Felaketler ve Devrimler Çağında Reformist Alternatifler mi Sosyalist Alternatifler mi?

Şenol Karakaş

Türkiye bir seçim sürecine resmen girmiş bulunuyor. Seçim tarihi henüz belli olmadıysa da Erdoğan’ın Ordu, Samsun, Sakarya ve Balıkesir’de1 mitingler ve açılışlar yapıp kalabalıklara seslenmesi, Kılıçdaroğlu’nun Canan Kaftancıoğlu hakkında açılan davanın ardından düzenlediği İstanbul mitinginden sonra gerçekleştirilen şehir mitingleri, daha da önemlisi siyasal alanda asli tartışma konusu olarak öne çıkması ve geri kalan tüm sorunları ikincilleştirmesi, seçim takviminin işlediğini gösteriyor. Bu takvime soldan birkaç refleks gösterildi. Birisi, CHP’nin solunda yer aldığını iddia eden ulusalcı sosyalist partilerin refleksi. Bu refleksin tipik özelliği, aslen Kürt hareketine mesafelenmek, HDP ile bir seçim ittifakı içinde görünmemek için, ulusalcı saiklerle ürettikleri politik açıklamaların da gösterdiği gibi, günün sonunda CHP’ye oy çağrısı yapacak bir politik zemin yaratmak. Bu oluşumun sözcülerinden birisinin “HDP neden ittifakta yer almadı?” sorusuna yanıtı, bir yanıta o kadar az benziyor ki gerçeklerin söylenmediği gün gibi ortaya çıkıyor:

Türkiye’de bir yıldır bu güç birliği için arayış devam ediyordu. Başlangıçtan itibaren farklı sol sosyalist örgütlerle de görüştük. HDP çağrı yaptı ve burada bulunan örgütler HDP’nin çağrısına katılmadı. Gerekçe olarak da HDP ile uzaklık yakınlık değil. Tam da bizim söylediğimiz gibi, biz sorunu parlamento tartışmaları ve pazarlıklarıyla sınırlı görmemekle birlikte HDP ile zaman zaman güçbirliği yapıyoruz ama bağımsız bir devrimci güç odağının daha önemli olduğunu söyleyen bir güç birliği oluşturma ihtiyacı hissettik.2

HDP ittifakta neden yer almadı sorusuna, HDP ittifakta yer almadı yanıtı vermek gibi, soruyu geçiştirmek, bu çevrelerin Kürt sorununa da Kürt hareketine de yaklaşımlarını özetliyor. Kaldı ki ittifakın ilan edildiği açıklamada okunan metin bu çevrelerin her zamanki laik hassasiyetlerle ve antikapitalist olmayan, bağımsızlıkçı vurguyla bezenmiş bir antiemperyalist yaklaşımla malul olduklarını gösteriyor.3

Türkiye’de bazı siyasi çevreler çok keskin bir yaklaşıma sahip olsalar da özellikle seçim dönemlerinde ya bir tutum beyan etmeden CHP’nin adaylarını destekler ya da boykot gibi bir tutum ilan ederek yine CHP’nin adaylarını desteklerler. Bu çevrelerin nasıl bir seçim pratiği içine gireceğini önümüzdeki dönemlerde göreceğiz.

HDP’nin merkezinde olduğu “Emek-Özgürlük İttifakı”nı ve 6’lı Masa ile seçim sürecinin dinamiklerini yazı boyunca tartışmaya çalışacağım. Ama önce, Türkiye’de seçim iklimi olarak yaşanan gelişmelerin içinde şekillendiği, bu gelişmelerin belirleyici etkeni olan dünyada neler yaşandığına bakmakta fayda var.

 

Krizlerden kriz beğenmek

Pandemi, kapitalist üretimin ne kadar kırılgan, akıl dışı, yaşama her yönüyle zararlı bir sistem olduğunu kapitalizm aklayıcıları dahil herkese gösterdi. Daha da önemlisi, bizzat kapitalistler uyarıların dozunu artırmak zorunda kaldılar. Kapitalistlerin kapitalizmi eleştirmelerine alışkınız.4 Son G7 zirvesi sonuç bildirgesinde dev ekonomilere sahip bu ülkelerin liderlerinin “küresel gıda güvenliği kriziyle mücadele için 4,5 milyar dolar ayıracaklarını belirtmeleri” ve tüm bileşenlerine “piyasa oynaklığı ve dolayısıyla gıda güvensizliği riskini artıran haksız kısıtlayıcı ticaret önlemlerinden kaçınmaları”5 çağrısında bulunmaları örneğinde olduğu gibi.

Chris Harman, egemen sınıf temsilcilerinin kapitalizmin bazı sorunlarının farkına vardıklarını aktardığı satırlarında şöyle diyor:

2006-8 yılları, kapitalizmin kendi önüne – içinde yaşayanları beslemeye yetecek kadar gıda üretemeyeceği gibi – bir diğer ekolojik engel koyduğu imalarıyla geçti. Yorumcular küresel gıda üretimindeki büyüme oranlarının hızla inişe geçtiğine işaret ederken, tırmanan gıda fiyatları kapitalizmin gıda üretimini artırma kapasitesini tüketmeye başlayıp başlamadığı sorularının sorulmasına neden oldu (…) Dünya gıda kaynaklarına yönelik tehlike, tahıl fiyatlarının tırmanışa geçmesinin yüz milyonlarca insanı açlık riskiyle karşı karşıya bıraktığı 2007-8’de kafalara dank etti.6

Kapitalistlerin kendilerini eleştirmeleri bir özeleştiri değil elbette. Özeleştiri, pratik sonuçları varsa anlamlıdır. Özeleştiri veriyor gibi görünüp, eleştirilen konularda ısrar etmenin, kapitalistlerin kapitalizmi eleştirisi değil de iki yüzlülük olduğu çok açık. Türkiye’den Ali Koç bu konuda geçek bir şampiyon. 2015 yılında G20 zirvesi öncesinde İş dünyası ve Sivil Toplumla Diyalog toplantısında konuşan Ali Koç yoksulların yüreğine su serpen açıklamalar yaptı!

Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir (…) Bill Gates diyor ki, 100 bin dolarla siz sıtma ile mücadele edebilirsiniz. Bir insanın saçlarının dökülmesine karşı kellik ilacı için büyük paralar dökülürken insanları öldüren sıtmaya karşı mücadele saç dökülmesine karşı mücadeleden daha zayıf kalıyor. Eğer bu problemlere eğilmezsek sonuçta günlük hayatta karşılaştığımız bu olumsuz şeyler kaçınılmaz olacak.

Bu konuşmaların üzerinden 7 yıl geçtikten sonra Ali Koç’un şirketinin ilk sırasında olduğu zenginler güruhu, Türkiye’de yaşanan sert yoksullaşmaya aldırış etmeden kârlarını artırmaya devam ettiler. “Türkiye, en zengin yüzde 1’lik kesimin toplam servetin yüzde 41’ine sahip olduğu ve servet dağılımının en adaletsiz olduğu 3 ülkeden biri oldu.”7

Bu gibi veriler kullanıla kullanıla etkisini yitirse de Oxfam’ın, “dünyanın en zengin 2.153 kişinin elinde bulunan servetin, 4,6 milyar kişinin toplam servetinden fazla olduğu” yönündeki çarpıcı verisini kapitalizm eleştirmeni kapitalistlere hatırlatmakta fayda var. Tüm servetlerini sağlık ve eğitim gibi alanlara aktarıp münzevi bir hayata kocaman bir adım atmadıkları sürece bu türden yaklaşımları hem tek tek kapitalistlerin hem de küresel kurumların önerilerini elimizin tersiyle itmek gerekiyor. Zira, 2022 yılında küresel ölçekte gıda fiyatları yüzde 20 oranında arttı. Yoksul ülkelerde gıda fiyatlarındaki artış milyonlarca insanı açlar ordusunun içine itiyor. Pandemide yoksulların uğradığı hak kayıpları, şimdi Ukrayna işgalinin tetiklediği koşullarda gübre maliyetlerinin yüzde 100 artış göstermesi gibi gelişmeler ve yoğun gübre kullanımını dolayısıyla tarımsal üretimi daha büyük bir şokla vuracak olması, ekonomik krizin tüm maliyetinin yoksullara ve Küresel Güney’de emekçilere çıkartıldığını gösteriyor.

Üstelik en büyük ekonomilerin büyük çoğunluğu Merkez Bankalarının balyoz gibi kullandığı8 para politikalarıyla işçileri sistemli bir şekilde yoksulluğa itiyorlar. Ekonomik şok dalgasının arka planında yoksulları alım güçlerindeki düşüşü kabullenmeye zorlamak yatıyor.

Son üç yılda aşırı zenginlerin hem sayısı hem de ellerinde biriktirdikleri servet artarken yoksullar uçurumun kenarına kadar iteklendiler.

 

Enerji krizi ekonomik krizin yükünü ağırlaştırırken yoksullar

Michael Roberts, Temmuz ayında yazdığı bir makalede çokuluslu ABD yatırım bankası Goldman Sachs’ın baş ekonomistinin bile ABD işgücü piyasasında bir yavaşlama olduğundan şüphe duyulamayacağını, işgücü açığının arttığını, işsizlik başvurularının da yükseldiğini söylediğini aktarıyor.9 Aynı banka uzmanları ABD’nin gelecek yıl resesyona girme olasılığının yüzde 30 olduğunu söylüyorlar. Roberts, 1980-82 yıllarında yüksek enflasyon ve nispeten düşük işsizlik sarmalında enflasyonla mücadele etmek ve işçi sınıfını paralize etmek için iki durgunluk döneminin yaşanmasını tercih etmelerinde olduğu gibi, bunun önümüzdeki dönemde gerekip gerekmeyeceğinin tartışıldığını ekliyor.10

Üstelik ABD ekonomisinin pandeminin yarattığı çöküşün ardından en hızlı toparlanan ülke olduğu düşünülürse, Avrupa Birliği ülkeleri ve halihazırda ekonomik durgunluk yaşayan Japonya gibi ülkelerde Ukrayna -Rusya savaşının etkileri nedeniyle daha sert bir ekonomik durgunluğa neden olma potansiyeli taşıyor. Bu kışın sonunda Euro Bölgesel ekonomisi GSYİH’nın yüzde 1,5 ila 2,8’i kadar küçülebilir.11

Doğalgaz ve petrol fiyatları yükseldikçe bir yandan kış ortasına kadar enflasyon oranlarının çift haneli rakamlara çıkma olasılığı yükselirken öte yandan bunun hane halkı tüketicilerine yansıması krizin yükünün yine emekçilere yüklenmeye çalışılması anlamına gelecektir. Gerçekten de İngiltere’de en düşük gelirli hanelerde mutlak yoksulluğun iki yıl içinde üç milyon artması bekleniyor. Yine İngiltere’de evlerin yüzde 42’si Ocak ayından sonra yeterince ısınamayacak ve elektrik alamayacak.

Ukrayna işgalinin emperyalist kamplar arasındaki çelişkiyi derinleştirmesi şiddetli bir enerji krizi olarak yansıyor aynı zamanda. Rusya’nın gaz ihracatı bir önceki yıla göre üçte bir oranında azaldığında ve Avrupa’da gaz talebi artmaya başladığında hem endüstriyel üretimde hem de evlerdeki ısınmada bir açık oluşması kaçınılmazdı. Bu arada Alex Callinicos, ABD’de “2020-1’de birim emek maliyetlerinin fiyat artışlarındaki payının yüzde 7,9, işçilik dışı maliyetlerin payının yüzde 38,3 ve şirket kârları payının ise yüzde 53,9 olduğu görülüyor”12 verisini aktararak işçilerin krizin faturasının sırtlarına yüklenmesine karşı verecekleri mücadelenin, fiyatları yükseltip ücret-fiyat sarmalını serbest bırakacağı yönündeki endişeleri çürüttüğünü gösteriyor.

Ekonomik kriz, kapitalistlerin ürünü olan ama kapitalistlerin çözüm bulamadığı biçimler alarak ama her hâlükârda faturası işçi sınıflarına ve yoksul halklara kesilerek daha da çelişkili bir hal alıyor. Gerçekten de enflasyon en gelişkin ekonomilerde bile çift haneleri zorlarken, öte yandan yükselen küresel faiz oranları;

…muhtemelen Küresel Güney’de daha fazla borç krizine neden olacaktır. Bu yoksul ülkelerdeki toplam borç halihazırda GSYİH’nın ortalama %207’si ile rekor seviyede. GSYİH’nın %64’ü olan devlet borcu son otuz yılın en yüksek seviyesinde ve yaklaşık yarısı döviz cinsinden ve beşte ikiden fazlası çekilebilecek yabancı yatırımcılar tarafından tutuluyor. En fakir ülkelerin yaklaşık %60’ı zaten borç sıkıntısı içinde ya da yüksek risk altında. Zaten bu, Sri Lanka ekonomisinin çökmesine ve oradaki yozlaşmış hükümetin kaldırılmasına yol açtı.13

Yoksullar krizin faturasını ödemeye devam ederken, örneğin İngiltere’de enflasyonun alım gücünü vurduğu işçiler sıkıntı içine düşerken, BP 11,5 milyar dolarlık, ExxonMobil 17,6 milyar dolarlık, Chevron 11,6 milyar dolarlık ve Total 9,8 milyar dolarlık, toplamda 100 milyar dolarlık kârlar elde ettiler. “Financial Times’ın geçtiğimiz hafta bildirdiği üzere, ABD’deki kaya gazı şirketleri, yükselen petrol ve gaz fiyatları sayesinde 180 milyar dolarlık bir ‘nakit yağmuruna’ tutuldu.”14

Pandemi, tedarik zincirlerinde felce neden olurken tüm üretim ve yeniden üretim süreçleri sermayeler arası rekabete dayalı bu akıldışı sistemin kırılganlıklarını da gözler önüne serdi. Ama bu gelişmenin sorumlusu pandemi değil; kapitalizmin dünyanın ezici çoğunluğunu oluşturan yoksullara düşman bir üretim modeli olduğu Marx’ın üzerinde titizlikle durduğu bir olgudur. “Yaşam beklentisinin insani gelişimin en iyi ölçütlerinden birisi olduğunu” alıntılayan Yıldız Önen avcı-toplayıcı toplumlarda, çocukların yaklaşık yüzde 57-67’sinin 15 yaşına ulaşabildiğini yazmıştı.15 Kapitalizmle, sağlık alanında hijyenin gelişmesi, bilimsel ilerleme, kanalizasyonun gelişmesi, insan vücudu hakkında bilgilerin artması, tüm canlıları doyuracak kadar gıdanın üretilmesinde yaşanan gelişmeler ve daha iyi beslenme şartlarının gelişmesi insan ömrünü uzatsa da;

Bu sıçrama, kapitalist üretimin doğasında yatan rekabet güdüsü ve bu güdünün devlet örgütlenmeleri aracılığıyla sürdürdüğü devasa ölçekli savaşlarda on milyonlarca insan öldü. Bu insanların yaşam süresi beklentisinin çok altında, hayatlarının baharında öldüğü de açık. Sadece cephelerdeki askerler değil, savaşmaya gidemeyen yaşlı insanlar da beklentilerin altında hayatlar sürdüler. Kapitalist rekabet ve sömürünün mantığı bir tek savaşlar sırasında tüm acımazlığıyla ortaya çıkmıyor, ağır çalışma şartlarında, sömürgeci işgallerde, toplumun yoksul ezici çoğunluğunu asla korumayı düşünmeyen mantığının sonucunda on milyonlarca insan ölmeye devam ediyor.16

Bir gelişme daha yaşanıyor. ABD’de yaşam beklentisi 2021’de, esas olarak COVID-19 ölümleri nedeniyle tarihi bir geri çekilmenin ikinci yılı olan 1996’dan bu yana en düşük seviyesine gerilemiş durumda. “ABD’de elbette yoksulların yaşam beklentisi zenginlere göre daha düşükse, yoksullar içinde Amerikan/Alaska yerlileri, İspanyollar, siyahi nüfus ve Asyalı nüfus içerisinde radikal bir farklılık var: “Yerli Amerikalılar ve Alaska yerlileri için yaşam beklentisi, II. Dünya Savaşı sırasında ulusal ortalamaya yakın bir şekilde 65’e düştü.”17

Yaşam beklentisi açısından da yoksulluktaki adaletsiz dağılımın bir benzerini görüyoruz. İsviçre’de yaşam beklentisi 84 yıl, eğitimde harcanan süre ortalama 16,5                          yıl ve ortalama maaş 66 bin dolar. Güney Sudan’da ise yaşam süresi 55 yıl, eğitim süresi ortalama 5,5 yıl ve yılda 768 dolar civarında bir gelirden söz ediliyor. ABD’de yapılan araştırma, 2020 yılında ABD’de 37,2 milyon kişinin yoksulluk içinde olduğunu sergiledi. Nüfusun en alttaki yüzde 50’si 1989 yılında hane halkı servetinin yüzde 3,7’sine sahipken, artık yüzde 2,8’ine sahip olabiliyor. En tepedeki yüzde 1’in ise ABD’nin toplam zenginliğinin yüzde 31,8’ine el koyduğunu gösteriyor. Bu, 44,9 trilyon dolar gibi korkunç bir servet anlamına gelir.18

Sadece birkaç ülkede değil, sadece batı ülkelerinde de değil, ekonomik kriz dev sarsıntılarla, her yerde birikiyor. International Socialism dergisinin editörü Joseph Choonora krizin asli kaynağının İngiltere ve diğer birçok ülkede tanık olduğumuz enflasyonist sıçrama olduğunun altını çizdi. Bu sürecin tetikleyicisi ise “COVID-19 kısıtlamalarının kaldırılmasıyla birlikte arzın bozulması ve talebin artması, ardından Ukrayna’daki savaş ve Batı’nın Rusya’ya enerji ve gıda fiyatlarını etkileyen yaptırımlarıydı. Bu, hem finansal spekülasyonlarla hem de petrol ve gaz üreticilerinin fiyatları yüksek tutma çabalarıyla güçlendirilmiştir.”19

Sonbaharın başlarında petrol fiyatlarının gevşediğine dair kanıtlar olmasına rağmen, Avrupa’da enerji üretimi için kritik olan gaz fiyatları son derece yüksek kaldı. Vladimir Putin’in dayattığı Rus gazının Avrupa ithalatında yüzde 80’lik bir azalma, Avrupa Birliği’nin gazında bir fiyat sınırı ile devam etmesi durumunda tamamen kapanma tehdidi ile piyasalar üzerindeki baskıyı daha da artırdı.20

Gezegen üzerinde milyonlarca insan düşmekte olan bir uçaktaymış gibi bir hisse sahipse, bunun arkasında kapitalizmin bu çoklu krizleri var. Dünya Ekonomi Forumu’nun “Küresel Riskler Algısı Araştırması” anketine katılanları yüzde 90’ına yakını, önümüzdeki üç yılda yaşanacaklara ilişkin kötümser olduğunu söylüyor. Yüzde 80 ise günümüz hakkında kötümser.21 34 ülkede 23 bin 507 yetişkinle gerçekleştirilen ankete göre öncelikli riskler şöyle özetleniyor: İklim için eyleme geçme başarısızlığı, aşırı hava koşulları, biyoçeşitliliğin kaybı, sosyal uyumun aşınması, yaşam için gerekli koşulları elde etmeye yönelik krizler, bulaşıcı hastalıklar, insanların çevreye verdiği zarar, doğal kaynak krizleri, borç krizleri ve jeo-ekonomik zorluklar.22

 

İklim krizi şiddetlenirken

Ekonomik krizin faturası işçi sınıfına kesiledursun, her geçen gün şiddetini artıran bir iklim kriziyle yüzleşiyoruz.

İklim krizinin şiddetinin göstergesi, 2021 yılının Ağustos ayında BM Genel Sekreteri Antonio Gutter’in, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli IPCC’nin Altıncı değerlendirme raporu hakkında söylediklerinde apaçık ortada. BM sekreteri raporun “İnsanlık için kırmızı kod” anlamına geldiğini söyledi. John Bellamy Foster ve Brett Clark’ın altını çizdiği gibi önümüzdeki on yıllar, birbirini tetikleyecek ve birleşerek büyüyecek aşırı hava olaylarının çoğalmasına tanık olacak:

Aynı zamanda, IPCC raporu, geri dönüşü olmayan bir gezegensel devrilme noktasının önleneceği en iyi senaryoda bile, bu yüzyılda hızlanan iklim felaketlerini önlemenin artık mümkün olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Bu nedenle, önümüzdeki on yıllar, birbirini tetikleyecek aşırı hava olaylarının çoğalmasına tanık olacak: şiddetli yağışlar, mega fırtınalar, seller, sıcak dalgaları, kuraklıklar, orman yangınları ve aksayan musonlar. Deniz seviyesinin yükselmesi, insanlığın gerçekleştirdiği eylemlerden bağımsız olarak, bu yüzyıl boyunca ve sonrasında da devam edecek, ancak deniz seviyesinin yükselme hızı hala dünyanın aksiyonlarından etkilenebilir. Büyük küresel mahsul düşüşü bekleniyor. Yüz milyonlarca iklim mültecisi olacak. Bütün bunlar, iklim değişikliğinin kapitalizmin şu anda geçtiği ya da aşmakla tehdit ettiği tek gezegensel sınır olmadığı gerçeğiyle daha da karmaşıklaşıyor. Diğerleri arasında biyolojik çeşitliliğin kaybı (altıncı yok oluşun işareti), okyanus asitlenmesi, azot ve fosfor döngülerinin bozulması, yer örtüsünün kaybı (ormanlar dahil), tatlı su kaynaklarının kaybı, kimyasal kirlilik ve radyoaktif kirlenme sayılabilir.23

Kapitalizm doğayı alınıp satılır bir mal haline getirirken insanın doğanın parçası olduğunu unutturdu. Rekabete dayalı sömürü ilişkileri doğayı tahrip ediyor. “Kapitalizm, tam da motoru ve amacı sonsuz, katlanarak çoğalan sermaye birikimi sürecinde bulunduğu için, ancak ve ancak yok ederek ilerleyebilir.”24 Gerçekten de 2050 yılına kadar net sıfır emisyona ulaşılamazsa, kapitalizm, uygarlığın çöküşüne neden olacak. Yılda beş kez yaşanarak rekor kıran sıcak hava dalgaları, yılda 14 kez yaşanmaya başlayacak ve katlanılması mümkün olmayan, içerisinde bildiğimiz şekilde yaşam sürdüremeyeceğimiz bir ekosistemle yüzleşeceğiz.

İklim değişikliğinin insan vücut fonksiyonlarını bozduğu, fiziksel bir çatlağın belirtileri olarak görülebilecek sorunlara sebep olduğu, 2022 baharında Hindistan ve Pakistan’daki katlanılmaz sıcak hava dalgaları ve rekor kıran sıcaklıklar göz önüne alındığında daha fazla ilgi çeken bir konuya dönüştü. Pakistan, Navabşah’ta sıcaklık 49,5°C’ye ulaştı. Kıyı şeritleri ve İndus Nehri Vadisi boyunca etkili olan sıcak hava dalgasını özellikle dayanılmaz yapan şey, yakıcı sıcağa yüksek nem oranının eşlik etmesiydi.67 Bu ikisi bir araya geldiğinde, ölüme yol açabilecek düzeylerde ısı stresine sebep olabiliyor. İklim değişikliği sıcaklığı ve atmosferdeki su buharı yoğunluğunu arttırdığından, bu mesele küresel ısınma açısından özellikle önemlidir. Ayrıca, sıcak hava daha fazla nem tutar ve neticede nemi dayanılmaz seviyeye yükseltir. Isı ve nem, insanların hayatta kalma sınırlarını aşan yaş termometre sıcaklıkları (kuru termometre sıcaklığına nemin etkisini ekleyerek gösterirler) koşullarını yaratır. Buradaki önemli meselelerden biri, gece sıcaklıklarının da yüksek seviyede seyretmesidir ki bu, vücudun bir parça rahatlayabileceği gece saatlerinde işi zorlaştırır, hatta imkansız hale getirir ve durumu daha da kötüleştirir. İnsanların, sıcak hava dalgaları devam ettikçe fiziksel açıdan giderek daha da zorlanıyor gibi hissetmelerinin bir nedeni de budur.25

Bu arada Pakistan’da yaklaşık 50 santigrat derecelik bir sıcaklık yaşandığından söz ediliyor. Kavurucu sıcaklardan birkaç ay sonra, Pakistan ağır bir sel felaketine maruz kaldı. Choonora, Ian Rappel’in makalesine atıf yaparak “Pakistan’da 1.500 kişinin ölümüne neden olan ve ülkeye tahmini 10 milyar dolarlık maliyet getirecek olan feci bir sele tanık olduk. Pakistan, artan enerji ve diğer meta maliyetlerinin gerektirdiği borcunu temerrüde düşürmekten kaçınmak için halihazırda 1,1 milyar dolarlık Uluslararası Para Fonu (IMF) kredisi aramaya başlamıştı”26 diyordu. Pakistan’da 30 milyon kişinin hayatı felç oldu. Üstelik Pakistan yüzyılın en şiddetli sel felaketi olarak görülen Bangladeş felaketinin ardından gerçekleşti. Asya-Pasifik halkları eşzamanlı olarak sıcak hava dalgalarını27 ve süper taşkınları yaşıyor.

Bu felaketlerin neden yaşandığını biliyoruz. Şu ya da bu bireyin sınırsız kötülüğünden kaynaklanmıyor iklim felaketleri. Nedeni, fosil yakıtlara dayalı bir ekonomik sistemin içinde yaşıyor olmamız. Ian Angus, “Fosil yakıtlar kapitalizmin üzerinden soyulup atılacak bir katman değildir; sistemin her bir hücresine kaynamış durumdadır artık” diyerek durumu açıklığa kavuşturduğunda kapitalist sistemin işleyişini özetlemiş oluyordu.28

Her hücresi fosil yakıtla kaynaşmış olan sistem iklim krizine çözüm üretme kapasitesine sahip olmadığını gösterdi. Chris Harman bu kapasite yoksunluğunun nedenini çok anlaşılır bir şekilde izah etmişti:

Önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, bugün sistem bazı devletlerde üslenen, ama birkaç devlette birden, kimi zaman da bütün sistemde faaliyet gösteren dev şirketlerin egemenliğindedir. Her şirket, rekabet gücünü koruyabilmek için büyük ve pahalı yatırımlar ile böyle yatırımların kârlılığıyla ilgili belirsizlikler arasında kalıyor. Yeni enerji biçimlerine ya da enerji verimliliği daha yüksek donatım ve ürünlere yatırım yapmak, bu çelişkinin üstesinden gelecek gibi değil. Gerçekten de bu şekilde hareket etmek birçok, belki de çoğu şirket için işleri daha da kötüleştirecek. Bunlar, kârlılıkla çelişen fiyat sinyallerini en aza indirmek için devletlere baskı yapmaya – ya da gerekirse yer değişikliğiyle tehdit etmeye – bel bağlayabilirler. Ulusal temeldeki birikimle özdeşleşmiş olan hükümetler, ulusal rekabet gücüne zarar veren her şeye direnip şirketlerin taleplerine bir parça sıcak yaklaşırlar.29

İklim krizinin sorumluları, iklim krizinde hemen hiçbir dahli olmayan işçilerin, yoksulların ve yoksul halkların ölümü pahasına geri adım atmadan fosil yakıt üretmeyi, satmayı, almayı ve kullanmayı sürdürüyorlar.

Tıpkı ekonomik krizin faturasını yıktıkları gibi iklim krizinin faturasını da ezilenlerin sırtına yıkma çabası, büyük bir öfke dalgasına neden oluyor. Bu öfkeli seslerin en etkililerinden Greta Thunberg, iklim krizinin sorumlularını net bir şekilde gösteriyor:

Eğer herkes İsveç’te yaşadığımız gibi yaşasaydı, bizi ayakta tutabilmek için gezegenin kaynaklarının 4.2 katına ihtiyacımız olurdu (…) Kişi başına düşen yıllık bazda 3 milyar insanın standart bir Amerikan buzdolabından daha az enerji kullanması, küresel eşitlik ve iklim adaletinden şu anda ne kadar uzakta olduğumuza dair bir fikir veriyor. İklim krizi “bizim” yarattığımız bir şey değil. Stockholm, Berlin, Londra, Madrid, New York, Toronto, Los Angeles, Sidney veya Auckland perspektifine büyük ölçüde hakim olan dünya görüşü Mumbai, Ngerulmud, Manila, Nairobi, Lagos, Lima veya Santiago’da o kadar yaygın değildir. Dünyanın bu krizden en çok sorumlu olan bölgelerinden insanlar, başka bakış açılarının var olduğunu ve onları dinlemeye başlamak zorunda olduklarını anlamalıdır. Çünkü iklim ve ekolojik kriz söz konusu olduğunda – tıpkı diğer birçok sorun gibi zengin ekonomilerde yaşayan birçok insan hala dünyayı yönetiyormuş gibi davranıyor (…) Dünya politikacılar, şirketler ve finansal çıkarlar tarafından yönetiliyor – çoğunlukla beyaz, ayrıcalıklı, orta yaşlı, heteroseksüel erkekleri tarafından temsil ediliyor. Ve çoğunun bu iş için çok uygun olmadığı ortaya çıktı. Bu büyük bir sürpriz olmayabilir. Sonuçta, bir şirketin amacı dünyayı kurtarmak değil, kar elde etmektir. Ya da daha doğrusu, hissedarları ve piyasa çıkarlarını mutlu etmek için mümkün olduğu kadar çok kar elde etmektir.30

İklim krizi sosyal, ekonomik ve iklim için reformlar mücadelesinin önemini saklı tutmak kaydıyla, kapitalizmden topyekûn bir kurtuluş mücadelesinin bir ölüm kalım meselesi haline geldiğini gösteriyor. “İklimi değil sistemi değiştir!” sloganı, önceleri, hareket içinde solun öne çıkarttığı bir sloganken, şimdi hareketin bütün kanatları – evet, her zaman aynı hedefi kastetmeseler de– sistemin değiştirilmesi gerektiği konusunda hemfikirler. Sistemin nasıl değiştirileceği, çeşitli reformlarla bazı hakları çekip almanın yeterli olup olmadığı tartışması, söz konusu iklim krizi olduğundan, tarihi “reform mu devrim mi” tartışmasını çok daha yakıcı hale getiriyor. Pakistan’da selde ölen 1500 kişinin yakınları açısından, acı, genellikle yoksulluk sınırının altında yaşamlar ve açlığın yarattığı acıyla el ele gidiyor. Kimse, açlığın biraz olsun yatışması anlamında reformlara karşı değil ama gelişmeler bu tartışmaların geride kalmasına neden oldu.

Kapitalist şirketler, iklim krizini durdurmak için acil önlemleri bu önlemler gereksiz olduğu için almıyor değiller. Çoğu kez, iklim krizine vurgu yaptıklarında yaşadığımız dünyanın sonunun geldiği konusunda oldukça ciddiler. Sorun, iklim krizini ciddiye almamaları değil, ciddiye aldıklarında atmak zorunda kalacakları adımların kendi şirketleri için kârlı olmamasında. İklim krizini körükleyerek kâr patlaması yapan şirketler bu krizle mücadeleyi, kârlarının azalmasına tahammül edemeyecekleri için masaya koyamazlar.

Hükümetler, ilk tahlilde de son tahlilde de bu şirketlerin sopasıdır. Yeni kurucu mitoslarının peşinde koşanlar da dahil tüm merkez siyasetçiler ve otoriter liderler ulusal bir ekonomik temelde kârlarını artıran bu şirketlerin bazen havuçmuş gibi görünen sopasından başka bir şey değillerdir.

İklim hareketinin aktivistleri, bu şirketlerin koruyucusu devletlerin tüm şiddet aygıtlarıyla yüzleşmek zorunda. Bu da bizi, kârlarını korumak için tarafsız gibi görünen ama asli işlevleri kendi kâr etme mekanizmalarının sürekliliğini sağlamak olan hükümetler ve devletlerin acımasızca kullandığı şiddet aygıtlarıyla yüzleştiğimizde, reformları nasıl ele alacağız sorusuna getiriyor. Bu yüzden sistemin değişmesini herkes arzularken, değişimin yönü ve tarzı konusunda bir fikir birliği içinde olunduğu söylenemez.

Marx, hem tek tek kapitalistler ve tekil kapitalist şirketler hem de bir ilişki olarak sermaye hakkında, bugünün dinamik gelişmelerini anlamamızı sağlayan bir teorik çerçeve sundu. Kapitalistin, kişileşmiş sermaye olma dışında tarihi bir değere de bir var olma hakkına da sahip olmadığını açıkladı:

Kapitalist, yalnızca kişileşmiş sermaye olduğu ölçüde, bir tarihsel değere sahiptir ve bu tarihsel var olma hakkı, nüktedan Lichnowski’nin dediği gibi, olmayan bir tarihi olmayan bir haktır. Kapitalistin kendi geçici varlığı, ancak kapitalist üretim tarzının geçici zorunluluğunun yarattığı bir zorunluluktur. Ama kişileşmiş sermaye olduğu ölçüde kapitalisti harekete geçiren şey, kullanım değeri ve zevk değil, mübadele değeri ve bunun çoğaltılmasıdır. (…) Kapitalist, yalnızca sermayenin kişileşmesi olarak, saygıya değerdir. O, bu özelliği ile gömüleyicinin mutlak zenginleşme güdüsünü paylaşır. Ancak diğerinde bireysel bir tutku gibi görünen şey, kapitalistte, kendisinin sadece bir çarkı olduğu toplumsal mekanizmanın eseridir. Ayrıca, kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte bir sanayi girişimine yatırılmış bulunan sermayenin kendisini durmadan büyütmesi bir zorunluluk haline gelir ve rekabetin zoru ile tek tek bütün kapitalistler, kapitalist üretim tarzının kendi özünden doğan yasalara, dışarıdan gelme zorlayıcı yasalar olarak boyun eğmek mecburiyetinde kalır. Bunlar, kapitalisti, varlığını devam ettirebilmesi için, sermayesini durmadan artırmak zorunda bırakır; kapitalist de bunu ancak gittikçe artan birikimle sağlayabilir.31

Kişileşmiş sermaye dışında hiçbir anlamı olmayan, kişileşmiş sermaye olarak da sadece değişim değeri üretiminde rol oynadığı ölçüde ciddiye alınan, bunu da özgür iradesiyle değil “sadece bir çarkı olduğu toplumsal mekanizmanın” zorlamasıyla yapmak zorunda olan bu insanlardan bir sınıf olarak kurtulmak, bu toplumsal çarkı dağıtıp atmak, türlerin yok oluşunu engellemenin tek yolu olarak öne çıkıyor.

Krizler çağında devrimci bir alternatifin bir zorunluluk olarak gözükmesi, iklim krizini tartışırken giderek daha da netleşiyor.

 

Emperyalizmin krizi

Putin’in savaşı, savaş seslerinin bu sefer Avrupa’nın göbeğinde yankılanmasına neden oldu. Kanlı ve emperyalistler arası ilişkilerde var olan gerginliği tırmandıran işgal bir yandan da bir gerginliğin dışavurumuydu. ABD liderliğindeki NATO bu savaş sayesinde genişlemesini hızlandırdı. Rusya ise bin bir yalanla başlattığı işgalden istediği sonuçları alabilmiş görünmüyor. Tersine Ukrayna son haftalarda atağa kalktı ama Rusya’nın buna yanıtı Kiev’e ağır bombalı saldırı düzenlemek oldu.

Savaş, çok daha vahim bir gelişmeyi, neredeyse konuşulması dahi yasak olan bir konuyu, nükleer silah kullanma tartışmalarını magazin sohbeti gibi günlük yaşamımıza soktu. “Rusya devlet Başkanı Vladimir Putin Cuma günü işgal altındaki dört Ukrayna bölgesini ilhak etti ve nükleer silah kullanmak da dahil olmak üzere Rus topraklarını gerekli her şekilde savunma sözü verdi.”32

Putin, Hiroşima ve Nagazaki’nin emsallerine atıfta bulunurken, tüm sivil güçlerin alarma geçmesi gerekiyor. Anatol Lieven, “ABD’li yetkililer, gelecekte Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik herhangi bir nükleer saldırısına, Rusya’ya konvansiyonel ve hatta nükleer bir saldırıyla yanıt vermekten bahsediyor. Bu aslında ne anlama geliyor?” sorusuna ürkütücü bir cevap veriyor:

Medeniyetin sonu anlamına gelir. Sayısız çalışmanın gösterdiği gibi, bu koşullar altında topyekun bir nükleer savaşı tırmandırmaktan kaçınmak son derece zor olacaktır. Bundan kaçınmayı başarmış olsak bile, Amerika Birleşik Devletleri Rusya’ya nükleer bir füze atarsa, hiçbir soru sormadan, Rusya Amerika’ya bir füze gönderirdi. Her şey füzenin ölçeğine bağlı, ama bir füze bile en azından yüzbinlerce Amerikalının ölmesine, tüm ABD tarihinde hiç ölmemiş olandan daha fazla sivilin ölmesine neden olacaktı. Ama dediğim gibi, (…) bu dünyanın sonu olacaktı. Bu şekilde insanlık son derece kötü durumda hayatta kalacaktı.33

Kırım’ı Rusya’ya bağlayan Kerç köprüsüne yönelik sabotajın ardından “Moskova, Ukrayna’yı dün füze yağmuruna tuttu. Rusya anakarası, Hazar Denizi ve Karadeniz’den fırlatılan en az 80 füze ve silahlı insansız hava araçları 13 Ukrayna şehrini hedef aldı. En az 11 kişi hayatını kaybetti.”34

Savaş, yeni ilhak kararları, nükleer tehditler35, NATO’nun Rus işgalini sınırlarını genişletmek üzere kullanması gibi konular yeteri kadar baş döndürücü değilmiş ve militarist gerginlik yeterince tırmanmamış gibi devreye birdenbire ABD-Çin gerginliği girdi. ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Pelosi’nin Tayvan ziyareti Çin’in bütün sert açıklamalarına rağmen gerçekleşti. Çin bir yandan büyük bir askeri tatbikat gerçekleştirip meydan okurken öte yandan da ABD’nin Çin büyükelçisini Dışişleri Bakanlığı’na çağırıp ABD’nin ateşle oynadığını belirtti.

Şimdilik Tayvan etrafında süren ABD-Çin gerilimi daha büyük bir krize dönüşmese de küresel emperyalist sistemin geleceğine ayna tutan gelişmelerle karşı karşıyayız. Dünyanın askeri, ekonomik ve politik patronunun kim olduğunu tayin edecek asli gerilim ABD ile Çin arasında sürüyor. ABD tüm dünyada askeri gerilimleri tetikliyor. Tayvan boğazına savaş uçakları yollayan Çin ise Tayvan’ı kendi topraklarının bir parçası olarak görüyor. Buna itiraz eden Tayvanlıları ayrılıkçılar olarak görüyor.

Öte yandan ABD yeni dönem Ulusal Güvenlik Strateji belgesini açıkladı. Belgenin “Küresel önceliklerimiz” bölümünde Biden, Çin ve Rusya’nın daha uyumlu hale geldiklerini ve kalıcı rekabeti sürdürmek için farklı açılardan zorluk taşıyan bu iki ülkeyle mücadele edeceklerini söylüyor. Rusya’ya yaptırımların süreceği vurgusuna, Çin’in ABD’nin asli rakibi olduğu ilanı ekleniyor. Çin’in hem uluslararası alanı yeniden şekillendirme niyetine hem de bunu yapacak diplomatik, askeri ve teknolojik güce sahip olduğunu ilan ediyor. Biden, Çin ile rekabette önümüzdeki on yılın belirleyici olduğunu söylüyor. Bu rekabetin Hint-Pasifik’te daha görünür olmasına rağmen daha küresel boyutlu bir rekabet olduğunu vurguluyor. Belge, elbette ki Tayvan krizine de değiniyor ve Tayvan boğazında barışın korunmasına ABD’nin özel bir ilgisi olduğunu ilan ediyor!36

Savaş ve nükleer çılgınlığın sık sık gündeme gelmesi, savaşa karşı mücadelede devrimci yöntemin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösteriyor. Ukrayna işgali, sol içinde bir yarılmaya sebep oldu. Sol içinde, “Ne Putin-Ne NATO” diyenlerin sesi, emperyalist sistemin hiçbir kanadıyla uzlaşmayanların geleneğinin devamcısı. I. Dünya Savaşı’nda savaşa karşı hareketi antikapitalist bir sosyal devrime bağlamak için mücadele kritik bir önem sahip.

 

Belirsizlikler, göçmen düşmanlığı, ırkçılık ve otoriter rejimler

Bu, 1990’ların ortalarından beri ABD resmi strateji belgelerinde görünen asli vurgularda hep olduğu gibi emperyalist iki güç arasındaki rekabetin resmi bir ifadesi. Uzun bir süredir emperyalist hegemonya krizinin tüm küresel ve yerel süreçleri etkilediğini savunuyoruz. Altemperyalist hedefleri olan ülkelerin de iştahını kabartan, yeni fırsatlar penceresi açtıklarını düşünmelerine neden olan da bu: ABD’nin hegemonik gücünün gerilemiş olması. Bölgesel askeri gerilimler, çatışmalar her an kapıda bekliyor. Emperyalistler arası gerilim savaş demek olduğu için diğer tüm kriz başlıklarıyla, ekonomik krizle, iklim kriziyle, göç kriziyle iç içe geçiyor.

Böylece krizlerden kriz beğendiğimiz bir manzarayla yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) “Belirsiz zamanlar, huzursuz yaşamlar: Değişen dünyada geleceğimizi şekillendirmek” başlıklı 2020/21 raporunda bu konuya dair bir projeksiyon sunuyor:

Raporla ilgili değerlendirmede, belirsizliğin yeni bir kavram olmadığı ancak günümüzde aldığı yeni formla insanlık tarihinde daha önce görülmemiş bir “belirsizlik karmaşasına” girdiğimiz belirtildi. Bunun sebepleri arasında dünyadaki kutuplaşma ve eşitsizliğin artması gösterildi.

Son iki yıldaki gerileme de COVID-19 pandemisi, Ukrayna savaşıyla devam eden gıda krizi ve iklim değişikliğiyle açıklandı.

Rapora göre dünyadaki 7 insandan 6’sı kendisini güvende hissetmiyor.37

Bu ağır yükleri taşımak zorunda bırakılan insanların kendisini güvende hissetmemesi oldukça normal. İki üç yıldır insanlar sanki savruluyor gibi, gelişmelerin baş döndürücü hızına ayak uyduramıyor gibi hissediyor. Sanki bilinmeyen bir güç hepimizi bir çuvala koymuş da başının üzerinde sallıyormuş gibi.

Dönem, dünyayı açıklayan gerçekçi, doğru ve devrimci bir perspektife sımsıkı sarılmayanların savrulmak ve savrulmuş hallerini de tek doğru politik tutummuş gibi anlatmak zorunda kaldıkları bir geçiş süreci çünkü. İnsanların hem kişisel hayatları hem de toplumsal sınıflar, devlet bürokrasileri, yönetici güçler ve küresel ölçekte sınıf çelişkileri pandemiden derinden etkilendi. Ekonomik kriz egemen sınıfların dünya ölçeğinde enflasyonu ezilenlerin kursağında kalan son lokmaları almak için kullanmasıyla el ele gidiyor.

Emperyalizmin krizi ve neo liberalizmin krizi, sağ siyasal bir eğilimin güçlenmesine neden oldu ve bir dizi ülkede otoriter rejimler inşa edildi. Fakat şimdi sosyal bir tepkinin ifadesi olan otoriter rejimlerin krizi sadece derinleştirmekten başka bir işe yaramadığı da görülüyor.38

İşlevsel oldukları tek nokta, kendilerinin sağındaki tüm güçlere kapıyı sonuna kadar aralamaları.

Egemen sınıflar, milliyetçiliğe ve ırkçılığa yatırım yapıyor. Merkez siyaset hem gücünü yitiriyor hem de daha sağa kayıyor. Faşist, aşırı sağcı, ırkçı siyasi güçler merkez siyaset üzerinde hegemonya kuruyor ve dünya birbirini izleyerek öğreniyor. Hindistan’da Modi, İtalya’da faşist hareket, Macaristan’da Orban, ABD’de Trump’ın sırtını yasladığı Neonaziler, silahlı ırkçı çeteler, ABD’de siyasetin sağa kayışının ve bir dönemlik otoriter iktidarın bakiyesi olarak öne çıkartılan kürtaj yasağı, İsveç’te faşistler, Brezilya’da Bolsonaro, Putin, Mısır’da cuntacılar, Suud rejimi, Çin’de tek parti diktatörlüğü, Fransa’da büyüyen faşist alternatif birbirine ilham veriyor. Birbirinden öğreniyor.

Özellikle göçmen krizi, aşırı sağın versiyonlarının birbirinden öğrenme hızı konusunda dramatik örneklerle dolu. Göçmenler, hem merkez sağ rejimler tarafından hem “sol” iktidarlar tarafından hem de otoriter rejimler tarafından, milliyetçiliği ve ırkçılığı yaygınlaştırmak için asli düşman olarak kodlanıyorlar. Böylece kapitalizm kendi yarattığı sorunlardan birinin daha sorumluluğunu üstünden atmayı başarıyor.

Hem göç ettikleri ülkelerde hem de göç yollarında bir yandan katlanılmaz bir acı yaşıyor göçmenler ama aynı zamanda büyük bir cesaret ve direniş de gösteriyorlar.

Kapitalizmin kendi ürünü olan ve devletler tarafından bütünüyle yönetilemez kılınan göçmen krizi, ırkçılık ve milliyetçiliği işçi sınıfını bölen en temel egemen sınıf fikirleri olarak görenler açısından en kritik sorun alanı olan göçmenlere yönelik sistematik saldırganlık geliyor:

Nisan ayında Fransa’da faşist Marine Le Pen son 20 yılda üçüncü kez cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura kalmayı başardı; hem de ilk turdaki oylarını düzenli bir biçimde artırmaya devam edip yüzde 23’ün üzerine taşıdı. İkinci turda da yüzde 41,5 alarak rekorunu kırdı. Eylül ayında ise gelişmeler hızlandı. Önce İsveç Demokratları adlı parti yüzde 20,5 oy alarak ülkenin ikinci büyük partisi hâline geldi. Ardından İtalya’nın Kardeşleri Partisi yüzde 26 oyunun yanına Salvini’nin Liga’sı ve Berlusconi’nin Forza Italia’sı ile birleştirdiği yüzde 46’lık blokla, açıkça faşist olan Giorgia Meloni’nin bir Avrupa ülkesine başbakan olmasını sağladı (…) partisinin amblemindeki alevin, Mussolini sonrası dönemde İtalya’da faşizmi savunmak için kurulan MSI’nin logosuyla benzeşmesinden son derece memnun. Zaten hareketinin kökenleri de o partiyle organik bağa sahip, oradan çıkma. “Tanrı, vatan, aile” sloganıyla kampanya yapıyorlar.39

Bu sağcı partilerin öne çıkan ortak özellikleri, faşist gruplarla ilişkide ve göçmen karşıtı olmaları. Irkçıları cesaretlendiriyor, azınlıklara, göçmenlere, hak ve özgürlüklere saldırıyor, tüm bunları “ulusal değerlere” sığınarak yapıyorlar. Faşist kökleriyle gurur duyan Meloni de göçü durdurmak için, Kuzey Afrika’dan yapılan deniz seferlerine yeni bir deniz ablukası getirme çağrısında bulunmuştu.40

Türkiye, iklim krizinin, emperyalist hegemonya krizinin, savaşların ve bölgesel çatışmaların, derin bir ekonomik durgunluğun üretim ve tedarik zincirlerinde zaaf yarattığı ve ekonomik yoksullaşmanın küresel düzeyde derinleştiği koşulların doğrudan etkisi altında. Pandeminin etkisiyle şekillenen kişisel ve toplumsal buhranların, göçmenlerin ölüm kalım mücadelesinin iktidara yürüyecekleri ırkçı patikanın inşasında bir araç olarak kullanan ve nefret dalgalarıyla büyümeyi hedefleyen faşist, ırkçı ve aşırı ağcı grupların popülerleştiği siyasal dönemin ve yer yer katlanılmaz bir sululukla iktidarlarını pekiştirmek için yapmadıklarını bırakmayan otoriter liderliklerin yarattığı sarsıntının toplam etkisi altında bir seçim sürecine giriliyor.

 

Rejim sağa çekerken

Türkiye, dünyadan kopuk bir hayatın yaşandığı kendi özgü dinamikleri olan bir yer değil. Dünyanın bu sarsıntılarından doğrudan etkileniyor. Hepimiz aynı gemide değiliz fakat tüm kapitalist devletler aynı uçağın içinde, hangi koltuk numarasında oturduklarının bir önemi yok, türbülanstan eşit derecede etkileniyorlar, uçağın yakıtı biterse hep beraber düşüyorlar, kaptan pilotun intihar edesi gelirse bedelini hep beraber ödüyorlar. Dünya pazarı ve küresel siyasal dengeler tüm ülkeleri birden vururken, Türkiye de bu memlekette tersini iddia edenlerin sayısı ne kadar çok olursa olsun, küresel jeopolitik ağın bir parçası.

Bu parçanın en özgün yanı, Türk usulü başkanlık rejiminin tüm siyasal sistemde, hukuk alanında, ekonomide ve tüm özgürlükler alanında yarattığı yıkımın niteliğinde. İktidar, tüm siyasi ilişkileri, siyasetin varoluş tarzını koyu bir sağ zemine taşıdı. Dur durak bilmeksizin de zemin daha da sağa çekiliyor.

Bu hem iktidarın küresel gelişmeleri değerlendirmesinden çıkarttığı sonuç nedeniyle böyle hem de iç politikada düştüğü açmazdan tek çıkış yolunu dümeni daha da sağa bükmekte bulmasından. İktidar bloku açısından emperyalist hegemonya krizi, Mavi Vatan tezine, iklim krizi iki yüzlü iklim dostu politikaları ekosistemi imha eden politikaları hırsla uygulamasına, küresel ekonomik kriz ise kaynakları doğrudan zenginlere aktarmanın yeni bir aparatının bulunmasına, göçmen krizi göçmenleri dış politikada bir pazarlık unsuru olarak kullanmasına, bölgesel güçler arasında emperyalistler arası çelişkiden türeyen gerilimleri Suriye ve bölgede Kürt sorununa askeri yöntemlerle müdahale fırsatı bulmasına kapı araladı.

İktidar, tüm bu alanlardaki gelişmeleri, milliyetçiliğin dozunu yükselterek ve muhalefet üzerinde kutuplaştırma siyasetiyle akıl almaz bir baskı yaratarak kullanıyor. Türkiye’de gerçekle yalan hızla yer değiştirebiliyor. Politika yapış tarzı uzun süredir yalanlar ve dezenformasyon üzerinden şekillenen iktidar sözcüleri tüm hukuksal mekanizmanın kullanım kılavuzunu yeniden yazmamışlar gibi çıkarttıkları “Dezenformasyon yasasıyla” kutuplaştırma siyasetinde muhalefetin üzerine tüm baskı mekanizmalarıyla gelirken kendileri istedikleri gibi dezenformasyon yapacaklar ama muhalefet gerçekleri açıkladığından bu yasaya göre suçlu olacak.41

Bu yasa rejimin çürümüşlüğünün bir göstergesi. Çürümüşlük, sadece bu yasanın değil, son birkaç yıl kadar bu rejimin inşa edilmesinin korku yaratan figür sorumlusu olmakla övünen Peker’in ifşalarında net bir şekilde görüldü. Herkesin bildiği gerçekler ortada. Çürümüşlük sadece devlet-mafya-yolsuzluklar-siyasiler arasındaki ilişkilerde görülmüyor, hukuk, adalet, politika yapma tarzı, ekonomi yönetimi, kaynakların sürekli olarak ve hiç utanma belirtisi gösterilmeden sermayeye aktarılması, egemen sınıf arasında zaman zaman açığa çıkan bölünmelerde bu çürümüşlüğün bütün unsurları ayan beyan ortada.

Tüm politik kararlar iktidar bloku ya da mevcut devlet koalisyonu, bu koalisyonun bileşenlerinin çıkarları için atılıyor. Kuşkusuz, bu politik kararlar, aynı zamanda iktidar blokunun seçmen kitlesini, en azından bu kitlenin çekirdeğini korumak için de alınıyor. Çünkü tüm anketlerin gösterdiği gerçek, zaman zaman bir iki puan artırmayı başarsa da AKP’nin seçmen tabanını önemli ölçüde, hem 2018 seçimlerine hem de 2019 yerel seçimlerine göre kaybettiğini gösteriyor. Canan Kaftancıoğlu’nun hakkında açılan davaların tamamlanmasının ardından siyasi yasaklı haline getirilmesi günlerinde anlatmaya çalıştığım gibi, iktidar, hukuktan geriye hukuksal metinlerin bile kalmadığı bu hukuk cinayetlerine, iktidarını pekiştirme aracı olarak bakıyor. Bu “hukuki” adımla hem muhalefetin tüm saflarını korkutuyor hem de gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi hareketsiz kalmasını sağlıyor.42

Kaftancıoğlu’ndan önce Sezen Aksu hakkında bir linç kampanyası başlatılmıştı.43 Bu iktidarın politika yapış tarzının, tabanına ve muhalefete seslenme tarzının özeti gibiydi. Her tartışma fakirlik gündemini gizlemek için yapılmıyor. Pandoranın kutusu açılıyor, bir aşamada zembereğinden boşalır gibi üstümüze boca edileceklerin fragmanıydı Sezen Aksu’ya yapılanlar. Aksu’ya yapılanların işareti ise Gülten Kışanaklara yapılarak çakılmıştı.

AKP’ye oy veren kitlelerin ontolojik olarak gerici olduğunu iddia etmek, toplumun zaman zaman yüzde 30’una, zaman zaman yüzde 50’sine gerici demekle eş anlamlıdır ve “gericilerin” neden zaman zaman yüzde 50’den yüzde 30’a doğru gerilediğini de açıklamaktan uzak bir yaklaşımdır. Ama, AKP’nin, bir parti olmaktan çıkıp Erdoğan’ın iktidar aparatına dönüştüğü süreçte44, bu kurumun faaliyetlerini organize edenler, liderliğin etrafında kümelenen çekirdek ve bu çekirdeğin temas halinde olduğu sosyal gruplar, yapılar ve çıkar grupları, gerici kavramının ötesinde, aşırı sağcı ve demokrasi adına elde edilmiş ne kadar kazanım varsa teker teker sökülüp alınmasından hiçbir rahatsızlık duymayan oluşumlardır. LGBTİ+’ların özgürlükleri yasaklanırken, LGBTİ+’lara yönelik nefret yürüyüşünün devlet desteğiyle yapılabilmesinin nedeni budur.45

Bu dinamik, AKP’nin toparlanmasına yönelik bir ivme sağlamıyor. Bu, AKP’nin gerilemesini yavaşlatıyor ve seçime kadar bu kurumun faaliyetlerini, mitinglerini, devlet destekli kampanyasını örgütleyecek bir canlılık, Erdoğan-Bahçeli bloğunun liderliği için yeterli görülüyor.

Bu çürüme düzeyine ve AKP tabanındaki yoksulları da şiddetle ezip geçen ekonomik uygulamalara rağmen bu partinin tuzla buz olmamasının nedeni ise iktidarın başarısı değil, muhalefeti iktidarın belirlediği sağ sınırlar içinde oyalanmak olarak gören ana muhalefetin sağcılığıdır.

 

Üç tür muhalefet

İktidarın tüm siyasi alanı içindeki siyasi figürlerle birlikte sağa çektiği koşullarda işlemeye başlayan seçim takvimi üç ayrı muhalefet anlayışının açığa çıkmasına neden oldu. Birisi, ana muhalefet, nam-ı diğer 6’lı Masa. 28 Şubat’ta Millet İttifakı’nı oluşturan altı parti bir basın toplantısıyla, üzerinde ortaklaştıkları bir mutabakat metnini imzaladı. 46 sayfalık metin esas olarak demokrasiye, adalet özlemine yaptığı vurgularla ve Türk usulü başkanlık rejimine son verme iddiasıyla öne çıktı. Parti genel başkanları “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” adı verilen parlamenter yapının eskiye dönmek değil, yeni dönemin ihtiyaçlarına yanıt verecek bir demokratik adım atmak olduğunu açıkladı. Birçok insan, altılı mutabakat metnini çok olumlu buldu.46

Bu mutabakat sürecinin olumlu bulunmasının ilk nedeni mevcut iktidar yapısının aşırı sağcı aşırılıkları olağanlaştırmış ve tüm siyasi alanı cenderesi altına almış olması. Bu koşullarda nefes almayı biraz kolaylaştıracak, demokrasi ve özgürlüklere biraz vurgu yapacak her yan yana geliş çözümün adresi olarak sunuluyor. Küçük bir normalleşme vurgusu büyük umutlar doğurabiliyor. Erdoğan’ın tüm gücü kendisinde toparladığı ve tam bir yönetim başarısızlığı yaşayan bu rejimden kurtulmaya yardımcı olacak her girişim, özellikle sahici bir seçim ittifakı olan altılı girişim gibi coşkuyla karşılanıyor. Bu açıdan da aşırı sağcı bir iktidar ittifakına karşı bir dizi demokratik adımı atacağını vaat eden bir başka merkez ittifakın vaatleriyle karşı karşıyayız.

Bu vaatlerin pratik karşılığının ne olacağını şimdiden gösteren birkaç gelişme var: Birisi, LGBTİ+’ları haklarından tümüyle uzak durulması, daha sonra LGBTİ+’lara karşı örgütlenen nefret yürüyüşüne karşı blok oluşturmaması. Bir diğeri Kürt sorununda çözümün yerel yönetimlerin güçlendirilmesi çerçevesinde ele alınacağının ilan edilmesi. Kürt sorunu, siyasal bir sorundur, merkezi devlet aygıtının bu sorunun çözümüne bağlı olarak yeniden yapılandırılması gerçekleşmeden yerel yönetimler bazında Kürt sorununun çözümünden söz edilemez. Merkezin yereli atma yetkisi bir küçük değişiklikle gerçekleştirilebilir.

Bu yaklaşımın içinin ne kadar kof olduğu da mutabakat metninden hemen bir gün sonra meclise gelen HDP’li Semra Güzel’in vekilliğinin düşürülmesi için Meclis Genel Kurulu’nda yapılan oylamada görüldü. Karar, 313 ‘evet’e karşılık 52 ‘hayır’ oyuyla alındı. CHP ile İYİP de AKP ve MHP ile aynı yönde oy kullandı. Birkaç ay sonra ise İYİP lideri Akşener baklaları ağzından çıkartmaya başladı. Eski derin devlet faaliyetleri içinde yer alan Sedat Bucak’ı ziyaret etti. Bucak, devlet-mafya-siyaset bağlantısını ve Kürt sorununda “kendini hukukla bağlı saymayan bir devletin ne kadar zalimleşebileceğini sembolize eder.”47 Bu açıdan Akşener Kürtlere net bir mesaj vermiş oldu. Böylece HDP’yi küçültmeye, silikleştirmeye, önemsizleştirmeye çalışan görüşleri artık nihai sonucuna ulaşmış oldu. Kirli savaş denilen bir dönemin simgelerinden Bucak’ın isminin İYİP vekilliği için geçmesi Akşener’in Kürtlere verdiği vaadin ne olduğunu da gösterdi.

Akşener’in ikinci mesajı ise Kılıçdaroğlu’na iletmiş oldu. Kılıçdaroğlu devlet adına işlenen suçların mağdurlarıyla helalleşmeye çalışırken, Akşener, bu suçların failleriyle helalleşeceğini gösterdi. Birisi Roboskili aileleri ziyaret ederken, birisi kirli savaşın simge ismini ziyaret etti.48

Apaçık bir şekilde seçim kazanmak için kurulan ve seçimi kazanmanın tek yolunun Kürtlerin de oyunu almaktan geçtiğini bir ittifakın belirleyici iki partisinden birisi keskin bir HDP düşmanlığıyla muhalif safları domine ediyor.

Siyaset alanının görünürdeki tüm önemli muhalif figürleri “Erdoğan’ın gitmesi” perspektifinde anlaşan bir diğerini bağrına basmakta bir sakınca görmüyor. Böylece, mutabakat metninden bağımsız olarak, karşımızda, aşırı sağcı bir ittifaka karşı içinde aşırı sağcıların da olduğu başka bir sağcı ittifak şekilleniyor. Bu ittifakın sağcı karakterini eleştirmek, yuhalanmaya neden olabiliyor. Ana muhalefetin burjuvazinin, devletin bir başka kanadının programını savunduğunu söylemek, Erdoğan karşıtı cepheye zarar veren bir maksimalist propaganda olmakla suçlanıyor. Bu suçlamayı yapanlar, Erdoğan’ın tüm ana akım siyasetçileri içine çektiği sağ zemine yuvarlanmış olduklarının farkına varmıyorlar.

Politik alan MHP tarafından sınırları çizilen iktidar mimarisiyle, İYİP tarafından sınırları çizilen bir ağcı sığlık tarafından şekillendiriliyor. Bu kendini en tehlikeli bir şekilde göçmen sorununa ana muhalefetin yaklaşımında gösteriyor.

İsveç ve İtalya’daki gelişmeler, göçmen düşmanlığının milliyetçi oyları toparlamada işlevli olduğu yönündeki fikri güçlendirdi. Ümit Özdağ gibi ırkçı isimlerin peşi sıra, ana muhalefetin hemen hemen tüm bileşenleri göçmenlere yönelik açık ırkçılıkla (İYİP), göçmen düşmanlığı (CHP) ve örtülü göçmen düşmanlığı olan “evlerine yollayacağız”cılar (DEVA) arasında salınıyorlar. İktidar ise zaten göçmenlere yönelik tüm saldırganlığın kapılarını aralıyor. Doğrudan göçmenleri sınır dışı ederek, devlet ve özellikle polis içerisinde örgütlü faşist kadroların nefretlerini göçmenler üzerinden kusmasına cevaz vererek ve politik ihtiyaçlarına göre zaman zaman AB ülkeleriyle ilişkileri gerildiğinde göçmenleri Avrupa’ya yollamakla tehdit ederek içinden her türlü ırkçı kötülüğün çıkacağı sandığın kapağını açıyor.

Göçmen düşmanlığı, ırkçılar açısından elverişli bir araç ve bu düşmanlık çok büyük bir bedel ödetmeyi gerektirmiyor.

Türkiye’de solun bazı kesimleri de kimlik politikası yapmakla ilgili bir soruna sahipler. “Perspektiflerine girmeyen, ufuklarının almadığı her politik gerilim noktasını”, sınıf mücadelesinin doğrudan bir unsuru olmamakla itham edip, kimlik meselesi olarak yaftalayıp konuya duyarsızlaşırlar. Oysa kimlik mücadelesi denilen şeyin neden sınıf mücadelesi olduğunu görmek isteyenlere İsveç ve İtalya çok iyi iki örnek oluşturuyor. Faşistler, Neonaziler, göçmenlere iş olsun diye düşman değiller. Küçük burjuvazinin, krizlerden bitap düşen sosyal grupların, lümpenlerin kızgınlığını göçmenlere yönelterek örgütlemek daha az tehlikeli ve başlangıç noktası olarak çok iyi. Göçmen düşmanlığıyla odak haline gelmek-göçmen düşmanlığıyla kadrolaşmak-pazılarını güçlendirmek-göçmen düşmanlığıyla kitleselleşmek ilk kazanımları. İşçi sınıfını göçmen düşmanlığıyla bölmek ikinci kazanımları. Bu, daha sonra başka konularda da işçi sınıfını bölmek için bir alışkanlık-uygun bir politik temel yaratıyor. Üstelik göçmenlerin ezici çoğunluğunun işçi sınıfının bir parçası olduğu düşünülürse, göçmenlere yönelik her saldırı hali hazırda işçi sınıfına yönelik saldırı olarak gerçekleşmiş oluyor.

Göçmen konusunda sağcılık yapanlara ne kadar müsamaha göstermeliyiz? Gerçekten de Erdoğan-Bahçeli iktidarının gitmesi, minimalist bir hedef de yerine gelecek olanların ezilenler aleyhine izleyecekleri programları şimdiden teşhir etmek maksimalist mi?

Bu sorulara “bizim 6’lı Masa”yı yani HDP merkezli ittifakı ele alırken kısaca değinmeye çalışacağım.

 

Onların alternatifi bizim alternatifimiz

Gelecek seçimlerin bir yok oluş-varoluş seçimleri olarak görülmesi, seçimler konusunda eleştirel yaklaşımlara sahip olanların kendilerinin eleştirilmesine neden oluyor. Oysa seçimleri sadece sandıktan ibaret görmek, siyasal mücadelenin bir anı olarak değil de siyaset yapmanın bizzat kendisi olarak ele çok daha ciddiyetsiz bir yaklaşım. Üstelik bu yaklaşımın daha tehlikeli yanı, tüm önemli mücadele başlıkları etrafında örgütlenmeyi, ses çıkartmayı seçimleri kazanmaya ertelerken, hemen hemen seçimleri kaybetmeyi garanti altına alması.

Bunun bir nedeni var. Türkiye’de, dünyada yaşananların farkında olan ana akım güçler, esas olarak iktidar bloku ve devlet. Ne ulusalcı sosyalist seçim muhalefeti ne de HDP etrafında oluşan ittifak küresel gelişmelerin farkında.

Küresel gelişmelerin bir yanı sistemin çoklu krizleriyle bir diğer yanı sosyal patlamalar, sokak eylemleri, on milyonluk grevler, kadın direnişleri, isyan dalgaları. Hangi kriz başlığı varsa o alanda bir isyan var. Birçok ülkede o isyan dalgası doğrudan iktidarları, çoğu kez de otoriter rejimleri, diktatörlükleri hedefliyor.

Joseph Choonora bu eylemler silsilesinin nedenlerinden birisini Gramsci’den aktarıyordu: “Uzun süren kriz, egemen sınıf fikirlerinin tutarlılığını ve işçilerin bir dönem boyunca eleştirmeden kabul ettiği ‘sağduyu’yu bozabilir, dayanışma ve kolektif etkinlik deneyimleriyle kurulan ‘iyi duyu’nun kristalleşmesini sağlayabilir.”49 Gerçekten de kapitalist üretim sistemi, uzun dönemli kar oranlarının düşme eğilimini tersine çeviremiyor. 1970’lerden beri süregiden bu eğilim, 2008’de kapitalizmin merkezlerindeki yaşanan finansal krizinin etkileriyle birleştiğinde tüm dünyada yoksullara yönelik saldırı daha da şiddetli bir hal aldı. Bu saldırıya tepki her zaman işçilerden gelmedi, ama kadınlar, gençler, ezilen halklar, iklim aktivistleri de çoğu kez hareketi tetikleyen kesimler oldular. 2019’a gelindiğinde sınıf mücadelesi keskinleşmiş, grevler, kitle eylemleri, meydan işgalleri, iklim aktivistlerinin blokaj eylemleri, öğrencilerin okul eylemleri Latin Amerika’dan Güney Kore’ye, Hong Kong’dan Londra’ya, Hindistan’dan Ortadoğu ülkelerine, ABD’den Fransa’ya kadar radikal bir eylem zinciri halini almıştı. Siyasal rejimleri zorlayan bu eylemler pandemi nedeniyle bir süre için kesilse de, 2020’nin ortalarından itibaren yeniden yükselmeye başladı. ABD’de Siyah Hayatlar Önemlidir eylemleri, bu ülkenin tarihinin en büyük isyan dalgası halini aldı ve Trump’ın ipini çeken de bu hareket oldu. Hindistan’da ise 2019’da 250 milyon işçi genel greve çıkmıştı. 2019’dan beri, Sudan’da akaryakıt zamlarına karşı mücadele, Kolombiya’da kitle gösterileri, Cezayir’de öfke patlaması, İran’da halk hareketleri, milyonlarca insanın katıldığı iklim grevleri, küresel kadın eylemleri, Şili’de Boric’in üzerinde iktidara yükseldiği eylemler, Brezilya’da Bolsonaro karşıtı 500 binlik eylem, Rusya’nın işgaline karşı Rusya’daki savaş karşıtı hareket, İngiltere’de “Artık yeter!” hareketinin yüz binlerce işçiyi içine çeken eylemleri…liste aralıksız uzuyor. Sri Lanka, Güney Kore, Irak, Yunanistan’da öğrenciler diye devam ediyor.

Kapitalizmin çoklu krizine işçiler, gençler, halk hareketleri ama en başta kadınlar çoklu hareketler halinde tepki gösteriyor. Bu tepkinin altında yatan dinamik, öfkenin küresel bir olgu haline gelmiş olması. Gezegen için, kendi hayatlarımız için, özgürlüklerimiz için bir ölüm kalım mücadelesini tetikleyen korkunç bir öfke birikimi, belirsizliklerle dolu dünyanın en önemli öğesi. Belirsizlik, sadece sisteme öfke duyan insanların tepkisini göçmenlere, “farklı olana” yöneltmeye çalışan faşist ve ırkçı örgütlenmelerin örgütlenmesini kolaylaştırmıyor. Aynı zamanda tüm dünyada milyonlarca insanın harekete geçmesine neden oluyor. Bu eğilim görüldüğünde, dev bir öfke patlamasının ihtimal dahilinde olduğu bu dünyanın tek meselesinin kimin nasıl cumhurbaşkanı adayı olacağını bin bir tartışma ile belirlemeye çalışanların sağcı fikriyatları olduğunu düşünmek, dünyanın gerisinde kalmakla eş anlamlı.

İran’da rüzgâr ekenler fırtına biçtiler. İranlı aktivist Mehdi Şabani’nin altını çizdiği gibi:

İran rejiminde eskiden reformist ve sertlik yanlısı kanatlar vardı. Şimdi bu ortadan kalktı, reformistler tasfiye edildi, bütün rejim sertlik yanlılarından oluşuyor. Eskiden ayaklananlar reformculardan medet umardı, şimdi artık orta yol kalmadı. Ya rejim devrilecek ya da yok olacağız, herkes bunun farkında, bu tabi pozitif anlamda büyük bir enerji de yaratıyor.

Bu ayaklanmanın bir liderliği yok. 2009’da bunlar gitsin reformistler gelsin deniyordu, Şimdi amacımız artık bu rejimi yok etmek. Bunu yaparken özel olarak bir parti ile değil en geniş kitlelerle bunu yapmaya çalışıyorlar. Süreç artık sadece kadınların haklarını almanın ötesine geçti. Bu sefer gençler devrim istiyor. İran’ın tarihinde ilk defa böyle bir hareket ortaya çıktı.50

Benzer bir öfkenin Türkiye’de birikmediğini düşünmek için hiçbir neden yok. Burada da aralıksız bir şekilde rüzgâr ekiliyor. Sorun ise öfkenin, “ceketimi koysam kazanır” iddiasıyla hazırlanılan, bu açıdan da oldukça ciddiyetsiz bir şekilde ele alınan seçimlere ertelenmesi.

Bir diğer sorun ise sola sirayet eden, daha doğrusu küresel gelişmelere devletlerin bir tepki olarak geliştirdiği, şişirdiği milliyetçiliğin, Kemalizm’le harmanlandığında sol bir cilayla el ele güçlenmesi ve sol saflarda yaygınlık kazanması.

Bu oyunun zaman zaman tıpkı ana muhalefet gibi sağ zeminde oynanmasına, AKP karşıtı öfkenin pekiştirilmesi dışında alternatifler üretilememesine neden oluyor. Günün moda duygusu, hesap sormak. Hepimiz öfkeliyiz ama bazı eski yeni AKP’lilerin bile AKP’den hesap sormak için sıraya girdiği koşullarda, sadece AKP-Erdoğan karşıtlığının solla hiçbir alakası olamaz!

Erdoğan’dan hesap sormak isteği ne devrimciliktir ne de sosyalistlik. Kılıçdaroğlu, Babacan, Akşener, AKP’li ve MHP’li olmayan sağdan soldan herkes, sadece siyasetle aktif ilgilenenler değil üstelik, “sade vatandaş da” hesap sorma isteğini dile getiriyor. Tıpkı İstanbul ve Ankara’da seçimlerinde Ekrem İmamoğlu’nun ve Yavaş’ın kazanmasının, pratik olarak solun kazanması anlamına gelmediği gibi ama AKP’li belediye başkanlarının uzun yıllar süren iktidarlarını kaybetmeleri tüm sol için olumlu bir hava yarattıysa, Erdoğan’ın seçimi kaybetmesi de yerine gelecek olandan bağımsız, tüm sol için, bir derin nefes almak anlamına gelecek elbette. Ama belediye seçimlerinden farklı olarak cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimlerinde seçilecek olanların alacağı kararlar, siyasal eğilimleri, nasıl bir program uygulayacakları işçi sınıfı, Kürt halkı, kadınlar ve tüm ezilenler için bambaşka bir anlam taşıyor.

Öfkeyi örgütlemek, İran’da kadınların yaktığı özgürlük ateşinden doğru dersleri çıkartarak seçim ertelemecisi olmayan bir mücadele anlayışını öne çıkartmak seçim sürecinde başka bir alternatifin varlığını da görünür kılma şansına sahip.

Daha önce başka bir yerde sorunların çözümünü seçimlere ertelemenin kaçırmamıza neden olduğu fırsatları derlemiştim. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin yarattığı öfke milyonlarca insanın katıldığı eylemlere dönüştürülemedi, pandemiyle mücadeleyi bütünüyle başarısız bir şekilde yürüten, özellikle pandeminin en şiddetli yaşandığı günlerde her adımıyla sermayeyi kollayan iktidarın tutumlarını, sağlık politikalarındaki yetersizliklerle birlikte eleştiren dev bir hareket inşa edilebilirdi. Ya da en az üç milyon kişinin katıldığı, hemen hemen bütün şehirlerde kitlesel bir özgürlük eylemi olan Gezi direnişinin bir darbe davası haline getirilmesine ve tüm baskının giderek Osman Kavala ve yedi arkadaşımızın sırtına yüklenmesine karşı kitlesel ve kalıcı bir tepki örgütlenebilirdi. HDP’li vekillerin tutuklanmasına, belediyelere kayyum atanmasına karşı birleşik bir hareket örgütlenebilirdi, özellikle son bir yıldır sayısı sürekli ve hızla artan açlar ordusunun oluşmasına neden olan krizi tetikleyen ekonomik politikalara karşı başlayan işçi hareketi daha ileri çekilebilir ve kitlesel grevlerin inşası perspektifiyle hareket edilebilirdi. En sonu, Sedat Peker’in ifşa ettiği çürümenin aşağıdan yukarı bir kitle hareketiyle temizlenmesi için harekete geçilebilirdi. Tüm bu fırsatlar, zaten “geliyor gelmekte olan” denilerek ve ısrarlı bir şekilde sokaklara çıkmamak telkin edilerek tepildi. Sonuçta, “Bazı alçak kalem sahipleri ve TV yorumcuları CHP propagandası yapayım derken ateşle oynamaktadır. Neymiş, sokak hazır, muhalefetin silkinmesi gerekiyormuş. Yeni meclis oluşmalıymış, sözde Kürt meselesi demokratik ve şeffaf çözülmeliymiş. Hele bir çıksınlar sokağa da acıklı şekilde görsünler hanyayı Konya’yı, dünyanın kaç bucak olacağını. Hodri meydan… Türkiye Cumhuriyeti sokakta kurulmadı, sokakta bulunmadı, sokakta bırakılmayacak, sokağın girdabına, sokak serserilerine teslim edilmeyecek”51 diyen iktidar bloku sözcülerinin istediği gerçekleşmiş oluyor.

Oysa bu üsluba da yanıt sokakta verilmeliydi. Sadece fırsatların kaçırılması değil, kaçırılan fırsatların bu iktidar blokunun arayıp da bulamayacağı bir özgüven yükselişinin nedenlerinin en başında, sokaklarda inşa edilebilecek kitlesel birleşik hareketlerden uzak durulması yatıyor. Fakat bunun da arkasında yatan asli öğe, parlamentarizm.

 

Sadece Erdoğan karşıtlığı reformizmdir

Rejimin yarattığı öfkeyi sadece Erdoğan karşıtlığına indirgemek, parlamentarizmin Türkiye’de aldığı biçimlerden birisi olarak öne çıkıyor. Yanlış anlaşılmasın, Joseph Choonora’nın Hal Draper’dan alıntılayarak açıkladığı gibi düşünüyorum bu konuda:

Marksist solun önemli bir kısmı, Hal Draper’ın “Kötünün İyisi Kim Olacak” (1968) başlıklı makalesinde tipik bir biçimde ifade ettiği görüşündeki gibi, seçmenlerin kapitalizm yanlısı iki partinin tekelinde yürütülen seçimlerde, bu ikisinden birine oy vermek zorunda bırakıldıklarını belirtip ikili sisteme karşı çıkmaya devam ediyor. Üzerine eklenen yarım asırlık deneyim, Draper’ın elini biraz daha güçlendirdi. Burada önemli mesele, Trump dehşetine bir dönem daha katlanmaktansa Biden’a oy vermeyi tercih eden solun utanılacak bir şey yapmadığını görebilmek ve aynı zamanda üçüncü bir partiye, mücadele hareketlerine giriş bileti verip destek sunabilmektir.52

Fakat somut durumda, ne yazık ki üçüncü bir parti etrafında kurulan ittifak, politik açıdan ölü olduğunu ve esas olarak sadece Erdoğan karşılığında anlaştığını hemen gösterdi. Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirdiği başörtüsü özgürlüğü meselesi, HDP merkezli kurulan ittifakın, bütün uzun kuruluş deklarasyonuna rağmen politik açıdan ölü doğduğunu gösterdi. Bu konuda üç uzun yazı yazdığım için burada kısaca değineceğim. Ulusalcı sosyalistlerin ittifakı Türkiye’de ana sorunun laiklik olduğunu söyleyerek Kılıçdaroğlu’na karşı çıktı. Fakat HDP merkezli ittifak bileşenlerinden TİP sözcüsü ve genel başkanı özetle “Laikliği savunmayan hiçbir siyasi parti bu ülkede halkın gerçek özgürlüğünü sağlayamaz” dediler. Başörtüsü özgürlüğünü laiklikle karşıtlık içerisinde görenler yanılıyor. “Siyasal İslam’la uzlaşılmaz, siyasal İslam’la mücadele edilir” diyerek de hem faşizm tartışmasıyla İslam tartışmasını karıştırdıklarını hem de başörtüsünü siyasal İslam’la eş tuttuklarını göstermiş oluyorlar. Daha önce vurguladığım gibi, daha vahimi ise bu arkadaşların tartışırken, özellikle son yıllarda artan direnişlerde en önde yer alan kadın işçilerin birçoğunun başörtülü olmasına özen gösterememeleri. Gösterememeleri diyorum, çünkü ellerinden gelmiyor, ideolojik görüşleri engelliyor, kötü niyetleri değil. Acaba 2019 yılının şubat ayında haftalarca direnen Flormar işçilerini ziyarete gittiğinde bu türden sol düşünce dünyasına sahip olan solcular ne diyordu başörtülü kadın işçilere? Önce “gericilik yapmayın da şu başörtünüzü çıkartarak işe başlayın!” diyerek mi giriyorlardı söze? Gericilik ve başörtüsü ilişkisi nasıl kuruluyor? Ne zaman gerici oluyor kadınlar? Örneğin İran’da bir gün önce gerici olan kadınlar başörtüsünü açtığı gün mü ilericileşiyor? Başörtüsünü gönüllü takmasına rağmen İran’da eylemlerde yer alan kadınlar gerici mi ilerici mi? Flormar işçisi kadınlar ses getiren direnişlerine rağmen özünde gerici miydiler? Hem başörtülü hem de LGBTİ+’ların haklarını savunan kadınlara ne diyeceğiz? Bu ittifakın iki partisi daha teminat altına alınması gerekenin başörtüsü hakkı değil, laiklik olduğunu söylediler. HDP ise “Bizim başörtüsüyle ilgili geçmişte de herhangi bir sorunumuz olmadı, yarın da herhangi bir sorunumuz olmayacak” açıklamasını yaptı. Eğer, partiler ittifakı politik bir yan yana gelişse, Emek-Özgürlük İttifakı’nın ölü doğduğunu söylemek kaçınılmazdır. Eğer bu ittifak sadece Erdoğan karşıtlığı için bir araya geldiyse, reformist bir girişim olduğunu söylemek bir zorunluluk.

Bu ittifak, seçimlerde oyların yüzde 60’ını aldığında, sadece başörtüsü konusunda değil, dış politikadan iç politikada Kürt sorununda atılacak adımlara kadar bir dizi konuda bölünecektir. Sonuçta başörtüsüne özgürlüğü de, başörtüsü takmasına rağmen coplanan kadınların haklarını da, başörtülü olmayan kadınların özgürlük mücadelesini de aynı anda savunmayı başaramamışlardır.

Kuşkusuz ölü doğan tek ittifak bizim 6’lı Masa değil, ana muhalefetin 6’lı Masa’sı da ölü doğmuştur. Kürt sorunu, başörtüsü meselesi, HDP’ye yaklaşım, LGBTİ+’ların haklarına yaklaşım gibi bir dizi başlıkta hiçbir şekilde anlaşamayanların ittifakıdır bu. Bütün ekonomik krize, yönetim krizine ve siyasal ve ahlaki çürümeye rağmen Erdoğan’ın oy oranlarının yüzde 20’lerin altına düşmemesinin temel nedeni, karşısındaki ittifakın politik olarak ölü doğmuş, esas olarak seçime kilitlenmiş ama seçim sürecini de sosyal mücadelelerin dışında ele alan yaklaşımlara sahip olmuş olması.

Son bir sorun da soldaki milliyetçilik. Ulusalcı sosyalistlerin seçim ittifakındaki partiler değil sadece bir dizi sol grup uzun zamandan beri, solculukla pek ilgisi olmayan sol Kemalizm’i ilerici olmakla eş tutuluyor. Oysa bu toplumun en kös, en geri, en yoz siyasal eğilimlerinin başında, sol kavramlarla süslenen bu Kemalizm türü gelmektedir. Çünkü bu saplantılı ve kutuplaştırıcı devlet laikçiliği, antiemperyalist bir Kemalizm güzellemesi yaparken ezilenlerin saflarında nihai olarak egemen sınıfın arkasında rahatça gizlendiği milliyetçi fikirlerin yayılmasına neden katkı yapıyor. “30 Ağustos, emperyalizme ve emperyalizmin işgal planlarına karşı verilen ulusal kurtuluş savaşının tarihidir. 100. yıldönümünde 30 Ağustos’un anlamı, ülkenin bağımsızlığı ve kurtuluşu için anti-emperyalist mücadelenin yükseltilmesinden geçer.” Bu gibi açıklamalar, sol içinde giderek daha normal karşılanıyor. Asli bir tartışma konusu yapılmıyor.

İşçi sınıfı ve aktivistlerin saflarında sol milliyetçilikle parlamentarizm el ele ağır bir tahribat yaratıyor. Oysa bugünün ihtiyacı, küresel kapitalizmin çoklu krizlerine yanıt verecek çoklu direniş noktalarının işçi hareketinin birleşik mücadelesiyle örtüşmesi, eşgüdüm içerisinde ilerlemesi. İhtiyacımız olan iktidarı, seçimlere kadar on binlerce, yüz binlerce ve giderek milyonlarca insanın öfkesiyle, talepleriyle, kararlılığıyla, milim gerilemeyeceğini gösteren hareketiyle yüzleşmek zorunda bırakmak. Bu yüzleşme öncelikle iktidarın halkın iyiliği için hiçbir adım atma niyetinin olmadığını, iktidar partisinin tabanındakiler de dahil tüm ezilenlere gösterecek. İktidar partisinin tabanında yer alan yoksul kitleler ve bu partiden kopan ama gidebileceği adres bulamayanlara başka bir ihtimalin varlığını gösterebilecek. Son olarak bu türden yüzleşmelerle, hareket içindeki milyonlar, bu iktidarın kelimenin tam anlamıyla fakirden alıp zengine verme aygıtı olduğu konusunda netleşecek.

İktidar bloku umutları kırmayı günlük esas hedefi haline getirdi. Demokrasi ve özgürlük için harekete geçen kitleler, iktidarın sanıldığı ve anlatıldığı kadar, hem iktidar sözcülerinin düşündüğü hem de maalesef muhalefet çevrelerinin kafasından geçirdiği kadar güçlü olmadığını gördükçe, başka bir siyasetin ihtimali, kitlelerin doğrudan müdahil olduğu politik bir iklimin inşa edilebileceği umudu yeşerdikçe; tüm sağa savrulma, dolayısıyla umutsuzluğun içinde tohumlandığı, büyüdüğü kesif sağcı siyaset ömrünü doldurmaya başlayacak.

Seçim güvenliği mi arıyorsunuz? Bundan ala seçim güvenliği olamaz. Bu yüzden antikapitalist bir alternatifin görünür olması acil bir ihtiyaç olarak öne çıkıyor. Solun görevi, hiçbir milletvekilliği talep etmeden, HDP’ye oy çağrısı yapacağını deklare etmektir. Sokakta, her fırsatı birleşik bir yığınsal hareketin örülmesi için değerlendirmektir. Gitmekte olanın gidişini hızlandırmanın, gelmekte olanın seçimin ardından faturayı ezilenlere çıkartamayacağını göstermenin yolu budur.

“Diktatöre ölüm!” diye bağıran İranlı kadınların mücadelesinin öğrettiği de budur.

 

Dipnotlar:

1             Hürriyet, 2022. Haberde, AKP Balıkesir il başkanının açılışa Erdoğan katılacağı için Balıkesirlilere çağrı üslubu, sağ siyasetçilerin seçim kampanyası sırasında kullandığı üslup: “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gelmesi, beraberinde şehrimize birçok hizmeti getirecek Hızlı treni Ankara’dan Bursa’ya, Bursa’dan da Bandırma ve Balıkesir merkeze kadar gelmesi noktasında çalışmalar var. Biz bunlarla ilgili yine talebimizi dile getireceğiz. Çanakkale Köprüsü’nün İstanbul-İzmir Otoyolu Savaştepe bağlantı noktasına bağlanması yönünde de bir talebimiz olacak. Bu noktada da talebimizi ileteceğiz. Balıkesir coğrafi konumuyla açıkçası gelecek vadeden bir şehir. Biz gençlerimizin geleceğini Balıkesir’de görmek adına devletimizin her türlü imkanını Balıkesir’e getirme noktasında canla başla çalışıyoruz. Cumhurbaşkanımız Balıkesir’i geliştirmek noktasında tüm gayreti, hizmetlerini sürdürüyor. Gençlerimiz geleceğini başka şehirlerde aramak yerine doğduğu yerde doyacak, geleceğini Balıkesir’de arayacak diye ümit ediyoruz. Bizler AK Parti teşkilatı olarak, genel başkanımızın omuzlarındaki yükten ne kadar alabilirsek, onu ne kadar rahatlatabilirsek, 2023 seçimlerinde onu en fazla oyla tekrar cumhurbaşkanı yapabilirsek amacımıza ulaşmış olacağız.”

2             Rüdaw, 2022.

3             Evrensel, 2022.

4             Örneğin Mayıs ayında BBC’den bir haber bu eleştirinin bazen ne kadar sinir bozucu olabileceğini de gösteriyor: “İsviçre’deki kayak tatili merkezi Davos’da yapılan Dünya Ekonomik Forumu’na katılan bazı milyoner iş insanları, siyasi liderlere; fiyat artışlarıyla ortaya çıkan geçim krizine karşı, kendileri gibi zenginlerden daha çok vergi alınması çağrısı yaptı. İş insanları, Pazar günü sol görüşlü eylemcilerin yaptığı protesto gösterisine katılarak dünya çapında daha adil vergi politikaları izlenmesi talebini seslendirdiler.” Hooker, BBC, 2022

5             Cumhuriyet, 2022.

6             Harman, 2009. sf291-293

7             Marksist.org, 2022.

8             Callinicos, 2022.

9             Roberts, 2022.

10           A.g.e

11           A.g.e

12           Callinicos, 2022.

13           Roberts, 2022, a.g.e

14           Callinicos, 2022, a.g.e

15           Önen, 2022.

16           a.g.e.

17           a.g.e.

18           a.g.e

19           Choonora, 2022.

20           a.g.e

21           https://www3.weforum.org/docs/WEF_The_Global_Risks_Report_2022.pdf

22           Bianet, 2022. Aynı raporun ADG Map Turkey sitesinde şöyle özetleniyor: Raporda öne çıkan araştırmalardan biri hükümetler, sivil toplum kuruluşları ve yatırımcılardan oluşan uzmanlarla yapılan küresel ankete göre, her 6 kişiden yalnızca 1’i iyimser ve hatta her 10 kişiden yalnızca 1’i küresel toparlanma sürecinin hızlanacağına inanıyor.

23           Belamy Foster and Clarck, 2022.

24           a.g.e.

25           a.g.e.

26           Choonora, 2022, a.g.e.

27           Sıcak hava dalgalarına katlanma sınırını şu pasaj gösteriyor: Temmuz 2018’de Ermenistan’ın başkenti Yerevan’da 42°C’lik görülmemiş bir sıcaklık kaydedildi. Pakistan’ın Navabşah kentinde yaşayan bir milyon insan 50,2°C’lik sıcaklığa maruz kaldı ve 26 Haziran’da Umman’ın Quriyat şehrinde ölçülen 42,6°C’lik sıcaklık yirmi dört saat boyunca hiç düşmeden seyretti ki bu, o zamana dek kaydedilen en yüksek minimum sıcaklık değeriydi. Britanya Sendikalar Birliği Kongresi (TUC), 22°C ilâ 24°C aralığının çalışanlar için “güvenli bölge” olduğunu, bunun üzerine çıkılınca verimliliğin düştüğünü söylüyor. Vücut sıcaklığı 39 dereceye ulaşırsa “sıcak çarpması ya da baygınlık riski başlar.” Sendikalar Birliği’nin, işyerlerindeki azami yasal sıcaklık için talebi ise 30°C (“ağır işler” için 27°C). Empson, 2019, sf8.

28           Leather, 2022, sf. 22.

29           Harman, 2012, a.g.e. sf. 284.

30           Thunberg, 2022.

31           Marx, 2010. sf.572-573

32           Hart, 2022.

33           Jacobin, 2022.

34           Hürriyet, 2022.

35           “Putin’den bu tür nükleer retoriği tekrar tekrar görürsek, bunu ciddiye almamız gerekecek. Bu nedenle, bunun Rusya için ciddi sonuçları olacağı ve nükleer savaşın asla yapılmaması gerektiği mesajını net bir şekilde iletiyoruz. Sonra elbette başka bir tırmanma türü ortaya çıkacak. Bu Ukrayna’nın ötesinde bir tırmanış olacak. Şu anda Ukrayna’da devam eden savaş kötü ve Ukrayna halkı için bir trajedi elbette, ancak NATO ile Rusya arasında tam teşekküllü bir savaş daha da kötü olacak.” Karar, 2022.

36           https://www.whitehouse.gov/wp-content/uploads/2022/10/ Biden-Harris-Administrations-National-Security-Strategy-10.2022.pdf

37           Bianet, 2022.

38           Sosyalist İşçi’nin 705. sayısındaki yazım, bu yazının omurgasını oluşturdu. sf 6-7.

39           Tekin, 2022.

40           a.g.e.

41           Marksist.org, 2022.

42           Karakaş, 2022.

43           Milli Bekacılar denilen bir grup, Sezen Aksu’nun yıllar önce yaptığı bir şarkıyı “dini hassasiyetlerine” dil uzatıyor diye gerekçe göstererek, evinin önünde her zamanki lümpen tarzlarıyla bir basın açıklaması yaptılar. Sezen Aksu müzik dünyasının tam merkezinde belki de en ünlü, en çok sevilen ismiyken, iktidar aparatlarının böyle bir adım atmış olmaları herkesin zihninde, “Neler oluyor?” sorusunun şekillenmesine neden oldu. Fakat daha bu soru zihinlerde uçuşurken, Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir camide cemaate “seslenerek”; “Hakaretlerin bini bir para. Bütün bunların karşısında dimdik duracak olanlar sizlersiniz. Hz. Adem efendimize kimsenin dili uzanamaz. O uzanan dilleri yeri geldiğinde koparmak bizim görevimizdir. Havva validemize kimsenin dili uzanamaz. Onlara da had bildirmek bizim görevimizdir” demişti.

44           “Bir parti ve bir hareket olarak AKP çoktan öldü. Başka bir şeye dönüştü. Dönüşümü özetleyen en önemli gösterge, artık kendisine ölse oy vermeyeceğini bildiği kitlelere öfke saçıp bu kitlelerin oy verdiği partileri ve siyasileri tehdit etmekle yetinmeyip kendisine oy verme potansiyeli olan kitleleri de tehdit etmeye başlaması.” bkz. “Seçim Saati Çalışırken Antikapitalist Bir Çağrı” başlıklı broşür.

45           Konudan bağımsız gibi görünse de bu yazının tamamlandığı günlerde gerçekleşen Bartın’daki madenci katliamı üzerine, tam da bu bağlama oturan bir noktanın altını çizmeliyim. Bartın’da maden kazasının ardından Erdoğan, “Şu anda bizim mevcut ocaklarımızın içinde Amasra Kömür İşletmeleri bizim en ileri imkanlara sahip olan ocak olmasına rağmen, birileri bununla tabii dalgasını geçebilir ama biz kader planına inanmış insanlarız. Kader planına inandığımız için bunun ne dünü ne bugünü ne de yarını olmayacaktır. Bunlar her zaman olacaktır, bunları da bilmemiz lazım.” dedi. bkz. https://www.cumhuriyet.com.tr/ turkiye/son-dakika-erdogan-acikladi-maden-faciasinda-can-kaybi-41e-yukseldi-1992606 Oysa 41 madencinin öldüğü bir faciayla ilgili hiçbir açıklamayla dalga geçilemez. Facianın gerçekleştiği akşam canlı yayında gevrek gevrek sorular soran A Haber muhbiri belki. Fakat, burada önemli olan Soma’da 2014 yılında yaşanan faciadan sonra tekrarlanan fıtrat argümanının, bu sefer çok daha boyutlandırılarak “kader planı” çerçevesinde ele alınmasıdır. Yazar Roni Margulies’in sosyal medyada vurguladığı gibi “Bir ülkenin cumhurbaşkanı ‘Biz kader planına inanmış insanlarız. Bunlar her zaman olacaktır, bunu da bilmemiz lazım’ diyorsa, o ülkede hiç kimsenin can güvenliği kalmamıştır. Çünkü o hükümdar hiçbir konuda önlem alınmasını gerekli görmez, her şeyi Allah’a bırakmıştır.” bkz. https://twitter.com/RoniMargulies/ status/1581305302909321217 İktidarın bu yaklaşımındaki en tehlikeli yan tek adam rejiminin medarı iftiharı olan, sorumluluktan kaçınmayı ifrata vardırmasıdır. Bir katliama Allah’ın işi dendiğinde, arkasından ‘Allah’ın işine karışılmaz’ yaklaşımı gelir. Erdoğan-Bahçeli iktidarının tabanındaki küçük ama etraflarındaki partili kitleleri harekete geçirebilen örgütsel çekirdek madencilerin ölümüyle ilgili bu yaklaşımla kendisini özdeşleştirebiliyor.

46           Karakaş, 2022.

47           Coşkun, 2022.

48           İYİPliler bir hafta sonra da sermayeye mesajlar yollamaya başladılar ve 2022’nin başlarında söyledikleri şu sözleri unuttular: “Rantın 5 atlısı gidip utanmadan siyasi risk sigortası yaptırmış. Sigortada tarif edilen risklerden biri de kamulaştırma. İstediğiniz sigortayı yaptırın, bizim için fark etmez. Uluslararası hukuku kullanıp, gerekirse tek taraflı olarak feshedeceğiz.” bkz. https:// www.haber3.com/guncel/politika/aksener-cumhuriyet-tarihinin-en-buyuk-soygununa-goz-yumdular-haberi-6066662. Fakat yılın sonuna doğru İYİP’liler bu kez şu açıklamayı yaptılar: ‘’Garantili projelerde ‘Kamulaştıracağız’ demek hukukun üstünlüğüne aykırı.’’ Bu İYİP Genel Sekreteri Uğur Poyraz’ın açıklaması. bkz. Evrensel, 2022.

49           Choonora, 2017.

50           Marksist.org, 2022.

51           TRT Haber, 2020.

52           Choonora, 2020.

 

Kaynakça

Hürriyet, 2022, https://www.hurriyet.com.tr/yerel-haberler/balikesir/ ak-parti-il-baskanindan-cumhurbaskani-erdogan-42149239

Rüdaw, 2022, https://www.rudaw.net/turkish/middleeast/turkey/210820221

Evrensel, 2022, https://www.evrensel.net/haber/468513/sosyalist-guc-birligi-kurulusunu-ilan-etti

Cumhuriyet, 2022, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ali-koc-yine-uyardi-esitsizligi-gonullu-duzeltmezsek-emin-olun-birileri-zorla-duzeltir-461468. https://www.cumhuriyet.com.tr/dunya/g7-zirvesinin-sonuc-bildirgesi-yayinlandi-1952388

Harman, Chris, 2009, Zombi Kapitalizm KÜRESEL KRİZ VE MARX’IN YAKLAŞIMI, çev. Ali Çakıroğlu, marx-21 Yayınları.

Callinicos, Alex, 2022, “Bankalar faiz oranlarını balyoz gibi kullanıyor”, https://marksist.org/icerik/Yazar/18064/Bankalar-faiz-oranlarini-‘balyoz-gibi-kullaniyor

Marksist.org, 2022, https://marksist.org/icerik/Haber/18562/Turkiyede-yuzde-1lik-kesim-toplam-servetin-yuzde-41ine-sahip

Hooker, Lucy, 2022, “Davos’ta milyonerlerin aykırı sesi: ‘Bizden daha çok vergi alın’”, BBC NEWS TÜRKÇE, https://www.bbc. com/turkce/haberler-dunya-61548954

Roberts, Michael, 2022, “Energy: the recession trigger?”, https:// thenextrecession.wordpress.com/2022/07/13/energy-the-recession-trigger/

Callinicos, Alex, 2022, “Küresel ekonomi kontrolden çıkıyor mu?”, https://marksist.org/icerik/Yazar/17859/Kuresel-ekonomi-kontrolden-cikiyor-mu?

Önen, Yıldız, 2022, “Kapitalizm çürürken”, https://marksist.org/ icerik/Yazar/18436/Kapitalizm-cururken

Choonora, Joseph, 2022, “Trussonomics confronts the crisis”, International Socialism, 176. sayı. https://www3.weforum.org/docs/WEF_The_Global_Risks_Report_2022.pdf

Binet, 2022, “Türkiye’de yüzde 75, iklim değişikliğinden “şiddetle” etkilediğini düşünüyor”, https://m.bianet.org/bianet/ yasam/267226-turkiye-de-yuzde-75-iklim-degisikliginden-siddetle-etkiledigini-dusunuyor

SDG MAP Turkey, 2022, “Dünya Ekonomik Forumu’nun (WEF) Hazırladığı Küresel Riskler Raporu 2022 Yayınlandı”, https:// sdgmapturkey.com/haber/dunya_ekonomik_forumunun_wef_ hazirladigi_kuresel_riskler_raporu-_2022_yayinlandi/

Belamy Foster, John ve Clark, Brett, 2022, “Socialism and Ecological Survival: An Introduction” Monthly Review https://monthlyreview.org/2022/07/01/socialism-and-ecological-survival-an-introduction/

Empson, Martin, 2019, “Sistem Değişikliğine İhtiyacımızın Sebebi”, İklimi Değil Sistemi Değiştir/Çevre Krizine Devrimci Bir Yanıt içinde, çev. Ozan Ekin Gökşin, Z Yayınları, İstanbul.

Leather, Amy, 2022, “Fosil yakıtlara Çaresizce Adanmak”, İklimi Değil Sistemi Değiştir/Çevre Krizine Devrimci Bir Yanıt içinde, çev. Gökçe Tatlısu, Z Yayınları, İstanbul.

Thunberg, Greta, 2022, “‘We’ve been greenwashed out of our senses.

It’s time to stand our ground’, The Guardian, https://www. theguardian.com/environment/2022/oct/08/greta-thunberg-climate-delusion-greenwashed-out-of-our-senses

Marx, Karl, 2010, Kapital, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, Yordam Yayınları, İstanbul.

Hart, Robert, 2022, “here’s What Would Happen If Putin Ordered A Nuclear Strike In Ukranine”, Forbes, https://www.forbes.com/ sites/roberthart/2022/09/30/heres-what-would-happen-if-putin-ordered-a-nuclear-strike-in-ukraine/?sh=5428d22c5fd8

Hürriyet, 2022, “Köprünün intikamı! Rusya elinde ne füze varsa attı: Ukrayna’da 13 kenti vurdular”, Hürriyet, https://www.hurriyet. com.tr/dunya/koprunun-intikami-rusya-elinde-ne-fuze-varsa-atti-ukraynada13-kenti-vurdular-42151354

Karar, 2022, “NATO’dan Putin’e: Nükleer söylemini tekrarlarsa ciddiye almak zorunda kalacağız”, https://www.karar.com/dunya-haberleri/natodan-putine-nukleer-soylemini-tekrarlarsa-ciddiye-almak-zorunda-1690855

Jacobin, 2022, “The War in Ukraine Could Lead to Nuclear War”, https://jacobin.com/2022/10/ukraine-russia-us-nuclear-war-putin?mc_cid=9cfedf7864&mc_eid=b71c195853

Bianet, 2022, “BM raporu: Dünyada belirsizlik ve kaygı hakim”, https://m.bianet.org/bianet/yasam/266866-bm-raporu-dunyada-belirsizlik-ve-kaygi-hakim

Tekin, Ozan, 2022, “Faşizme karşı mücadele”, Sosyalist İşçi, sayı 708, sf8.

Marksist.org, 2022, ““Yasa değişikliğine ruhunu veren AKP-MHP blokunun aşırı sağcı fikirleri” https://marksist.org/icerik/Haber/18584/Yasa-degisikligine-ruhunu-veren-AKP-MHP-blokunun-asiri-sagci-fikirleri

Karakaş, Şenol, 2022, “İktidar demokrasiyi öldürüyor”, https:// marksist.org/icerik/Yazar/17799/Iktidar-demokrasiyi-olduruyor

Karakaş, Şenol, 2022, “Altı parti mutabakatı ne kadar demokratik?”, Marksist.org, https://marksist.org/icerik/Yazar/17376/Alti-parti-mutabakati-ne-kadar-demokratik?

Coşkun, Vahap, 2022, “Bucak ile kol kola “temiz ve demokratik” siyaset”, Serbestiyet.

Haber3, “Akşener: ‘’Cumhuriyet tarihinin en büyük soygununa göz yumdular’’, https://www.haber3.com/guncel/politika/

aksener-cumhuriyet-tarihinin-en-buyuk-soygununa-goz-yumdular-haberi-6066662

Evrensel, 2022, “CHP el koyacağız, İyi Parti hukuka aykırı dedi”, https://www.evrensel.net/haber/470219/chp-el-koyacagiz-iyi-parti-hukuka-aykiri-dedi

Choonora, Joseph, 2017, “Uzun durgunluğun ekonomi politiği”, Enternasyonal Sosyalizm sayı 1, sf. 46.

Marksist.org, 2022, “İran halkı baskıcı rejimin sona ermesini istiyor”,

https://marksist.org/eski/icerik/Haber/18548/Iran-halki-baskici-rejimin-sona-ermesini-istiyor

TRThaber, 2020, “Bahçeli: Türkiye Cumhuriyeti, sokak serserilerine teslim edilmeyecek”, https://www.trthaber.com/haber/gundem/ bahceli-turkiye-cumhuriyeti-sokak-serserilerine-teslim-edilmeyecek-526430.html

Choonora, Jseph, 2020, “Krizler Derinleşiyor”, Enternasyonal Sosyalizm sayı 7, sf. 41.

Enternasyonal Sosyalizm