Marksizm ve devlet

Çağla Oflas

Devlet, günümüzde yaygın burjuva anlayışına göre, meşru rollerin belirlendiği politik bir aygıttır. Ve bu anlamıyla toplumdaki bütün sınıfların üzerinde, hepsine eşit mesafede yer alan bir iktidarı temsil eder. Eşitlik, adalet ve refah için devletin olmadığı bir toplumsal tasavvur ne yazık ki günümüzde yok. Aksine, özgür ve eşit bir topluma ilişkin yapılan tüm tartışmalar, devletin iyileştirilmesi üzerinden yürütülmektedir.

Marksist devlet teorisi ise bu görüşlerden tam bir kopuşu ifade eder. Marksizm, üretimin gelişimindeki belirli bir aşamada sınıfların ortaya çıktığını, sınıf savaşının zorunlu olarak işçi sınıfının iktidarına yol açacağını, işçi sınıfının kendisiyle birlikte tüm sınıfları ortadan kaldıracak toplumsal bir sınıf olduğunu, sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte devletin de sönümleneceğini anlatır.

Marx ve Engels, çağdaş burjuva siyasal düşünceye hâkim olan idealist felsefeye ve tarih anlayışına karşı, kendi maddeci tarih anlayışlarını Alman İdeolojisi’nde ortaya koydular. Toplumsal işbölümünü, mülkiyet biçimlerini, sınıfları ve sınıf egemenliği sistemlerini, devlet, hukuk ve ideolojinin ortaya çıktığı koşulları maddeci tarih anlayışı içerisinde açıkladılar. Marx, Hegel’in iddiasının aksine, devletin sivil toplumun bağrında gelişen toplumsal işbölümünün sonucunda, sınıfların ve sınıf mücadelelerinin doğrudan bir ürünü olarak tarih sahnesine çıktığını anlattı. Devlet, üretimin gelişmesinin bir sonucu olarak toplumsal evrimin belli bir aşamasında sınıflı toplumların bir ürünü olarak meydana geldi. Sivil toplumu düzenleyen devlet değil, devleti koşullandırıp düzenleyen sivil toplumun kendisidir.

“Sivil toplum, üretim güçlerinin gelişmesinin belli bir aşamasında kişiler arasındaki maddi ilişkilerin tümünü kapsar. Belli bir aşamanın bütün ticaret ve sanayi hayatını kapsar, bu bakımdan devlet ve millet çerçevesini aşar. Ama bir yandan da yabancılarla ilişkilerinde milliyet olarak ortaya çıkmak, içeriye karşı ise devlet olarak örgütlenmek zorundadır.1

Toplumun bağrından, onun üstünde bir varlık olarak ortaya çıkan bu siyasal yapı aynı zamanda sınıflar arası çatışmalarda çatışmayı egemenler lehine çözmek işlevine sahiptir. Bu durumda devlet, nasıl koşulların oluşmasıyla ortaya çıktıysa, mutlak ve sonsuz bir yapı olmayıp, onu var eden tarihsel koşullar ortadan kalktığında kendisi de ortadan kalkmaya mahkûm, geçici bir kurumdur.

İnsanlığın yazılı tarihi öncesi dönemde kan, dil, örf, adet gibi ilişkiler üzerinden kurulan topluluklar henüz yerleşik yaşama geçmemiş, gezginci topluluklardı. Yaşamlarını avcılık ve toplayıcılıkla idame ettirmekteydiler. Henüz işbölümünün ve mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkmadığı bir dönemden bahsediyoruz. İnsanın yerleşik hayatı yaklaşık 10 bin yıl önce tarım yapmayla başladı. Antropologlar bu aşamadan sonra ortaya çıkan toplumları “bölünmüş toplumlar” olarak tanımlamakta. Bunun öncesinde insan, toplayıcı ve avcı olarak yaşadı. Tarihin bu diliminde toplumsal ilişkilerde özerkleşmiş, toplumun üzerinde duran bir iktidar ilişkisinin varlığından bahsedilmiyor. Aksine bunlar eşitlikçi ve özgür toplumlar.2

İlkel topluluklar, kendi aralarındaki ilişkilerinde günümüz kamusal sistemiyle karşılaştırılamayacak öl üde demokratik mekanizmalar işletmekteydiler. Engels, Morgan’ın antropolojik alışmaları üzerinden devletin ortaya çıkış koşullarını aktardığı Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökenleri adlı kitabında devletsiz toplumları olumlar. Sınıflar halinde bölünme olmadan önceki insanların durumuyla, günümüzdeki insan toplumunda yaşayanların büyük bir çoğunluğunu oluşturan iş ileri kıyaslar ve gens’in özgür insanının yaşamını över.

“Bütün saflığı ve basitliğiyle, bu komünal örgütlenme hayranlığa değer bir yapılaşmadır. Askersiz, jandarmasız, polissiz, soylular sınıfı yok ve ne kral ne hükümet, ne vali, ne yargıç, davasız her şey düzenli bir şekilde gider.”3

 

Sınıflı toplumlar ve devletin ortaya çıkması

Yerleşik yaşamın başlaması, hayvanların evcilleştirilmesi ve tarımsal üretime geçilmesiyle birlikte mülkiyet ilişkileri başladı. Tarıma bağlı yaşayan bu toplumlarda işbölümü ve mübadelenin gelişmesiyle birlikte ilkel topluluklarda çözülme yaşandı. Başlangıçta ataerkil kabile reisleri, onların altında kabile üyeleri ve son olarak kölelerden oluşan topluluklar, nüfusun artmasına bağlı olarak ihtiyaçların da artmasıyla birlikte fetihler ya da anlaşmalar yoluyla kendi içlerinde birleştiler. Birleşme sonrasında komün devleti ortaya çıktı. Antik komün, devlet mülkiyeti üzerine kuruludur. Üretimde köle emeğinin temel rol oynadığı komün mülkiyetinde, yurttaşlar köleler üzerinde topluluk olarak iktidar sahibidirler. Komün mülkiyetinin yanında önce taşınabilir daha sonra taşınmaz mülklerde özel mülkiyet, komün mülkiyetine bağlı olarak hızla gelişti.4

Sınıflı topluma geçişi temsil eden antik çağın kent komünlerinin köleci üretim tarzını en saf haliyle Antik Yunan ve Roma’da görürüz. Antik kent komünü özel mülkiyet sahibi özgür bireylerin gönüllü bir ortaklığıydı. Kentte, özgür üreticilerin, yani toprağın özel mülkiyetine sahip bireylerin yarattığı artık ürünün tümü üreticilerin ellerinde birikmekteydi. Artık ürünün birikimi, komün içinde işbölümünün ve ürünlerin mübadelesinin gelişmesine yol açtı. Bu durum pazar için üretimi kışkırtarak, toprak sahiplerinin üretimde yaygın köle emeği kullanmalarına neden oldu. Zenginlik ve servet birikimi açısından özgür yurttaşlar arasında farklılık yarattı. Öte yandan üretimde temel rol oynayan köleler, toplumun en kalabalık sınıfı haline geldi. Toplum ”efendiler” ve “köleler” olarak sınıflara ayrıldı. Basit kan bağları üzerine dayalı eski toplumsal düzen ortadan kalktı. Üretim ilişkileri temelinde ekonomik anlamda güçlenen toprak ve köle sahipleri kendi çıkarları lehine iktisadi üstünlüklerini sürekli kılacak siyasal bir yapı kurdular. Roma İmparatorluğu döneminde fetihlerin artması, fethedilen topraklarda yaygın köle emeği kullanılması, muazzam bir servet yarattı. Ekonomik egemenliği güvence altına almak için de merkezi düzeyde örgütlenmiş askeri ve bürokratik bir aygıt ortaya çıktı.

“Kentin basit topluluklarını koruyan ‘silahlı halk’ devlet otoritelerinin hizmetinde halka karşı ‘kamu gücü’ kullanan ordulara dönüştü”.5

Dolayısıyla devletin ortaya çıkışının arka planında, toplumsal işlevler üstlenen kişilerin toplum karşısında özerklik kazanması ve giderek bu işlevleri yerine getirenlerin birleşerek egemen bir sınıf oluşturmaları gerçekliği yatmaktadır. Engels Anti-Dühring’de, başlangıçta toplumsal işler ve görevler üstlenenlerin görev yetkisinin sömürü yetkisine dönüştüğünden, “toplumun hizmetkârlarının, toplumun efendileri haline”6 geldiğinden söz eder.

 

Devletin sönümlemesi

Toplumun sömüren ve sömürülenler olarak sınıf halinde bölünmesi ilk kez kölelikle birlikte meydana geldi. Ve bu bölünme günümüze kadar sürüp gitti. Antik çağa ait olan ilk sömürü biçimi, Roma İmparatorluğu’nun çözülüşü ve istilaların ardından çöktü. Çöküşün ardından feodal beylikler kuruldu. Bu kez mülkiyet kentin dışında kırsal alanlarda serf emeğine ve kentlerde küçük üretim yapan kalfaların kişisel emeğine dayanıyordu. Feodal ortaçağ, kendi bağrında ulusal nitelikte devletler sistemini yarattı. Aynı zamanda bu dönem, günümüz toplumunun sömürücü sınıfı olmaya aday burjuva sınıfını da geliştirdi. Burjuvazi, mülksüzleştirilen işçi sınıfının sömürüsüne dayalı kapitalist toplumu meydana getirdi.

Burjuva sınıfı kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelmesiyle birlikte dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu işçi sınıfına dönüştürürken kendi “mezar kazıcısını” da yarattı. Bugün dünya üzerinde sefalet koşullarında çalışmaya zorlanan milyonlarca işçi, bu koşullara son verecek toplumsal bir devrimin yolunu döşemekte. Engels, işçi sınıfının kapitalist toplumu ortadan kaldırmasından sonra bütün sınıfsal farklılıkları oluşturan koşulların da ortadan kalkacağını, bundan sonra devletin kendiliğinden sönümleneceğini anlatır.

Artık baskı altında tutulacak hiçbir toplumsal sınıf kalmayınca; sınıf egemenliği ve bugüne kadarki üretim anarşisi üzerine kurulu bireysel varoluş mücadelesi, bunlardan doğan çatışma ve aşırılıklarla birlikte ortadan kalkar kalkmaz, baskı altına alınacak hiçbir şey kalmaz, özel bir baskı gücü, yani devlet zorunlu olmaktan çıkar. Devletin kendini gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak var ettiği ilk eylem –üretim araçlarına toplum adına el koyma–, aynı zamanda onun devlet olarak son bağımsız eylemidir. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi, birbiri ardına tüm alanlarda gereksiz hale gelir ve sonra kendiliğinden sönüp gider. Kişiler üzerinde yönetimin yerini, şeylerin yönetimi ve üretim süreçlerinin yönetimi alır. Devlet ‘ilga’ edilmez, söner.”7

Devlet, üretici güçlerin gelişimin bir aşamasında, özel mülkiyete dayalı sömürü ilişkileri temelinde sınıflara bölünmesinin kaçınılmaz bir sonucu olarak tarih sahnesine çıktı. Toplumsal sınıfların varlığı, aynı zamanda üretici güçlerin gelişmesinin önünde durdu. Sınıfların ortadan kalkması, üretimdeki anarşiye son verecek ve böylece devlet denilen otoriteye gerek kalmayacaktır. Engels’e dönersek:

“Demek ki, devlet düşünülemeyecek bir zamandan beri var olan bir şey değildir. İşlerini onsuz gören, hiçbir devlet ve devlet gücü fikri bulunmayan toplumlar olmuştur. Toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı bulunan belirli bir iktisadi gelişme aşamasında, bu bölünme, devleti bir zorunluluk haline getirdi. Şimdi, üretimde, bu sınıfların varlığının sadece bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, üretim için gerçek bir engel olduğu bir gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet de kaçınılmaz bir biçimde yok olur. Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, bütün devlet makinesini, bundan böyle kendine lâyık olan yere, bir kenara atacaktır: asar-ı atika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına.”8

Dolayısıyla sömürü sisteminin devam etmesini sağlayan bu baskıcı devlet aygıtının ortaya çıkışının nesnel temelleri ortadan kalktığında, özgür ve eşitlikçi birlik temeli üzerinde yeni bir toplumun inşası da mümkün olabilecek. Marksizm’e göre, sınıfsız toplum ancak üretici güçlerin bireysel varoluş kavgasının kaynağını kurutacak düzeyde yükselmiş bolluğuna dayanır. Kuşkusuz, işçi sınıfının dünya ölçeğindeki devrimi, insanlığın böyle bir atılım yapmasını da mümkün hâle getirecektir.

 

Sınıfa karşı sınıf

15. yüzyıldan itibaren feodal üretimde, kentlerdeki lonca sistemi, yerini manifaktür düzenine bıraktı. Manifaktür ürünlerine artan talep, büyük ölçekli sanayiyi yarattı. Doğa güçlerinin enerjide kullanılması, buhar ve makineler sanayi üretimini kökten değiştirdi. Feodal sistemin çözülmesiyle birlikte kırlardan koparılan serfler ve kentlerde mülksüzleştirilen zanaatkârlar bu dev sanayi tesislerinde çalışmaya başladılar.

Büyük ölçekli sanayi dünya pazarını yarattı. Özellikle yeni kıtaların keşfi, pazar ve ticaret, denizciliğe, kara ulaşımına hızlı bir gelişme sağladı. Bu gelişmeler, sanayinin gelişmesini sağladı. Sanayi, ticaret, denizcilik ve demiryolları yayıldığı ölçüde burjuvazi gelişti, sermayesini arttırdı. Bu koşullarda burjuvazi artık feodal düzendeki bir zümre olmaktan çıkarak, sınıf haline geldi. Örgütlenmesini de yerel düzeyden ulusal düzeye çıkarttı.

Büyük ölçekli sanayinin ve dünya pazarlarının oluşmasıyla birlikte ekonomik hâkimiyeti ele geçiren burjuvazi, siyasi hâkimiyeti de ele geçirdi. Üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınıklığına son vererek, üretim araçlarını ve nüfusu merkezileştirdi. Aynı zamanda birbirine gevşek bağlarla bağlı eyaletleri, (milli) sınıf çıkarına, tek bir gümrük tarifesine sahip ulus-devlet ekseninde merkezileştirdiği bir süreç yaşandı.

Kapitalist toplumda, sermayenin gelişmesiyle doğru orantılı olarak işçi sınıfı da gelişti. İşçi sınıfı burjuvazi tarafından mülksüzleştirildi ve kalabalıklar halinde çalışmaya zorlandı. Bu iki toplumsal sınıf kapitalist toplumda çıkarları birbiriyle çatışan iki düşman kampa bölündü. Bu durum, eskilerin yerini yeni baskı koşullarının ve yeni mücadele biçimlerinin almasına yol açtı.

 

Siyasal gücün kaynağı sermaye birikimi

Kapitalist toplumda siyasal güç, mülkiyet ilişkilerine dayanır. Üretim araçlarını elinde toplayan burjuvazi, siyasal gücün de sahibidir. Ancak mülkiyet ilişkilerinin kaynağını sermaye birikimi oluşturur. Üretim araçları üzerindeki mülkiyet ilişkileri üreticilerin mülksüzleştirilmesiyle sonuçlanır. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, mülk sahibi olmayanların kendi geçim araçlarına ulaşamamalarına yol açar. Üretim araçlarından mahkûm bırakılan işçiler mülk sahipleriyle girdikleri anlaşma yoluyla piyasanın belirlediği bir fiyat üzerinden emek güçlerini satarlar. İşçinin emek gücünün değeri ile mülk sahibi adına çalışırken harcadığı emeğin değeri arasındaki fark artı-değeri oluşturur. Böylece başlangıçtaki güç ilişkisi, bireyler arasındaki sömürü ilişkisine yol açar.

Mülkiyet sahibiyle işçi arasındaki ücret sözleşmesinde, eşdeğerlerin alışverişi burjuva iktisadı tarafından gizlenir. Kapitalist üretim biçiminde üretim araçlarının sermaye biçimini alması, sermayeyi işçiye, işçiyi de sermayeye bağımlı hale getirir. Ancak bu karşılıklı ilişki, eşit, adil ve her iki tarafın da kazançlı çıktığı bir ilişki değildir.

Kapitalist toplumda burjuva iktisadı, mülkiyet sahibiyle işçi arasındaki sömürü ilişkisini gizler. Marx daha 1844 yılında kaleme aldığı El Yazmaları’nda burjuva iktisadının gizlediği sömürüyü ortaya koydu. İşçinin üretimi sonucunda ortaya çıkan nesneler, üretimin dışından, işçinin karşısında yer alan bir güce dönüştü. İşçi kendi yarattığı nesnenin kölesi oldu. İşte tam da bu noktada burjuva ideolojisi kapitalizmin sömürücü sınıf yapısını görünmez kıldı.

“İşçi ne kadar çok servet üretse, üretiminin gücü ve kapsamı ne kadar artsa, kendisi de o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta yaratırsa, kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlar. Şeyler dünyasının artan değeriyle doğrudan doğruya orantılı olarak insanlar dünyası değersizleşir. Emek yalnız meta üretmez; kendini ve meta olarak işçiyi de üretir ve bunu meta ürettiği oranda gerçekleştirir.”9

Burjuva ideolojisi işçinin yaşaması için çalışmak zorunluluğunu gizler. Kapitalist toplumda özgürlük, mülk sahiplerinin onu istediği gibi kullanma ya da kullanmama özgürlüğüdür. Eşitlik anlayışına göre, herkes gibi işçinin de mülk sahibi olma hakkı vardır. Oysa işçi sınıfı çalışmasının karşılığında ancak yaşamını sürdürebilecek kadar bir ücret alır, asgari ücret koşullarında hiçbir zaman mülk edinmesi mümkün olmaz. İşçi hayatta kalmak için çalışmak zorundadır. Zorunluluk alanlarının başladığı yerde özgürlük biter. İşçi sınıfının özgürleşebilmesi ancak kapitalist mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Sermaye ile işçi sınıfı arasındaki bu sömürü ilişkisi kapitalist toplumdaki sınıf mücadelesinin kaynağını oluşturur. İşçi sınıfının üretim koşullarının biçimi, onun kolektif bir üretim yaptığı sonucunu değiştirmez. Aynı zamanda toplumdaki servetin de kaynağını oluşturan kolektif üretim nedeniyle işçi sınıfı, kapitalist toplumun ortadan kaldırılmasında merkezi bir rol oynar. Devletin rolü de bu noktada önem kazanır. Devlet, uzlaşmaz çıkarlara sahip iki sınıfın arasındaki çatışmayı egemen sınıf adına çözümler. Ve sermaye birikim sürecinin koşullarının devamını yasalarla güvence altına alır.

Öte yandan kapitalizmin doğası gereği, artık değerin değerlenmesi, başka yerde üretilen artık değerin varlığını gerekli kılar. Bu da esas olarak kapitalizmin, tek bir sermaye olarak değil, birbirleriyle ilişki ve çelişki halindeki birden fazla sermaye biçiminde var olmasını gerektirir. Sermayeler arasındaki rekabet sürekli yatırım yapmayı gerektir. Bu durum sürekli birikime yol açar. Sermayenin merkezileşmesine yol açan bu süreçte, daha güçsüz, daha küçük sermayeler, daha güçlü sermayeler tarafından yutulur.

“Emekçiler, proleterlere ve emekçilerin araçları da sermaye durumuna dönüştükten, kapitalist üretim biçimi ayaklarını yere bastıktan sonra emeğin bundan sonraki toplumsallaşması, toprağın ve öbür üretim araçlarının bundan sonraki dönüşümü, yani özel mülk sahiplerinin bundan sonraki mülksüzleştirilmesi yeni bir biçim alır. Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu mülksüzleştirme kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesiyle gerçekleşir.”10

 

Burjuva devleti üzerine yanılsamalar ve gerçeklik

İster bir azınlığın ele geçirmesi, ister parlamenter sistem yoluyla olsun, toplumsal değişime ilişkin tüm reformist görüşler, devletin toplumsal sınıfların üstünde, tüm kesimlere eşit mesafede, bağımsız bir yapı olduğu fikrinde birleşir. Devletin sınıfsal yapısına ilişkin Marksizm’den temel bir kopuşu temsil eden bu yaklaşımın ne yazık ki günümüzde de çok alıcısı bulunmakta. Oysa Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’da söylediği kapitalizmde “modern devletin yürütmesi bütün burjuvazinin genel işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.”11 cümlesi, devletin tek tek kapitalistlerin değil, genel anlamda burjuvazinin çıkarlarını savunduğu anlamına gelir. Kapitalist devlet, sermaye birikim sürecinin sürekliliğini sağlar, aynı zamanda bu sürecin sürekliliğini hem işçi sınıfına hem de kapitalistlere karşı korur. Bu anlamıyla devletin yapısı özerk görünümdedir. Ancak devletin bu özerk görünümün ardında burjuva sınıfının çıkarlarını koruması yatar.

“Özel mülkiyetin topluluktan ayrılıp kopmasıyla birlikte devlet, burjuva toplumunun yanı sıra ve burjuva toplumunun dışında tamamen ayrı bir varlık haline geldi. Ancak bu devlet, burjuvazinin hem içsel hem de dışsal amaçları nedeniyle, kendi mülklerini ve çıkarlarını karşılıklı olarak güvence altına almak için benimsemek zorunda kaldığı örgütlenme biçiminden başka bir şey değildir.”12

Kapitalist toplum, azınlık olan sömürücü sınıfın, toplumun sömürülen büyük çoğunluğu üzerindeki hegemonyasına dayanır. Bu durum sürekli bir ordunun varlığını ve bürokrasiyi zorunlu kılar. Kamu işleri, burjuva düzenin çıkarlarını kollayan, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir piramit biçiminde örgütlenmiş daimi bürokratik kurumlar tarafından yürütülür.

Devlet, geniş kesimlerin sisteme entegrasyonunu sağlayan cezaevleri ve polis gibi zor mekanizmalarının yanı sıra, sistemle bütünleştirici parlamenter yapılara sahiptir.

Toplumun sistemle uzlaşmasına yarayan bu mekanizmalar, devletin aynı zamanda toplumun karşısında yer alan demir yumruğa sahip bir baskı aygıtı olduğunu gizlemesine hizmet eder. Devletin halka karşı işlediği suçlar, devlet ile ilişkilendirilmek yerine “derinlerde” başka bir gücün arayışına yol açar. Oysa bu arayış devleti meşrulaştırmak ve devletin gerçek yüzünü gizlemekten başka bir şeyi ifade etmez. Lenin Devlet ve Devrim kitabında “Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vs. kadar hangi parlamenter ülkeyi alırsanız alın, hepsinde asıl devlet işleri hep perde arkasında yürütülmekte ve devlet daireleri, bakanlıklar ve genelkurmay tarafından görülmektedir. Parlamentonun ise sıradan halkı aldatmak gibi özel bir amaçla bol bol laf üretimi gibi bir görevi vardır” der.13

Gösteri, ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi haklar burjuva toplumunda çeşitli biçimlerde güvence altına alınmış haklardır. Ancak bu hakların kullanılması “kamu düzeni”yle sınırlanır. Kamu düzeni ise burjuvazinin güvenliğini ifade eder. Devletin işçi sınıfı ve ezilen kesimlerin önüne koyduğu engeller, sınıf mücadelesindeki tarafların ağırlığına göre azalır ya da çoğalır. İşçi sınıfı mücadelesinin gelişkin olduğu, hareketin yükselişe geçtiği dönemler, pek çok tavizin koparıldığı dönemlerdir. Gerçekten de kapitalist toplumda seçme, seçilme, toplantı, gösteri ve grev hakları dâhil tüm kazanımlar, işçi sınıfının aşağıdan mücadelesi sonucu elde edilmiştir.

Devlet için sermaye birikim sürecinin korunması esastır. İşçi hareketinin içinde kök salan reformist önderlik bu gerçekliği göz ardı eder. Toplumsal değişimin parlamentodan geçtiğini savunur. Tüm reformist partiler geniş işçi yığınların taleplerini gerçekleştireceklerini vaat ederler. Ancak iktidara geldiklerinde sermaye sınıfının ve kendilerine oy veren işçi sınıfının taleplerinin basıncı arasında sıkışırlar. Günün sonunda sıkışmışlık halini, sermaye kesiminin programını uygulayarak aşma yolunu seçerler. Bu süreç geniş işçi yığınları açısından hüsranla sonuçlanır.

Parlamento dört, beş yılda bir yapılan seçimlere dayanır. İşçi sınıfı seçme ve seçilme gibi demokratik haklara sahiptir. Ancak genel oy hakkı olarak verilen “demokratik” hak, işçilerin kendilerini boyunduruk altına alan burjuva fraksiyonlarından hangisi tarafından yönetileceğine ilişkin bir seçim hakkıdır yalnızca.

Bu açıdan Lenin burjuva demokrasisini çoğunluğun azınlığı baskı altına aldığı bir diktatörlük olarak tarif eder. “Biz kapitalizmin sınırları içinde proletarya adına en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız, ama en demokratik burjuva cumhuriyette bile halkın payına düşenin ücretli kölelik olduğunu asla unutmamamız gerekir.”14

Öte yandan devlet bürokrasisinin kapitalist sömürü ilişkilerinde üstlendiği ekonomik rol ve giderek sömürücü bir sınıfın parçası olması hali çoğunlukla gözlerden kaçar. Günümüz yeni liberal koşullarında bile devlet bürokrasinin ekonomik faaliyetlerine yakından bakıldığında devletin özerk görünümünün yanıltıcı olduğunu görürüz. Bürokrasi kapitalist sömürüye tam anlamıyla bağımlıdır. Devletin ihtiyaç duyduğu kaynakları oluşturması, vergiler, devlet borçlanması ya da devletin para basması gibi tüm bu faaliyetler, kapitalist sömürüden farklı görünür. Oysa devletin faaliyetlerine geniş kapsamda bakıldığında bağımsızlık görüntüsü ortadan kalkar. Devlet gelirleri bireylerin vergilendirilmesiyle toplanır. Bireyler satın alma güçlerindeki kaybı üretim noktasındaki mücadeleyle gidermeye çalışır. Kapitalistler yüksek sömürü oranlarını dayatırlar. İşçiler ücretlerini attırmaya çalışırlar. Sınıf güçlerinin dengesi devletin gelirlerinin artması için var olan manevra alanını belirler.

 

“İşçi sınıfını çağların pisliğinden devrim kurtarır”

İşçi sınıfı 1848-1850 yıllarında Avrupa çapında toplumsal bir güç olarak ilk kez tarih sahnesine çıktı. Şubat 1848’de işçi sınıfının ayaklanması sonucu Fransa’da monarşi yıkılmış, geçici hükümet kurulmuştu. Burjuva cumhuriyetinden başka bir şey olmayan geçici hükümet, şubat devriminden kazanım elde etmek isteyen işçi sınıfını ayaklanmaya zorladı. Haziran ayaklanması ve sonrasında Paris işçilerinin vahşi bir şekilde katledilmesi, işçi sınıfının kapitalizmin yıkılmasını sağlayacak toplumsal bir devrim gerçekleştirmesi zorunluluğuna işaret ediyordu.

Marx, “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” adlı eserinde işçi sınıfının toplumsal bir devrim yapması gerektiğine vurgu yaptı.

“Şubat cumhuriyetine pazarlıkla kabul ettirmeye çalıştığı biçimleri açısından abartılı ama içerikleri açısından sınırlı ve hatta henüz burjuva nitelikte olan taleplerinin yerini, devrimci mücadelenin sloganları aldı: Burjuvazinin devrilmesi, işçi sınıfının diktatörlüğü.”15

Daha sonra Marx, 18 Brumaire’de “Bütün altüst oluşlar, kıracaklarına makineyi mükemmelleştirdiler. Dönüşümlü olarak hâkimiyeti elde etmek için boğuşan partiler, bu muazzam devlet binasını ele geçirmeyi zaferin esas ganimeti saydılar.”16 değerlendirmesini yaparak, işçi sınıfının sadece kendi kurtuluşu için değil çağların pisliğinden de sıyrılması için mevcut devlet aygıtından kurtulması gerektiğini anlattı.

 

İşçi devletinin kalbi demokrasidir

Kapitalizmde “demokrasi” burjuvazinin yani egemen sınıfın kullanabileceği siyasal ve toplumsal hakları, “diktatörlük” ise ayrıcalıklı azınlığın çoğunluk üzerinde baskı kurma hakkını ifade eder. Çelişkili görülen bu durumda “demokratik” nitelikte bir devletin son tahlilde burjuvazi için demokrasi, işçi sınıfı için diktatörlük şeklinde ifade edilmesi yanlış olmaz.

Marx ve Engels “proletarya diktatörlüğü” kavramını kullanırken, kapitalist devletin yerine geçecek işçi devletinin biçimini değil içeriğini açıkladılar. Yaygın olarak yanlış bir biçimde kullanılan “proletarya diktatörlüğü” terimini, sömürülen çoğunluğun sömürücü azınlık üzerindeki egemenliğini tanımlamak üzere ifade ettiler. Oysa her ikisinin de kast ettiği işçi demokrasisiydi. Nitekim Komünist Manifesto’da “işçi sınıfı devriminde ilk adım, proletaryayı hâkim sınıf konumuna çıkarmak, demokrasi mücadelesini kazanmaktır”17 cümlesi burjuva toplumunun devleti yerine kurulacak işçi devleti biçiminin tam demokrasi olduğunu gösterir. Marx, Fransa’da İş Savaş adlı kitabında Paris Komünü’nde işçi sınıfının devlet gücünü parçalayarak yerine gerçekten demokratik bir yapıyı koyduğunu anlatır. Engels de kitabın girişinde “Eh peki bu diktatörlüğün neye benzediğini görmek ister misiniz baylar? Paris Komün’üne bakın” der.18

Paris Komünü, genel seçimleriyle, kamu görevlilerinin her an geri çağrılmasıyla, tüm görevlilere ortalama işçi ücreti verilmesiyle ve halkı ezen silahlı kuvvetlerin kaldırılmasıyla tam anlamıyla işçi demokrasisidir.

“Komünün ilk kararı düzenli ordunun dağıtılması ve yerine silahlı halkın geçmesi oldu. Ayrıca Komün çeşitli mahallelerde genel seçimle, sorumlu ve anında geri çağrılabilen yerel temsilcilerden oluşmuştu. Üyelerin çoğunluğu çalışan insanlardan ya da işçi sınıfının tanınan temsilcilerinden oluşuyordu. Polis merkezi hükümetin aracı olmak yerine, derhal siyasi özelliklerinden arındırıldı ve Komün’ün sorumlu ve her an geri çağrılabilen görevlileri haline getirildi. Bu yönetimin tüm diğer kolları için de geçerliydi. Tüm kamu görevlerinin, ortalama işçi ücreti karşılığında yapılması zorunluydu. Devlet ileri gelenlerinin özel çıkarları ve ayrıcalıklı kazançları kendileriyle birlikte ortadan kaldırılmıştı. Yargı görevlerinin göstermelik bağımsızlığı ellerinden alınmıştı. Tüm diğer kamu görevlileri gibi yargıçlar da seçimle iş başına geliyordu, sorumlu ve geri çağrılabilir hali getirilmişlerdi.”19

 

Devlet olmayan devlet

Marx ve Engels tüm yaşamları boyunca işçi sınıfının kapitalizmi ortadan kaldıracak tek devrimci sınıf olduğunu anlattılar. Marx Komünist Manifesto’da sermayenin gelişmesiyle işçi sınıfının sayısal gücünü arttığını söyler, işçi sınıfının nihai anlamda kazanımının işçilerin durmaksızın büyüyen birliğinden geçtiğine vurgu yapar. Günümüzde işçi sınıfının rakamsal gücü Komünist Manifesto’nun yazıldığı dönemi kat kat aşmış durumda. Dünya nüfusunun neredeyse yarısı işgücünden başka satacak bir şeyi bulunmayan işçilerden oluşmakta. Yani toplumdaki ezici çoğunluğu oluşturan işçi sınıfı şimdiye kadar hiç bir devrimin ortadan kaldıramadığı sömürü ilişkilerini ortadan kaldırma potansiyeline sahip. Başka bir ifadeyle sosyalizm ancak işçi sınıfının aşağıdan yükselen kitlesel eylemi sonucu gerçekleşebilir.

Marx’ın sözünü ettiği işçi devleti çoğunluğun azınlık üzerinde egemenlik kurduğu, demokratik meclislerden oluşan, siyasal alanı toplumun en geniş katmanlarına yayan gerçek bir demokrasiyi ifade eder. Kimilerinin sözünü ettiği gibi komplocu küçük bir azınlığın devleti ele geçirmesi sonucu ortaya çıkmış bir diktatörlük değildir. Marx, Fransa’da İç Savaş kitabında komün deneyimini aktarırken, asıl olarak vurguyu işçi demokrasisine yaptı. Ancak devrimi yapan işçi sınıfının çürümüş kapitalist devlet aygıtının yerine tüm iktidarın merkezileştirildiği bir işçi devleti geçirmesinin zorunluluk olduğunun altını çizdi. Birinci Enternasyonal içinde, sınıflar arasındaki çatışmanın nedenini devlet olarak gören Proudhon’a karşı çıktı. Otoritenin, devrimin zorunlu bir unsuru olarak ortaya çıktığını savundu. Kapitalist toplumu yıkan işçi sınıfının iktidarını kaybetmemesi için, işçi devletinin Paris Komünü tipinde önlemler alması gerektiğini anlattı. Bir işçi devleti her şeyden önce düzenli ordusuz, bürokrasisiz, daha baştan sönmeye yüz tutmuş komün tipi bir devlet olmak zorundaydı.

Lenin de sıradan insanların devlet mekanizmasını idare edebileceği basitlikte bir işçi devleti tarif etti. Bu nedenle sosyalizmin öncelikli adımlarından birinin çalışma saatlerinin düşürülmesi olduğunu söyledi. Lenin Ekim devrimi üzerine yazdığı uzaktan mektupların toparlandığı bir derlemede, Nisan Tezleri’nde Komün’den 40 yıl sonra Rusya’da gerçekleşen 1905 ve 1917 devrimlerinde işçi sınıfının komün tipinde bir devlet kurduğuna işaret etti:

“Artık kelimenin gerçek anlamıyla, daha şimdiden gerçek anlamda bir devlet olmayan devleti gösteriyorlar. Bu devlet, halktan ayrı ordunun ve polisin yerine halkın kendisinin doğrudan ve dolaysız silahlanmasını geçiren Paris Komünü tipi bir devlettir.”20

İşçi devletinde henüz burjuva toplumundan devralınan yöneten-yönetilen ayrımı ortadan kalkmış değildir. Çünkü işçi sınıfı, iktidara gelip burjuvazinin yöneten konumuna son verirken, yöneten sınıf pozisyonuna yükselir. Bir geçiş dönemi olan bu dönem kapitalizmin dünya ölçeğinde tasfiye edildiği sürekli bir mücadele dönemidir. İşçi sınıfının dünya ölçeğinde devrimi gerçekleştirmesi için yönetici konumunu sürdürebilmesi gerekir. Çünkü kapitalizmin bir dünya sistemi olduğu çağda, tek ülkede sosyalizm olanaksızdır. Bir dünya sistemi olan kapitalizm, ancak dünya ölçeğinde ortadan kaldırılabilir. Bu nedenle işçi sınıfı, tüm ülkelerde kapitalizme esaslı darbeler indirerek ilerleyebilir. Aksi takdirde, kapitalist dünya tarafından tecrit edilmiş bir ekonomik işleyiş, tıpkı 1917 devrimi sonrası Rusya’da olduğu gibi yıkıcı sonuçlar doğurur. Ve devrimin başarı şansı kalmaz.

Marx, devleti sınıfsız topluma giden yolda sönümlenecek bir araç olarak değil, nihai hedef haline getiren ve “devlet sosyalizmi”ni savunan anlayışlarla arasına kalın bir mesafe koymuştu. Alman Sosyal Demokratlarının, Gotha Programı taslağında, komünistlerin geleceğe yönelik programlarında devletin sönümletilmesinden söz edecek yerde “özgür halkçı devlet” gibi hedeflerden söz etmesi, hem Marx’ın, hem de anarşistlerin haklı tepkilerine neden oldu. Engels “özgürlük” ve “devlet” gibi yan yana gelmemesi gereken kavramların bir arada kullanılmasını maskaralık olarak değerlendirdi:

“Devlet üzerine bu gibi gevezeliklere son vermek gerek, özellikle sözcüğün tam anlamıyla bir devlet olmamış olan Paris Komünü deneyiminden sonra. Daha Marx’ın Proudhon’a kitabından beri ve sonra da Komünist Parti Manifestosu’nda sosyalist toplumsal düzenin kurulmasıyla devletin kendiliğinden dağıldığı ve yok olduğu açıkça söylenmiş olmasına karşın, anarşistler yeteri kadar halkçı devleti kafamıza çalıp durmuşlardır. Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır: proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinwesen) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz.”21

Marksizm içinde devlet teorisine ilişkin diğer bir tartışma İkinci Enternasyonal içinde yaşandı. Alman Sosyal Demokrat Partisinin önde gelen lideri Kautsky Marksizm’den önemli bir sapma olan bir devlet teorisi geliştirdi. İkinci Enternasyonal’in teorik yaklaşımına damgasını vuran ekonomizm, devlet sorununda kelimenin tam anlamıyla burjuva devletini savunmaktaydı. Bu yaklaşıma göre, kapitalizm artık kendi krizlerini çözebilirdi. Hükümet devleti ele geçirerek toplumsal yaşamı düzenleyen bir araç olarak kullanabilirdi. Dolayısıyla toplumsal dönüşüm işçi sınıfının politik devrimi yerine kademeli olarak barışçıl geçişlerle sağlanabilirdi. Bu anlamda soyut, genelleştirilmiş, “mutlak demokrasi”, genel oy, parlamentarizm ve hükümeti ele geçirme taktikleri reformizmin esas mücadele araçları olarak ele alındı.

Lenin Kausky’yle mücadele etmek için kaleme aldığı Devlet ve İhtilal adlı kitabında Marx ve Engels’in devlete ilişkin fikirlerini yeniden ele aldı. Lenin de Marx gibi, işçi sınıfının var olan devlet mekanizmasını parçalaması gerektiğini savundu. Lenin, devletin sönümlenebilmesinin, ancak işçi sınıfının siyasal bir devrimle iktidarı alması ve işçi devletini kurmasıyla mümkün olabileceğini anlattı. Marksistleri anarşistlerden ve reformistlerden ayıran belli başlı özelliklerini aktardı:

“Anarşistlerden bizi ayıran şey devletin şimdiki kullanılışıdır vb. ve (b) proletaryanın devrimi sırasındaki kullanılışıdır. Bu şimdiden pratikte pek büyük önem taşıyan bir meseledir. Oportünistlerden bizi ayıran daha derin, ‘daha ömürlü’ gerçeklerdir: (aa) devletin ‘geçici’ niteliği, (bb) şu anda devlet üzerine ‘gevezeliğin’ zararlılığı, (cc) proletarya diktatörlüğünün tamamen devletçi olmayan niteliği. (dd) devletle özgürlük arasındaki çelişki, (ee) devlet yerine ‘topluluk’ fikrinin (programda kavram terimi kullanılmaktadır) daha tam ve doğru olduğu. (ff ) militarizmin ve bürokratik mekanizmanın ‘yıkılması’dır.”22

Lenin de kapitalizmden sınıfsız topluma geçiş dönemini devrimci dönüşümler dönemi olarak tarif etti. Ve işçi devletiyle sınıfsız toplum arasındaki dönem arasındaki farkı net bir biçimde vurguladı. Buna göre geçiş dönemi işçi sınıfının iktidarına dayanan “devletli” bir dönemdir. Ancak bu devlet zihinsel emekle kol emeği arasındaki bölünmenin ortadan kalkmadığı, burjuva dar ufuklarının hâkim olduğu bir devlettir. Dolayısıyla geçiş dönemi sona erip sınıfsız topluma geçildiğinde devletin ve dolayısıyla “demokrasinin” sönümlendiği, özgürlüğün başladığı bir çağ başlamış olacaktır.

Lenin, demokrasiye ihtiyaç duyulmayan, zorunlulukların bittiği, insanlar arasındaki rekabetin sona erdiği, gerçek manada özgürlüklerin yaşanacağı bir tarihsel dönemden bahsediyordu. Lenin’in işçi devletinin geçiş toplumu olduğu ve bu geçiş toplumun aslında demokrasi olduğuna ilişkin fikirleri Stalinizm tarafından tahrip edildi. Rusya’da 1917 Şubat Devrimi’nin ürünü olan işçi iktidarı, devrimin tecrit olması ve iç savaş koşullarında sınıf halinde örgütlenen bürokrasi tarafından gerçekleştirilen karşı devrimle yıkıldı. Yerini batı kapitalizmiyle askeri ve ekonomik anlamda rekabet eden, üretim ilişkilerinde sermaye birikiminin hâkim olduğu devlet kapitalizmine bıraktı. Stalinizm tarafından tahrif edilen işçi devletinin “demokratik” özüne yapılan vurgu, yerini “diktatörlük” vurgusuna bıraktı. Rusya ve Doğu Bloğu ülkelerinde egemen olan diktatörlükler, devlete ilişkin yanılsamaların daha da derinleşmesine yol açtı. Devlet kapitalisti bu ülkelerin resmi ideolojisi haline gelen Stalinizm, devletçiliği ve devlet mülkiyetini sosyalizm olarak sundu. Böylelikle bürokrasi toplumdaki sınıfsal bölünmeyi gizleyebildi. Devlet mülkiyeti altındaki işletmelerde çalışan işçilerin sömürüldüğü gözlerden uzak tutulmaya çalışıldı. Oysa bu işletmelerin yönetiminde işçilerin söz hakkı ya da yönetime katılımı yoktu. Tüm yönetim bürokrasinin elindeydi.

Stalinizm’den beslenen tüm akımlar devletçiliği kutsadılar. Rusya’daki sürecin gerçekçi bir şekilde değerlendirmesini ilk defa Uluslararası Sosyalizm Akımı’nın önde gelen lideri Tony Cliff yaptı. Rusya’daki egemen sınıf haline dönüşen bürokratik devlet aygıtının işçi sınıfını baskı altında tuttuğunu anlattı. Ve işçi sınıfının

batıdaki gibi toplumsal bir devrimle Rusya’da kapitalist sınıfı yıkması gerektiğine işaret etti. Ancak Stalinizm’in dünya çapında yarattığı tahrifat büyük oldu ve halen devletçilik sosyalizmle aynı cümle içinde kullanılabilmektedir.

Bugün Marksizm’in devlet çözümlemelerine ilişkin yanılsamaların kaynağında Stalinizm’in önemli bir payı var. Marksist devlet teorisi özellikle 1960 sonrasında Avrupa’da yükselen “yeni sol” siyasetin önemli hedefi haline geldi. Rusya’da giderek güçlenen devlet aygıtının ortaya çıkmasının kaynağı Marksizm’de arandı. Bu durum reformist fikirlerin yaygınlaşmasına yol açtı. Diğer yandan Rusya’daki sömürücü sınıfın bizzat devlet bürokrasisi olduğu görmezden gelindi. Oysa Marx ve Engels hiçbir zaman devletçi olmadılar. Aksine onlar, insanlığın eşit ve özgür bir toplum kurma yolundaki çabalarında, devleti engel olarak gördüler. Ve işçi sınıfının bu engeli ortadan kaldırmasının bir zorunluluk olduğunu savundular.

Dipnotlar:

1 Karl Marx, Friedrich Engels, Alman İdeolojisi Politika ve Felsefe içinde, Belge Yayınları, Çeviren Tektaş Ağaoğlu, sf. 41.

2 Sinan Özbek,    http://www.altust.org/2012/04/marksist-devlet-dusuncesi-iktidarsiz-toplum/

3 Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer, 135.

4 Karl Marx, Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Evrensel Basım Yayın, çeviren Tonguç Ok, Olcay Geridönmez, 31.

5 Friedrich Engels, Anti-Düring, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer, 295-296.

6 Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer s.168-181.

7 Friedrich Engels, Anti-Düring, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer, 444.

8 Friedrich Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer 240

9 Karl Marx, 1844 El Yazmaları, Payel Yayınevi, çeviren Murat Belge, s.67.

10 Friedrich Engels, Anti-During, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer, 229.

11 Karl Marx, Friedrich Engels, Komünist Manifesto, Belge Yayınları, çeviren Tektaş Ağaoğlu, s.

12 Karl Marx, Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Evrensel Basım Yayın, çeviren Tonguç Ok, Olcay Geridönmez, s.65.

13 Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, çeviren Ferit Burak Aydar, 49.

14 Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, çeviren Ferit Burak Aydar

15 Karl Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Yordam Yayıncılık, çeviren Erkin Özalp, 78.

16 Karl Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, İletişim Yayıncılık, çeviren Tanıl Bora, 161.

17 Karl Marx, Friedrich Engels, Komünist Manifesto, Politika ve Felsefe içinde, Belge Yayınları, çeviren Tektaş Ağaoğlu, 131.

18 Karl Marx, Fransa’da İş Savaş, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer, 20.

19 Karl Marx, Fransa’da İş Savaş, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer, 58.

20 Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol yayınları, Çeviren Muzaffer Erdost, 45.

21 Marx, Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, çeviren Barışta Erdost, s.54.

22 Lenin, Gotha Programının Eleştirisi Üzerine, Marx ve Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi içinde, Sol Yayınları, çeviren Barışta Erdost, 95.

Enternasyonal Sosyalizm