Marx ve ekoloji

Sinan Özbek

Marx 1818/1883 yılları arasında, Engels ise 1820/1895 yılları arasında yaşıyor. Bu yıllar kapitalizmin barbarca geliştiği yıllar. Köylü çocuğunun kırdan koparılıp, kentlerdeki fabrikalara tıkıldığı, çalışma saatlerinin oldukça uzun olduğu yıllar. Köylü çocuğunun işçiye dönüştüğü ve işçilerin de en sağlıksız koşullarda yaşamaya mahkûm edildiği yıllar. Marx, burjuvazinin daha yüz yıllık egemenliğinde o güne kadarki kuşakların ürettiğinden daha fazla ve sınırsız büyüklükte üretim gücü yarattığını yazıyor. İşte bu gelişme doğa güçlerinin boyunduruk altına alınmasından, makinelerin icadına, kimyasalların endüstri ve ziraata kullanılmasına vb. kadar uzuyor. Marx, kapitalizmin bu gelişmesinde iki şey görüyor: Bir yandan ulusal ekonomilerin dünyaya açılması ve insanın dar sınırlarının parçalanması, ufkunun genişlemesi, diğer yandan da eksiksiz bir yabancılaşmayla her şeyin değerden düştüğü sonsuz bir şeyleşmeye yol açması. İşte bu noktalar aynı zamanda kapitalizmin yol açtığı kötülükleri bağlayacağımız yer. Dolayısıyla kapitalizmin yol açtığı ekoloji sorununu da buradan hareketle ele almak gerekiyor.

Marx’a Yöneltilen Eleştiriler

Buna geçmeden önce hatırlamak gerekiyor: Marx’ın insanlığın düşünce dünyasına girmesi muazzam bir kırılmaya yol açıyor. Bu kırılma, o güne kadar gelen düşünce sistemlerinin topyekûn olarak boşluğa düşmesine neden oluyor. Marx’tan önceki toplumu açıklamaya yönelmiş bütün filozofların görüşleri önemli olmakla birlikte, bağlantıları kopuk kimi zaman da spekülatif bir nitelik taşıyor. Marx, bunun da görülmesine yol açıyor. Kendinden önceki felsefeyi neredeyse yerle bir eden Marx’ın görüşlerinde bir boşluk arama, bir tutarsızlık bulma çabası da hemen o gün başlıyor. Marx ve Marksizm iki koldan ciddi saldırıya maruz kalıyor. Bir yandan Marx’ın düşüncesinin siyasi sonuçlarından ürken egemen sınıfın saldırısı başlıyor diğer yandan da entelektüel dünya, Marx’ın görüşlerine saldıracağı bir boşluk arıyor. Ya da eski büyük filozoflara dayanarak yeni bir yol açmaya çalışıyor. Bunu, entelektüel dünyanın en zavallı durumu olarak görüyorum.

Marx’a yönelen ilk teorik saldırı hemen ölümünden sonra geliyor. İlk ciddi eleştiriyi Paul Bart yapıyor. Eleştiri Marx’ın toplumun yapısını abarttığı, üstyapıyı ihmal ettiği görüşünü işliyor. Bu kayda değer eleştiri, Engels’in ihmali kabul etmesi ve nedenlerini açıklamasıyla, giderilemeye açık bir alana dönüşüyor. Nitekim Gramsci’nin yazdıklarının, bu eleştiriye verilmiş tam bir cevap olduğunu görmek gerekiyor. Ne yazık ki Engels’in “özeleştirisi” ve Gramsci’ye rağmen Marksist kimi çevreler, Bart’ın gördüğü boşluğu Marx’a mal ederek teoriyi sürdürmeye devam ediyor.

İkinci eleştiri Marx’ın sınıf kavramını öne çıkararak başta kadınların ezilmesi olmak üzere madunların ezilmişliğini ihmal ettiği noktasına yerleşiyor. Teorik olarak daha cılız bir eleştiri bu. Marx, işçi sınıfının ezilmişliğine değil, üretim ilişkilerinin içinde tutuğu yere dayanarak, bu sınıfa merkezi bir yer veriyor. Dolayısıyla bu eleştiri teorik olarak pek güçlü bir zemin bulmuyor. Ancak teoriyi işçi sınıfının ezilmişliği üzerinden tartışan Marksist çevreler, bu eleştiriyle cepheleşiyor ve onlara haklılık zemini yaratıyor. Sözünü ettiğim Marksist çevrelerin bu yanlış yorumu, başta Foucault olmak üzere madunlar üzerine verimli görüşler üreten entelektüellerin karşı cepheye itilmesine, yerleştirilmesine yol açıyor.

Üçüncü eleştiri de Marx’ın ekoloji sorununu ihmal ettiği dahası ekoloji sorununun daha da büyüyeceği bir düşünce sistemi geliştirdiği oluyor. Bu son eleştiri, ekoloji sorununun hem pratik dayatması hem de felsefe sorunu olarak ele alınmasıyla başlıyor. Ekoloji felsefesi alanında merkeze konması gereken isim şüphesiz Hans Jonas. Jonas, ekolojik etiği geliştirirken Marksizm’le bir hesaplaşma içine girmek zorunda kalıyor. Bunun nedeni kendi tezlerinin, daha önce Marx’ın söyledikleriyle boşluğa düşeceği endişesi. Jonas, bu eleştirinin önüne geçebilmek için kendi meşrebince bir Marx anlatıyor. Bunun detaylarına girmiyorum. Ancak iki şey söyleyerek geçmeyi düşünüyorum: Bir; Jonas, Marx dediği yerde SSCB anlatıyor. İki; zaten kendisi verdiği röportajda Marx hakkında söylediklerinin yerli yerinde olmadığı tespitiyle soran gazeteciye Marx bilmediğini itiraf ediyor. Şüphesiz bu erdemli bir tutum. Ama bu kez “Bilmediğin bir konuda neden kitabın üçte birini kapsayacak uzunlukta yazıyorsun?” sorusu Jonas’ı bekliyor. Hiç kuşkusuz bunun nedeni Marx ile bir hesaplaşmaya girmeden tezlerini temellendirmesinin imkânsız olması.

Jonas, Marx’ı görüşlerini doğanın tam manasıyla ele geçirilmesi, denetlenmesi anlamında kullandığı “Baconcı program”ın bir devamı ve hatta en yetkin hali olarak niteliyor. Buradaki ilk yanlış doğanın denetlenmesinden bahseden Bacon’ı yanlış, hadi daha hafif bir ifadeyle söyleyeyim noksan kavramakta ortaya çıkıyor. Zira Bacon, doğanın denetlenmesinin, “ancak onun yasalarına uymakla”, mümkün olacağını yazıyor. Tam olarak şöyle diyor: “O halde, ‘şey’lerin üzerinde bulunan insan imparatorluğu, yalnız sanatlar ve bilimler üzerinde kurulur. Çünkü tabiat yalnızca kendisine boyun eğilerek idare edilmektedir.”[1] Buna rağmen Jonas, Bacon’ı kapitalizmin doğayı hiçe sayan tutumunun felsefedeki referansı olarak anlatılıyor.

Marx: Doğa İnsanın İnorganik Bedeni

Yukarda Marx’ın felsefe tarihindeki yerinin köklü bir kopuş olduğunu yazdım. Bu kopuşun, kırılmanın gözlenebileceği bir alan da felsefenin kadim doğa-insan (tin, ide) karşıtlığına son vermesi. Marx, insanı doğadan ve doğadaki diğer canlılardan bağlantısız ve ayrı bir yerde gören bütün düşünceleri elinin tersiyle itiyor, ciddiye dahi almıyor. İnsanı zaten olduğu yere bakarak son derece yalın anlatıyor. İnsanı doğadan asla ayrı düşünmüyor. Marx, insanın doğrudan doğruya doğaya dayanarak üretim yaptığını söylüyor. “Duyusal dış dünya olan doğa” olmaksızın üretimin hiçbir türünü mümkün görmüyor. İnsan somut varlığını doğanın ürünlerine – ki bunlar insanın karşısına konut, besin vb. türünde çıkar- dayanarak devam ettiriyor. İşte Marx’a göre, “İnsanın evrenselliği pratikte, bütün doğayı kendi organik olmayan bedeni kılan bu evrensellikte kendini gösterir: Çünkü doğa 1- dolaysız yaşama aracıdır, 2-yaşama etkinliğinin gereci nesnesi ve aracıdır.”[2] Burada ifade edilen insan yaşamının doğaya bağımlı olması aslında sadece ve sadece doğanın kendi kendine bağımlı olması anlamına geliyor. Zira Marx, “insan doğanın bir parçasıdır” ifadesiyle sürdürüyor. Parçanın bütüne bağlı oluşu da -mantık gereği- bütünün kendi içindeki bir bağdır. Doğaya atfedilen bu büyük önemin bir sonucu da sadece doğadan hareket eden bir bilimin hakiki bir bilim olarak kabul edilmesi sonucunu yaratıyor. Bu durumda doğa tarihi ve insanın tarihi karşıtlık içinde bir birlik oluşturuyor. İşte Marx bunu Alman İdeolojisi adlı eserde şöyle ifade ediyor: “Biz sadece bir bilim tanıyoruz, tarihin bilimi. Tarih doğanın tarihi ve insanlığın tarihi şeklinde ayrılan, iki perspektiften incelenebilir. Bu iki cephe birbirinden ayrılamaz, insan var olduğu sürece doğanın tarihi ve insanın tarihi birbirine bağlıdır.”[3] (MEGA Band 5, 567). Bu deme ki tarih ile doğa iki ayrı şey değildir ve insanın önünde devamlı olarak “tarihsel doğa ve doğal tarih” mevcuttur.

Marx, insan türünün kapitalizmden geçmek zorunda kaldığını yazıyor. Ama bu, kapitalizmin geride kalmayacağı, tarihe mal olmayacağı anlamına da gelmiyor. Grundrisse adlı eserde Marx, ne eskiye dönüş isteğinde kendini gösteren romantizme ne de kapitalizmin olduğu gibi kalacağını anlatan pozitivizme özel bir önem ve anlam atfediyor. Aslında Marx’ın kapitalist ekonomi eleştirisi bir yandan da doğaya reva görülen barbar yıkıcılığın eleştirisidir. Marx, kapitalizmin daha başlarken hatırlattığım iki temel özelliğinin sonucunda, paranın kendi yanında hiçbir Tanrı’nın var olmasına izin vermeyen biricik Tanrı haline geldiğini yazıyor. Genel geçer olma özelliği taşıyan para, her şeyin değerini belirliyor. Yahudi Sorunu adlı eserinde şöyle yazıyor: “O [para] bu nedenle bütün dünyanın insan dünyasının ve doğanın kendi değerini yağmaladı.”[4] Devam eden Marx bugün çevreci hareketi değerlendirirken kullanılacak bir görüş açısı da veriyor: Özel mülkiyetin ve paranın egemenliği altında doğa hakkında oluşturulmuş görüşleri, aslında doğaya saygısızlık ve pratik olarak doğayı aşağılamak olarak yorumluyor.

Marx, Kapitalizmin Doğayı Mahvettiğini Görüyor

Marx’ın yaşadığı yıllarda kapitalizmin yol açtığı çevre sorunları da görülmeye başlıyor. Ancak bu sorunlar henüz bir bağımsız felsefe disiplininin kurulmasına yol açacak kadar boyut kazanmış durumda görünmüyor. Gerçi aynı yıllarda Henry David Thoreau (1817/1862) örneğinde olduğu gibi doğaya dönüş düşüncesi de seyrek bir şekilde görünmeye başlıyor. Marx’ın çevre sorunları konusunda ilk dikkat çektiği nokta, şehirleşme ve şehirlerde nüfus yoğunlaşması. Marx şöyle diyor: “Kapitalist üretim; büyük merkezlerde biriken şehir nüfusunun sürekli ağırlık kazanmasıyla, bir yandan toplumun tarihsel hareket gücünü biriktiriyor, diğer yandan insan ile doğa arasındaki özümlemeyi (Stoffwechsel) bozuyor.”[5] Dikkat edilirse Marx burada iki temel olguyu belirliyor: Kapitalizm, üretim ilişkilerinde tutuğu yerden dolayı tarihsel bir rol üslenme kabiliyetine sahip işçi sınıfını çoğaltıyor, biriktiriyor. Ama aynı kapitalizm doğa ve insan arasında kopması mümkün olmayan dengeyi bozuyor. Marx’ın bu ikinci vurgusu, yukarıda aktardığım, doğayı insanın inorganik bedeni olarak gören düşüncesiyle bağlantılı. İnsanla onun inorganik bedeni olan doğa arasındaki ilişkinin parçalanması, bir yandan insanın diğer yandan da doğanın tahrip olması anlamına geliyor. Nitekim Marx bu gelişmenin, şehirdeki işçinin beden, tarım işçisinin de ruh sağlığını bozduğunu yazıyor. Kapitalist tarımdaki her ilerleme toprağın yağmalanması sanatına dönüyor. Toprak verimliliğinin kısa vadede arttırılmasına yönelik her girişim, uzun vadede verimliliğin yok edilmesi oluyor. Marx ve Engels, tarım ve endüstri alanında atılan her adımın, doğanın yağmalanmasına dönüştüğünü görüyor, bunu tekrar tekrar yazıyor. Özellikle ormanların yok edilmesinin yarattığı sonuçları tartışıyor. Ormanların yok edilmesi nem oranını etkileyerek, bitki örtüsünün de değişmesine neden oluyor. Tam da bu noktada Iring Fatscher’in tespitini hatırlamak gerekiyor: Fatscher, Marx’ın anlattıklarını endüstriyel tarımın yol açtığı çevre sorununun oldukça iyi temellendirilmiş bir öngörüsü olarak yorumluyor.

Engels de kapitalizmin çevre felaketine neden olduğunun görüyor. Yer yer daha vurgulu ifadelerle soruna işaret ediyor. Doğanın Diyalektiği adlı kitabında insan ve hayvanların doğa üzerinde nasıl bir etki yaptığını da tartışıyor. Hayvanların doğayı değiştirmesi etkin bilinçli bir eylem sonucu olmuyor. Ne zaman ki insan burnunu hayvanlarla yaşadıkları doğa arasına sokuyor işte o aşamada sorunlar da ortaya çıkıyor. Engels’in örneği çarpıcı, zira benzer örnekler günümüzde de yaşanageliyor. Engels insanların beraberinde getirdiği keçi ve domuzların çokluğu yüzünden, Yunan ormanlarının yok olduğunu anlatıyor. Yakın zamanda da bir benzer çöküşü Avustralya için tespit ediyoruz: Beyaz adamın bu kıtaya taşıdığı yerli olmayan hayvan türleri kıtayı istila ediyor ve yerli hayvanların soyunu kurutuyor. Engels çarpıcı bir gözlem daha yapıyor: 1500’lü yılların sonunda İspanyol gemiciler işgal edilen Amerika’dan patates getiriyor. İspanya ve İngiltere’de başlayan patates üretimi giderek yayılıyor. Başlangıçta patates yoğunlukla hayvan yemi olarak kullanılıyor. İşte Engels, bunun sonucu olarak ortaya çıkan nişastalı yumurtaların yol açtığı hastalıkları dahi tartışıyor. Bu örnek bize daha birkaç yıl önce gündemimize yerleşen suni yemden kaynaklanan “deli dana hastalığını” hatırlatıyor. Engels açıkça insanın doğaya yönelen eyleminin yıkıcı bir niteliğe büründüğünü yazıyor. İnsan amaçları için doğayı denetim altına alıyor ama bu bir insan topluluğunu egemenlik altına almaya benziyor. Egemenlik altına alınan direniyor. Engels’e göre insan doğaya onun dışındaki bir güçmüş gibi egemen olamaz. Bu noktada Engels Marx’ın yazdıklarına dönüyor: İnsan her şeyiyle etiyle, aklıyla ve beyniyle doğanın parçasıdır. Engels devam ediyor: “Doğa üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulamadan öteye gidemez.” [6] Jonas, doğanın vahşice yağmalanması anlamında kullandığı “Baconcı ideal” tanımından geçerek, Marksizm’le Bacon arasında bir benzerlik kurarken, bu noktayı görmeliydi! Engels’i takip ediyorum: “Şimdiye kadar var olmuş bütün üretim tarzları ancak emeğin en yakın, en dolaysız yararlı etkisine ulaşmayı amaçlamıştır. İlerde ortaya çıkan, yavaş yavaş yinelenerek ve yığılarak etkili duruma gelen sonuçları tamamen ihmal edilmiştir.”[7] Burada da hatırlatma yapmak gerekiyor: Jonas’ın günümüz etiğine yönelen en büyük eleştirilerinden biri “şimdiki zamanla sınırlı” olmasıdır. Engels’ten aktardığım son cümledeki “şimdiye kadarki üretim tarzı” ifadesini çıkarıp, yerine “şimdiye kadarki etik” ifadesini koyarsanız, Jonas’ın etik eleştirisine başladığı noktayı yakalarsınız. Jonas’ı bir kenara bırakıyorum. Engels’in çok daha çarpıcı sözleri geliyor: “Doğa üzerinde kazandığımız zaferden dolayı çok fazla böbürlenmeyelim. Böyle bir zafer karşısında doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçları, ilk aşamada sağladığı doğrudur. Ama ikinci ve üçüncü aşamada da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran bambaşka önceden görülmeyen etkileri vardır.”[8]

Sonuç Yerine

Dikkat edilirse Marx’a ekoloji konusunda yönelen eleştirinin de kaynağı, Marx ve SSCB’nin özdeşleştirilmesi. Bu eleştirilerin bugün de sürebilmesinin temel nedeni SSCB ve hâlâ orada olup bitenleri Marx’ın görüşlerinin bir uygulaması, sosyalizm ya da sosyalizmin bir türü olarak gören çevreler. Bunlar, sosyalist hatta komünist SSCB tespitinden, dejenere işçi devleti tezine kadar genişliyor. Bu çevreler solda yer aldıklarından, en sağdan gelen eleştirinin en kibar ifadesiyle güçlenmesine neden oluyorlar. Kuşkusuz SSCB’nin Marx ile özdeşleştirilmesine dayanarak yapılan eleştiriler, siyasi bir karalama kampanyası olarak sağdan geldiğinde anlaşılabilir bir durumdur. Daha sorunlu olan ve Marksist düşünceye daha fazla zarar veren, solun kimi kesimlerinin SSCB’yi bir şekilde sosyalizmle bağlantılı görmesi…

Bütün bunlarla Marx’ın bir ekoloji felsefesi geliştirdiğini söylemiyorum. Zaten böyle bir iddia, diyalektik düşünmeye ters düşerdi. Dahası Marx ve Engels’te ekoloji açısında talihsiz denebilecek ifadelere de rastlanabilir. Burada iddia etmek istediğim, Marx ve Engels’in kapitalizmin bir ekolojik felakete de yol açacağını görmüş olmalarıdır. Marx’ın tarihteki önemini ve onu doğru kavramanın yolunu; en kısa, en öz olarak, Engels’in cenaze töreninde yaptığı konuşma gösteriyor. Engels, Marx’ın mezarı başında yaklaşık olarak şöyle diyor: “Bu adam Darwin’in canlılar dünyasında yaptığı şeyi, toplumlar için yaptı. Toplumun işleyiş yasalarını keşfetti.” Bu karşılaştırma bize bir şey daha söylüyor: Marx’tan önce toplum hakkında yazılanlar, tıpkı Darwin öncesinde canlıları açıklamak için yazılanlar gibi… Bundan önceki toplum hakkındaki bütün konuşmalar, filozofların bütün yazdıkları, çoğu zaman naif, çoğu zaman spekülatif… İşte Marx hakkında konuşmaya kalkan herkesin göz önünden ayırmaması gereken nokta burası. Aynı zamanda, Marx’ı doğru kavramak için hareket edilecek nokta da burası.

Kaynakça

Bacon, Francis, 1999, Novum Organum, çev. Sema Önal Akkaş, Doruk yayıncılık, Ankara.

Engels, Friedrich, 1968, MEW Band 20, Dietz Verlag, Berlin.

Marx, Karl, 1964, MEW Band 1, Dietz Verlag, Berlin.

Marx, Karl, 1969a, MEW Band 2, Dietz Verlag, Berlin.

Marx, Karl, 1969b, MEW Band 5, Dietz Verlag, Berlin.

Marx, Karl, 1968a, Das Kapital: Kritik der politischen Ökonomie, Erster Band, Dietz Verlag, Berlin.

Marx, Karl, 1968b, MEW Ergenzungs Band, Dietz Verlag, Berlin.

Özbek, Sinan, 1995, “Hans Jonas’ın Ekolojik Etiği”, Felsefe Tartışmaları, sayı 18 içinde, İstanbul.

Özbek, Sinan 1999,“Hans Jonas’ın Ekoloji Bağlamında Marx Eleştirisinin Eleştirisi”, felsefelogos, sayı 6 içinde, İstanbul.

DİPNOTLAR

[1]     Bacon, 1999, s. 137.

[2]     Marx, 1964, s. 515

[3]     Marx, 1969b, 567.

[4]     Marx, 1964, s. 374-375.

[5]     Marx, 1968a, s. 528.

[6]     Engels, 1968, s. 453.

[7]     a.g.e., s. 455.

[8]     a.g.e., s. 452.

Enternasyonal Sosyalizm