Dijital boşluğa doğru?

Martin Upchurch

ISJ’in 7 Ekim 2016’da yayınlanan 152. Sayısından çevrilmiştir

Yeni bilgi ve iletişim teknolojilerindeki (BİT) teknik gelişmeler, solda dijitalleşmenin/ sayısallaşmanın emek alanına etkisi ile ilgili tartışmaları da beraberinde getirdi. Sayısallaşma ve interaktif web tabanlı iletişimdeki gelişmelerin yanı sıra, robot teknolojilerinde, 3B modelleme/yazıcılarda, yapay zeka (YZ) ve Fitbit ve akıllı telefon uygulamaları gibi oto-takip teknolojilerinde de gelişmelere şahit oluyoruz. 

Bütünleşik olarak, bunlar yalnızca emek alanını değil, bizim sermaye birikimi stratejilerini kavrayış biçimimize de etki edebilecek, bir çeşit yoğunlaştırılmış veya “derin” otomatikleşme imaları taşıyor. İletişimsel ve dijital teknolojilerdeki gelişmelerin, bilgi tabanlı emeği üretim süreçlerinin ağır külfetlerinden ve -bunun ima ettiği üzere, Karl Marx’ın emek-değer teorisinden kurtararak üretkenliği arttıracak çok temel ve olumlu bir etkisi olacağı hem ortodoks hem heterodoks pek çok iktisatçının uzlaştığı bir iddia. Önerilen iddia şu; kapitalizmin yeni “bilişsel” veya “iletişimsel” bir safhasına girmekteyiz, ve bu “temel birikim nesnesi haline gelen bilginin, aynı zamanda değerin de temel kaynağı ve değer üretme süreçlerinin de ana mevkii haline geldiği”1 bir evre –ki bu, artı-değerin üretimi anlamına geliyor. 

Bu görüşlerle alakalı olarak, Richard Barbrook’un öngörüsüne göre “dijital ekonomi”, gelecekte varacağımız yeni bir anarko-komünist dönemi önceleyen; “dijital zanaatkarların” bilgi ve verinin çoğu zaman hem üretimini hem dağıtımını, bedavaya, bir “hediye ekonomisinin” parçası olarak yaptıkları, bilgisayar tabanlı ağların toplamı. Bu, bilgi birikiminin, sermaye birikiminin sistemin itici gücü olma rolüne el koyduğu bir dönem. Barbrook’a göre, böyle bir dünya, pek çok işçinin “dükkan tezgahlarının ve ofislerin küçük dünyasından kaçmalarını sağlayacak”2 bir dünya. Tek bir işverene bağlı olmak yerine, çalışma alanının da dijital zanaatkarların, yazılımcıların, tasarımcıların ve tercümanların tuttukları, özgürce kendini pazarlayan emek süreçlerini yönettiği yeni üretim alanlarında paylaşıldığı bir dünya3

Dijital emeğin yükselişinin yanı sıra, yakın zamanlarda robot teknolojilerinin büyümesine ve bununla alakalı yapay zeka (YZ) tartışmalarına da şahit oluyoruz. Makinelerin (bilgisayarlar, robotlar, YZ ve algoritmalar) tüm işi yaptığı bir dünya tahayyülüne 1950’lere kadar izlenebilecek bir zamandır “tekillik (singularity)” aşaması olarak adlandırılıyor. Yalnızca insansız fabrikalar ve kağıtsız ofisler değil aynı zamanda ev işlerini ve tüm gündelik angarya işleri robotların yaptığı haneler tasvir ediyorlar. İddia edilene göre, sağlık hizmetlerinde de doktorların yerini hastalığı teşhis ve tedavi eden akıllı telefon uygulamaları ve robotlar alacak.4 “Tekillik”, gerçekçi bir gelecek tahayyülü olarak fütürolog Raymond Kurzweil tarafından popülerleştirilmişti.5 Tartışıldığı üzere, bu dünyada, zekamız “biyolojik olmaktan çıkacak” ve yaratıcılık insansal sınırların esaretinden kurtulacak. Makineler, kendi yazılımlarını güncelledikleri, böylece insan beyninin işlevsel becerilerinden tamamen azade oldukları kendini geliştirme süreçleri sayesinde üretime tümüyle hakim olacak. Makinaların insana üstün geldiği böylesi senaryolar şüphesiz dehşet verici. Peki bilim-kurgu ile gerçeği nasıl birbirinden ayırt edeceğiz?

Bu makale, yeni ve eski eski bu argümanları inceleyerek, Marksist bir perspektif amaçlıyor. Bilgisayarlaşma ve dijitalleşmeye odaklanmadan önce, teknoloji, inovasyon ve sermaye birikimi arasındaki ilişki gözden geçirilecek. BİT’in gerçekte nasıl işlev gördüğünü aydınlatmada Marksist teoriden, özellikle de toplumsal olarak gerekli emek zaman ve soyut emek kavramlarından, yararlanılacaktır. Bilgisayarlar ve buna bağlı teknolojiler salt nötr değişim elemanları değildir, daha ziyade sermaye tarafından emek sömürüsü ve sermaye birikimi süreçlerine koşulmuş araçlardır.

Teknoloji ve Kapitalizm

Teknik inovasyon (teknolojik yenilik), bir teknolojiyi kullanmaya başlamak için gereken yatırımı kısa vadede fazlasıyla çıkaracak ölçüde (uzun vadede bunun tam da böyle olmayabileceğini ileride tartışacağız) işçi verimliliğini arttırarak, birim emek ücretlerini düşürmeye yarayabilir. Birim ücretleri düşürmek ve işçi verimliliğini arttırmak, kapitalist devinime içkin olan rekabetin çok merkezi bir eğilimidir; tam da bu yüzden, teknik inovasyon bağımsız sermayelerin hayatta kalabilmesi için hayati öneme sahiptir. Kimi teknolojiler, üretim süreçlerinde çok büyük atılımlar yaratarak, emek alanında diğerlerinden çok daha büyük etkiler yaratmıştır. Örneğin, James Hargreave’in 1764’te İngiltere’de icat ettiği çıkrık makinası (spinning jenny) iplik dokuma işlemini kökünden değiştirmişti. Buhar gücü demiryolları üzerinden genişlemeye ve doğal kaynakların çok daha ucuza sömürülmesine olanak sağladığı gibi, pistonlu buhar makinası tekstil üretiminde büyük bir dönüşüm sağladı. Modern sanayi çağındaki dijital olmayan teknik gelişmeler içinde belki en önemlisi ise üretim hattının, elektronik kontroller aracılığıyla otomatikleşmesi idi. Kentleşme süreçlerini hızlandıran; kanalizasyon ve yeraltı su kaynakları veya hem zamanı hem mekanı küçülten telefon ve jet motoru gibi pek çok başka örnek verilebilir elbette.

Teknoloji ve emek

Hem geçmişteki hem güncel teknik gelişmelerin sonuçlarından birisi, işçilerin yerini makinaların almasının sonucu olarak, belli bir seviyedeki işçi kıyımlarıdır. Buna paralel olarak sabit sermaye (“ölü” emeğin ürünü) ve değişken sermaye (işçilerin üretim süreçlerindeki “yaşayan” emeği) arasındaki oran ile ölçülen sermayenin organik bileşiminde bir artış gözlenir. Marx, sermayenin organik bileşimindeki bu düzenli artışına, kapitalizmin krize girme eğilimini açıklamada çok merkezi bir rol yükler. Çünkü esas değeri üreten, yaşayan emek, yani işyerindeki işçilerin eylemidir. Ham madde ve makinalarda cisim bulan ölü emek, yeni bir değer üretmez, sadece yaşayan emeğin kullanım nesnesi haline gelme süreçlerinde nihai ürüne zaten var olan değerini aktarır. Bu ikisi arasındaki oran makinelere yapılan sabit yatırımın lehine döndüğünde ve sermaye sapması etki etmeye başladığında, herhangi bir üretim sürecindeki emeğin buna oranla payı düşer ve buna bağlı olarak sermaye yatırımının geri dönüş oranı (veya kar oranı) da azalır. Yani, bir taraftan bağımsız işletmeler rekabet edebilmek için teknoloji yatırımı yapmaya yazgılıdır, fakat öte yandan sabit sermayeye değişken sermayeyi küçültme pahasına bel bağlayarak ekonomik durgunluk ve gerileme ihtimalinin de tohumlarını ekmiş olurlar. Bu durumun üstesinden gelebilmek için sermayenin telafi edici önlemler alması gerekmektedir, bu da işçilerden “daha aza daha fazlasını” alma gayretine düşmesi anlamına gelebilir. 

Bu yüzdendir ki, kapitalist emek süreçlerindeki teknolojik gelişmeler her daim kaçınılmaz olarak, işçilerin direniş stratejilerine gebe olan bir gerilime sebep olmuştur. Marx bu gerilimle alakalı olarak, insan toplumlarının kurulumu ve yeniden kurulumunu geniş anlamda “üretim güçlerindeki üretim araçlarının değişim ve gelişimine” bağlamıştır. Bunun sonucu olarak “Toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam süreçleri maddi hayatın üretim biçimi tarafından belirlenir”.6 Gerçekten de yok olmaktaki meslek ve zanaatları iş edinmiş olan işçilerin direnişi, pek çok zaman söz konusu çağın hem sınai ilişkilerinin hem de toplumsal koşullarının doğrudan belirleyicisi olmuştur. Daha da önemlisi, açıkça gözlemleyebildiğimiz üzere, çalışan nüfusun kurulumu, teknik gelişmelere bağlı olarak sürekli yer ve biçim değiştirmiştir. E. P. Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Üretimi’nde, pamuk işçiliğinde fabrika sistemine geçilmesine yönelik pamuk dokuma zanaatkarlarının direnişini kaydederken, tam da böylesi bir süreci son derece incelikli bir biçimde tarif eder. Yeni makinaların, işinden olan dokuma ustaları ve toplayıcılar tarından parçalanması, “kendi yaşamını savunan birkaç vasıflı işçinin eyleminden pek fazlasıydı… Luddizm7, artık geçmişte kalan atâerkil töreyi duyumsayan ve işçi toplumunun gelenekleriyle örtüşen, sanayi kapitalizminin dizginsizliğine duyulan öfkenin şiddetli bir patlaması olarak görülebilir.”7

Daha güncel direniş örneklerinden bahsetmek gerekirse, 1970’lerde dok işçilerinin konteyner teknolojisine karşı sendika kararı olmaksızın yürüttükleri, işten çıkarılmalarıyla sonuçlanan iş durdurma eylemleri örnek verilebilir.8 (Grevler Pentonville dok işçilerinin hapse atılması ve nihayetinde 1971 Sınai İlişkiler Yasası’nın çöküşüyle sonuçlanmıştı) Konteynerlerden önce, zamanlarının neredeyse yarısını doklarda geçirirlerdi ve çuval ve istifler halinde taşınan malları, turna ile teker teker işçiler tarafından kıyıya indirilirdi. Konteynerler üst üste yığma ile toplu nakliyat yapılmasına ve doğrudan kamyonlara yükleme yapılmasına olanak sağladı. Bu değişimlerin bir sonucu olarak pek çok küçük liman kapandı ve iş nehir ağızlarından daha derin sulara taşındı. Doğu Londra’nın liman bölgelerindeki dok işçisi sayısı 1966 ve 1976 arasındaki 10 yıllık dönemde 150.000 azalmıştır.9

Yeni teknolojinin “eski” mecraya girmesinin ani etkisine daha da canlı bir örnek, 1980’lerde sıcak metal birleştirme ve dizgi işlerinin bilgisayar tabanlı dijital sinyal ile ikame edilmeye başlamasından verilebilir. Rupert Murdoch’un Doğu Londra Wapping’deki News International’ı ve matbaa işçilerinin bir yıl süren büyük hesaplaşmasını, gazete patronu Eddie Shah’ın Stockport Messenger gazeteler grubunda sendikalara yaptığı saldırılar öncelemişti. Shah, fabrikalarında sendikanın üretimi durdurduğu atölyelerde direnişi kırmak için sendika karşıtı yasaları başarılı bir şekilde kullanmış ve daha sonrasında yeni bir gazete kurmuştu. Bu gazete tümüyle bilgisayar sistemiyle üretilen Today’di. 

1986’daki Wapping çekişmesinin işveren kanadına, geleneksel matbaa sendikalarına saldıran (gazeteciler sendikası NUJ, Murdoch tarafından sesi kesilen birkaç kişi haricinde zaten Murdoch’un yeni fabrikadaki hamlesinin lehinde oy kullanmıştı) Rubert Murdoch önderlik ediyordu. Fleet Street’de çalışan 5.500 kadar işçi, gazete üretimini (The Times, The Sun ve News of The World’ün) Londra’nın doğusundaki tümüyle yeni teknoloji ile donatılmış yeni fabrikaya taşıma planlarına karşı greve çıktıklarında işten çıkarılmışlardı. Geceleri fabrika kapılarında toplanan dayanışmanın önderliği, elektrikçiler sendikası EETPU’nun desteğiyle grev kırıcı getirten Murdoch’a karşı başarısız olmuştu. Hemen bir yıl önceki maden işçilerinin yenilgisini izleyen bu gibi çekişmeler yeni üretim biçimleri yaratmak ve emek rejimini yeniden düzenleme süreçlerinde çok belirleyici anlar olmuştur. Ne var ki, kolektif emeğin kararlı direnişi, her zaman teknolojik dönüşümleri dizginlemeyi sağlayamamıştır.

Peki teknolojinin üretim rejimindeki belirleyici rolünü nasıl daha da detaylı tarif edebiliriz? 

Dijitalleşme “özel” mi?

Değer üretimini azamiye çıkarmak adına kontrol etmek, kayda geçirmek ve ölçmek için işyerinde teknolojinin hep kullanılageldiğini izleyebiliyoruz. Fakat Marksist geleneğin içinden ve dışından pek çok yorumcu da dijitalleşmenin tamamen özel bir gelişme olduğunu ve emek alanı ve değer üretimindeki etkilerinin niteliksel olarak farklı olduğunu ileri sürmüştür. Peki dijitalleşme gerçekten diğer teknolojik gelişmelerden farklı mıdır? Buna yanıt verebilmek için öncelikle doğrudan teknolojinin tarihine bir göz atmamız lazım.

Bilgisayarlaşmanın doğuşu

1960’ların sonlarına doğru ilk bilgisayar tabanlı bilgisayar işleme sistemleri işyerlerine girmeye başlamıştı. Bilgisayarlaşma pek çoklarınca, sibernetiğe dayalı ve bununla ilişkilendirilen geri beşleme döngüleri sayesinde karar süreçlerinde verimi arttıran, yepyeni bir emek düzenine olanak sağlayacak, eski teknolojiden çok temel bir kopuş olarak tarif ediliyordu. Alvin Toffler çok satan kitabı Future Shock’ta yeni bilgi ve iletişim teknolojilerinin geleneksel “iş” kavramını yapı bozumuna uğratarak, emek alanında devasa bir dönüşüme ön ayak olacağını, yahut “iş” pratiği çökeceği ve işi olmayanlar gittikçe daha çok aylaklığa yöneleceği için, işçilere kitleler halinde daha fazla boş zaman sağlayacağını öngörüyordu.10 1970’lerde böylesi bir “serbest zaman toplumu” öngörüsü sendikaların dahi bir kısmına sirayet etmişti. En bariz örneği olarak herhalde beyaz yaka sendikası ASTMS’den Clive Jenkins ve Barry Sherman’ın 1979’da yayınlanan İşin Çöküşü verilebilir.11 Kökten bir dönüşümün yaşanmakta olduğuna dair önermeler, özellikle Daniel Bell’in, hizmet istihdamının ezici çoğunlukta olduğu, bilim ve mühendislik mesleklerinin yükselişte olduğu, itici kuvvetin yeni “entelektüel” teknolojilere geçtiği, bir toplum öngörüsünde bulunan 1973 tarihli Post-endüstriyel Toplumun Varışı kitabıyla, akademik çevrelerde de hız kazanıyordu.12 Bell’in vizyonu, ondan yirmi yıl sonra “Çalışmanın sonu” nu öngören ve “ücretli emek toplumunun” sonu varsayımlarında bulunan André Gorz tarafından genişletilecekti.13 30 yıllık bu süreçte ortaya çıkan tüm bu varsayımların ortak paydası, “fikri emeğin” yükselişine ve “geleneksel” işçi sınıfını ikame edeceği düşüncesine yapılan vurguydu. Manuel Castelis, anıtsal üçlemesi Bilgi Çağı’nda, ağların, başat toplumsal örgütlenme biçimi olarak hiyerarşinin yerine geçeceği ve bireyin benliğini de bu teknoloji tabanlı süreçlerle oluşturmaya başlayacağı fikirlerine dayanarak teknolojik belirlenimciliğin çarkına su taşıyor ve bilişim teknolojilerini modern toplumsal devinimin merkezine oturtuyordu.14

Dijital ve “maddi olmayan” emeğe geçiş

Bu tartışmalar içinde bulunduğumuz yüzyılda dijitalleşmenin “ücretsiz” ve “maddi olmayan” emeğe dayalı yeni bir kapitalizm modeli yarattığını öne süren yeni bir biçime büründü. 2000 senesinde yayınlanan bir makalesinde Tiziana Terranova, kültürel ve teknik emeğin internet kullanımına içkin olduğu ve “web sitesi kurma eylemi, yazılım paketlerini geliştirme, mail listelerini okuma ve katılımcı olma, MUD ve MOO’lar içinde sanal alanlar oluşturma” gibi pek şeyin bulunduğu bir sürü işin “bedavaya” yürütüldüğünü öne süren bir argüman geliştirdi.15 Dijital emeği ayrıca şunlarla betimliyor:– Online platform şirketlerinin baskın sermaye birikimi modeli…içerik üretimi ve blog kullanımı, sosyal ağ siteleri, wiki’ler, mikro-blog’lar, eğlenceli içerik paylaşım sitelerinin üretilmesine katkıda bulunan kullanıcıların –ki bunlar kar etmenin merkezinde yatan değeri üreten işler, ücretsiz emeğinin sömürülmesine dayalıdır.16

Örneğin yazara göre, Facebook’un başlangıcı, profil sahiplerinin ücretsiz emeği sayesinde reklam satışlarından gelen geliri toplamasından ibaretti. Ancak emeğin dijitalleşmesinin, online içeriğin “ücretsiz” karakterinden çok öteye uzanan boyutları var. Önerilen şu ki, kapitalizm fabrika ve kolektif işyerine dayalı bir sermaye birikimi sisteminde internet üzerinden bilginin toplandığı ve dağıtıldığı yeni bir modele geçmekte. “Maddi” emekten “maddi olmayan” emeğe geçişle kast edilen de bu.

Bazı ana akım işletme kuramcıları da internet tabanlı ağların ve dijitalleşmenin yükselişini benzer şekilde yorumlayıp işyeri düzenine dair karar mekanizmalarını sermaye yararına yeniden icat etme fırsatına tahvil etmeye çalıştılar. İnternet, iddiaya göre, “hiyerarşileri yataylaştırma ve açık, eşitlikçi çalışma düzenlerini teşvik etme”17 olanakları sunarak, dijitalleşmenin ufkunu genişletiyor. Ne var ki böylesi düzenlemeler yöneticilerin ayrıcalıklı konumuna karşı çıkmanın değil, şirketin rekabet becerisi lehine işçilerin yaratıcılığının meyvelerini daha verimli toplamanın olanaklarını geliştirmeyi amaçlıyor. Bu model, internetin eşitleyici etkilerinin savunucusu başkaları tarafından, sol bir perspektifle daha ileriye de götürülüyor, bazıları “prosumption’ın (tüketim ve üretim kelimelerinin birleşimi)” –tüketicinin üretmesinin, tüketicilerin ücret almadan şirketler için değer ürettiği bir “paylaşım” ekonomisine olanak sağlayacağını dahi iddia ediyor. 

İki kutba sıkışmaktan sıyrılıp “ağlara” odaklanma vurgusunun kökleri erken otonomcu ve İtalyan operaismo (uvriyerist/işçici) geleneklerine dayanıyor. Bu gelenek, ağların ve kültürel söylemin praksisinin, örgütlü işçi sınıfının iktisadi kuvvetine önceliğini vurgulardı. Bazı aslında fena da olmayan yorumcular bu “post-operaismo” yaklaşımını güçlendirdiler. Nick Dyer-Witheford, fevkalade iyi araştırılmış kitabı Siber-Proletarya’da örneğin, bir “post post-operaismo” perspektifi öneriyor. Dyer-Witheford, başlangıç noktasına “ne ‘işçi’ ne de ‘kitle’ fakat ‘proletarya’. Öyle ki, proletarya sibernetik yoluyla işçileri işyerinin ötesinde bir temel değiştirici güç olarak kavrıyor”18 düşüncesini koyuyor. Robot teknolojileri ve YZ da işin içine girdiğinde geleceğe dair iddialar daha da muazzam bir ölçeğe taşınıyor. Bu ütopik senaryoya göre, insan emeğine gerek kalmayacak, böylece tüm zamanımızın bize ait olduğu, siber ağlara ve dijital yaratıcılığın paylaşımına dayalı bir “anarko-komünist” yaşama geçebileceğiz. 

Bilgi paylaşımının sistemin itici gücü haline geldiğini söyleyebilmemiz için, sermaye birikimi rejimi tümüyle değiştiğini varsaymamız gerekir. Daha da önemlisi, makinalar, robotlar bilgisayarlar ve YZ üretimi üstlendiğine göre, Marx’ın emek değer teorisi tümüyle işlevsiz hale gelmiş demektir. Bu, Paul Mason’ın dijital emek tezini popüler formatta sunduğu kitabı PostKapitalizm’de önerdiği “bilgi ile yürütülen üretim, harcanan emekten bağımsız sınırsız zenginliğin üretilmesine doğru ilerliyor”19 düşüncesinin çekirdeğini oluşturuyor. Bu, “cüzi insan emeğiyle üretilebilen şeyler büyük ihtimalle bedava olup paylaşılacak ve mülkiyeti ortak olacak”20 şeklindeki düşünceden hareketle, marjinal üretim maliyetinin sıfıra yaklaşacağı öngörüsüne dayanıyor. Doğacak olan “post-kapitalist” ütopya (veya distopya) öyle bir dünya olacak ki, robot ve YZ’da cisim bulan sermayenin organik bileşimi, artı değer üretiminin sıfıra doğru küçüleceği kadar yükselmiş olmalı. Carl Shapiro ve Hal Varian bu fenomenin, bilginin üretiminin maliyetli olduğu fakat yeniden üretiminin ucuz olduğu şeklinde bir ortodoks iktisadi tarifini yapıyor.21 Yani, bilginin ilk nüshasını üretmenin maliyeti ciddi olabilir, fakat kopyalarını üretmek (veya çoğaltmak) yok denecek kadar küçük bir masraf. İşte, bu “çoğaltma” safhasında dijitalleşmeyle ilişkilendirilen marjinal maliyetler “bolluk ekonomisinde” olduğu gibi sıfırlanma eğilimi kazanabilir.

Dijital emek tezinin destekçileri sıklıkla Marx’ın Grundrisse’deki, kapitalizmin sürekli olarak üretim araçlarını teknoloji kullanımıyla geliştirme eğilimini kavramlaştırdığı, makinalarla ilgili bölüme referans verdiklerine rastlıyoruz. Marx spesifik olarak mekanizasyonun üretim sürecine hakim olma potansiyeline atıf yapıyordu. Makine hem işçinin girdisinin ayrıştırmak, hem de iş bölümü üzerinden teknoloji ile itaatkar bir ilişkinin oluşmasını sağlayan çok işlevli bir kuvvet olarak karşımıza çıkıyor: 

Fakat, üretim sürecine içkin hale gelen emek aygıtları bir dizi dönüşüm geçirir ve bunların zirvesi ise makine, veya daha doğrusu kendi kendini yürütme gücüne sahip bir otomasyon tarafından harekete geçirilen, otomatikleşmiş bir makinalar sistemidir (makinalar sistemi: otomatik olanı bunun en tamamlanmış halinden başka bir şey değildir ve tek başına zaten bunun bir sisteme dönüşmesini sağlar), bu otomasyon pek çok mekanik ve akli organdan oluşur, işçilerin de onun salt bilinç sahibi birer kolu olarak yontulması beklenir.22

Ne var ki Marx, mekanizasyonu sadece sermaye birikiminin mantıksal modelinin kavramsal uç noktası olarak değil, aynı zamanda yabancılaşmanın da itici kuvveti olarak öngörmüştü. Ki, işçilerin ancak bu yabancılaşmanın üstesinden gelmek yoluyla güçlerini geri kazanmaları, üretimi ele geçirmeleri ve nihayetinde özgürleşmeleri mümkündü. Otonomcu gelenekten pek çokları bu uç noktasını belirlenimci bir biçimde kapitalizmin “kaçınılamaz” çöküşü olarak yorumluyor ve spesifik olarak Marx’ın “komünal üretim” kavramına atıfta bulunuyorlar. Ve bahsi geçen otonomcu yaklaşımda bu, dijital zanaatkarların anarko-komünizmi mümkün kıldığı belirli bir kapitalizmin belirli bir evresine tekabül ediyor. Yani bu yoruma göre sermayenin hakimiyeti, Marx’ın ima ettiği gibi doğrudan meydan okunarak değil, mülksüzlerin ağları üzerinden çözelti halinde yayılarak yıkılacaktı. Ve bu sözgelimi ermişlik kuvveti öngörüsüne göre, iktidarı ele almadan. 

Bir kez daha bu yaklaşımın kökenlerini, toplumu, iş eyleminin fabrikanın dışına taşmakta olduğu ve “böylece çok daha karmaşık bir makinayı eyleme geçiren”23 bir “sosyal fabrika” olarak tarif eden, 1970’lerin İtalyan uvriyerist akımında izleyebiliyoruz. Bu fikri daha da ileriye taşıyan Michael Hardt ve Toni Negri İmparatorluk’ta maddi üretimin buharlaşarak cisimsiz bir dünyaya dönüştüğü bir “postmodernleşme” tarifi yapıyorlar.24 Öyle ki, bir alternatif bilgi kaynağı olarak dijital iletişim (ve bu bilgi dolaşımının getirdiği potansiyel güç) baskın iktidar yapılarına meydan okumaya olanak sağlıyor. Ve bir kez daha artık iktidarın sabit sınırları veya coğrafi bir merkezi olmadığını tartışıyorlar. Bu yüzden artık iktidarın “hem her yerde, hem hiçbir yerde” olduğu bir dünyanın tutsaklarıyız, hizmet işlerinin hakim olduğu ve maddi olmayan emeğin evrensel kültürel “ürünleri”, bilgi ve iletişimi kucakladığı bir dünya. Bu görüşte, iletişim araçlarının kullanımının yoğunlaşıyor oluşu, daha rahat, bireysel zamana dayalı, kol emeğinin makinalar tarafından devralındığı, emeğin kolektif hale geldiği Fordist seri üretim çağının başat iş bölümü mantığının üstesinden gelindiği bir dünya tasavvurunu mümkün kılmak için kullanılıyor. Marx Grundrisse’deki görüşleri bir kez daha böylesi bir pozisyonu gerekçelendirmek için yanıltıcı bir biçimde kullanılıyor.25  

Şüphesiz bu günün emek dünyasında gerçekten neler olmakta olduğuna dair delilleri incelemeden, postmodernleşme tezine temkinli yaklaşmak gerekir. Örneğin sadece bilgi teknolojileri endüstrisinin kendisine baktığımızda bile, Castells ve diğerlerinin öngördüğü gibi ağlara yayılarak çözülmüş bir kapitalizm modeli değil, Microsoft ve Google gibi şirketlerin, imtiyaz ve ufak rakiplerini satın alma süreçleri üzerinden endüstriye tümüyle hakim olduğu, son derece yoğunlaşmış bir kapitalist model görürüz. Veri paylaşımına dair yasal mevzuat tamamen sermayenin ve şirket çıkarlarının lehine düzenleniyor ve fikri mülkiyet ile şirket gizliliğini düzenleyen yasalar, şirketlerin keyfi tutumlarını teşhir etmeyi zorlaştıracak nitelikte. Facebook bugün risk sermayedarlarına ait, YouTube ise yakın zamanda Google’ı satın aldı.26

Ağlara dağılmış ve çözülmekte olan bir kapitalizm anlatısı ile hakikat arasındaki bu açı, sözde “app ekonomisi” meselesine gelindiğinde iyice genişliyor. Yani mesela, en büyük taksi firmasının (Uber) gerçekte ne araçları var ne de sürücü istihdam ediyor, en büyük tatil konaklama servisi (Airbnb) hiçbir konaklama merkezine sahip değil veya bir turizm acentası (booking.com) gerçekte hiçbir seyahat organize etmeden var olabiliyor. Dahası, yazılım endüstrisine baktığımızda örneğin, tabiatı gereği kasıtlı olarak müşteriyi devamlı memnuniyetsiz bırakacak şekilde tasarlanan ve eski versiyonun yenilenip yenilenmeyeceği konusunda seçim hakkı tanımayan Microsoft yazılım güncellemelerini görüyoruz. Güç taksim edilmediği gibi, endüstri geliştikçe, geleneksel biçimde devasa şirketlerde yoğunlaşıyor. 

Hem cisimsizlik hem de maddi olmayan kavramları daha önce de soldan eleştirilere maruz kaldı. Ursula Huws 1999’da cisimsizlik kavramını sorgularken şunu vurguluyor: “burada dolaşıma sokulan illüzyonlardan belki de en tehlikelisi yeni bilişim teknolojiler sayesinde artık herkesin her şeyi her yerde yapabileceği ve tüm dünya nüfusunun artık potansiyel bir sanal işgücüne dönüştüğü düşüncesi”.27 Burada sözü edilen tehlike, çalışmanın artık tümüyle mekandan azade hale geldiği, bu sayede sermayenin tümüyle dizginlerinden kurtularak süper-güçlü hale geldiği ve bununun neticesinde kolektif işçinin ise kuvvetini tamamen yitirdiği yanılgısında yatıyor. Bu gibi kavramlar “app ekonomisi” gibi yeni konseptler dahilinde bile şüpheli kavramlar olmaya devam ediyor. Uber’in taksi şöförleri ve Deliveroo’nun kuryelerinin yakın zamandaki mücadelesi, bize maddi olanın pekala gerçek olduğunu ve grev eyleminin hala işçilerin koşullarında iyileştirme sağlayabildiğini gösterdi. Kevin Doogan da bu noktadan yola çıkarak benzer şekilde cisimsiz dünya senaryolarının nasıl yanıltıcı kavramlar üzerinde durduklarını tarif ediyor. Önermesine göre, BİT devrimi ile zaman ve uzaklık kavramlarının ölümünün gerçekleştiği iddiası, hareket ve madde arasında tümüyle hatalı bir ayrımı ima ediyor. Doogan’a göre böylesi bir dünya tahayyülünde teknoloji merkezciliğin ötesine geçip veri transferinin kendinden menkul bir fetiş haline geldiği bir dünyaya varmışız gibi görünüyor. Tüm bunlar, “bilginin dolaşımı maddi olmayan süreçlerle gerçekleşiyor olsa dahi, üretim ve tüketiminin maddi olmaya devam ettiği yönündeki önemli gerçeğe rağmen iddia ediliyor“.28

Dijital ekonomiyle ilişkilendirilen “bedava emek” kavramı da pek çok tartışmanın nesnesi olageldi. Elbette, hepimiz pekala çalışma hayatlarımızdaki ücretlendirilmemiş emekten bahsedebiliriz; toplu taşıma ile her gün işe giderken harcadığımız emek ve zaman bile bunun basit bir örneği. Eğitim, tıp ve hukuk alanlarının mesleki pratiği de ücretlendirilmiş çalışma saatleri dışında belge makale ve başka pek çok kaynak okumayı içerir. Sivil toplumun pek çok işlevinin de misal, arama kurtarma grupları, mahalli, spor kulüpleri, yardım dernekleri vs. gibi gönüllü işler olmadan yerine getirilemeyeceği de bir gerçek. 

Bunların neredeyse tamamı insan eforu gerektirir ve genel manâda iş olarak da görülebilirler, fakat bu, postmodern dünyanın “ücretsiz emeğinden” ziyade, bir çeşit hobiye daha yakındır. Diane van der Broek da “bedava emek” eleştirisinde bu konuyu tartışıyor:

Dijital emek ne bedavadır, ne de maddi olmayan bir şeydir; çünkü ona cisim ve değer kazandıran şey emeğin muhtevası değil, sermayeyle nasıl ilişkilendiğidir… emek, işçi/işveren ilişkisi ve emek süreçleri üzerinden sermayeye bağımlı olmayı sürdürmektedir, iş ister siber alanda ister daha “ayağı yere basan” yerlerde gerçekleştiriliyor olsun. Gerçekten de, ücretli emek ve sermaye arasındaki müşterek bağımlı olma halini ele aldığımızda, ikisinin de ötekisi olmadan anlamını yitirdiğini görüyoruz.29  

Şimdi biraz da teorik tartışmalardan emeğin dijitalleşme, YZ ve robot teknolojileriyle alakalı olarak geçirdiği dönüşümün delillerini incelemeye geçelim.

Delil?

Dijital teknoloji, tıpkı kendinden önceki teknolojiler gibi işçilerin yerini alma gücüne sahip. Fakat dijital teknolojinin çalışmanın sonunu getireceği düşüncesini kabul etmeden önce, teknolojik yeniliklerin bütüncül etkisini incelememiz gerekiyor. İlk olarak, bilgisayarlaşma daktilocuların ve döküm metal matbaa işçilerinin işlerine son verdiği gibi, yalnızca bilgisayar donanımı ve yazılımı alanlarında değil ayrıca cep telefonu ve oyun konsolu üretimi alanlarında da pek çok yeni iş üretti. İkinci olarak, “prosumer” ekonomisinin Google, Facebook, Amazon gibi en büyük şirketleri dahi, işçilerinin gerçek zamanlı sömürüsüne dayalı üretim yapıyor. Bu özellikle, yarı-otomatik ürün depoları ve işçilerin Amazon için küçük sayılan işleri, satış başına ücretlendirme programları üzerinden evden, bilgisayar bağlantısı ile yürüten, taşeron “kitle-çalışanları” ile Amazon örneğinde iyice göze batıyor.30 Google esas gelirini “gerçek” ekonominin şirketlerine yaptığı reklam satışlarından elde ediyor olsa da, aynı zamanda Yahoo ve Baidu gibi rakipleriyle rekabet edebilmek için arama motoru ve e-mail servislerini yürüten kendi iş gücünü de sömürmek zorunda. 

Üçüncüsü, ampirik delilleri incelediğimizde, veriler “bireysel zaman sınıfı” veya “çalışmanın sonu” gibi senaryolarla örtüşmüyor. 1975’te sanayi sosyolojisi alanından John Child o günkü verileri incelemişti. Gittikçe boş vakti artan veya yapısal dönüşüme uğramakta olan bir toplum fikrini reddediyordu ve ileri bilişim sistemlerinin “mantığının” rutinleşme ve bürokratikleşme eğiliminin genişleyerek, çalışmayı, üstelik o güne kadar henüz bundan etkilenmemiş görünen memuriyet ve hatta yönetici seviyelerine kadar bu yönde etkileyeceğini öne sürmüştü.31 Başka bir deyişle, angarya ofis işlerinin ve kol emeğinin sönümlendiğini görmekten ziyade, bilgisayarlaşmanın önayak olduğu bir rutinleşmeye tanık olacağız. Böylesi bir senaryo Harry Braverman tarafından da 1974 tarihli Emek ve Tekelci Sermaye kitabında son derece incelikli biçimde teşhir edilmişti. Braveman, ofis işlerinin vasıfsızlaşma ve Taylorlaşma süreçlerinden bahsediyordu.32 Gerçekten de, 1970’lerde kelime işlemcilerin işyerlerine girmesi ve robotların tüketici pazarına inmesi sadece rutinleşmeye dair değil “makinalar işlerimizi mi çalıyor” sorusuyla ifade bulan pek çok kaygıyı beraberinde getirmişti. Bu soruya ilişkin, İngiliz Sosyalist İşçi Partisi’nden Chris Harman 1979’da şunları söylüyordu: 

Vasıfsızlaşma ve idari kontrolü arttırma süreçlerinin bilgisayarlı kasa sisteminin kullanılmaya başlanmasıyla dükkan ve marketlerde de devreye girdiğini gözlemek son derece mümkün. Kasiyerin artık fiyat kontrolü uzadığı zaman aldığı “doğal molayı” almak için mazereti kalmadı; bir bilgisayar tek başına stokları kontrol edip sipariş verebildiği için vasıflı depo işçisine kimse ihtiyaç duymuyor; artık muhasebe memurunun tek yapması gereken bilgisayar başından veya printer çıktısından rakamları okumak. Hepsi de birden bire sıkıcı ve sürekli tekrar eden işlere mahkum oldular, ve bu işler, yönetim bilgisayarların hızını yükselttikçe daha da zorlaşıyor.33

Masa başı ve dosyalar yerine bilgisayarlara bağlı memuriyet fabrikaları yakın görünüyordu.

Bilgisayarlaşma sonrası döneme dair daha ileriki yorumlamalar da boş zamanlar ütopyasının yanıltıcılığına dair aynı tür çıkarsamalara işaret ediyordu. Toplu verilerin uzun bir incelemesini yürüttükten sonra Peter Bramham’ın bulguları da “geç anlaşılmış da olsa, bir ‘serbest zaman toplumu’ geliştirme ve düzenleme projesi pek ala naif denilerek kenara atılabilir bir düşünce” şeklinde yorumlayacağı türdendi.34 Bu bariz naiflik, şüphesi, yeni teknolojilere yatırım yapan işverenin motivasyonunu ve bu teknolojilerin sonuçlarını yanlış anlamaktan kaynaklanıyordu. Marksist bir perspektiften bakınca, BİT ve dijitalleşmenin diğer biçimleri de dâhil olmak üzere hiçbir teknolojik yenilik emek süreci içinde değişimin tarafsız bir elemanı olarak yorumlanamaz. Sermaye teknoloji yatırımlarını toplumu geliştireceği için değil, kar oranlarını yükseltme potansiyeli gördüğü için çekici bulur. Bunun sonucu olarak da, kapitalizm içinde daha çok boş zamanı olan bir toplum ütopyası aldatıcıdır. Sermaye iyicil niyetlerle değil, iş yükünü yoğunlaştırma ve sömürünün getirisini arttırma gibi kötücül niyetlerle inovasyona ihtiyaç duyar ve bu sadece bir maliyet meselesi değildir, aynı zamanda, işyerinde, verimlilik artışındaki durağanlığı telafi edecek eğilimler üretmek için de teknolojik yenilikten faydalanır. Öyle ki, gelişmiş sanayi toplumlarında çalışma saatlerinin düşmesi (dijitalleşme ile paralel olarak) bir yana dursun, bir işçinin çalışarak geçirdiği zamanın ortalaması yükselme eğiliminde olmuştur. Bu eğilim hem işsizlik hem de ücretli yoksulluk oranları için de geçerlidir.35

Dördüncüsü, bilgisayarlaşma ve dijitalleşmenin uzun vadede emek verimliliğinde de nitel ve nicel bir artış (nihayetinde boş zamanlar toplumuna alan açacağı öngörülen) sağlamışlığı da söz konusu değildir. Şüphesiz, mesela web 2.0 gibi görece yeni BİT biçimlerinin kullanımına bağlı, idari verimliliğe dair ilkin bir sıçrama yaşanmıştır. Ne var ki, verimlilikteki böylesi sıçramaların etkileri kalıcı değildir.36 İki ayrı ülkedeki şirketleri inceleyen İngiltere merkezli Ulusal Ekonomik ve Toplumsal Araştırma Merkezi’nin çalışması da benzer çalışmaların vardığı sonuçları doğruluyor, yani “internete açılmak tek başına verimlilikte her hangi uzun süreli etki yaratmamakta”.37

Çalışmalarını Amerika’da sürdüren iktisatçı Robert J. Gordon, BİT’nin verimliliğin genelini dikkate değer ölçüde arttırdığı görüşüne uzun zamandır muhalif olan ve ana-akım görünürlüğe sahip bir figür. Amerikan ekonomisi üzerine yaptığı son büyük ölçekli çalışmasında, BİT’nin, işyerlerine girdiği zamandan beri verimliliğe kökten etki etmiş olduğu iddiasını soğuk duşa sokuyor. Gordon’un argümanı hedefine “tekno- optimistleri” alıyor. Söylediğine göre, İT devrimi, telgraf, elektrikli aydınlanma, veya iç tesisat ve kentsel sıhhi temizlik gibi tarihteki bir grup başka teknolojik atılımın yanında sönük kalacak çapta değişimlere yol açtı.38 Dikkate alınması gereken bir diğer nokta da, bilgisayarların aslında sermaye stoğunun görece ufak bir bölümünü oluşturduğu ve daha da önemlisi bilgisayarlara yapılan yatırımın “İT devriminin” 1990’larda zirve yaptığı dönemden bu yana düşmekte olduğu.39 İşletme uzmanı Michael Porter’a göre ise, “tüm şirketler interneti benimsedikçe, internet gittikçe avantaj olma özelliğini yitirerek nötralize oluyor”.40 Donanım ve yazılım güncellemeleri devamlı gerçekleşse de, bu güncellemelerin toplu etkisi ana yatırımın etkisine kıyasla küçük oluyor. Zira kapitalistler, Marx’ın “sabit sermayenin ömrü” olarak tarif ettiği şeyi dikkate almak zorundalar, Harman şöyle anlatıyor:

Kapitalistler, pek nadiren ellerindeki makinaları teknolojik ilerleme gerçekleştiği anda yenilerler. Bir önceki kuşak makinalara harcadıkları paranın kara geçmesini beklemeleri gerekir genellikle, ki bu çoğunlukla hiç değilse birkaç sene alacaktır. Bu bekleme eğilimi, denenmemiş bir teknolojiyi ilk edinen olmanın getirdiği riskler de hesaba katılınca artar: işe yaramayan bir teknolojinin barındırdığı tehlikeler, maliyette müthiş bir azalma ile pazarı silip süpürme şansına baskın gelir.41

Teknolojik değişime dair böylesi temelsiz iddialar uygulamadaki evrensellik iddialarına da temkinli yaklaşmamız gerektiğini bize gösteriyor.

Robot Teknolojisi ve YZ

Şüphesiz, verileri incelediğimizde, robot bilimi ve YZ alanlarındaki teknik gelişmelerin de emek dünyasına potansiyel etkisinin benzer biçimde sınırlı olduğunu görüyoruz. 17 ülkeden şirketlerin 1993 ve 2007 arasında toplanan verilerinin incelendiği 2015 tarihli bir rapora göre, robot teknolojilerindeki gelişmeler ve buna bağlı olarak bazı yarı-vasıflı ve az-vasıflı işlerin azalmasıyla verimlilik artsa da, “robot kullanımının getirdiği marjinal gelirlerin –‘tıkanma etkisi’- ile düşmekte olduğuna, yani robotların büyümenin sihirli iksiri olmadığına dair bazı deliller mevcut”. Gerçekten de, araştırmacıların söylediklerine göre, “bu, robotların büyümeye katkısını kabaca 19. yüzyılda demiryollarının ve 20. yüzyılda Amerikan otoyollarınınkine denk bir yere düşürüyor”.42

Bu, elbette sermaye robot teknolojisine yatırım yapmıyor anlamına gelmez. Bilakis, yapay bilişsellik ve makine öğrenimini içeren bir robotik otomasyon süreci gerçekleşmekte olduğundan bunun tam tersinin geçerli olduğunu söylemek mümkün.43 10.000 üretim işçisi başına 300 robotun düştüğü Japonya ve Güney Kore bu alanda başı çekiyor.

Ne var ki, iş ikame etme değerleri yine de sınırlı, özellikle de robotlarla alakalı yatırımların ciddi maliyetleri göz önünde bulundurulduğunda. Robot yatırımlarıyla ilgili bir diğer problem de, halen aslında etkili bir şekilde yerine getirebildikleri işlerin son derece sınırlı oluşu. Görece karmaşık işlerde, bozulabilecekleri veya üst düzey hassasiyet ve kesinlik gerektiren işlemlerde yanlış hesaplama yapabilecekleri korkusuyla insanların kontrolünde çalışıyorlar, bu da yine, verimliliği arttırmadaki potansiyel katkılarını düşürüyor. Mesela, Mercedes-Benz robotların yerine, daha kullanışlı ve esnek olduğu düşüncesiyle yine insan işçiler almaya başladı.44 Gerçekten de robotların ileri teknolojik süreçler için yetersiz oluşunun sebeplerinin bir kısmı da yeterince esnek olmamalarından kaynaklanıyor. 2016’da Alman otomotiv fabrikaları üzerinde yürütülen bir araştırmanın bulgularına göre, robotlar verimliliği arttıran bir sihirli değnek olmadığı gibi, aslında sürekli izlenmelerinin gerekmesi ile insanlara fazladan iş yükü doğruyor: normal ve aslında her şeyin yolunda gittiği bir vardiyada, kaynak ve işleme yapan altı robotun senkronize dansından sorumlu bir işçinin, 20 ila 30 kez araya girmesi gerekiyor. Üstelik teknik sorunlar yaşandığı için değil, daha yaşanmadan önleyebilmek için. Her ne kadar insan işleri yıllar içinde teknolojiye bağlı olarak nicelik bakımından azaldıysa da aslında niteliksel rolü otomasyon ile artıyor”.45 Öncü robot teknolojisi üreticilerinden –Rethink Robots- un hesaplı ve “tak çalıştır” tipi insan hareketlerini taklit edebilen ve geniş endüstriyel kullanım için tasarlanmış bir robot üretme çabaları hız kaybetmiş görünüyor. Şirket yakın zamanda üretim fazlası olduğunu beyan edip 4’te bir oranında küçülmeye gitmişti.46 Şu anki eğilimleri robotlara alternatif oluşturacak, “co-bot”lar üretme yönünde. Bunlar, esneklik ve yaratıcılığın yeşermesini sağlamak için insanlarla yan yana çalışacak.47 Bir diğer problem ise, Marksist iktisatçı Michael Roberts’ın bizlere hatırlattığı üzere robotların günün sonunda makine oldukları, yani:

Robotlar sermaye birikimine içkin çelişkileri ortadan kaldırmıyor… sermaye sapması veya işçi kıyımları (emek tek değer biçimi olduğuna göre) yatırım sermayesine oranla, üretilen değerin azaldığını gösterir. Verimlilik arttıkça, kar oranları düşme eğilimi gösterir… Yani şeyler arası ağların ve robotların gittikçe hakim olmaya başladığı bir ekonomi, büyük bolluk ve refah değil daha yoğun krizler ve daha büyük eşitsizlik anlamına gelir.48

Üstelik, “yerleri süpüren bir robot, bir Roomba, etrafı hızlıca ve ucuza temizleyecektir belki ama hiçbir zaman benim kartımla tatile çıkmayacaktır”.49 Öylesine söylenmiş gibi görünse de, Michael Roberts’ın tespitleri robotik yeniliklerle donanmış bir dünya öngörülerinin sınırlarını daha da net bir şekilde vurgular. Örneğin, eğer robotların ürediği (robot yapan robotlar yapan robotlar) bir dünyaya evrilmemiz mümkün olsaydı, bu sıfır kar üretilen (insan emeği üzerinden değer üretilmediğine göre) bir dünyaya gebe bir takım dönüşümlere tanık olduğumuz anlamına gelirdi, robotlar köleye benzer bir konumda olduğuna göre, buna bir de olağanüstü bir bolluk ve sınırsız boş zamanı ekleyelim. Böylesi bir nirvanaya giden yolda işçiler ve sermaye arasındaki rekabet muazzam olacaktır. Yani Michael Roberts’ın ifadesiyle “ya hiper-kapitalist bir distopyaya, ya da bir sosyalist cennete benzeyecek bir gelecek aslında önümüze koyulan, ancak ikinci ihtimalden pek az bahsediliyor”.50

Bilinç meselesi de ayrıca bir sorunsal teşkil ediyor tabii. Bu hususta bilinç yapay “zekayı” aşan bir şey midir diye sormamız gerekir.

Bir insan aynaya baktığında kendisini görür, bir maymun aynaya baktığına bir maymun görür. Peki bir robot aynaya baktığında neyi “görür” ve neyi “tanır”? Gerçekte bir robot aslında insan aklı tarafından belli bir görüntüyü diğerlerinden ayırt etmeye programlanmadıkça bir şey “görmez”. Bir robot yeni işler yapmak üzere programlanabilir, fakat bir işten edindiği deneyimi bir başkasına aktaramaz. Robotun hayal gücü, duyguları veya bilinci yoktur ve günün sonunda bir makinadır. Daniel Dennett Bilincin İzahı’nda bu muammanın üzerine gidiyor ve bilgisayarların insan zihninden çok farklı işlediğini tartışıyor. Dennett’a göre bilgisayarlar gittikçe artan meblağlardaki veriyi dizisel olarak işlerken, zihnin işleyişi pek çok farklı mekanizma ve süreçlerin etkileşimini içeriyor.51 Yapay zekanın önünde duran esas zorlu görev ikincisi türünden bir karmaşıklığa ulaşmak.

Peki ya tüketim?

Elbette otomasyon sadece üretim dünyasında hız kazanmıyor. Tüketiciler olarak devamlı “barkod” veya “app” toplumundaki hayat tarzımızı iyileştireceği varsayılan yeni teknolojilerin reklam bombardımanına maruz bırakılıyoruz. 

Bu akıllı saatler, zindelik takip eden uygulamalar, akıllı gözlükler ve akıllı giysiler olabilir.52 Google’ın sürücüsüz arabası 2012’deki yola çıkışından bu yana Nevada ve California yollarında bir milyon milden fazla yol kat etti. Medyadaki iddialara göre İngiltere hükümeti de bu araçların kullanımını mümkün kılacak ve nasıl sigortalanacağını düzenleyecek bir yasal yaklaşım üretmenin en hevesli destekçilerinden biri.53 Tabii sürücüsüz araçlar sorunsuz değil, var olan trafik ışığı serilerini tanıyacak şekilde önceden programlanabiliyorlar, fakat yol çalışmalarında konulan geçici ışıkları tanıyamıyorlar, tabii durmasını söyleyen polis memurlarını da keza öyle. Kaldı ki henüz teknik olarak “sürücüsüz” de değiller, yalnızca umumi yollarda ve “direksiyonda” sorumluluk ve ehliyet sahibi bir kullanıcının mevcudiyetinde seyredebiliyorlar. Bu sorunlara rağmen Google 2020’de bu gibi problemlerin çözülmüş olacağını (yahut yasal engellerin hallolunacağını) öngörüyor. Bununla beraber Uber gibi yırtıcı “paylaşım” ekonomisi şirketleri de -şüphesiz taksi şoförlerine para ödeme gerekliliği, hatta taksinin kendisinin ortadan kalacağı gerekçesiyle, sürücüsüz taksiler piyasaya sürmek (gerçekten) konusundaki istekliliklerini ifade ettiler. 

Bugün ayrıca, giyilebilir aygıtlar veya akıllı telefon uygulamaları vasıtasıyla vücut hareketlerimizin her detayını hatta kalp atışı ve kan basıncı gibi yaşamsal verilerimizi kaydetmeye de kabiliz. Bu tip verileri paylaşan ve değiş tokuş eden insanların oluşturduğu bir akım bile ortaya çıktı (Quantified Self)54 Elbette böylesi bir ölçme, rakamlara tercüme etme ve kaydetme teknolojisi ticari boyutta başka metalaştırma potansiyelleri de taşıyor. Mutfakta, bir ev robotu, yeri süpürmekle kalmayıp aldığımız kalori miktarını da kaydedebilir. Bir seks robotu yatak odasında yerini alabilir. Bundan bahsetmişken, mesela, kendiyle saplantılı erkek için tasarlanmış, “daha güçlü bir sertleşme için erkek cinsel organına takılan ve Bluetooth yahut WiFi üzerinden uyumlu akıllı telefon uygulamasına bağlanabilen SexFit adlı uygulama sayesinde, bu romantik ana dair, kaç kalori yakıldığı ve dakikada kaç gez gidip gelindiği gibi mühim şeyleri hesaplamak mümkün. Toplanan bilgi telefonunuza gönderiliyor”.55

Tüm bunların işaret ettiği üzere, insandan esinlenen eylemlerin yerine robotların, YZ’nın ve bilgisayarların baskın geldiği bir dünyaya doğru yol alıyor olabiliriz. Ne var ki, tekilliğin (yapay zekanın insan zekasını aşması) varışına dair öngörüler çoğunlukla adını Intel kurucularından Gordon Moore’dan alan Moore “yasasına” dair eklentilere ve çıkarsamalara dayanıyor. Bu yasaya göre bir bilgisayara konulabilen transistörlerin sayısı her yıl ikiye katlanıyor ve bu hem maliyeti düşürüyor hem de işlem gücünü muazzam arttırıyor. Ancak, bilgisayar üretiminde kullanılan nadir toprak metallerinin kaynakları sınırlı,56 ve Moore’un kendisinin de kabul ettiği üzere, bir bütünleşik devreye sıkıştırabilecek transistör adetinin de fiziksel bir sınırı olacaktır.  Yani, ümit edildiği gibi, dijitalizasyonun uygulamasının doğal sonucu olarak tekilliğe varma ihtimali pek ufukta görünmüyor. Bu, hem bu yeniliklerin potansiyelinin tümüyle gerçekleştirilebilmesi için teknolojinin bu geçiş döneminin henüz çok geliştirilmeye ihtiyaç duymasından, ama aynı zamanda verimliliği arttırma arayışları ile, bunun tetiklemeye mahkûm olduğu kriz arasındaki çelişkiden kaynaklanıyor. Bu sınırlar elimizdeki deliller tarafından da doğrulanmış görünüyor.

Tekilliğin ne kadar gerçekçi olduğunu değerlendirmek için yürütülmüş büyük ölçekli bir çalışma dahilinde, yedi önemli test yapıldı. Bu testler bilgisayar yazılımları ve bunlara bağlı uygulamalar gibi iletişim teknolojisi ürünlerin arz ve talebindeki artışı kaydeden ekonomik veriye, ve önemli BİT sektörlerindeki, ücret artışı ve verimlilik gibi emeğe dayalı konulara odaklanıyordu. Çalışmanın yazarı “yedi testten beşinin sonuçları tekilliğin aleyhine iken sadece iki tanesi lehte… salt bu iki olumlu test üzerinden basit çıkarsamalar da, ekonominin tekillik eşiğini aşması için gereken sürenin en az 100 sene olduğunu gösteriyor”57 sonucuna varıyor. En önemlisi, testlerin genel verimliliğin ve ücretlerin artması gibi belirleyici konularda olumsuz sonuç vermiş olması.

Özetle, BİT ve dijitalleşmenin işyerindeki (ve ekonominin genelindeki) verimlilik, performans ve istihdam üzerindeki etkilerinin kendinden önceki teknolojilerin etkilerinden dikkate değer bir fark barındırmadığı sonucuna varabiliriz. Kapitalist devinim içinde teknoloji tamamen işçi verimliliğini arttırmak ve birim işçi maliyetini düşürmek için piyasaya sürülür, fakat ilk tahlildeki etkilerini törpüleyecek gerilimler kaçınılmazdır. Daha da önemlisi, Marx’ın emek değer teorisi ve kar oranlarının uzun vadeli düşme eğilimi, teorileri kapitalist üretim biçiminin çelişkilerini tarif etmede geçerliliğini dijital iş dünyasında da koruyor. İşyerlerinde köklü bir otomasyona geçiş sürecinin ortalığı kasıp kavurduğu doğru, fakat bu ne çalışmanın ilhakını ne de dijital zanaatkârların merkezinde durduğu cisimsiz bir maddi olmayan ve komünal emek dünyası ütopyası türünden öngörüleri haklı çıkaracak türden bir verimlilik artışı sağlıyor. Peki dijitalleşme hız kazanırken emek dünyasında hiç mi değişim gözlemiyoruz?

Her şeyin ölçülebilmesine doğru?

Dijitalleşmenin iş ve işçi sınıfı üzerindeki gerçek etkilerini anlayabilmenin sırrı, bu etkileri Marx’ın sosyal olarak gerekli emek zamanı kavramının süzgecinden geçirmekte yatıyor. Marx, sosyal olarak gerekli emek zamanı kavramını sermayeler arası rekabetin dinamiklerini açıklayabilmek için geliştirmişti. Kapitalist işletme, rakip kapitalistlerle girişilen rekabette öne geçebilmek için, işçileri, bir işçinin birim zamandaki üretiminin, kendi sektöründeki ortalamaların altına düşmeyeceği şekilde kullanmak zorundadır. Bu ortalama, söz konusu ürünü üretebilmek için sosyal olarak gerekli emek zaman biçiminde ifade edilir. Bu, yeni teknolojik uygulamaların piyasaya sürülmesi, veya emeği yönetmenin ve sömürmenin yeni yollarının keşfi ile sürekli değişime uğrayacaktır. Marx sosyal olarak gerekli emek zamanı ile tüm ürünlerin ortak pazar değeri arasındaki ilişkiyi şöyle açıklıyor: “Farklı değerler tek bir sosyal değer cinsinden eşitlenebilmelidir, yani yukarıda bahsedilen pazar değerinde. Bu, aynı türden ürünler satan üreticiler arası rekabet ve ürünlerini satışa çıkardıkları bir ortak pazar anlamına gelir”.58

Böylelikle, kapitalistin üzerinde çalışma prosedürlerini yenileyerek ve işçilerinin rakip firmanınkiler kadar verimli çalışıp çalışmadığını gözleyerek, rakiplerinin gerisinde kalmamayı garanti etme basıncı oluşur. Bu süreç tümüyle kapitalist üretim dinamiğine içkindir. Daha da önemlisi, yeni teknolojilerin kullanımı, sadece verimliliği arttırmada değil, aynı zamanda işverenin, üretimin çıktısını gerçek zamanlı izleme becerisini arttırarak işçiyi kontrol etmesini sağlamada da, bu süreçler açısından merkezi rol teşkil eder. Azami verimlilik sağlayabilmek ve bizim çalışmamızdan mümkün olan en fazla artı değeri çıkartabilmek için, emeğimizin fiziksel ve zihinsel tüm unsurları sermaye tarafından sürekli izlenmek ve kontrol edilmek zorundadır.

Marx, işçinin hem somut hem de soyut emeğinden değer üretme sürecinin kavramlaştırılmasını daha da ileriye götürdü. Somut veya faydalı emek kullanım değeri olan belli bir şeyi veya etkiyi üretmek için çalışma eyleminin kendisidir. Soyut emek ise somut eylemlerin rekabet disiplini altında denkleştirilmesi ile değerin (sosyal olarak gerekli emek zaman dinamiği içinde) üretildiği süreçtir. Soyut emeği tanımlarken, Marx’ın tüm emeğin hem soyut hem somut halde var olan ikili bir karakteri olduğunu önerdiğini anlamak önemlidir. Ne var ki, emeğimizin meyveleri esas soyut emek üzerinden pazarlaştırılır. Emeğin ürününün emekçiye yabancılaşmasının kökünde de bu yatar. Yani soyut emek, yabancılaşmanın kaynaklarından biridir.

Yani işverenlerin, işimizi izlemeye, kaydetmeye ve kontrol etmeye, ayrıca fabrikalarda ofislerde, sektörde ve meslekte standartlaşmış hedefler koymaya yönelik sürekli artan bir arzusu olması pekala olağandır. Hedeflenen bu kültürün, ve sadece fabrikada değil hizmet ve idare alanında da karşımıza çıkan modern çalışma hayatının diğer yabancılaştırıcı deneyimlerinin kökünde yatan da şüphesiz, bahsedilen dinamikten gelen, sürekli genişleme eğilimindeki emeğin çıktısını rakamlaştırma/ soyutlama eğilimidir. İşverenlerin her şeyi ölçme iştahı, hiçbir iş veya mesleğin kaçamayacağı ölçekte bir yayılma gücüne sahip. Çalışma takvimlerimize hedefler konulur, değerlendirme testleri ve yeterlilik/disiplin prosedürleri yoluyla izlenir, kontrol edilir. 

Emeğin bu şekilde rakamlara tercüme edilmesi modern insan kaynakları pratiğinin de kutsal kasesidir. Yalnızca fiziksel girdi ve çıktıyı hesaplamakla yetinmez, psikolojik, sosyal ve davranışsal olanın alanına doğru yayılır. Örneğin eğitim sektöründe, Microsoft’un tasarladığı “öğretmen ve okul yöneticilerini”39 yeterlilik kriteri üzerinden değerlendiren bir matriks kullanılıyor. Bu kriterle, “meseleyi havada kapma” ve “belirsizlikle baş etme” kulağa hoş gelen isimler altında değerlendirilmeye hazır bekliyor. Sırf “meseleyi havada kapma” kategorisi “temel” ve “uzman” arasında 4 seviyeye ayrılırken, “uzman” seviyesinin ayrıca dört ayrı yeterlilik seviyesi bulunuyor.

Bu klasik Marksist perspektiften, yeni iletişim teknolojilerinin, karı maksimize etmek için emeği edilgenleştirmek adına sermayenin kendi çıkarları doğrultusunda nasıl soğurulacağını öngörmek pekâlâ mümkün. Aynı şekilde, dijitalleşmenin sermaye tarafından işçiyi takip etme, izleme, ölçme ve kontrol etme becerisini genişletmek doğrultusunda kullanılacağını söylemek de kehanet sayılmaz. Buna paralel olarak, neo-liberalizme giden yol ayrımında cisim bulan, sermayenin işçiyi atomize etmek ve tekilleştirmek yoluyla onun “artı değerini” açıkta ve ölçülebilir kılma becerisine güç katarak hakimiyetinin sınırlarını genişleten de bir eğilim var. Bu neo-liberal trend, örneğin, toplu sözleşme yerine, daha da acımasız yeterlilik ve disiplin testleri anlamına gelen, bireysel performans kriterleri üzerinden ücretlendirilmeyi teşvik ediyor. Kimi yorumculara göre, sadece yaptığımız işin fiziksel niteliği üzerinden değil psikolojik ve sosyal katkılarımız üzerinden de ölçüme tâbi tutulduğumuz bu ayrıştırma ve atomize etme süreçlerinin derin toplumsal, maddi ve kültürel etkileri var.59

Dyer-Witheford gibi başkalarına göre ise, bu, iş ve emeğin sınırlarının, bir “sibertarya”60 yahut “siber-proletarya” cinsinden yeniden tanımlanmasını gerektiriyor olabilir. Bununla kolektivize işçinin fabrika ve ofisin dışına uzanan bir ücretsiz rakipler havuzunun varlığı ile terbiye edilen ve şekil verilen bir özneye dönüştüğü kast ediliyor.61 Ne var ki böylesi bir teşhis, Marx ve Engels’in, yalnız işsizleri değil ücretli emeğin dışında kalan, emek gücünün toplumsal yeniden üretimini sağlayanları da içeren, emek ordusu rezervi veya daha doğrusu “artık nüfus” kavramlarından pek de farklı bir şey anlatmıyor. Bu benzerlik de şüphesiz siber-proletarya vizyonunun eşsizliği üzerine gölge düşürüyor. Aynı şekilde “kolektif işçi” tanımı da Marx’ın üretimin ivedi süreçlerinin sonucu olarak ileri sürdüğü bir kavram. İşçiler işveren ve üretim süreçleri tarafından kapana kıstırılmışlardır, fakat aynı sebepten kolektifleşmişlerdir de. Marx bu ikili dinamiği kapitalist emek süreçlerinin özü olarak tarif eder, ve “dijital işçi” kavramı henüz bunun geçerliliğini sona erdirmiş değildir. Zira, işveren hala emeğimizi sömürmenin ve üzerinden artı değer üretmenin peşindedir. 

Fakat bu, dijitalleşmenin, çalışmayı dijital öncesi dönemdekinden farklı kılan bazı özelliklerinin olmadığı anlamına gelmez elbette. Sermaye her zaman ölçmenin ve kontrol etmenin peşinde olmuştur. Daha 1900’lerin başında Lillian ve Frank Gilbreth ile Frederick Winslow’ın hareket üzerine çalışmaları, üretim sürecindeki fiziksel hareketleri standardize etmeyi amaçlıyordu. Gilbreth’ler bir işi yapmak için “gerekli” zamanı kaydedebilmek ve öngörebilmek için motorlu kamera ve hassas kronometreler bile kullanmışlardı Taylor ve Charles Bedaux gibi başkaları, ölçüm meselesini işçileri spesifik işler için gruplamanın fizyolojik ve hatta psikolojik özelliklerine varacak kadar ileri götürdüler. Bu eğilim 20’ler ve 30’lar boyunca devam etti.

Böylesi ölçüm biçimler savaş sonrası dönemde hızla hizmet sektörü ve ofis alanlarına yayıldı. En basit işler bile 1948’de Amerika’da geliştirilen Zaman Ölçüm Metodu sisteminin fotoğraf bankaları üzerinden zaman ölçümüne tâbi tutuluyordu. Bu fotoğraf bankaları bir dolma kalemi yerinden kaldırmak veya bir kağıdı dosyaya koymak gibi gündelik ofis işlerini resmediyor, ve ekte bir beklenilen ortalama eylem süresi barındırıyordu. Ancak dijitalleşme şüphesiz çok daha geniş ve derinlemesine ölçüm yöntemlerine olanak sağlıyor. Üstelik yalnızca ürettiğimiz fiziksel çıktının somut emek cinsinden tutarlılığını ölçmek için değil, buna paralel ara unsurlar cinsinden, soyut emeğimiz üzerinden elde edilen değeri ölçmek için. Bu ara unsurlar, sosyal, fizyolojik ve psikolojik değer biçme eğilimlerimizi de soğuruyor elbette.

İvedi ölçümler için, dijital kayda ve işverene acil geri bildirime elverişli bir “ölçülebilir” veri listesi çıkarabiliyoruz. Süpermarketler, depo işçilerinin hareketlerini işlemek için Radyo Dalgası Tanıma sistemi (RFID) kullanıyor, hatta bazı işverenler işçilere çip takılması gerektiği konusunda ısrarcı.62 Amerikan analitik firması Sociometric Solutions, 20 şirkete, içinde mikrofon, yer gösterici ve ivme ölçer bulunan kimlik kartları sağlıyor.63 Giyilebilir ivme ölçerler veya akıllı telefon uygulamaları bireysel vücut hareketlerini izleyebiliyor, hatta “duygusal” geri bildirim için şirket toplantılarındaki vücut dilini dahi kaydedebiliyor. Bu, üstelik kimi zaman gizli olabilen ivme ölçerler vücut dilinizi izliyor ve örneğin ne sıklıkla vücudunuzu masadan uzaklaştırdığınızı kaydedebiliyor: “Her günün sonunda, yaka kartlarınız, ofis davranışlarının yaklaşık 4 gigabyte’lık verisini toplayacaktır”.64

Aynı şekilde, mikrofonlar, sesinizin şirket toplantılarındaki ton ve şiddetini veya vücut dilinizi kaydedebilir. Tüm bunlar ve ayrıca insanların kendi kendilerini izlemesine yarayan FitBit ve Jawbone gibi uygulamalar işverenlerin beğenisine sunulmuş durumda ve kullanıcıları gittikçe artıyor.65 İşverenler ayrıca, verimlilik seviyemizi öngörmelerini sağlayacak yardımcılar olarak fiziksel ve psikolojik durumumuzu kaydeden yeni teknolojiler de kullanıyorlar. Ne var ki bunlar çoğunlukla “çalışan sağlığı” kılığı altında sunuluyor. Elbette özel sigorta şirketleri de bu tür verileri poliçe ücretlendirmede kullanabilmenin hayalini kuruyordur. Google Glass gibi gizli kayıt sistemleri iş görüşmelerinde adayın sorulara verdiği cevapları kaydedip, spesifik görevlere uygunluğun ölçülebilmesi adına detaylı olarak incelenebilmesi için kullanılabiliyor. 

İşverenlerin bir şeyleri ölçme ve kaydetme arayışının sonucu olarak yeni “yeterlilik” kriterleri nöro-endokrinolojik fonksiyonların bio-medikal kayıtlarının psikolojik değerlendirmesinin ve kataloglanmasının yolunu açıyor. Bu güya iyi bir “duygusal zekaya” dair öngörülerde bulunulabilmesini sağlıyor, duygusal farkındalık ve öz kontrol gibi mesela.66 Google şeker ve glukom hastalıklarını izleyebilen bir kontakt lens geliştirdi ve yakın zamanda iğnesiz kan testi yapabilen bir aygıt için patent başvurusunda bulundu. Bu aygıt “bir mikro partikül kapsülü içinde derinin altına bir gaz kütlesi gönderiyor. Kan deriden salındığında, basınçlı negatif kapsül tarafından emilerek”67 çalışıyor. Cihaz giyilebilir bir cihaz ve esas olarak kan şekerini ölçmek için tasarlanmış. Pek ala işverenlerin işçilerin sağlığını izlemesi için de kullanılabilir. Peter Fleming’in önermesine göre, dijitalleşme tam da bu alanda, sermaye tarafından, şirketlerin işçilerin bedeni üzerindeki “bio-kuvvetinin” yeni ifadelerini üreterek, işverenin hakimiyetini genişletebilir.68 Elbette bunların çoğu işveren fantezileri olarak değerlendirilmelidir; zira işçiler etiketlere, iğnelere veya kontakt lenslere de, tıpkı zaman çizelgesine ve paydos düdüğüne direndikleri gibi direneceklerdir. Telekom işçilerine arama geldiğinde nerede olduklarının izlenebilmesi için çağrı cihazları verildiği zamanı düşünmek yetecektir: çoğu cihaz ya “kazara” çamaşır makinasına düşmüştü ya da ertesi gün gizemli bir şekilde çalışmamaya başlamıştı. Anlaşılması gereken nokta şu ki, hiçbir teknoloji işverenin elinde etkileri bakımından “nötr” değildir, ancak kullanımına da pek ala karşı gelinebilir.

Bu makalede, bedenlerimiz ve benliklerimiz üzerindeki işveren hakimiyetinin yoğunlaşmasının, yabancılaşmamızın kaynaklarından biri olduğunun altını çizmeye çalıştım. Düşüncelerimiz ve eylemlerimiz üzerindeki kontrolümüz sermaye tarafından kendi lehine altüst edilmeye çalışılıyor. Fiziksel olandan, psikolojik ve sosyal olana doğru yayılıyor ve 100 seneyi aşkın zaman önce, zaman ve hareketi ölçme/ kaydetme teşebbüsleriyle başlayan kontrol süreçleri gittikçe yoğunlaşıyor. Böylesi alt üst etme ve benimsetme girişimleri karşılıksız kalmayacaktır, zira sermayenin zorunluluklarına karşı direniş, işyerinin sermayeye yapısal karşı çıkışının parçası ve esas arazisidir. Gerçekten de teknoloji yoluyla idari kontrole karşı direniş, tarih boyunca sanayi ile emek arasındaki ilişkiyi tanımlayan pozisyonda olmuştur, bu ister otomotiv işçilerinin Taylorizme karşı çıkışı olsun, ister daha en başından işverenin, vardiya içi boşlukları azaltma girişimlerine karşı verilen mücadele. Fakat unutmamak gerekir ki, teknolojiye karşı mücadele, kontrole karşı mücadeleden gelmelidir. Şüphesiz teknoloji daima sermaye tarafından hakimiyetini güçlendirmek için kullanılacağı gibi, işçiler tarafından, pekâlâ kâra değil ihtiyaç ve gereksinimlere dayalı bir toplum yaratmak için de kullanılabilir. Kontrole karşı savaş pekâlâ Marx’ın da dediği gibi, insanlığın özgürleşmesinin anahtarı olabilir, fakat kökleri “maddi olmayan” olanda değil, kapitalizme karşı maddi mücadelede yatar

Martin Upchurch, Londra Middlesex Üniversitesi, Uluslararası İstihdam İlişkileri bölümünde öğretim üyesidir. Çeviri: Deniz Güngören

Dipnotlar

1 Moulier Boutang, 2012, p57. Bkz, Dean, 2005.

2 Barbrook, 1998.

3 Sendikalar ve ortak-çalışma hakkında yazılanlar için: http://tinyurl.com/zb85naw

4 Kirkup, 2016.

5 Kurzweil, 2005.

6 Marx, 1977.

7 Thompson, 1982, sayfa 599-601. Luddism: İsmini büyük ihtimalle, tekstil makinası parçalama eylemini ilk gerçekleştirenlerden biri olarak sembolleşen Ned Ludd’dan alan bir zanaatkarlar hareketi. Bugün -aslında çıkış noktasıyla tutarlı olmayan bir şekilde, teknoloji ve endüstriyel gelişmenin geneline karşı kuşkuculuk ve muhafazakarlıkla eş anlamlı kullanılıyor. (ç.n.)

8 Darlington, 2016.

9 El-Sahli ve Upward, 2015, sayfa 2.

10 Toffler, 1970.

11 Jenkins ve Sherman, 1979. ASTMS, Türkçesi Bilimsel, Teknik ve Yönetici Çalışanlar Derneği.

12 Bell, 1973.

13 Rifkin, 1995; Gorz, 1999.

14 Bkz Castells, 1996.

15 Terranova, 2000, sayfa 33. MUD’lar ve MOO’lar birden fazla kullanıcının (oyuncunun) aynı anda bağlandığı online sanal gerçeklik sistemleridir.

16 Fuchs, 2010.

17 Attwood-Charles ve Schor, 2015

18 Dyer-Witheford, 2015

19 Mason, 2015, sayfa 136. Bkz Choonara, 2015, ve Green, 2016.

20 Mason, 2015, sayfa 164.

21 Shapiro ve Varian, 1998.

22 Marx, 1973.

23 Negri, 1989, sayfa 92.

24 Hardt ve Negri, 2000.

25 Hardt ve Negri’nin kullandığı “Makineler üzerine bölüm”ün eleştirisi için bakınız Callinicos, 2014, sayfa 198-204.

26 Bkz. http://whoownsfacebook.com/

27 Huws, 1999, sayfa 47.

28 Doogan, 2009, sayfa 50. Burada “dematerilizasyon” anlamında kullanılıyor.

29 Van den Broek, 2010, sayfa 123-124.

30 Amazon’un “kitle-çalışanları” (crowd-working) açıklaması için bakınız, 2016.

31 Child, 1975, sayfa 149.

32 Braverman, 1974.

33 Harman, 1979.

34 Bramham, 2006, p379. Tartışmaların daha iyi bir tarihsel değerlendirmesi için bakınız Veal, 2009.

35 Pradella, 2015.

36 Güncel bir kanıt incelemesi için bakınız UKCES, 2014.

37 Domenech, Rizov ve Vecchi, 2015, sayfa 24.

38 Gordon, 2016, sayfa 441-461.

39 Goodridge, Haskel ve Wallis, 2009, sayfa 34.

40 Porter, 2001, sayfa 62.

41 Harman, 1991.

42 Michaels ve Graetz, 2015.

43 Uluslararası Robot Teknolojileri Federasyonu’na (IFR) göre, 2014 itibariyle dünyada faaliyet halideki endüstriyel robotların sayısı

1.5 milyon ve IFR önümüzdeki iki yıl içerisinde buna 1.3 milyon robotun ekleneceğini öngörüyor.

44 Bkz Gibbs, 2016.

45 Pfeiffer, 2016, sayfa 16.

46 Tobe, 2013.

47 Paul-Choudhury, 2016, sayfa 18.

48 Roberts, 2015.

49 Roberts, 2016a.

50 Roberts, 2016b, p10.

51 Dennett, 1991, sayfa 431.

52 Fordham, 2015.

53 Titcomb, 2015.

54 Nafus, 2016’nın bir değerlendirmesi için bakınız Moore, 2014.

55 Amlen, 2014.

56 Bkz www.techradar.com/news/computing-components/the-pcrare-metals-crisis-921363

57 Nordhaus, 2015, sayfa 28.

58 Marx, 1966.

59 Örneğin Moore, 2014.

60 Huws, 2003.

61 Dyer-Witheford, 2015.

62 Cellan-Jones, 2015.

63 Bkz http://slidingdoorcom.blogspot.co.uk/2015/09/spying-in-office-walls-have-ears.html

64 Kimura, 2015.

65 Bu eğilimlerin daha kapsamlı bir şekilde ortaya konması için bkz. Moore ve Upchurch

66 Boyatzis ve Akrivou, 2006.

67 Duhaime-Ross, 2015.

68 Fleming, 2015.

Referanslar

Amlen, Deb, 2014, “SexFit: Because We Don’t Have Enough Things to Measure”, www.yahoo.com/tech/sexfit-because-we-dont-have- enough-things-to-measure-94172149719.html

Attwood-Charles, Will, and Juliet B Schor, 2015, “The Tyranny of Levelled Workplaces”, American Sociological Association (17 August), http://workinprogress.oowsection.org/2015/08/17/ the-tyranny-of-leveled-workplaces/#more-3152

Barbrook, Richard, 1998, “The Hi-tech Gift Economy”, First Monday, issue 3, www.firstmonday.org/ojs/index.php/fm/article/ view/631/552 Bell, Daniel, 1973, The Coming of Post-Industrial Society (Basic Books).

Boyatzis, Richard, and Kleio Akrivou, 2006, “The Ideal Self as the Driver of Intentional Change”, Journal of Management Development, volume 25, issue 7.

Bramham, Peter, 2006, “Hard and Disappearing Work: Making Sense of the Leisure Project”, Leisure Studies, volume 25, number 4.

Braverman, Harry, 1974, Labor and Monopoly Capital: The Degradation of Work in the Twentieth Century (Monthly Review).

Callinicos, Alex, 2014, Deciphering Capital: Marx’s Capital and Its Destiny (Bookmarks). Castells, Manuel, 1996, The Rise of the Network Society: The Information Age: Economy, Society and Culture, Volume 1 (Blackwell).

Cellan-Jones, Rory, 2015, “Office Puts Chips Under Staff’s Skin”, BBC News (29 January), www.bbc.co.uk/news/technology- 31042477

Child, John, 1975, “Technical Progress”, in Brian Barrett, Rhodes Beishon, and John Beishon (eds), Industrial Relations and the Wider Society (Open University Press).

Choonara, Joseph, 2015, “Brand New, You’re Retro”, International Socialism 148 (autumn), http://isj.org.uk/brand-new-youre-retro —Darlington, Ralph, 2016, “Official and Unofficial Action in the Fight Against Anti-union Laws”, International Socialism 151 (summer), http://isj.org.uk/the-fight-against-anti-union-laws/

Dean, Jodi, 2005, “Communicative Capitalism: Circulation and the Foreclosure of Politics”, Cultural Politics, volume 1, issue 1, https://commonconf.files.wordpress.com/2010/09/proofs-of-tech- fetish.pdf –

Dennett, Daniel, 1991, Consciousness Explained (Penguin).

Domenech, Josep, Marian Rizov, and Michela Vecchi, 2015, “The Impact of Companies’ Websites on Competitiveness and Productivity Performance” (Conference Paper: First International Conference on Advanced Research Methods and Analytics). Doogan, Kevin, 2009, New Capitalism? The Transformation of Work (Polity).

Duhaime-Ross, Arielle, 2015, “Google Wants your Blood”, The Verge (3 December), www.theverge.com/2015/12/3/9846088/google- needle-free-blood-draw-patent

Dyer-Witheford, Nick, 2015, Cyber-Proletariat: Global Labour In The Digital Vortex (Pluto).

El-Sahli, Zouheir, and Richard Upward, 2015, “Off the Waterfront: The Long-run Impact of Technological Change on Dock Workers”, Working Paper 2015:11, Department of Economics, Lund University.

Fleming, Peter, 2015, Resisting Work: The Corporatization of Life and Its Discontents (Temple University Press).

Fordham, Louise, 2015, “What Place does Wearable Technology Have in Workplace Health Strategies?”, Employee Benefits (15 September), www.employeebenefits.co.uk/what-place-does-wearable- technology-have-in-workplace-health-strategies/

Fuchs, Christian, 2010, “Labor in Informational Capitalism and on the Internet”, The Information Society, volume 26, issue 3.

Gibbs, Samuel, 2016, “Mercedes-Benz Swaps Robots for People on its Assembly Lines”, Guardian (26 February), www.theguardian. com/technology/2016/feb/26/mercedes-benz-robots-people-assembly- lines

Goodridge, Peter, Jonathan Haskel, and Gavin Wallis, 2009, “UK Innovation Index: Productivity and Growth in UK Industries”, Nesta Working Paper 12/09.

Gordon, Robert J, 2016, The Rise and Fall of American Growth (Princeton University Press)

Gorz, André, 1999, Reclaiming Work: Beyond the Wage-Based Society London (Polity).

Green, Pete, 2016, “Paul Mason’s PostCapitalism: A Response to Joseph Choonara”, International Socialism 149 (winter), http:// isj.org.uk/paul-masons-postcapitalism-a-response-to-joseph-choonara/ Hardt, Michael, and Antonio Negri, 2000, Empire (Harvard University Press).

Harman, Chris, 1979, “Is a Machine After Your Job?” (SWP), www. marxists.org/archive/harman/1979/machine/index.htm Harman, Chris, 1991, “A Class of Robots?”, Socialist Review (November), www.marxists.org/archive/harman/1991/11/robots. htm

Huws, Ursula, 1999, “Material World: The Myth of the Weightless Economy”, Socialist Register 1999: Global Capitalism vs Democracy.

Huws, Ursula, 2003, The Making of a Cybertariat: Virtual Work in a Real World (Monthly Review).

Jenkins, Clive, and Barry Sherman, 1979, The Collapse of Work (Eyre Methuen).

Kimura, Tara, 2015, “How New Data-collection Technology Might Change Office Culture”, CBC News (14 September), www.cbc. ca/news/technology/how-new-data-collection-technology-might- change-office-culture-1.3196065

Kirkup, James, 2016, “Strike All You Like, Doctors—Technology will Soon Take Away your Power”, Daily Telegraph (12 January), http://tinyurl.com/zkh78bq

Knaebel, Rachel, 2016, “Germany Looking for Ways to Defend the Workers of the Digital Age”, Equal Times (9 May), www. equaltimes.org/germany-looking-for-ways-to-defend —Kurzweil, Raymond, 2005, The Singularity Is Near (Viking).

Marx, Karl, 1977 [1859], Preface to A Contribution to the Critique of Political Economy (Progress Publishers), www.marxists.org/ archive/marx/works/1859/critique-pol-economy/preface.htm

Marx, Karl, 1966, Capital, Volume 3 (Penguin), www.marxists.org/ archive/marx/works/1894-c3/

Marx, Karl, 1973 [1857], Grundrisse: Foundations of the Critique of Political Economy (Penguin), www.marxists.org/archive/marx/ works/download/Marx_Grundrisse.pdf

Mason, Paul, 2015, PostCapitalism: A Guide to Our Future (Allen Lane).

Michaels, Guy, and Georg Graetz, 2015, “Industrial Robots have Boosted Productivity and Growth, but their Effect on Jobs Remains an Open Question”, http://blogs.lse.ac.uk/politicsandpolicy/ robots-at-work-the-impact-on-productivity-and-jobs

Moore, Phoebe, 2014, “Tracking Bodies, the ‘Quantified Self’ and the Corporeal Turn”, in Kees van der Pijl (ed), Handbook of the International Political Economy of Production (Edward Elgar).

Moore, Phoebe, and Martin Upchurch, 2015, “Feedback, Performance and the Quantified Self”, unpublished paper available from the authors.

Moulier Boutang, Yann, 2012, Cognitive Capitalism (Polity). Nafus, Dawn (ed), 2016, Quantified: Biosensing Technologies in Everyday Life (MIT Press).

Negri, Antonio, 1989, The Politics of Subversion: A Manifesto for the Twenty-first Century(Polity).

Nordhaus, William, 2015, “Are We Approaching an Economic Singularity? Information Technology and the Future of Economic Growth”, Cowles Foundation Discussion Paper number 2021, Yale University, http://papers.ssrn.com/sol3/papers.cfm?abstract_ id=2658259

Paul-Choudhury, Sumit, 2016, “Outsmarted?’”, New Scientist (25 June).

Pfeiffer, Sabine, 2016, “Robots, Industry 4.0 and Humans, or Why Assembly Work is more than Routine Work”, Societies, volume 6, issue 2, www.mdpi.com/2075-4698/6/2/16/htm

Porter, Michael, 2001, “Strategy and the Internet”, Harvard Business Review (March), https://hbr.org/2001/03/strategy-and-the-internet

Pradella, Lucia, 2015, “The Working Poor in Western Europe: Labour, Poverty and Global Capitalism”, Comparative European Politics, volume 13, issue 5.

Rifkin, Jeremy, 1995, The End of Work: The Decline of the Global Labor Force and the Dawn of the Post-Market Era (Putnam).

Roberts, Michael, 2015, “Robots and AI: Utopia or Dystopia? Part One”, (23 August), https://thenextrecession.wordpress. com/2015/08/23/robots-and-ai-utopia-or-dystopia-part-one/

Roberts, Michael, 2016a, “Robert J Gordon and the Rise and Fall of American Capitalism” (14 February), https://thenextrecession. wordpress.com/2016/02/14/robert-j-gordon-and-the-rise-andfall- of-american-capitalism/

Roberts, Michael, 2016b, “Can Robots Usher in a Socialist Utopia or only a Capitalist Dystopia?”, Socialist Review (July-August), http://socialistreview.org.uk/415/can-robots-usher-socialist-utopia- or-only-capitalist-dystopia

Shapiro, Carl, and Hal Varian, 1998, Information Rules: A Strategic Guide to the Network Economy (Harvard Business School Press).

Terranova, Tiziana, 2000, “Free Labor: Producing Culture for the Digital Economy”, Social Text, volume 18, number 2. Thompson, E P, 1982 [1963], The Making of the English Working Class (Penguin).

Titcomb, James, 2015, “Google’s Meetings with UK Government over Driverless Cars Revealed”, Telegraph (12 December), www.telegraph.co.uk/technology/2016/01/21/googles-meetings- with-uk-government-over-driverless-cars-reveale/

Tobe, Frank, 2013, “Rethink Robotics is Downsizing”, http://robohub. org/rethink-robotics-is-downsizing/ Toffler, Alvin, 1970, Future Shock (Bodley Head).

UKCES (UK Commission for Employment and Skills), 2014, “The Future of Work: Jobs and Skills in 2030”, Evidence Report 84 (February), www.gov.uk/government/uploads/system/uploads/ attachment_data/file/303334/er84-the-future-of-work-evidence- report.pdf

van den Broek, Diane, 2010, “From Terranova to Terra Firma: A Critique of the Role of Free Labour and the Digital Economy”, The Economic and Labour Relations Review, volume 20, number 2.

Veal, Anthony, 2009, “The Elusive Leisure Society, 4th Edition”, School of Leisure, Sport and Tourism Working Paper 9, Sydney University of Technology, https://opus.lib.uts.edu.au/handle/ 10453/19821

Enternasyonal Sosyalizm