için Noel arifesini uydurur, böylece Tanrı’nın annesi, bakirenin iffeti gibi olgular vurgulanır. Roma’da Mussolini’nin liderlik ettiği bir gösteri düzenlenir. Ülkenin dört bir tarafından en doğurgan kadınlar geçit töreninde yerlerini alırken, kürsüden her birinin doğurduğu çocuk sayısı anons edilir.21 Doğum kontrol ilaçları ve kürtaj yasaklanır. Almanya’da olduğu gibi evliliği maddi yardımla teşvik eden ve bekarlığı yüksek vergilerle cezalandıran yasalar uygulanır. Çok çocuk sahibi olmak vatani görev ilan edilir.

Ekonomik, ekolojik, siyasi krizlerin bir sonucu olarak dünyanın birçok ülkesinde aşırı sağ ve faşist hareketlerin yükselişe geçtiği günümüzde yine aile, doğurganlık, annelik vurguları siyasetin merkezinde yer alıyor. Geleneksel aile yapısı ve kadınların toplum içerisindeki rollerinin bu yapı üzerinden tanımlanışı devam ediyor. Devletler tarafından evliliğin teşvik edilmesi ve nüfus kontrolü için kadınların bedenlerinin denetlenmesi için yasaların düzenlenmesi konusunda yüzyıllar önceki pratiklerin çok da uzağında değiliz. Küresel çapta otoriterlik arttıkça milliyetçiliğin ve muhafazakarlığın yükseltilmesinde “aile” hâlâ kritik bir rol oynuyor. Sağ otoriter siyasetler tarafından siyasi söylem olarak üretilen devletin, milletin tehlike içerisinde olduğu iddiası aile kurumunun tehlikede olduğu propagandasıyla birlikte ortaya atılıyor. Dolayısıyla devletin/milletin bekasıyla ailenin bekasının ortak olduğuna dair söylemin yarattığı korku iklimi aşırı sağ fikirlerin daha geniş kitleler nezdinde meşruiyet kazanmasına neden oluyor. Aynı zamanda sermayeye, içinde bulunduğumuz küresel kriz koşullarından yükü kadınların ve tüm emekçilerin omuzlarına atarak çıkmanın güvencesini vermeye çalışıyorlar.

Aile ve doğurganlık siyasetinin “yeniden doğuşu” ülkelere göre farklı şekilde gerçekleşiyor. Türkiye, İtalya, Brezilya gibi ülkelerde, önceki yılların kadınlar lehine kazanımlarının ulusu ve aileyi tehlikeye attığı daha doğrudan ifade ediliyor. Kadınların haklarını gasp eden yasalar birer beka meselesi olarak ele alınıyor. Türkiye’de AKP’nin siyasi ajandasında aile kurumu her zaman önemli bir role sahip oldu. Kadın Bakanlığı’nın adının Aile ve Sosyal Politikalar olarak değiştirilmesi, yeni evli çiftlere devlet kredisi verilmesi, “en az 3 çocuk” sloganı, kürtajın yasaklanmaya çalışılması ve pratikte devlet hastanelerinin kürtaj yapmayı reddediyor olması, doğum kontrol yöntemlerine erişimin zorlaştırılması, son dönemde nafaka hakkı, 6284 sayılı yasa ve İstanbul Sözleşmesi’nin hedef alınması yıllar içerisinde AKP iktidarıyla yaşanılan dönüşümlerin sadece bir kısmı. Tüm bu hamlelerin temel noktası “ailenin korunması” önceliği. AKP’nin seçim beyannamelerinden hükümet programlarına ve bakanlığın raporlarına kadar üretilen hiçbir metinde “kadın” kelimesinin geçmiyor olması bile, siyasi önceliğin kadınlar değil aile kurumunun devletin, sermayenin, milletin, muhafazakarlığın bekası için korunması olduğunu gösteriyor. Parti programındaki “sadece toplumumuzun yarısını oluşturdukları için değil, her şeyden önce birey ve sağlıklı nesillerin yetiştirilmesinde birinci derecede etkin oldukları için” ifadesi kadınların öncelikle doğurganlıklarıyla tanımlandıklarını ve siyasi olarak salt bu nedenle önemsendiklerini açıklamaktadır.22

Son yıllarda tonu artmakla birlikte ailenin devletle ve milletle özdeşleştirilmesi yine AKP iktidarında sıkça karşımıza çıktı. 2004 yılında Erdoğan’ın yanına giderek “8 yetimim var. Hepsi aç, işsiz. İş bulun” diyen vatandaşa Erdoğan’ın yanıtı “Bende 70 milyon yetim var, ben ne yapayım”23 demesi veya Başbakan olduğu dönemde Ahmet Davutoğlu’nun “doğum yapan kadın aslında vatani bir görev yapıyor”24 açıklaması Cumhuriyet’in kurucu Kemalist kadrolarının vatanın=aile şiarından hiç de uzak olmadığımızı gösteriyor. Erdoğan kendisini milletin babası veya ailenin reisi olarak konumlandırırken veya anneliğin vatana hizmet olarak görüldüğü açıkça ifade ediliyor. AKP’nin iktidar ittifakı faşist MHP’nin “kadın vatandır, kadın ülkedir, kadın gelecektir”25 sloganı tarihsel ve güncel yaklaşımın özetidir. Kadın milleti yeniden üretmektedir, devletin devamlılığı ve vatanın bütünlüğü kadının doğurganlığının elindedir denmektedir.

Son dönemde yerli-milli ittifakın ırkçı ve milliyetçi söylemini yoğunlaştırmasının sonucu olarak göçmenlerin hedef haline gelmesinde de yine kadınlar üzerinden bir propaganda görmek mümkün. Suriyeli göçmenlere yönelik ırkçı linç ve pogromlarda çoğu zaman “analarımıza, bacılarımıza” diye başlayan ve çoğu zaman asparagas olduğu kanıtlanan provokasyonlar başlangıç oluyor. Dost mu düşman mı olduğuna karar verilemeyen yabancı bir milletin erkeklerine karşı ulusun ve milletin kadınlarının namus bekçiliği yapılıyor tabiri caizse. Hatta bu yazı yazılırken, Adana’da bir çocuğa cinsel istismar haberiyle başlayan provokasyon, sokaklara ellerinde kürekler ve baltalarla “Suriyeli” avına çıkanların saldırılarıyla devam etti. En sonunda istismarın failinin 15 yaşında bir Türkiyeli olduğu ortaya çıktı.26

Aşırı sağcılar ve faşistler tarafından kadın meselesinin göçmen düşmanlığına bahane olarak kullanılması, farklı bir bağlamda Avrupa’da da gerçekleşiyor. Bazı Avrupa ülkelerinde Müslüman göçmenlerin kadınların özgürlüğünü garanti altına alan “Batı değerlerini” tehdit ettiği propagandası yapılıyor. Fransa’nın kadın özgürlüğüne ve cinsiyet eşitliğine çok değer verdiği ancak kültürünü bozmaya çalışanlar olduğu anlatılıyor. Son yıllarda Fransa’da yükselişe geçen Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen, kadınların özgürlüğünü savunuyormuş gibi görünüp Müslümanlara karşı ırkçılığını meşrulaştırmaya çalışıyor. Le Pen’e göre göçmenler kültürleriyle aileye ve cinsiyet eşitliğine tehdit oldukları kadar, toplumdaki kadınlar için de cinsel bir tehdidi oluşturuyorlar. 27 Müslüman göçmen erkeklerin, batının “ilerici” değerlerini sembolize eden modern kadınına yönelik doğrudan bir tehdit olduğu ırkçı söylemi sanki kadınların özgürlüğü meselesiymiş gibi lanse ediliyor. Le Pen bu fikirlerini, Avrupa basınında “çakma feminist” olarak adlandırılmasına vesile olan bir söylemle savunuyor, bekar bir anne olarak yaşadığı zorlukları anlatarak toplumdaki sıradan kadınlara “ben de sizdenim” diyor ve ardından göçmenleri sorumlu ilan ediyor. Destekçilerinden bir kadının, hamile ve bekar bir kadın olarak maddi sıkıntı içinde yaşadığını ve sosyal yardım için başvurmaya gittiğinde yanında tercümanıyla birlikte “her şeye hakkı olan Pakistanlı bir kadının” oturduğunu anlattığı hikayesi Le Pen propagandasının kusursuz bir tezahürü.28

Göçmen düşmanlığının cinsiyetçilikle harmanlandığı bir başka sağcı argüman ise “kadınlar daha çok doğurursa göçmenlere gerek kalmaz”. Özellikle Macaristan’ın liderlik ettiği bu görüşe göre Avrupa ülkeleri nüfusun yaşlı olması gibi nedenlerden dolayı ekonomik olarak göçmen emeğine ihtiyaç duyuyor, bu yüzden Avrupa’nın kapılarını göçmenlere açarak Müslümanların gelmesine ve Hıristiyan nüfusun azalmasına neden oluyor. Bu görüşe göre göçmen sorununun çözümü, kapıları kapamak ve kadınların daha fazla doğurmasını sağlamak. Macaristan Başbakanı Victor Orban yakın zamanda “bize daha fazla Macar çocuk lazım” diyerek dörtten fazla çocuğu olan kadınların gelir vergisinden muaf tutulacağını ve genç çiftlere 3 çocukları olduğunda kesilmek üzere faizsiz kredi verileceğini açıkladı.29 Orban’ın aile vergisi politikası, doğacak her çocuk için gelir farkı gözetmeksizin, hanede çalışan bir kişinin vergisinden tek seferlik kesinti uygulanmasına dayanıyor. Tek çocuklu bekar ebeveynler tabi ki bu indirimden faydalanamıyor. Macaristan’ın aile politikası harcamaları AB ortalamasının üzerinde. Siyasi, ekonomik, sosyal alanlarda karar alma mekanizmalarındaki cinsiyet eşitliği konusunda ise AB ülkeleri arasında en altta yer alıyor. Orban’a hükümetinde neden hiç kadın üye yer almadığı sorulduğunda kadınların “Macaristan siyasetinin stresini kaldıramadıklarını” söylemişti.30

Macaristan’da 2013’ten beri müfredatta olan din ve ahlak bilgisi dersleri cinsiyetçi ve ırkçı metinler içeren ders kitaplarıyla eleştiriliyor. Kitaplarda “evlilik dışı ilişki günahtır, eşcinsel ilişkinin günahı çok ağırdır, erkekler ve kızlar fiziksel ve zihinsel yetenekleri bakımından farklıdır, görünüşte kızlar okumayı daha erken öğrense de erkekler matematikte daha başarılıdır, kızlar anne ve karı, erkekler baba ve koca rolünde daha iyi hisseder” gibi ifadelerin, aileye dair cinsiyetçi ve homofobik metinlerin, kadınlara dair aşağılayıcı şakaların yanı sıra “embriyonun perspektifinden kürtaj dehşetini anlatan” bir propaganda filmi yer alıyor. Söz konusu metinler Orban’ın gündelik seksizminin ders kitaplarındaki ifadesi olarak görülüyor. Kitaplarda ayrıca Batı ülkelerine yönelik düşmanlık içeren, güçlü millet mitini pekiştiren, ayrıca göçmenlere dair ırkçı ifadeler yer alıyor.31

 

Sağın Toplumsal Cinsiyet “Kâbusu”

Macaristan aynı zamanda geleneksel “aileye saldırdığı ve toplumsal cinsiyet felsefesini naklettiği” gerekçesiyle İstanbul Sözleşmesi’ne taraf olmuyor. Toplumsal cinsiyet ve cinsiyet eşitliği kavramları son dönemde sağın önemsediği başlıklar. Türkiye’de önce 2018’de Milli Eğitim Bakanlığı Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Programı’nı iptal etmiş, ardından Şubat 2019’da Yüksek Öğretim Kurumu “toplumsal değerlerimize uygun değil” diyerek projenin yükseköğretimde de durdurulduğunu açıklamıştı. Aileyi yıktığı, erkekleri mağdur ettiği, hatta kadın cinayetlerine neden olduğu gibi argümanlarla İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’nin çekilmesi gerektiğini savunan sağ muhafazakâr çevreler, benzer gerekçelerle toplumsal cinsiyet eşitliği kavramına karşı çıkıyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtlığına hayatını adayan ve militan bir anti feminist olan Sema Maraşlı’ya göre İstanbul Sözleşmesi’yle birlikte gelecekte bizi bir “kadın terörü” bekliyor, kadınlar cinsiyetlerinden ötürü değil katil ile aralarında bir problem olduğu için öldürülüyor. 23 Haziran seçimlerinin ardından attığı tweete göre “Hazret’i Allah’ın tokadı olabilir mi seçim sonucu Ak Partiye? Ak Parti Lanetli İstanbul Sözleşmesini imzalandığı gün İstanbul Bizansa geçmişti şimdi sadece el değiştirdi. Eşcinselliği meşrulaştıran, kadını putlaştıran, binlerce aileyi dağıtan bu sözleşme acilen iptal edilmeli.” Kısaca Maraşlı için toplumsal cinsiyet eşitliğini savunanlar “din, devlet düşmanı ve LGBT destekçisi”.32 Aynı fikirler, bazen aynı bazen farklı cümlelerle Saadet Partisi’nin farklı organlarından, Yeni Akit gibi yayınlardan, bir kısmı hükümet destekli “boşanmış mağdur babalar” benzeri derneklerin açıklamalarından son zamanlarda sıklıkla boca ediliyor. Söz konusu çevreler bu konuda etkinlikler, basın toplantıları düzenleyerek, bir toplumsal talep atmosferi yaratmaya çalışıyorlar. 21 Eylül 2019’da “ahlak ve maneviyatı” korumak için kurulan “şuurlu öğretmenler derneği ÖĞ-DER” isimli kurum katılımcılarının tamamı erkek olan ve açılışını Temel Karamollaoğlu’nun yaptığı “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Problemleri” başlıklı bir sempozyum düzenledi. Feministlerin protesto ettiği sempozyumun sonunda “toplumsal cinsiyet eşitliği çalışmalarının eşcinselliği meşrulaştırdığına” karar verildi. Cumhurbaşkanı’nın “kadın erkek eşitliğine inanmıyorum” cümlesini motto haline getirdiğini ve en son İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilebileceğini söylediğini hatırlamakta fayda var bu noktada.

Toplumsal cinsiyet eşitliği kavramına düşmanlık, Brezilya’da Bolsonaro’nun yükselişinde önemli bir rol oynadı. Bolsonaro’nun seçim kampanyasında etrafında oluşan ittifak, eşcinsel evliliğine, kürtaja ve toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı olanların ittifakıydı. 2016’da İşçi Partisi’nin devrilmesi ve Dilma Rousseff’e görevden el çektirilmesi sırasında toplumsal cinsiyet meselesi de önemli başlıklardan birisiydi. İşçi Partisi’nin toplumsal cinsiyet eşitliğine dair politikaları, sağ muhafazakarların partiye karşı öfkeyi harlamasında ve sağcı kitle gösterilerinin mobilizasyonunda kullanıldı. 2017’de LGBTİ+ ölümlerinin bir önceki yıla göre yüzde 30 arttığı söyleniyor. Seçim kampanyası sırasında yaşanan 50’den fazla şiddet olayı, Bolsonaro destekçilerinin kadınlara, siyahlara ve LGBTİ+’lara saldırmasıydı.33

 

Tanrı, Vatan, Aile

İtalya’da yakın zamana kadar İçişleri Bakanlığı yapan ırkçı Matteo Salvini’nin iktidar ortağı partisi Lig ise kadınlara yaklaşımında geleneksel faşist hareketlerin devamcısı niteliğinde. Geçen 8 Mart’ta partinin bir biriminin yayınladığı cinsiyetçi bildiri, aynı zamanda kadın konusundaki faşist bir manifesto gibi. Kamuoyunda büyük tepki çekmesinin ardından yayından kaldırılsa da hareketin ideolojik ufkunun sabitliğini tahmin etmek güç değil. Bildiride “kadınların haysiyetine saldıranların” altı maddeden oluşan bir listesi sıralanıyor; kısaca “utanç verici taşıyıcı annelik pratiğini destekleyenler, anne ve baba yerine ebeveyn denmesini destekleyen ve bölgesel bile olsa kanun olmasını önerenler, pembe kotaya ihtiyaç duyulduğuna inananlar, kadınların yaşam ve aileyi korumalarına yönelik doğan rollerine karşı çıkanlar, devrim ideolojisiyle göçmenler ve eşcinseller gibi kadını suistimal edenler”. Ayrıca Salvini’nin Lig’inin “kadının milletimizin uzun yaşaması ve gelecek için yerine getirmesi gereken büyük bir sosyal misyonu olduğuna ve bu yadsınamaz rolün kanunlar ve davranışlarla aşağılanmaması gerektiğine inandığı” ifade ediliyor.

Mart 2019’da faşist Salvini’nin İçişleri Bakanlığı yaptığı dönemde İtalya, Dünya Aileler Kongresi düzenleyerek küresel çapta kürtaj ve LGBTİ+ karşıtı tüm aşırı sağcı Hıristiyan muhafazakâr siyasetçi ve aktivistleri “nefrette” buluşturdu. Üç günlük kongrede tartışılan başlıklar arasında “evliliğin güzelliği”, “çocuk hakları”, “büyüme ve demografik düşüş”, “kadın itibarı ve sağlık” gibi temalar yer alıyordu.34

Kongrenin gerçekleştiği Verona kenti, Romeo ve Juliet’in şehri olduğu için “aşk kenti” olarak tanınsa da tarihsel olarak politik iklimi namı kadar sempatik değil. Ülke çapında 40 yıldır kürtaj yasal bir hak olarak kabul ediliyor ancak son yıllarda tüm dünyada olduğu gibi İtalya’da da kürtaja erişim sınırlandırılıyor. Bu durumun adreslerinden birisi de Verona. 2018’de “Verona yerel meclisi, belediye çapında “kürtajın önlenmesine”, kamu fonlarının kürtaj karşıtı grupların desteklenmesine ve kadınların hamileliklerini sonlandırmaması yönünde ikna edilmesi için kullanılmasına izin veren önergeyi onayladı”.35

Caludia Torrisi’nin aktarımına göre önergenin onaylandığı gün, Salvini’yle birlikte kürtaj karşıtı bir toplantıda olan İtalyan ve ABD’li aktivistler, Verona’dan sağduyu ve aklın öncülüğünde bir karşı devrimin doğacağını söylüyordu. Homofobik, islamofobik ve kadın düşmanı aşırı sağ grupların yoğun olduğu kentin, ulusal çapta bir model olmasının hedeflendiği ve tüm İtalya’nın Veronalılaşmasının arzulandığı iddia ediliyor. Belediye Meclisi’nde kürtaj karşıtı önergeyi sunan Lig üyesi Alberto Zelger, kürtajın savaştan daha kötü olduğunu savunan ve İtalyan kadınları daha fazla çocuk yapmazsa ülkenin Müslümanlar tarafından ele geçirileceğini öne süren, aynı zamanda eşcinselliği felaket olarak tanımlayan bir isim.36

Dünya Aileler Kongresi’nin kürtaj, kadın, göçmen, LGBTİ+ karşıtı kutsal ittifakı yanıtsız kalmadı. İtalya’da 30’dan fazla şehirde gösteriler düzenlendi. En önemlisi ise üç günlük eylem çağrısı yapılan Verona’da yüz binden fazla kadının, faşistlerin sloganına karşı “tanrı, vatan, aile: ne boktan bir hayat” gibi pankartlarla sokağa çıkmış olmasıydı. Aşırı sağın tarihsel olarak güçlü olduğu bir kentte ilk kez böylesi bir gösterinin gerçekleştiği söyleniyor.37

Aslında yükselen sağın aileyi merkeze alan kürtaj karşıtı siyasetine yanıt veren kitle gösterileri Verona deneyimiyle sınırlı değil.

Son yıllarda sağ politikaların kadınlara saldırılarına dünyanın birçok ülkesinde güçlü yanıtlar veriliyor. 8 Mart 2017’de 50 ülkede gerçekleşen kadın grevleri etkisini sürdürmeye devam ediyor. Sonraki yıllarda grev çağrılarına yeni ülkeler eklendi, eklenmeye devam ediyor. 2016’dan bu yana ABD, İzlanda, İtalya, İrlanda, Fransa, İsviçre, Şili, İspanya, Polonya, Almanya, İngiltere, Brezilya gibi ülkelerde kitlesel kadın grevleri gerçekleşti. Türkiye, Hindistan, İran, Arjantin gibi ülkelerde kadınlar defalarca on binler, yüz binler, milyonlar olarak sokağa çıktı. Sosyal medyada gündelik hayattaki tacizin, şiddetin, cinsiyetçiliğin kadınlar tarafından gözler önüne serildiği çok sayıda olay yaşandı. ABD ve Avrupa ülkelerinde #MeToo, Türkiye’de #SenDeAnlat veya #SusmaBitsin, Lübnan’da #MeshBasita, Japonya’da #KuToo, Hindistan’da #pinjratod, Afganistan’da #WhereIsMyName, Filistin’de #AnaKaman sosyal medyada bir anda ortaya çıkan ve hızla rüzgâr estiren kampanyalar oldu. 2020 8 Mart’ında yine birçok ülkede kadın grevlerinin ve kitlesel gösterilerin yaşanacağı aşikar. Son dönemde yükselen kadın hareketinde, sağ muhafazakârlığın kadınlara küresel çapta savaş açmış olmasının etkisi çok büyük. Ancak sağ otoriterizm ve faşist hareketler sadece kadın ve LGBTİ+ düşmanı değil. Göçmenlere, gezegene ve işçilere de savaş açmış durumdalar. Dolayısıyla tüm bu başlıkların kaderi birbirine bağlı. Kadın düşmanı politikaları devreye sokanların yenilip yenilmeyeceği veya nasıl geri püskürtüleceği bütünlüklü antikapitalist bir sol siyasetin küresel çapta ne kadar güçleneceğine bağlı.

 

Dipnotlar:

1 van Galen, 2016, s. 186.

2 Federici, 2012, s. 129.

3 Marx, 2009, s. 682.

4 Harvey, 2012, s. 309.

5 Federici, 2012, a.g.e., s. 123.

6 a.g.e., s. 127

7 Foucault, 1986, s. 9

8 Federici, 2012, a.g.e., s. 186.

9    a.g.e., s. 241.

10  a.g.e., s. 130.

11 Enloe, 2016, s. 208.

12 Walby, 2016, s. 38.

13 Altınay ve Bora, 2002, s.144-145.

14 Şerifsoy, 2016, s.177.

15 a.g.e., s. 184.

16 Atasü, 1998, s. 132’yden aktaran Ağduk, 2016, s. 305.

17 Şerifsoy, 2016, a.g.e., s. 178.

18 a.g.e., s. 181.

19 Rühle-Gerstel, 1994, s. 218’den aktaran Orr, 2019, a.g.e.

20 a.g.e. (Erişim tarihi 21.09.2019).

21 de Grazia, 1993, s. 72.

22 AKP’nin iktidar olduğu yıllar boyunca ürettiği “ailenin güçlendirilmesi” politikası ve kapitalizmle ilişkisi için Oral, 2017, 12-23.

23 http://www.hurriyet.com.tr/gundem/8-yetime-karsi-70-milyon-yetim-38553599 (Erişim tarihi: 09.2019)

24 https://cnnturk.com/turkiye/davutoglu-dogum-yapan-kadin-vatani-gorev-yapiyor (Erişim tarihi: 21.09.2019)

25 http://www.mhpkadinkollari.org/ (Erişim tarihi: 09.2019)

26 https://tr.euronews.com/2019/09/21/adana-da-cinsel-istismar-iddiasi-turkiye-cumhuriyeti-vatandasi-zanli-tutuklandi

27 Francesca, 2017, s.135’ten aktaran Orr,

28 Chrisafis,

29 https://marksist.org/icerik/Dunya/11476/Gocmen-dusmani-Orbandan-Macar-annelere-cocuk-dogurma-tesvigi (Erişim tarihi: 09.2019)

30 Pivarnyik,

31 Diószegi-Horváth,

32 Maraşlı,

33 Assis ve Ogando,

34 Giuffrida,

35 Torrisi,

36 a.g.e.

 

Kaynakça

Ağduk, Meltem, 2016, “Cumhuriyet’in Asil Kızlarından 90’ların Türk Kızlarına: 1990’lardan bir Türk Kızı Tansu Çiller”, Vatan, Millet, Kadınlar, Der. Ayşe Gül Altınay, İletişim Yayınları, İstanbul.

Altınay, Ayşe Gül ve Bora, Tanıl, 2002, “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt IV, Der. Tanıl Bora, Murat Gültekingil, İstanbul.

Assis, Mariana Prandini ve Ogando, Ana Carolina , 2018, “Bolsonaro, ‘gender ideology’ and hegemonic masculinity in Brazil”, https:// www.aljazeera.com/indepth/opinion/bolsonaro-gender-ideo-

logy-hegemonic-masculinity-brazil-181031062523759.html (Erişim Tarihi: 22.09.2019)

Atasü, Erendiz, 1998, “Edebiyattaki Kadın İmgelerine Cumhuriyet’in İzdüşümleri”, 75 Yılda

 

37 Deng, 2019.

Kadınlar ve Erkekler/Bilanço 98, İş Bankası ve Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul,

Chrisafis, Angelique, 2017, “We feel very closa to her: can ‘fake feminist’ Marine Le Pen win the female vote?”, https://www. theguardian.com/world/2017/mar/18/front-national-anger-marine-le-pen-female-supporters (Erişim tarihi: 21.09.2019)

De Grazia, Victoria, 1993, “How Fascism Ruled Women: Italy1922-1945”, University of California Press, USA.

Deng, Denzi, 2019, “Tanrı, vatan, aile: Ne boktan bir hayat”, https:// catlakzemin.com/tanri-vatan-aile-ne-boktan-hayat/ (Erişim tarihi: 21.09.2019)

Diószegi-Horváth, Nóra, 2017, http://politicalcritique.org/cee/ hungary/2017/sexism-and-racism-the-new-hungarian-schoolbooks-teach-everything-you-dont-want-your-child-to-learn/ (Erişim Tarihi: 22.09.2019)

Federici, Silvia, 2012, Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden, İlksel Birikim

çev. Öznur Karakaş, Otonom Yayıncılık, İstanbul.

Enloe, Cynthia, 2016, “Feminizm, Milliyetçilik ve Militarizm”, Vatan, Millet, Kadınlar, Der. Der. Ayşe Gül Altınay, İletişim Yayınları, İstanbul.

Foucault, Michel, 1986, Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Turan, AFA Yayınları, İstanbul.

Francesca, Scrinzi, 2017, “A ‘New’ National Front? Gender, Religion, Secularism and the French Populist Radical Right”, in Michaela Köttig, Renate Bitzan, Andrea Petö (eds), Gender and Far Right Politics in Europe, Palgrave Macmillan.

Giuffrida, Angela, 2019, “City of love? Christian right congress in Verona divides Italy”, https://www.theguardian.com/world/2019/ mar/29/city-of-love-christian-right-congress-in-verona-divides-italy-league-extremism (Erişim tarihi: 21.09.2019)

Harvey, David, 2012, Marx’ın Kapital’i İçin Kılavuz, çev. Bülent O. Doğan, Metis Yayınları, İstanbul.

Maraşlı, Sema, 2019, “İstanbul Sözleşmesi Acilen İptal Edilsin”, http:// www.anadolugenclik.com.tr/istanbul-sozlesmesi-acilen-iptal-edilsin-189 (Erişim Tarihi: 22.09.2019)

Marx, Karl, 2009, Kapital, Cilt I, çev. Alattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara.

Oral, Meltem, 2017, “Neoliberal otoriterizmin kadınlarla imtihanı”,

Enternasyonal Sosyalizm, Sayı 1.

Orr, Judith, 2019, “Women and the Far Rigt”, International Socialist Journal, http://isj.org.uk/women-and-the-far-right/ , (Erişim Tarihi 21.09.2019)

Pivarnyik, Balazs, 2018, Family and gender in Orban’s Hungary, https://www.boell.de/en/2018/07/04/family-and-gender-viktor-orbans-hungary (Erişim Tarihi: 22.09.2019)

Rühle-Gerstel, Alice, 1994 [1933], “Back to the Good Old Days?”, in Anton Kaes, Martin Jay, and Edward Dimendberg (eds), The Weimar Republic Sourcebook, University of California Press, California.

Torrisi, Claudia, 2019, “Verona nasıl aşırı sağ ve ultra-katolik ittifak için model bir şehir haline geldi?”, çev. Deniz İnal, https://catlakzemin.com/verona-nasil-asiri-sag-ve-ultra-katolik-ittifak-icin-model-bir-sehir-haline-geldi/ (Erişim tarihi: 21.09.2019)

Şerifsoy, Selda, 2016, “Aile ve Kemalist Modernizasyon Projesi: 1928- 1950”, Vatan, Millet, Kadınlar, Der. Ayşe Gül Altınay, İletişim Yayınları, İstanbul.

Van Galen, Cornelis Willem, Women and citizenship in the late Roman Republic and the early Empire, (Basılmamış doktora tezi), 2016.

Walby, Sylvia, 2016, “Kadın ve Ulus”, Vatan, Millet, Kadınlar, Der.

Ayşe Gül Altınay, İletişim Yayınları, İstanbul.

Enternasyonal Sosyalizm